Pazartesi, Aralık 29, 2025

Lunapark Noir

Fotoğraf muhtemelen ellili yıllardan. “Mafya/gang” hissi vermesi şaşırtıcı değil: kadraj, lunaparktaki atış standını bir eğlence mekânı olmaktan çıkarıp kısa süreliğine bir “film seti”ne çeviriyor. Mafya dediğimiz şey de büyük ölçüde pozun ve dönemin giyim kodlarının ürettiği bir oyun.

Soldaki adamın tüfeği omuzlayıp namluyu doğrudan kadraja çevirmesi, masum atış oyununu bir anda “çatışma” diline devşiriyor. Arkadaki (şapkalı, gözlüklü) adamın keyifli gülümsemesi ise bu sertliğin gerçek değil, rol olduğunu ele veriyor.

Kalın paltolar, geniş yakalar, şapka, atkı… Ellili yılların erkek modası zaten noir’a yatkın, şimdilerde kolayca “mafya şıklığı” diye okunuyor. Gang cosplay gibi duruyor. Flaş patlaması ve hafif bulanıklık da (en azından bana ) eski polis baskını/olay yeri fotoğraflarının estetiğini çağrıştırıyor. Üstelik arka plandaki tahta-ızgara dokular, standın çizgilerini “hapishane parmaklığı” gibi göstererek bu çağrışımı büyütüyor.

Elbette burada olan, gerçek bir mafyözlükten çok mafya ikonografisinin halk eğlencesine sızması. Tüfekli adam attığını vurursa peluş bir ayı alacak, kimse ölmeyecek.

Pazar, Aralık 28, 2025

Nasıl Katlanıyorlar Mıstık abi?

Çocukken siyaset konuşulurken büyükler “bu böyle gitmez, halk sokağa dökülür” derdi. Bu sözlerden öyle etkilenir, öyle hayaller kurardım ki. E işte, bir gün halk yürür, her şey değişir, hayatın terazisi yeniden ayarlanır sahneleri sıralardım…

Bu yaşıma kadar, çektiği sıkıntılar yüzünden ahalinin sokağa döküldüğünü birkaç istisna dışında hiç görmedim. Hal bu olunca, gel zaman git zaman, aynı soruya takılıp kaldım: İnsanlar nasıl katlanıyor? Neden isyan etmiyorlar?

Hayat yorucu, dünyayla kurduğumuz ilişki çoğu zaman pek fena. Maddi sıkıntılar, yenilgiler, kayıplar, türlü belirsizlikler… Her biri insanı tek başına korkutmaya, içine kapatmaya, yılgınlaştırmaya yeter de artar bile. Hatta “normal” olan, korkup geri çekilmek,  dayanamamak. Ama biz (mecazen söylüyorum ) ölmüyoruz, kaçmıyoruz, göçmüyoruz ve bir biçimde yaşamaya devam ediyoruz.

Peki ne oluyor da devam edebiliyoruz? Nasıl oluyor da yıkılmıyoruz ya da her sabah, nasıl olup da kaldığımız yerden yeniden başlıyoruz?

İşin bir tarafında herkesin bildiği bir mekanizma var: Her şeyin bir gün daha iyi olacağına dair bir iyimserlik… Daha doğrusu, temenni ve umut. Hayal kuruyoruz. Bu hayal, başlangıçta, hayatta kalmanın bir tekniği gibi çalışıyor: “Bu böyle gitmez” diyebilmek, bugünün ağırlığını taşımayı mümkün kılıyor.

Ama kapitalizm dediğimiz sistemin mahareti şurada: Zamanla o hayali bize bir hikâye ve örüntü olarak satmaya başlıyor. Umut, bir süre sonra iyileşmeye değil, kaçışa hizmet ediyor. “Daha iyi” ihtimali, “şimdi”den uzaklaşmanın gerekçesine dönüşüyor. Gerçekliğin maddi koşullarına değmeyen, dokunamayan ve irade üretemeyen ama oyalanmaya yeten hikâyelerle idare ediyoruz. Mevcut durumu veya mümkün olanı unutturan bir şey bu: Sanki seçenek yokmuş gibi kabulleniyoruz. Bir çeşit uyuşma hali. Bir çeşit “idare edelim” dili. Bir çeşit içe kapanma meselesi.

Bu yüzden popüler kültür meselesini hafife alamıyorum. Popüler kültür, “zaten olan”ı parlatıp kader gibi sunan bir uyuşturma alanı olabildiği gibi, tam tersine, mevcut olanın içindeki imkânı görünür kılan bir mücadele eksenine de dönüşebilir. Mesele yalnızca “katlanmayı” öğreten anlatılarla oyalanmak değil, mevcut durumu yadırgatan, daha iyiye ve daha doğruya dair bir imkânı gösteren hikâyeler kurabilmek. Umut, şekere dönüşünce diş çürütüyor ama damarı bulunca güç veriyor.

Üniversitede çalışırken uzun süre bu damarı sözlü kültürde aradım. Özellikle fıkralarda ve deyişlerde… Otoriteyi ve baskıyı deşifre eden, maddi ilişkileri görünürleştiren, insanın dayanma gücünü artıran o küçük “çıkışlar”la uğraştım. Çünkü umut etmenin de, yadırgatmanın da bir tarihi olduğuna inanıyorum. Yoktan var olmazlar. Birikerek gelirler, dilden dile, kulaktan kulağa taşınırlar.

Nasrettin Hoca’nın karşısındaki Timur, her birimizin hayatında bir biçimde duruyor. Kimi zaman patron, kimi zaman öğretmen, kimi zaman aile büyüğü, kimi zaman “düzen” diye özetlediğimiz o ağır şey… Korkarak, kaçarak, kurnazlıkla  (sözcüğü çekinerek kullanıyorum) direniyoruz. Direnmek dediğim şeyi her zaman yüksek sesli bir meydan okuma olarak görmeyelim. Bazen küçük bir ima, bazen utancı karşı tarafa iade eden tek bir cümle, bazen “bunu normalleştirmiyorum” diyen bir mimik de olabilir.

Hayatı dönüştüren şey elbette siyasi eylemlerdir. Ama eylemin de bir beslenme hattı vardır: hafıza, dil, mizah, tersine çevirme, ad koyma, utancı karşı tarafa iade etme… O kaynakları bulmak, hatırlatmak, yenilemek bana kalırsa siyasi mücadelenin tali değil, asli parçalarından biridir. Çünkü bazen insanı ayakta tutan şey “büyük teori” değil, doğru yerde söylenmiş tek bir cümledir. Bazen de tam vaktinde patlatılmış tatlı bir espri: Bir anlığına nefes aldıran, insanı kendine getiren bir şey.

İşten güçten fırsat bulsam, tam da bu hat üzerinde “ben buna razı değilim” demenin yollarını bulmuş sözlü kültür deyişlerini çalışacağım.

Cumartesi, Aralık 27, 2025

Samanpazarı

İlhan Tarus’un 1954’te Dünya gazetesinde tefrika edilmiş, sonradan da kitaplaşmamış bir romanı varmış: Samanpazarı. Bana bunu gazeteden fotoğraflayan Erol (Gökşen) getirmişti, bilmiyordum. “Ankara romanı” diye okudum, beğendim diyemem. Tarus iddialı bir yazar ama genelleme de yapabilirim, Samanpazarı için konuşmuş olayım, iddiasının karşılığını verecek ölçüde iyi bir metin (iyi bir hikâye örgüsü) okumuyoruz.

Kendi deyişiyle “saltanatla halkın, idare ile milletin, ümmilikle medeniyetin, geri kafalılıkla ileri düşüncenin ortalık yerinde bir köylü-şehirli duvarı yükselir” fikrinden hareket ederek romanda bir tarafa Samanpazarı’nı, öbür tarafa Çankaya’yı koymuş. Bizim yazarların kolayına gelen bir formül var ya (Fatih-Harbiye) onu alıp tekrar çalıştırmış diyelim. Bilmeyenler için: Samanpazarı, Eski Ankara’da Kale’ye yakın, çarşısıyla bilinen bir bölge, daha çok orta-alt sınıfların uğrak yeri.

Romandaki kahramanlardan biri, benim her gün yürüdüğüm yol üstündeki “yeni apartmanlardan” birinde oturuyor, Çankaya Caddesi üzerinde. Evin yakınından bir dere geçiyor, küçük bir köprüsü var falan… Apartmanda yaşayan Amerikalılar işe giderken kestirme olsun diye o köprüyü kullanıyor, şu bu.

Aslında çok eski değil: seksen yıl öncesinden söz ediyoruz. Ankara derelerle dolu, yokuşlar şehri olduğu için yağmurlu havalarda o dereler çağlıyor, sel oluyormuş. Sonra dereleri derlemiş, toparlamışlar, doğru ya da yanlış “kontrol altına” almışlar. Hoşdere, Kavaklıdere, Portakal Çiçeği… Hepsi evimin yakınında. Pek bilinmiyor ya da bilgi olarak önemsenmiyor. Şehir tarihleri sadece binaların, meydanların, planların tarihi değildir, hijyenin, düzlemenin ve kontrolün de tarihidir diyerek yazımı bitiriyorum Mıstık abi.

Telif

Görsel, Münif Fehim ile Kanaat Kütüphanesi arasında yapılan bir anlaşma belgesi. Münif bey, Kemalettin Şükrü bey'in dört kitap olarak çıkan Nasrettin Hoca çalışmasına "resimler" üretmiş ve karşılığında yayınevinden bir telif almış, başka bir alacağı-talebi olmadığını gösteren bir evraka imza atmasını istemişler. 

1930 yılında imzalanmış, kitapların bir yıl sonra çıktığını hatırlatayım, baskı hazırlıklarının o yıllarda bir yıl bile sürdüğünü de ekleyeyim. Telif miktarı kırk liradan yetmiş liraya çıkartılmış, sözleşmedeki iki imzanın gerekçesi bu...

Trajik bulduğum için paylaşayım istedim, kitaplarda Münif Fehim'in karikatürize çizilmiş (daha az ama) yüze yakın çalışması kullanılmış. Yani karikatür başına 70-75 kuruş almış... 1931'de çıkan kitaplar 25 kuruşa, dördü bir liraya satılmış, bugün 800 liraya satılan bir kitap gibi düşünün, yaptığı işten yetmiş (sayıyla 70) kitap parası kazanmış...

Yukarıda trajik demiştim değil mi, çok üzücü...Münif bey, geçinebilmek içim kim bilir ne kadar çok çalışmak zorundaymış...

Cuma, Aralık 26, 2025

Portreler ve bir takım jenerik yüzler

Resimlere bakınca siz de hemen fark edeceksiniz. Klişelerden faydalanarak yapay zeka yardımıyla ben ürettirdim. Hepsi hoş kadınlar. Pin-up dersek bunlara, aklımıza “güzel kadın” gelmesi tesadüf değil, global anlamda türün tarihi güzel kadın çizimleriyle doludur. Niye “daima güzel kadın çizilmiş” sorusunun tek bir cevabı yok. Bunun ekonomik nedenleri, herkese normal gelen erkek bakışı, medya koşulları veya beden politikaları cevaben konuşulabilir.

Pin-up bir sanat türü olarak kabul edilmiyordu, pazara yönelik bir sunum formatıydı. Takvimler, dergi kapakları, afişler, reklamlar ve hatta propaganda afişlerinde aynı mantık sürdürülüyordu… Hepsinde amaç “bakış”ı yakalamak ve tutmaktı. Güzellik burada estetik bir ölçüt değildi, bugün “dikkat ekonomisi” dediğimiz şeyin öncülüydü. Mesele “bakanın” dikkatini çekebilmekti. “Satış” için tasarlanmış bir görsel dil risk sevemezdi.

İkinci etken, hedef kitlenin heteroseksüel erkek tüketici olduğunun varsayılmasıydı. Para erkeğin elindeydi. Onu etkilemek gerekiyordu. Üçüncüsü, bence işin zanaatıyla, çizerin ya da dergi editörünün ürettiği standardizasyon ile ilgili. Öyle bir güzellik üretilmeliydi ki, seri üretime uygun yüz ve beden olmalıydı. Üstelik bu “ideal” bir beden olmalıydı. Pürüzsüz ten, simetri, inceltilmiş kusurlar hepsi işin mambo jambosuydu. Bakışa göre bir mühendislik gerekiyordu. Okuru hem kışkırtmalı hem de o kadın ve çizim masum kalmalıydı.

Mesele “kadın güzelliği” değil demek istiyorum, güzelliğin nasıl bir disipline edildiği ve kapitalizm eliyle, pazar koşullarında nasıl standartlaştırıldığı…





Perşembe, Aralık 25, 2025

Sakinlik: Kimin Lüksü

Yukarıdaki görseli seksenli yılların fenomen dergilerinden Nokta’dan fotoğraflamışım. Dergi, çeşitli isimlere ANAP dönemini soruyor, Selim İleri ve Tekin Aral da cevaplayanlardan ikisi. Görselde İleri şöyle diyor: “Kim ne derse desin bir aşama. ANAP Türkiye’nin yönetim gömleğini değiştirmekle sözümona mürekkep yalamış, CHP artığı bürokrat görünümü artık siliyor.” Tekin Aral ise işi kısa kesiyor: “Refah, zenginlik, mutluluk, huzur. Ama vatandaşlar için değil anavatandaşlar için.” Biri “değişim”e kredi açıyor, diğeri “kimin refahı?” diye iğneyi batırıyor. Aynı fotoğraf karesinde bile iki ayrı memleket okuması.

Selim abiyle sadece bir iki kere telefonda konuştuk. Sesinde tatlı bir kırıklık, hüznün kıyısında duran bir ruh hali vardı, sonradan bir iki mesajlaştık. Gençliği nasıldı bilmiyorum ama kendine dönük bir özeleştirisi, itiraf etmekten çekinmediği pişmanlıkları olduğu belliydi. Sivrilikleri, kıskançlıkları, küçük numaraları… Bunları anlatıyorsa, en azından kendine masal okumuyordur.

Tekin Aral ise benim zihnimde daha coşkulu, daha külhani, sağcılara karşı alerjik biri oldu hep. Onu var eden şey “ebedî entelektüel eğilimler”den çok, meydan okuma refleksi gibi gelir bana. Bu ayrımı özellikle yapıyorum: aynı döneme iki ayrı yerden bakmışlar, biri ANAP’a bir tür “aşama” muamelesi yapmış, diğeri hicvetmiş.

Büyüdüğüm yıllarda, özellikle arkadaş çevremde güçlü bir Özal karşıtlığı vardı. Mahalleden bir yaşıtım defter tutar, Özal’ın ajitatif tuhaflıklarını günbegün yazardı mesela. Özal dışında bir şey konuşamıyordu neredeyse. “Bir kere daha seçilirse Türkiye batar” diye düşünüyorduk, sohbetlerimiz ve tahminlerimiz bir çeşit kıyamet endeksi gibiydi. O yıllarda Selim İleri’nin bu sözlerini okusam, büyük ihtimalle bir tek kalemde onu “benim yazarlarım” listesinden silerdim. Malum, gençliğin adaleti dehşetli biçimde hızlıdır.

Sonra neler neler oldu. Battık-batmadık ölçeğinde bile sayısız iyiye gidiş, sayısız kötüye gidiş yaşadık. Özal’ı ve o dönemi “bizim dışımızda” hatırlayanların sayısı azaldı, hatta bazen “biz de ne kadar hatırlıyoruz?” diye insan kendine soruyor. Sevdiğim bir çevirmen abim var, hapiste yatmış devrimcilerden. Demirel’in adını duyunca hâlâ deliriyor. Demirel ise bugün daha çok minnoş bir tontonlukla anılıyor. Abimin öfkesi orada, vitrinin önünde, bağırarak bir başına kalıyor. Zaman bazen adaleti sağlamıyor, sadece hafızayı yumuşatıyor, yumuşatırken de bazı öfkeleri gülünçleştiriyor.

Aralıklarla yazıyorum: Umberto Eco’dan devşirerek, kimseyi evimize davet etmek zorunda değiliz, ama aynı apartmanda yaşayabiliriz. Birlikte yaşamayı öğrenmek, hemfikir olma çabasından daha gerçek bir sınav. Bu çerçevede Aral’ın ya da İleri’nin farklılıklarını da kabullenebiliriz, en azından “insan” taraflarını, çelişkilerini, zamanın diliyle konuşmalarını anlayabiliriz.

Diğer yandan dürüst olayım: bugün bu kupürü okurken bende “tarihi vesikaya bakar gibi” soğumuş, mesafelenmiş bir hal var. Şunu kendime sorunca daha iyi anladım: Şu an AKP üzerinden yaşadığımız kutuplaşmanın içine aynı cümleleri taşısaydık ne olurdu? Birisi “AKP bir aşama” deseydi, ben bu kadar sakin kalabilir miydim? Sanmıyorum. Genel olarak mutedil kalmaya çalışarak yaşıyorum, yine de yapamazdım. “Haklı-haksız” tartışmasına girmiyorum: aktüelle baş etmek sanıldığı kadar kolay değil, yaşanan zamanın mağduru olmaksa hiç kolay değil.

Mıstık abi, hani o “Depresyon burjuvaların işi, biz sabah kalkıp işe gidiyoruz” diyen Fransız işçisini anlatmıştım ya, sen de “sakinlik de tuzu kuru olanların işi” demiştin. Sakinlik, çoğu zaman bir karakter özelliğinden çok, faturalara, kayıplara, haksızlıklara dayanma kapasitesi olabilir mi?

Bu kupür tam da o yüzden hem “ne kadar yol geldik” dedirtiyor, hem de “aynı yerde sayıp duruyoruz” diye insanın içini burkuyor. İleri’nin cümlesiyle Aral’ın iğnesi aynı fotoğrafta duruyor: biri ütülenmiş bir gömlek gibi “düzen”e bakıyor, diğeri gömleğin cebindeki delikten “kimilerinin refahı”nı görüyor. Geçmişe sakin bakmak mümkün, bugüne sakin bakmak ise çoğu zaman imkânsız. Bu farkı inkâr edince insan ya kendini kandırıyor ya da başkasına ahkâm kesiyor.


Çarşamba, Aralık 24, 2025

Fantezi Ekonomisi: Olmayan Kadın


Süreli yayınlar tarihine biraz mesafeyle bakınca bazı “satış reflekslerinin” neredeyse değişmediğini görürüz. Birincisi erotizmi pazarlama kaldıracı olarak kullanmak ve ikincisi “kadın”ı da içerikten çok vitrin nesnesi hâline getirmek. Böylece kapak, derginin manşeti değil, derginin iştah açıcı ambalajı olur.

Mizah dergileri seksenli yıllara kadar bu eğilimin dışında pek kalmadılar. Aktüel siyasete ya da güncel tartışmaya dokunmayan, meslek jargonunda “fantezi” denilen kapaklarla çıktılar daha çok. Bizde özellikle Akbaba ve türevlerinin kapakları salıncakta sallanan, ata binen, güneşlenen, makyaj yapan iç çamaşırlı, mayolu, dekolteli kadınlarla doluydu... Dergiler gülmeye çağırıyormuş gibi yapsa da önce bakışı yakalamak istiyordu: okurdan “kahkaha” değil, önce “göz talep ediyordu.

Yukarıdaki Şaka kapağı (1944) bu formülün oldukça berrak bir örneği. Necmi Rıza (Ayça), çizmiş ama doğrusu, başka biri de çizebilirdi. Çünkü burada asıl amaç bir “espri” kurmak değil, “güzel bir kadını göstermek”. Esprinin ne olduğu, hatta çizerin kim olduğu bile ikinci planda: yeter ki figür seksapel taşısın, yeter ki göz kapakta “dursun”. Bu tür kapaklar, mizah üretmekten çok arzu üretir, mizah da çoğu zaman bunun bahanesidir.

Mizansende bilinçli bir “imkânsızlık” var: mini etekli, jartiyerli, kırmızı ayakkabılı kadın, bir merdivenin üzerinde oturmuş üzüm yiyor, sevgilisi hemen aşağıda, özellikle bacaklarının dibinde, yukarıya bakıyor. Bakışın yönü (iması) bile çizginin kompozisyonu kadar “satış stratejisi”. Bu yüzden “fantezi kapak” deniyormuş bunlara zaten: gündelik hayatta karşılığı olmayan bir sahne. Üstelik tarih 1944, savaş yılları, yokluk, karaborsa, hayat pahalılığı… Naylon çorabın dahi hayal olduğu bir dönemde kapak, tam da o hayali “normalmiş” gibi sergiliyor. Gerçeklik kıtken, kapak cömert: çizgi, hayatın yapamadığını yapıyor, bolluk dağıtıyor.

Burada derdin yalnızca “hayal satmak” olduğu söylenebilir. Evet, bir tür hayal satılıyor ama daha önemlisi, olmayan” bir kadın resmediliyor. Sosyal hayatın içinde yanlarında, yamaçlarında, yakınlarında (hatta ulaşabilecekleri en uzak yerde bile) bulunması zor bir kadın. Kadın, gerçek hayatta özne olarak yok, kapakta nesne olarak var. Dahası, yokluğu bile keyifle çiziliyor: çizgi, yokluğun üstüne kurulmuş bir konfor alanı yaratıyor. “Olmasa da olur” denilen şey, kapağın merkezine yerleşiyor.

İşin rengi, kadın reel hayatta işe, mesleğe, siyasete girince değişiyor. Bu kez “fantezi” yerini alaya ve kontrol refleksine bırakıyor: Sevmedikleri siyasetçileri kadınsılaştırarak aşağılıyorlar, kadınlığı başlı başına aşağılayıcı bir kategori gibi kullanıyorlar. Yani kadın hem arzunun ambalajı, hem hakaretin ham maddesi oluyor. Bir yandan “gösterilecek” bir beden; diğer yandan “rakip” olma ihtimali belirdiğinde aşağılanacak bir varlık.

Sonuçta ortaya şu çelişki çıkıyor: Kadın olsun ama erkeğe hizmet ederek olsun; olmasın, evde otursun; anne olsun, şehvetli olsun... say say bitmez, kafalar karışık...Ya da hiç karışık değil. Kadın görünür olsun ama konuşmasın; arzu uyandırsın ama özneleşmesin… Liste uzar, çünkü çelişki yapısal: mesele “kadın” değil, kadın üzerinden kurulan erkek konforu. Kapaklar da tam burada dürüstleşiyor: Komik oldukları için değil, gerçeği sakladıkları için “işe yarıyorlar”.

Kısacası bu kapaklar bize “kadını” değil, erkek zihninin konforunu anlatıyor: Yokluğu estetize edilen bir beden, varlığı tehdit sayılan bir özne. Mizah burada kahkaha üretmiyor; bakışı yönetiyor, arzuyu paketliyor, gerektiğinde de kadınlığı hakaret diline çevirip siyasî sopa gibi kullanıyor. Aynı hareketin iki yüzü bu: Kadın ya vitrin malzemesi ya da tahkir ve tezyifin ham maddesi. O yüzden mesele “fantezi” değil, fantezinin arkasına saklanan iktidar refleksi.


Salı, Aralık 23, 2025

Hayat, sıkıntıyla başlar

Bir söz duymuştum, "Yanazlık olmayınca yarenlik olmaz" diye. İlk duyduğumda anlamamış, meraklanmıştım, bana bu sözü söyleyen Marangoz da "yanaz" ne demek bilmiyordu.  Babasının nasıl ve ne zamanlar söylediğini anlattı ama bildikleri ve bilir gibi konuştukları beni kesmedi.

Meğer, yanaz, aksilik demekmiş. 

O gün hoşuma gitmişti, halen de severim. Çünkü arkadaşlığın nasıl başladığını, nasıl korunduğunu, nasıl büyüdüğünü anlatan bir çıkarıma sahip. Bu türden sözlere “mutlak doğru” denemez ama doğruluk payı içerdiklerini biliriz.

Ben, hayatın sıkıntıyla başladığına inananlardanım. Zorlandığımız yerde, sıkıntıyla yüzleştiğimizde "büyüyoruz" ve hayata başka türlü bakar oluyoruz. Ondan önce ne varsa, tek tek düşünün, çoğu neşeli, güzel ve hafif olan şeyler. Eğleniyoruz, özgürce geziyoruz, cebimize harçlık, elimize reçelli-salçalı ekmek veriliyor. Ne yük taşıyoruz ne aş için gayme peşine düşüyoruz... Sözlükte "çocukluk" diye geçiyor.

Yanlış anlaşılmasın, acıların insanları olgunlaştırdığını filan söylemiyorum. Sıkıntıya olumlu ya da olumsuz bir anlam yamamaya da niyetim yok. Sıkıntı dediğimiz şey sipariş edilecek bir şey değil. “Almıyorum” deyip geri çevireceğiniz bir paket de değil.  Sınav nasıl varsa, maç nasıl varsa... aşk, devrim, isyan nasıl varsa sıkıntı da var.

Sıkıntı, bana sorarsanız, hayatın ta kendisi... Daha az sıkıntı çekmek için çalışıyoruz belki de... Sadece o da değil, ters köşe yapayım, madden ve ruhen ihtiyacımız var sıkıntıya... Küçük sıkıntılar var, büyük sıkıntılar var, farkına varılmayanlar var, büyütülenler var. Ve galiba yarenliği asıl sınayan da sıkıntının kendisi değil, onunla ne yaptığımız.

Marangoz’un babası o yüzden olmalı, bunu bir nasihat gibi değil, bir tespit gibi söylermiş: “Yanazlık olmayınca yarenlik olmaz.” Çünkü yarenlik, iyi günde zaten kolay. Asıl sınav, aksiliğin gelip kapıya dayandığı anda başlıyor: Kimin sesi yükseliyor, kim susuyor, kim kalıyor? Yanazlık, arkadaşlığın turnusol kâğıdı, yarenlikse o kâğıdı her defasında yeniden ıslatmaya razı olmak.


Pazartesi, Aralık 22, 2025

Yengemin

Seksenli yılların medyasında belirgin bir “lümpenlik” eleştirisi yükseliyordu. Arabesk öfkesi, magandalık, görgüsüzlük, şehre göçle gelen uyumsuzluk…Sınıfsal değil kültürel bir beğenmeme haliydi.  Mizah dergileri “zonta”, “maganda” gibi etiketlerle bu gerilimi hem büyütüyor hem de karikatürize ediyordu. Eleştirdikleri kesimlerin oy verdiğine inandıkları Turgut Özal da bu anlatının doğal hedefiydi.

Özal’ın hedef olmasının nedeni yalnızca sağcı bir siyasetçi olması değildi, üslubuydu. Konuşma biçimi popülist, yer yer kavgacı ve arabeske göz kırpan bir dildi. Arada küfür iması taşıyan cümleler kuruyor, muhaliflerini kızdırıyor, günlerce tartışılan sözler ediyordu. Siyasetin “yüksek” dilini aşağı çekiyor, sokağın sözlüğünü kürsüye taşıyordu.

Mizah dergilerinin dili de zaten bu sınıra yakındır: konuşma dili, argo, ima, müstehcenlik… “Edepli” dile muhalefet ederek var olurlar, grotesk, steril olandan daha işlevseldir. Bu yüzden Özal’ı “dil” üzerinden vurmak, ilk bakışta kolay bir hamle gibi görünüyor olabilir.

Ama değil, bu kapak başka bir şey yapıyor: Özal’ı yüzüne erkek külotu geçirilmiş biçimde çizmişler. Yani eleştirdiği “lümpenliği” teşhir etmek yerine, onu sahneye dekor olarak taşımış, hatta kapağın ana efektine çevirmişler. Politik taşlama gibi dursa da mizahın kendini nerede konumlandırdığı meselesi var işin içinde.

Çünkü mizah dergisinin popüler diliyle Özal’ın popülist dili, teorik olarak düşman değil akraba. Özal’ın dili dediğimiz şey, bir yanıyla Karagöz’ün dili: meydanın, laf atmanın, iğnelemenin, müstehcen olanın dili. Bu kapak, Özal’ı bu dil üzerinden mahkûm etmeye çalışırken, aynı anda kendi meşruiyet zeminini de tartışmalı hâle getiriyor.

O bakımdan sonuç bence ironik: Özal’ı aşağılamak için seçilen imge ve küfür, Özal’ın temsil ettiği varsayılan “lümpen” dünyayı “yakarken” derginin kendi dilini de yakmış, farkına varamamışlar.

Cumartesi, Aralık 20, 2025

Son Okuduklarım 108

Kazazedeler, ilgi çekici bir aşk hikâyesi. Anlatım dilini fragmanlar üzerinden kuruyor. Erkekle kadını ayrı ayrı izliyor gibi olsak da en azından final itibarıyla hikâye daha çok kadının hikâyesine dönüşüyor. Mutsuzluğu doğru hissettirdiği epey yer var. Herkes mutluluktan söz ediyor ama mutluluğu korumak, sürdürmek kolay iş değil: bir anda bozuluveren bir şey. Bunu anlatmak bile hikâyeyi “ağırlaştırıyor” çünkü okur “mutlu son” ister, piyasa da onu paketleyip satar. Albümdeki romantizmin gerçekçi bir ağırlığı var. Dil yer yer tökezliyor; bu orijinal metinden mi geliyor, çeviriden mi, karşılaştıramadığım için emin olamadım.

Erkek Bedeni ise doğrusu hiç haberdar olmadığım, çok ödüllü bir albüm; o yüzden biraz şaşırarak okudum. Karşıma Decameron havasında bir fars çıktı. Haliyle erotik ve meydan okuyucu bir tarafı var, hatta anaakım değerlerle bakıldığında, “iddialı” bir rahatsız edicilik taşıdığı bile söylenebilir. Çizgi roman zaten yeterince ilgi görmediği için pek konuşulmuyor ama yayıncılık adına cesur bir iş çıkmış. Başta bunu “kadın özgürleşmesi” hikâyesi sanmıştım, ilerledikçe daha fazlası olduğunu anladım. Tanımadığı bir adamla evlendirileceği için mutsuz olan genç bir kadın, erkek bedenini bir kostüm gibi giyerek başka bir dünyaya adım atıyor; yalnız erkekleri değil, bütün cinsiyet rollerini tanımaya ve sınamaya başlıyor…

Magritte, sanatçının müzesinde satılacak nitelikte iddialı bir albüm. Hatta müzenin doğrudan desteklemiş olması bile şaşırtmaz, sergiyi tamamlayan bir kılavuz gibi duruyor. Magritte’in hayatını ve eserlerini “anlatmaktan” çok, onun izleri üzerinden yürüyen, görsel estetiği farklı bir denemeye kalkışıp bunu da becermiş bir iş okuyoruz. Magritte’in halüsinatif dünyasına yapılan göndermeler yerli yerinde ve etkileyici. “Auteur”ün kendisini değil, eserlerinde kurmaya çalıştığı anlamı kovalamışlar. Zaten Magritte, yaşadığı hayat bakımından pek de hikâye fışkıran biri değil, bir yaştan sonra münzevileşiyor, neredeyse “amca”laşıyor. Eserleri ise yaşadığı hayatla tezat biçimde fantastik hatta tekinsiz bir hatta devam ediyor. Magritte’i seviyorsanız bu albüm büyük ihtimalle ilginizi çeker.

Yastık Adam ise sevimli bir fikirden yola çıkan bir hikâye: insanların uyumasına yardımcı olan, gövdesiyle kendini yastık yapan bir adam. Ne var ki biraz geveze, kolay akmayan bir tarafı da var. Gerilimi tam netleştiremiyor, demek daha doğru. Temel fikir şu: “İşsiz bir adam tuhaf bir iş bulur ve bunu eşinden gizler.” Değişen müşteriler, tuhaf talepler her seferinde hikâyeyi başka yöne çekiyor. Patronu ve iş arkadaşları da enteresan. Asıl gerilimin, adamın ne iş yaptığını karısı öğrenince başlayacağını biliyoruz, fakat o eşiğe gelene kadar olan fasıl hem kolay geçmiyor hem de sonrasında beklediğimiz kadar germiyor. Öte yandan bu kitaptan kime söz etsem, yerli dizilerden birinde benzer bir hikâye anlatıldığını söylüyorlar. Uyarlanmış mı, aşırılmış mı bilemiyorum.

Cuma, Aralık 19, 2025

Kaygan Zemin

Geçen hafta yarı akademik bir ortamdayım, konuşanlar “slippery slope” deyip duruyor. Tam anlamıyorum. Sanki biliyormuşum da bilmiyormuşum gibi tuhaf hissediyorum. Örnekleri duyunca “hah” dedim, benim ömrüm bunlarla geçti. Türkçesi için ben “kaygan zemin” derdim,kaygan yokuş” diyen de var. İsim dert değil

Neymiş bu derseniz… “Zemin kaygan, mutlaka kaza olur, ölürüz” diyerek bir giriş yapalım anlatabilmek için. Çocuk çizgi roman okursa daha sonra kitap okumaz. Kitap okumazsa tembel olur. Tembel olursa eğitim çöker. Başka örnek: “Çocuğumun eşcinsel arkadaşı varsa eşcinsel olur.” “Telefon bağımlısı olursa asosyal olur.” “Öğrenciler siyaset konuşursa başı derde girer.” Domino dizimi. Reaksiyoner bir zincirleme.

Burada mesele: “olabilir” diye başlayan ihtimallerin, hızla “olacak” kesinliğine çevrilmesi. Kaygan zemin safsatası denen şey, aradaki geçişlerin nasıl olacağını göstermeden, birkaç adım sonrasını kaçınılmaz felaket diye satmak demek. Elbette bazen küçük bir gevşeme büyük sonuçlar doğurabilir ama o zaman mekanizma ve olasılık konuşulur. Bunlar yoksa zincir, kanıt değil korku üretir. Medyanın uç örnekleri büyütmesi de bu korkuyu besler: İstisna, bir kural gibi dolaşıma girer, belirsizlik “tehdit” diye okunur.

Üniversitede asistandım. Öğrenciler Irak Savaşı’yla ilgili savaş karşıtı bir pano hazırlamış, okulun sağcı çoğunluğu huzursuzlanmış ama pano da duruyor. Akademi arada bir “demokrasi ve ifade özgürlüğü” gibi heveslere kapılır ya, galiba o arada böyle bir şeyler yaşanıyordu.

Bir sabah okula geldim, fakültenin avlusunun önünde yönetim kurulundan kim var kim yok toplanmış, sonradan profesör de olan bir meczubu dinliyor. “Savaş’a Hayır” sloganındaki “s” harfi, orak-çekiç misali bir gönderme olabilir mi? Haydaa… Kalabalığın içinden biri “hayır arkadaşlar, bu bildiğin s” der de konu biter sanıyor. Nitekim hocalardan biri “Hayır, bu bildiğin s.” dedi. Tam rahatlayacakken devamını getirdi: “Ama böyle siyasi işlere izin verirseniz, o ‘s’ illaki orak-çekiç olur, çocuklar da bir şey sanır, sonunda komünist olurlar.” Kimse “Niye ki?” demedi.

Ben böyle bir korku ikliminde büyüdüm, bu korkudan faydalanan insanlarla çalıştım. O yüzden söylenenler bana yabancı ve tuhaf gelmiyor demek istiyorum. Tuhaf olan, tuhaf olmaması.

Evet, insanlar gelecekten çeşitli nedenlerle korkuyorlar. Korku, bir mesele “kontrolden çıkacak” fikrini çok cazip hale getirir. Zihin, belirsizliğe tahammül edemeyince, belirsizliği “kesin felaket” diye tercüme eder. Böyle bakınca, bir panodaki harf de ideolojik şifre olur. Bir arkadaşlık “bulaşma”, bir kitap “sapma”, bir soru “itaatsizlik provası” sayılır.

Siz “öğrenciler muhalefet ederse işin sonu kötüye varır” diyorsanız zaten daha kötü bir gelecek tahayyül ediyorsunuz demektir. Böyle bakınca çocuklar bir anda komünist, feminist, türlü biçimlerde “sapmış” filan oluyor, etiketler hızlandıkça akıl yürütme yavaşlıyor.

Korku ve endişe (çoğu zaman buna eşlik eden öfke) insanı mantıklı kararlardan uzaklaştırır. Abartılı çıkarımlar, garip bir şekilde, daha “doğru” gibi gelir. Çünkü basittir, çünkü rahatlatır, çünkü “neden-sonuç” hissi verir. “Eden bulur”, “rüzgâr eken fırtına biçer” gibi formüller burada çok işe yarar: Karmaşık bir hayatı, tek satırlık bir ders cümlesine indirger.

Bir de şunu fark edin: Hepimizin buna benzer hikâyeleri vardır. Bir yanlış yapmışızdır, ardından bir dizi olumsuz sonuç gelmiştir, sonra da “demek ki sebep buydu” diye anlatmışızdır. Oysa olan şey çoğu zaman sadece “o” nedenle olmamıştır, biz hikâyeyi basitleştirmişizdir. Basit hikâye kolay yayılır. Medya da basit, abartılı ve dikkat çeken hikâyeyi sever. Ben “komünist olurlar” örneğini bu yüzden anlattım: Çünkü ideoloji de çoğu zaman böyle çalışır ve karmaşığı indirger, ihtimali kesinliğe çevirir, sonra o kesinliği “beka” diye mühürler.

Özetle, kaygan zemin devletin ve hayatın bekası (!) için tadından yenmez bir mezedir. Hem korkuyu örgütler hem itaat üretir hem de sonunda “ben demiştim” konforu sağlar. Ama bedeli ağırdır: Olasılığı suç sayar, tartışmayı kapatır, düşünmeyi de “risk” ilan eder. Zemin kaygansa, bazen sorun zeminde değildir, ayağımızın altına bilerek sabun sürenler vardır.

Perşembe, Aralık 18, 2025

Sosyopat Çağı

Ankara’ya dönerken önümdeki koltuklarda iki kadın konuşuyordu. Çocuklarının utangaç olmasına üzülüyorlardı, okulda uyum sağlayamıyor, oyunlara katılamıyorlarmış. Büyümek ne zor. Kenarda kalan o iki çocuğa üzülüyor muyuz, yoksa zayıflık gösterdikleri için ayıplıyor muyuz? “Uyum” dediğimiz şey ne zamandır bu kadar kutsal? Milyonlarca insan antidepresan kullanıyor… demek ki bunun bedeli epey yüksek.

Doğayı anlatırken Darwin’in fikri, popüler dilde genellikle “güçlü olan değil, uyumlu olan yaşar” diye özetlenir. Darwinci uyum, bir erdem sınavı değildir, bir ortamın hangi davranışı ödüllendirdiğinin soğuk özetidir. Eğer yaşadığımız dünya hoyratsa, uyum sağlamak için hoyrat olmamız mı bekleniyor? Utanmamak ödüllendiriliyorsa bu “özgüven” diye etiketleniyor olabilir mi?

Çevremizde hayatı tarumar eden insanlar var; sosyopatlar, ya da en azından sosyopat gibi davranan benciller. Empati yoksunluğu, vicdan zayıflığı, sorumluluk almama, pişmanlık göstermeme, insanı insan değil “kaynak” gibi görme… Kullan-at, iş bitince unut, yakalanınca mahcupmuş gibi yap. Klinik bir tanıdan söz etmiyorum; gündelik hayatın içinde normalleşmiş bir davranış biçiminden söz ediyorum.

Buraya “uyum” meselesinden geliyorum: Sosyopatlar mı daha iyi uyum sağlıyor, yoksa biz mi artık sosyopat gibi davranmaya zorlanıyoruz? Empatiyi masraf kalemi sayan, her ilişkiyi pazarlık gibi kuran, her insana bir “fayda” puanı veren yeni bir normal var. Bu normal, bireysel bir bozulmadan çok, sistemin ürettiği bir davranış biçimi. İnsanlar neden böyle davranıyor?

“Kötüler mi?” diye sormak kolay, “insanın doğası kötü mü?” diye kestirip atmak daha da kolay. Ben daha cansız, daha ürkütücü bir yerden bakıyorum: Davranış biçiminin temelinde çoğu zaman “kandırılmaktan korkmak” var. İşinde gücünde olmak değil, her koşulda çok görünmek daha önemli. Adil olmayı değil, kazanan tarafta olmayı istiyor insanlar. Vicdanlı olmayı değil, riski ve sorumluluğu başkasına yıkmayı tercih ediyorlar. Sanki hayatta kalmanın yolu, insanın içindeki frenleri söküp atmakmış gibi.

Bazı ortamlarda bencillik gerçekten işe yarıyor, itiraz etmeye gerek yok, görüyoruz. Utanmayanın daha rahat ilerlediği, sınır tanımayanın daha çok alan kapladığı, haklı olmak yerine güçlü görünmenin daha çok işe yaradığı yerler var. Hız ödül alıyor, acele alkış alıyor, gürültü saygınlık gibi dolaşıyor. Bu vahşilik değilse bile, vahşiliğin “makul” gösterildiği bir düzen. Kaba kuvvetin yerini bazen kaba zekâ alıyor; ama kabalık aynı kabalık.

Galiba şunu kaçırıyoruz: İnsanı hayatta tutan şey dayanışma ve işbirliğidir. Devam edeyim: insanın iyi şeyler yapma iradesidir; güven duygusu ve utanabilmemizdir. Bunlar “ahlâk dersi” değil, toplumsal organizmanın mekanikleridir. Kimse kimseye güvenmezse herkes denetim kurar. Denetim maliyeti artar, verim düşer, ilişki çürür, zaman boşa gider. Herkes birbirinden kazıklanmayı beklerse herkes kazıklama ihtimalini masada tutar. Sonuçta “kurnaz” sayılanlar çoğalır, ama ortam bir bataklığa döner. Bu yüzden “sosyopatlar hayatta kalıyor” hissi bir yandan doğru, bir yandan yanıltıcı: Onlar hayatta kalmıyor; çoğu zaman oyunu yaşanmaz hale getiriyorlar.

Asıl trajedi sanki şu: Böyle bir ortamda empatik insan “enayi” gibi hissetmeye başlıyor. Çünkü sistem, empatiyi zayıflık gibi işaretliyor. Oysa empati saf duygu değil, stratejik bir yetenektir: niyet okuma, sınır görme, güven inşa etme, uzun vadeli ilişki kurma becerisidir. Bunu zayıflık sayan bir düzen, aslında kendini koruyacak bağışıklığı da zayıflatıyor. Sonra insanlar “herkes neden bu kadar sinirli?” diye soruyor. Çünkü herkes tetikte. Çünkü herkes her an kandırılabileceğini düşünüyor. Utanç duygusunu gereksiz buluyor. İnsanlarla bağ kurmayı risk sayıyor. Çıkarını, kişiliğinin ana omurgası yapıyor.

Mıstık abi “dünya böyle, yapacak bir şey yok” diyorlar. Hayır, dünya böyle değil, dünya böyleymiş gibi işletiliyor. Kâr, hız ve gösteri, başka türden bir insan modeli üretiyor. Bir insanın “iyi” olup olmaması soyut bir tartışma ama bir insanla iş yapmanın maliyeti somut. Kimi hayatına alacağını, kime alan açacağını, kime güveneceğini seçmek bu yüzden hayati. Seçmediğinde zaten başkaları senin yerine seçiyor.

Darwin’i yanlış yerden okuyup “vahşi ol, hayatta kal” diye çevirmeye bayılıyoruz. Oysa Darwin’in soğuk dersi başka: Ortamı değiştirmeden davranışı değiştiremezsin. Eğer bencillik ödüllendiriliyorsa, bencilliğin bir gün “normal” sayılması kaçınılmazdır. Normalleşen şey ise sonunda hepimizi daha güvensiz, daha yalnız, daha yorgun yapar. Hayatta kalmak sadece nefes almak değil; meselemiz her koşulda insan kalabilmek.

Çarşamba, Aralık 17, 2025

Kırılmanın kararı

Hepimiz değişimden söz ederiz; değişen zamanları, koşulları tartışırız. Değişime seviniriz ya da üzülürüz. Biri “değiştim” veya “değişmedim” dediğinde biliriz ki bir şeye meydan okuyordur. Değişmekten söz etmeyen yok gibi gelir bana.

Bir arkadaşım, insanlardan niye kaçtığını anlatırken “O kadar çok kırıldım ki, ister istemez değiştim,” dedi. Kırılma dediğimiz şey, zihinsel bir kırılma yaratırsa değiştirir insanı. Bakmayın siz, insan acıya ve kırılmalara alışabilir, onlarla yaşayabilir.

Değişim, kırılmanın karara bağlanmasıyla gerçekleşir: Kendinizi, çevrenizi, sınırlarınızı, davranışlarınızı ya da gidişatı “değiştireceğim” dediğiniz anda bunu yaparsınız. Hiç kolay değildir. Yoksa kırılmalar insanı olgunlaştırmaz; yalnızca acısıyla kalabilir çünkü. Olsa olsa savunmayı güçlendirir.

İnsan öğrenerek de değişiyor. Doktora yapmasaydım başka birisi olurdum; bunu biliyorum. O yaşlardan bu yana, bir cahil olduğumu kendime sık sık hatırlatırım. Öğrenmek ve öğrendiklerini anlatabilmek, dünyaya daha önce olduğundan farklı bakabilmek ve baktırmayı istemek az şey değil.

İlham da alıyoruz, o da bizi değiştiriyor. İmreniyoruz, modelliyoruz. İlhamı ve imrenmeyi seviyorum; çünkü insana enerji veriyor, başka türlü olabileceğini hissettiriyor. İnsanlar ilham aldıklarını sıralarken genellikle ebeveynlerini ve öğretmenlerini sayıyor. İlişkilerini usta-çırak ilişkisine indirip romantize ediyorlar. 

Benim bir ustam yok. Ama illa usta sayacaksam, çocuk yaşta tanıdığım Sıvacı Bekir Usta’nın çalışkanlığı hep aklımda. Çok yazar var imrendiğim, taklit bile edemediğim. Onları insan olarak tanımıyorum, hikâyeleri ya da meseleleri etkiliyor beni.

Değişim konusunu bir süredir çok düşünüyorum. Geçen hafta bir yürüyüş arkadaşım “İnsan, alabileceğini aldığı zaman ya da artık alamadığında değişiyor,” dedi. Konuştukça, onun değişimden çok ayrılıktan ve gitmekten söz ettiğini anladım. Değişim, sahiden de bir histen ve yaşanan zamandan kopmak olabilir: Başka bir yere gidiyorsun ve oraya dönmüyorsun. Belki de bazı değişimler, dönüşmekten çok dönmemektir.

Pazartesi, Aralık 15, 2025

Kısa saçlı tekinsizler

Şahit, Haldun Simavi’nin “makineler boş durmasın diye çıkardığı çeviri ağırlıklı bol fotoğraflı magazinlerden biri (1971). Yerlisini üretene kadar epeyce yayını çıkartıp çıkartıp kapattı, denedi-aradı diyelim. Hiç görmediğim bir örnek olduğundan ve epey bir sayısı elime geçtiğinden oturup dergiyi inceledim. 

Bugün esamisi okunmadığı için üzerine konuşmaya değmez denebilir ama bir sayısından ilgimi çeken bir ayrıntıyı paylaşmak istedim. Çünkü arada sağcılık diyorum, muktedirlerin dilinden söz ediyorum, işte o dilin izleri ta buralarda başlıyor.

Kapak, ifşa eden bir üslupla kurgulanmış: “Avrupa’yı kasıp kavuran ve kapımıza dayanan tehlike: Seks ve Esrar.” İnsan sırıtarak “vay vay demeden duramıyor. Seksin neresi tehlike?” ya da “Bu ülkede Afyon diye bir şehir var, içtiğimiz ağrı kesicilerin çoğunda o afyondan var,” türünden itirazları gençlere bırakıyorum

Enikonu seksi pazarlayan, gıdıklayan, kaşıyan, kanırtan bir yayıncı olan Simavi’nin ne diye ahlakçılığa soyunduğunu da sormayacağım; kimlerin ağzında ahlak ezberi olduğunu hepimiz biliyoruz. Üstelik Şahit elli yıl önce çıkmış; bu itirazları o tarihte de dile getirenler mutlaka vardı.

Ben kapakta kullanılan fotoğrafa takıldım. Pantolonlu, kısa saçlı, sigara içen bir kadın resmi seçmişler. Asıl tehlikeyi “seks ve esrar”dan çok meydan okuyan kadınlarda gördükleri belli; lezbiyen iması da cabası.

İnsanlar düşman yaratmadan yaşayamıyor. “Kanunlar çerçevesinde hep birlikte yaşayalım,” demenin bir anlamı yok, herkes herkesi kendine benzetmeye çalışıyor. Babalar oğullarını, anneler kızlarını, devletler vatandaşlarını bir kalıba sokmak istiyor; hep beraber o kalıpların içinde yuvarlanıp gidiyoruz.

Arada Eski Türkiye ile Yeni Türkiye karşılaştırmaları yapılıyor ya; elbette büyük farklar var. Seküler milliyetçiliğin yerini dindar bir milliyetçilik aldı mesela. Gel gelelim “sevilmeyenler cephesinde değişen pek bir şey yok. Çoğunluğun dünyayı kurgulama biçimi, şiddetli harareti ve öfkesi neredeyse kesintisiz bir devamlılık gösteriyor.

Pazar, Aralık 14, 2025

Vargas

Alberto Vargas, popüler kültür tarihinin en önemli illüstratörlerinden biri. Yetenek bakımından çok isim olsa da popülerleşmek, çizdiklerinle geniş kesimlerce sevilmek daha doğrusu “dolaşıma girmek” kolay değil. Bir sanatçının kaderini yalnızca ürettikleri değil yaşadığı zaman, yargılar, modalar, yayıncılar ve hepsini birbirine bağlayan o görünmez şey belirliyor: çağın dolaşım sistemi.

Vargas, geçen yüzyılda (yetmişlerin sonlarına kadar) yaklaşık yarım asır ürettikleriyle pek çok kuşağı etkilemiş bir isim. Yine de galiba en çok, Büyük Savaş sırasında yaptıklarıyla hatırlanıyor. Amerikan askerleri arasında çizdiği kadınların elden ele dolaştığı biliniyor; “Varga kadınları” da o yıllarda bir deyim hâline geliyor. Çizdikleri sadece erotik bir imge değil, savaşın ortasında “normal hayatın hayaleti” gibi dolaşan figürlere dönüşüyor.

Kişiliğine, kariyerini etkileyen davalara ve karısına dair bana ilginç gelen birkaç nokta var.

Babası başarılı bir fotoğrafçıymış, Vargas onun yanında, ileride tablolarında büyük etkiyle kullanacağı airbrush’la (püskürtme tabancası) çalışmaya başlamış. Aslen Perulu. “Çalışkan” sıfatı ona yakıştırılıyor ama bu tek başına bir açıklama olamaz. Göçmenlik, tutunma arzusu, hayatta kalma gayreti daha güçlü bir motor gibi duruyor. Amerika’ya geldiğinde ailesi maddi desteğini çekmiş ve çalışmak zorunda kalmış. Bir yıl kadar bir fotoğrafçının rötuşçusu olarak çalışıyor, sonra bir süre desinatörlük yapıyor. Dergiler ve Hollywood için işler üretiyor. Kendisine modellik eden karısıyla da bu yıllarda tanışıyor. Anlattıklarından zor geçindikleri, maddi sıkıntılar çektikleri anlaşılıyor. Yani mesele “sanatçı romantizmi” değil baştan sona bir emek rejimi.

Savaş sırasında Esquire için çalışmaya başlamasını, makûs talihinin değişimi gibi görüyor. Ne var ki sömürüldüğü de açık. Esquire ile ağır bir sözleşme yapmış; haftada bir tablo istenmiş. Günde on sekiz saat çalışmak zorunda kaldığı dönemler var. Unutmayalım: Popüler kültür ikonları bazen “ilhamla” değil, takvimle ve teslim tarihiyle üretiliyor. Vargas’ın göçmen şükretmesiyle o dönemi iyi hatırlaması da ayrıca manidar; çünkü iş, dergiyle mahkemelik olmaya kadar gidiyor.

Şöhretini büyüten şey ise yalnızca çizimlerin etkisi değil; o çizimlerin etrafında kopan kavga. Cephedeki Amerikan askerleri Esquire’a ve Vargas çizimlerine özel bir ilgi gösteriyor. Bu popülerlik kısa sürede tepki çekiyor; müstehcenlik tartışmaları başlıyor. Posta idaresi dergiyi dağıtmayı reddediyor. Mesele mahkemeye taşınınca, herkesin diline düşen şey derginin yazıları değil, Vargas’ın çizimleri oluyor. Popüler kültürün acımasız kuralı burada devreye giriyor: “konuşulur olmanız” gerekir. Üstelik konuşulmak çoğu zaman övgüyle değil, öfkeli itirazlarla gelişir. Vargas, Esquire ile posta idaresi arasındaki davada taraf olmasa bile, o gürültünün içinde en çok konuşulan isimlerden birine dönüşüyor ve büyük tanınırlık kazanıyor. Posta idaresi, dergiyi engellemeye çalıştıkça derginin ikonunu büyütüyor. Bu ironi değilse nedir Mıstık abi?

Üretimlerine bakarken bir şey dikkatimi çekmişti: Vargas’ın kadınlarının yüzleri genellikle çekici, çoğu zaman çok “çalışılmış”, çok ikna edici. Gel gör ki bazı resimlerinde yüz yok, sırtı izleyiciye dönük bir figür görüyorsunuz mesela. Meğerse teslim tarihine yetişmek için acele ediyormuş, yıllar içinde bulduğu bir kaçamakmış. Çünkü yüz çizmek, onun tarzında işin en zor ve zahmetli kısmı. Teslim tarihi baskısı, estetik kararı şekillendiriyor. Ve işin en tuhafı: zorunluluktan doğan bu “kaçamak” bugün Varga kadınlarını daha alımlı ve daha esrarengiz kılıyor. Yani endüstriyel baskı, istemeden bir estetik imza yaratıyor. Sanat tarihi sayısız örneğiyle doludur: zayıflık sandığın şey, stile dönüşür.

Karısını model olarak kullandığını söylemiştim. Onun varlığı bütün bu dolaşım ve emek hikâyesine insanî bir kırılma ekliyor. Aralarında hafif şehvetli, şiirlerle ve yoğun romantizmle dolu büyük bir aşk olduğu hep anlatılır. 1974’te eşini kaybedince çizemez oluyor, ne yapsa eksik kalıyor, bir türlü toparlayamıyor. O yıllarda Playboy için çiziyor, öyle ki üretimlerini rötuşlayarak yayımlamak zorunda kalmışlar. Çizdiğinden verim alınamaz hâle geliyor. Onun gibi bir mükemmeliyetçinin, sevdiğini kaybedince “yaşayamaz oluşu” bana hep kederli gelmiştir. Burada da acı bir ders var: Mükemmeliyetçilik, başarıya giden yol gibi görünür ama kayıp karşısında insanı felce uğratan şey de aynı mükemmeliyetçilik olabilir. Daha az üreterek geçen sekiz yılın ardından o da vefat ediyor.

Vargas’ı “büyük illüstratör” yapan şey kuşkusuz çizgisinin ve tekniğinin gücü. Ama onu popüler kültürün merkezine yerleştiren, çizginin tek başına yapamayacağı bir şeyle gerçekleşiyor.  Dolaşımın, savaşın, ahlakçılığın ve kitle medyasının aynı anda aynı imgeye yüklenmesinden söz ediyorum.

Cumartesi, Aralık 13, 2025

Seyrüsefer Defteri 174

A Complete Unknown (2024) uzun zamandır seyretmek istiyordum, niyeti psikoloji değilmiş çok şarkı olmuş ama güzel bir yorum (30 Kasım).++ The Beast in me Sea1 Ep3 ve 4'ü seyrettim (29 Kasım).++ Gibi Sez5 Blm7 ve 8'i seyrettim (28 Kasım).++ Fly Me To The Moon (2024) hanımefendi hikayeyi sürüklüyor, muhtemelen hasılat yapmamıştır ama gişe işi, klişeleri ve istifi doğru,  yeterli gerilimi yok (27 Kasım).++ Gibi Sez5 Blm5 ve 6'yı seyrettim (26 Kasım).++ Bonjour Tristesse (2024) romanın ilginçliğini taşıyabilen bir cast olmamış, böylece maça mağlup başlamış, farklı biçimde yenilerek bitirmiş (25 Kasım).++ Gibi Sez5 Blm3 ve 4'ü seyrettim (24 Kasım).++ Catch me if you can (2002) Spielberg iyimserliği ve mainstream formülleri, tatlı iş (22 Kasım).++ Gibi Sez5 Blm1 ve 2'yi seyrettim (21 Kasım).++The Beast in me Sea1 Ep1 ve 2'yi seyrettim (2o Kasım).++ Lefter, Bir ordinaryüs hikayesi (2025) ilginç epey sahnesi var, Lefter'in "meselesi" anlaşılamıyor (19 Kasım).++ Yan Yana (2025) yılın iyi gişe filmlerinden biri olacak, eli yüzü düzgün bir uyarlama, teknik olarak ilgilendim sahnelerle (15 Kasım).++ Var Bunlar Sez3 Blm 10, 11, 12 ve 13'ü seyrettim (14 Kasım).++ Frankenstein (2025) del Toro üretimi olduğu için ilgilendim ama dağınıklığa ve tahkiyesizliğe şaşırmamak elde değil, sahneye hayran olan bir dizge kurulmuş (13 Kasım).++  Animal Sea1 Ep. 1, 2 ve 3'ü seyrettim (12 Kasım).++ Var Bunlar Sez3 Blm 7, 8 ve 9'ı seyrettim (11 Kasım).++ İstanbul seyahati (10 Kasım).++ Karşılaşmalar Sez2 Blm7 ve 8'i seyrettim (9 Kasım).++   Gibi Sez6 Blm13'ü seyrettim (8 Kasım).++ Var Bunlar Sez3 Blm 4, 5 ve 6'yı seyrettim (6 Kasım).++ The Great Train Robbery (1903) kısacık bir şey, yüz yirmi yıl öncesinin gişe başarısı, en şaşırtıcı şeyi filan (5 Kasım).++ Ballad of a Small Player (2025) renk kullanımı, görsel akışı ve iyi oyunculuğu ile göz alıyor, platformun şaşırtan iyi filmlerinden (4 Kasım).++ Gibi Sez6 Blm11 ve 12'yi seyrettim (2 Kasım).++ Var Bunlar Sez3 Blm 1, 2 ve 3'ü seyrettim (1 Kasım).++

Cuma, Aralık 12, 2025

Ürün ben miyim?

Yaşadığımız zaman hepimizi tedirgin ediyor; bütünüyle kuşkudayız, her dalganın, her bildirimin ardında bir manipülasyon arıyoruz. Bu aralar çok duyduğum bir cümle var: “Uygulama bedavaysa ürün sensin.”

Günlük hayatın, yazdığımız mesajların, lokasyonun, tıklamaların, ilişki ağlarının birer hammaddeye dönüştürülmesi demek bu.

Bir yanıyla zihin açıcı, ama nihayetinde yarı doğru; dolayısıyla politik olarak da yarı tehlikeli bir cümle.

Şöyle deniyor: Telefonunda bir bedava uygulama kullanıyorsan, yani para ödemiyorsan, o uygulama şirketi gelirini senin dikkatinden, zamanından ve verilerinden kazanıyordur. Sen kullanıcı değil, maden ocağında bir damarsın.

Buraya kadar iyi hoş da, bu cümleyi ilk duyduğumda aklımdan geçen şuydu: “Ben mi suçluyum?” Çünkü yapısal bir sorunu benim “tercihime” indirgiyor. Başka seçeneğim mi var? Para mı ödemeliyim? Neden ödemeliyim?

E kullanma o zaman!” deniyor. İyi de dijital altyapı “Big Tech” üzerinden yürüyor; kullanmazsam dışlanırım, blogum olamaz, bu yazıyı bile paylaşamam. Üstelik ücretli uygulamalar da veri topluyor. Abonelik modeli gözetimden muaf değil ki, Mıstık abi.

Yani “ürün sensin” derken aslında duyduğumuz şey, politik bir analiz değil, hafif tiksinti içeren bir ahlaki çığırtkanlık. Soru şuna indirgenmiş oluyor: Bedava hizmete tav olan enayi kullanıcı mısın, değil misin?

Oysa asıl soru şöyle olmalı: “Dijital altyapılarımız neden birkaç şirketin veri madenine dönüştürülmüş durumda ve biz neden onlara mahkûm ediliyoruz?”

Hepimiz “dünyayı çözmüş” bir tonla konuşuyoruz ya: “Uygulama bedavaysa ürün sensin.” Arka planda şu kabullenme çalışıyor: “Düzen zaten böyle. Yapacak bir şey yok. En azından farkında ol.”

Böylece cümle, eleştiri gibi görünüp normalleştirme mekanizmasına dönüşüyor. Yapısalı görünmezleştiren şık bir neoliberal slogan kalıyor elimizde. Hatta mesele, tüketici hakları meselesine indirgeniyor: “Verilerimiz paylaşılmasın, tercihlerimizi doğru koyalım, cookie’ler şeffaf olsun…”

Sanki ormanda dolaşıyoruz da, “çakallar, sırtlanlar etoburdur, seni beni yerler, doğa böyle işliyor” diye anlatılıyor her şey. “Piyasa da böyledir canım, ne sandın?” Doğa yasası gibi.

Yine duydum, yine "sinirlendim" Mıstık abi.

Sorun şu: Biz “ürün sensin” cümlesini tekrar ettikçe, veri sömürgeciliğini konuşur gibi yapıp, asıl failleri rahatlatıyoruz.

Related Posts with Thumbnails