Salı, Haziran 17, 2025

Hipofiz bezi tartışması...

Haber yeni değil, yıl(lar) geçmiştir üstünden. Oyuncu Tuba Ünsal sabah namazına başlamış; hissettiklerini, deneyimini yoga ile kıyaslayarak paylaşmış. Doğal olarak ti’ye alınmış, sosyal medyada epeyce parodileştirilmiş. Merak eden açar, bakar. 

Şöyle bir yargı var, yoga popüler kültürdür, ona aittir, din hayır, asla değil. Müslümanlığın popüler kültürün bir parçası hâline geldiği gerçeği kolaylıkla göz ardı ediliyor. Oysa popülerleşen her şey gibi, dinî pratikler de farklı biçimlerde alımlanır, farklı anlamlarda yeniden üretilir. Stuart Hall anlatırdı, kültürel bir metnin anlamı sabit değildir, alımlayan tarafından yeniden ve yeniden kurulur. Aynı şey inanç biçimleri için de geçerlidir. Ve evet, alay edilerek de olsa tüketilir ve tüketilir.

Bir şey bu kadar çok kişi tarafından seviliyorsa ya da nefret ediliyorsa, o sevgi ya da nefretin tek bir gerekçesi yoktur. Din, ideoloji ya da popüler ikonlar için bu kaçınılmaz olarak geçerlidir. Onları asla tek bir “anlam”a sabitleyemezsiniz. Tam da bu yüzden popüler olurlar.

Her tüketici, mesajı kendi kültürel ve siyasi sermayesine göre yeniden anlamlandırır. Her defasında bir kere daha “üretir.” Pierre Bourdieu’nün “habitus” kavramının bize anlattığı gibi, bireylerin algı ve pratikleri, içinde bulundukları toplumsal konum tarafından şekillenir. Erzurum’daki Müslümanlıkla Edirne’deki Müslümanlık aynı değildir. Her yaşayan inandığı dini kendi hayatına, çevresine, zamana adapte eder.

Edirne’de bir ramazan günü iftara düğüne gider gibi dans ederek gidenleri görmüştüm. Şaşırmamam gerekirdi. Cezayir’de, Dubai’de, Tahran’da da farklı yaşanıyor — biliyordum. Ne ki şaşırmıştım, iftara giderken davul zurna çalıp göbek attılar. Seyrettim…

Ama biz ne yapıyoruz, biz hâlâ, ortada herkesin okuyabileceği bir kutsal kitap var ve sadece o referans alınmalı diyerek tartışmayı bitirmeye çalışıyoruz. Oysa biliyoruz ki hiç de öyle değil. O kitap ve etrafında gelişen öğreti, tarih boyunca öyle çok farklı biçimde yorumlandı ki… Say say bitmez. O din çok insan, çok kültür, çok farklı diller, çok farklı ideolojiler, rejimler gördü, mealen yazıyorum, kapitalizm, modernleşme, küreselleşme yaşadı … Talal Asad söylemişti, din sadece inanç sistemlerinden ibaret değildir; modern dünyada söylemsel olarak şekillenen, toplumsal olarak müzakere edilen bir pratiktir.

Bu nedenle “gerçek Müslümanlık budur” ya da “dinde bu yok” gibi başlayan vik vik cümleler, bugünün dünyasında savunma ya da saldırı işlevi görmek dışında bir anlam taşımıyor. Zamanın ruhuna göre savrulan-estirilen cümleler yalnızca.

Gençken, bağnaz bulduğum bir şey duyduğumda, “Ama Kur’an’da yazmıyor!” diye inatla itiraz ederdim. Sonra fark ettim ki, tartışmanın esası metnin kendisiyle ilgili değilmiş. Mesele “bizden olan”la “olmayanı” ayırt etmeye yönelikmiş. O metinde yazıp yazmaması kimsenin umurunda değilmiş. Çünkü din, asla sadece o metne dayanmıyor işte. Din, Birgit Meyer’in ifadesiyle, medya ve gösteri aracılığıyla dolaşıma giren, bireysel performanslarla şekillenen bir fenomene dönüşmüş durumda. İnsanlar tek tek inançlarını ve kim olduklarını meşrulaştıracak çıkışlar arıyor. Asıl olan da bu.

Popüler kültür derslerinde sorardım: Olumlu düşünmek ile besmele çekmek arasında ne kadar fark var? Geçenlerde sosyal medyada rastladım: Orta sınıftan, tahsilli bir kadın, paylaştığı her fotoğrafın altına “Bugünü de yaşadığım için şükrediyorum” yazıyor. Her defasında. Yineliyor.

Tuba Ünsal’ın “namaz” anlatısı da böyle. Kendi dünyasından, kendi hayat tarzına uygun bir yorum getiriyor. Üstelik ilk defa da yapılmıyor. Dikkatli bakılırsa buna benzer on binlerce yorum var, yapılmış, yapılıyor ve yapılacak.

Bu yüzden, “doğru” ya da “yanlış” demek boş. Öyle de denecek, böyle de. Çünkü Stewart Hoover’ın vurguladığı gibi, medya çağında din, hem sekülerleştirilmiş hem de yeniden kutsallaştırılmış bir zeminde varlığını sürdürüyor. Yani, neyin hakiki, neyin samimi, neyin sahici olduğunu ispat edemezsiniz. Sadece konuşursunuz.

Hiç yorum yok:

Related Posts with Thumbnails