Çocukken siyaset konuşulurken büyükler “bu böyle gitmez,
halk sokağa dökülür” derdi. Bu sözlerden öyle etkilenir, öyle hayaller kurardım
ki. E işte, bir gün halk yürür, her şey değişir, hayatın terazisi yeniden
ayarlanır sahneleri sıralardım…
Bu yaşıma kadar, çektiği sıkıntılar yüzünden ahalinin
sokağa döküldüğünü birkaç istisna dışında hiç görmedim. Hal bu olunca, gel
zaman git zaman, aynı soruya takılıp kaldım: İnsanlar nasıl katlanıyor? Neden
isyan etmiyorlar?
Hayat yorucu, dünyayla kurduğumuz ilişki çoğu zaman pek
fena. Maddi sıkıntılar, yenilgiler, kayıplar, türlü belirsizlikler… Her biri insanı
tek başına korkutmaya, içine kapatmaya, yılgınlaştırmaya yeter de artar bile.
Hatta “normal” olan, korkup geri çekilmek, dayanamamak. Ama biz (mecazen söylüyorum )
ölmüyoruz, kaçmıyoruz, göçmüyoruz ve bir biçimde yaşamaya devam ediyoruz.
Peki ne oluyor da devam edebiliyoruz? Nasıl oluyor da
yıkılmıyoruz ya da her sabah, nasıl olup da kaldığımız yerden yeniden
başlıyoruz?
İşin bir tarafında herkesin bildiği bir mekanizma var:
Her şeyin bir gün daha iyi olacağına dair bir iyimserlik… Daha doğrusu, temenni
ve umut. Hayal kuruyoruz. Bu hayal, başlangıçta, hayatta kalmanın bir tekniği
gibi çalışıyor: “Bu böyle gitmez” diyebilmek, bugünün ağırlığını taşımayı
mümkün kılıyor.
Ama kapitalizm dediğimiz sistemin mahareti şurada:
Zamanla o hayali bize bir hikâye ve örüntü olarak satmaya başlıyor. Umut, bir
süre sonra iyileşmeye değil, kaçışa hizmet ediyor. “
Daha iyi” ihtimali,
“
şimdi”den uzaklaşmanın gerekçesine dönüşüyor. Gerçekliğin maddi koşullarına
değmeyen, dokunamayan ve irade üretemeyen ama oyalanmaya yeten hikâyelerle
idare ediyoruz. Mevcut durumu veya mümkün olanı unutturan bir şey bu: Sanki
seçenek yokmuş gibi kabulleniyoruz. Bir çeşit uyuşma hali. Bir çeşit “
idare
edelim” dili. Bir çeşit içe kapanma meselesi.
Bu yüzden popüler kültür meselesini hafife alamıyorum.
Popüler kültür, “zaten olan”ı parlatıp kader gibi sunan bir uyuşturma alanı
olabildiği gibi, tam tersine, mevcut olanın içindeki imkânı görünür kılan bir
mücadele eksenine de dönüşebilir. Mesele yalnızca “katlanmayı” öğreten
anlatılarla oyalanmak değil, mevcut durumu yadırgatan, daha iyiye ve daha
doğruya dair bir imkânı gösteren hikâyeler kurabilmek. Umut, şekere dönüşünce
diş çürütüyor ama damarı bulunca güç veriyor.
Üniversitede çalışırken uzun süre bu damarı sözlü
kültürde aradım. Özellikle fıkralarda ve deyişlerde… Otoriteyi ve baskıyı
deşifre eden, maddi ilişkileri görünürleştiren, insanın dayanma gücünü artıran
o küçük “çıkışlar”la uğraştım. Çünkü umut etmenin de, yadırgatmanın da bir
tarihi olduğuna inanıyorum. Yoktan var olmazlar. Birikerek gelirler, dilden
dile, kulaktan kulağa taşınırlar.
Nasrettin Hoca’nın karşısındaki Timur, her birimizin
hayatında bir biçimde duruyor. Kimi zaman patron, kimi zaman öğretmen, kimi zaman
aile büyüğü, kimi zaman “düzen” diye özetlediğimiz o ağır şey… Korkarak,
kaçarak, kurnazlıkla (sözcüğü çekinerek
kullanıyorum) direniyoruz. Direnmek dediğim şeyi her zaman yüksek sesli bir meydan
okuma olarak görmeyelim. Bazen küçük bir ima, bazen utancı karşı tarafa iade eden tek bir
cümle, bazen “bunu normalleştirmiyorum” diyen bir mimik de olabilir.
Hayatı dönüştüren şey elbette siyasi eylemlerdir. Ama
eylemin de bir beslenme hattı vardır: hafıza, dil, mizah, tersine çevirme, ad
koyma, utancı karşı tarafa iade etme… O kaynakları bulmak, hatırlatmak,
yenilemek bana kalırsa siyasi mücadelenin tali değil, asli parçalarından
biridir. Çünkü bazen insanı ayakta tutan şey “büyük teori” değil, doğru yerde
söylenmiş tek bir cümledir. Bazen de tam vaktinde patlatılmış tatlı bir espri: Bir
anlığına nefes aldıran, insanı kendine getiren bir şey.
İşten güçten fırsat bulsam, tam da bu hat üzerinde “ben
buna razı değilim” demenin yollarını bulmuş sözlü kültür deyişlerini
çalışacağım.