İlk şunu düşünelim, bu hikayeyi bize kim anlatıyor? Çünkü o anlatıcı hikayemizin ilk aktörü ve kurucusu... Romanın yazarı bu soruyu sorduğunda karşısındaki yaşlı gazi kestirip atıyor: "savaşmak için değil savaşı anlatmak için savaşa gidenler" diyerek bir ayrım yapıyor, Hemingway'e de sallıyor. İnsanlar kesin konuşanları, muğlaklığı nihayetlendirenleri severler, onlara daha sahici, samimi ve dobra gelir çünkü. Hikayelerle dolu savaş mitini alaşağı ediyor, yapıbozumcu bir kestirimde bulunuyor. Oysa savaşın hikayelerle dolu olması da bir hikaye, romanlardaki olmaması da bir başka hikaye...
Askerdeyken, bir çocuk "savaşa" katılmak istiyordu, özel olarak "komutanlarla" gitti konuştu filan, merak edip sohbet ettim, İstanbulluydu, orta sınıftan ve iyi bir üniversiteden geliyordu, hayatıma bir anlam katmak istiyorum gibi bir şey söylemişti, milliyetçilik, intikam falan değildi derdi ya da bana öyle geldi, hikayesi benimle başka bir şeye dönüştü demek istiyorum. Onu ilk dinleyen yüzbaşı muhtemelen başka türlü hatırlıyordur bu bahsi. O İstanbullu çocuğun, arkadaşı-kardeşi "şehit" olmuş olsaydı, şahidi ya da anlatıcısı değişseydi, hikaye yine farklılaşırdı. Daha anlaşılır olurdu kuşkusuz, intikam daha kolay anlatılır çünkü...
Geçtiğimiz günlerde bir arkadaşımla seri katilleri konuştuk, ünlü katillerin biyografilerini okuyorum bir süredir, neden öldürdüklerini gerçekten anlayamıyoruz. Hep bir sebep-sonuç hikayesi anlatılıyor, katili de cinayetleri de birer hikayeye dönüştürülüyor ama aslında enikonu yok böyle bir şey... Muğlak kere muğlak cinayetlerle karşılaşıyoruz. Açıklayabilmek adına basitleştiriliyor, netleştiriliyor filan ama inanın değil...İntikam hikayesi gibi değil bunlar... Kriminoloji bunlarla uğraşıp duruyor...
Birbirimize anlattığımız her şey birer hikaye değil mi? Dünyayı ve yaşadığımız hayatı anlamak istiyoruz... O hikayelerle anlıyor ve yaşadıklarımızı anlamlı kılıyoruz. Hayat, hikayeler olmasa hiç anlaşılır bir şey değil...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder