Pazar, Haziran 23, 2024

Kafka’ya Gri Yakışır


-->Kafka, sözcük seçimleri, oyunbaz cümleleri ve farklı göndermeleri nedeniyle çevirmenleri her zaman zorlamıştır. Die Verwandlung adlı kısa romanı, tercüme edildiği her dilde küçük ya da büyük bir tartışma yaratmıştır örneğin. Türkçede Değişim ya da Dönüşüm adıyla yayınlandığını hatırlatırım. Bir tür başkalaşmadan söz edildiği için ‘dönüşüm’ daha uygun görünüyor ama farklı adlandırmalar yapılmış. Yakınlarda aynı romanın Dönüşüm adıyla bir çizgi roman uyarlaması çıktı (Yurt Yayınları, 2010), İngilizceden çevrildiğinden, alt başlık olarak The Metamorphosis yazılmış. Türkçede başkalaşım anlamında kullanılıyor metamorfoz.

Romanın ilk cümlesinde geçen ‘ungeziefer’ sözcüğünün çevirisi de tartışmalıdır. Kafka, bir haşereden belki bir böcekten söz ediyor ama insekt dememiş özellikle. İğrenilen, uzak durulan, insanı rahatsız eden bir ‘şeyle’ okuru baş başa bırakıyor. Türkçe çevirilerde böcek denilmiş genellikle, bunu eksik bulan ve uzun uzadıya tartışan çevirmenler vardır. Çizgi roman uyarlamasının böylesi bir sorunu yok. Çünkü Gregor Samsa’nın sıkıntılı rüyasından uyandığında neye dönüştüğü zaten ‘gösteriliyor’. Zırh gibi sert sırtı, boğum boğum karnı olan şeyi, uyarlamayı yapan çizer Peter Kuper’in tahayyülüyle görüyoruz. Bir hamamböceği mi? Evet, olabilir.

Çocukluğumda, yetmişli yılların TRT günlerinde, hafızamda yer eden bir tartışma programı izlemiştim. Tartışmacılardan biri, beni düşündüren ve yıllarca aklımda cevap yetiştirdiğim bir iddia öne sürmüştü. Çizgi roman çocukların hayal kurmasını engelliyordu, ‘öyle güzel kar yağıyordu ki’ cümlesi resmedilmemeliydi ve zaten resmedilemezdi buna göre. Dünyanın en iyi ressamı bile bunu başaramazdı, çizgi roman edebiyata ikame edilirse çocukların hayal güçleri kadükleşecekti. İlkokuldaydım, Adana’da yaşayan bir mektup arkadaşım hiç kar görmediğini, hep kartopu oynamak istediğini yazmış, bana kar yağdığında neler yaptığımı sormuştu. Arkadaşımın hayalindeki kış resmine ne kadar katkım olmuştur bilemem ama uzun uzadıya anlatmıştım kızakla nasıl kaydığımı, buz yüzünden yokuş çıkamayan otomobilleri, zincirleri… Kardanadam’ın kömür karası gözlerini… Yıllar sonra, aklım başka türden bir feylesofluğa meylettiğinde fark etmiştim. Dil, ne kadar kapsayabilir ki gerçekliği? Benim kış hikâyem gerçeği mi ‘resmediyordu’ yoksa okuduğum kitaplar, seyrettiğim filmler ya da dinlediğim hatıralardan damıtılmış melez bir tahayyül müydü? Bilirsiniz, Don Quijote başka bir gerçeklikte yaşadığı için komiktir. Hayal âleminde dolanır, olağandışı olana hemencecik seyirtiverir. Oysa ‘hay Allah nelere inanıyor’ dediğimiz trajikomik adam bir edebiyat kahramanıdır; romanların içinde kaybolan ‘şövalyeyi’ anlatan bir romanı okumaktayızdır, bunu unuturuz. Çünkü roman kendi gerçeklik düzlemini kurmuş, yarattığı vehimle bizi fethetmiştir. ‘Öyle güzel bir gerçeklik yağmaktadır ki’ Don Quijote’nin üstüne, ince ince…

Samsa’nın bir sabah birdenbire bir ‘ungeziefer’e dönüşmesi olağandışıdır. Onun sahiden bir böcek olup olmaması çok da önemli değildir Kafka için. Bize bu dönüşümün gerekçesini anlatmaz, her nasılsa olmuştur işte. Samsa, durumunu kabullenir, yeni hayat şartlarına göre yaşamaya başlar. Ailesi başlangıçta bu felakete üzülse de giderek arka odadaki o böcekten kurtulmaya çalışır olur, acıma hislerini kaybetmişlerdir. Roman öyle bir yönlendirir ki bizi başlangıçtaki olağandışı dönüşümü önemsemez oluruz, dönüşüm ‘gerçektir’, hepimizin başına gelecek kadar sıradandır. Lukacs, Macaristan 1956’da tutuklanınca, yorumlarında yanıldığını fark ederek yanı başında dikilen subaya dönüp “Kafka ne kadar gerçekçiymiş” dediği rivayet edilir, bu hadisenin sahiden yaşanmış olması gerekir mi doğrusu emin değilim.

Çizgi romanlar, fantastik olanın içinde büyüyüp serpilmiştir. ‘Gerçeği başka yerde arayın’ diyen bir düzlemde var olmuşlardır. Samsa’nın neye dönüştüğünü okura bırakan bir muğlâklığa başvurulmaz o sebeple, basit ya da sakil diyelim, o ölçüde teşhircidirler. Kafka’nın Dönüşüm’deki olağanüstülükle başlayıp normalleşen anlatım seyri çizgi romanlarda genellikle ters yönde işler. Peter Parker’ı laboratuardaki örümcek ısırdığı için olağanüstü birine dönüşmüştür vs. Kafka’nın çevirisini tartışanlar ya da çizgi romanı azımsayanlar, uyarlamadan muhtemelen hoşlanmayacaklardır ama ben yine de onlara alternatif çizgi roman dünyasındaki Kafka ilgisinden söz etmek isterim. 1970’li yıllardan itibaren yükselen entelektüel arayışlarda, sonraki Grafik Roman akımında önemli referanslardan biri olmuştur Kafka. Örneğin uyarlamanın çizeri 1958 doğumlu Peter Kuper, neredeyse otuzbeş yıldır çizgi roman dünyasında varolan bir sanatçı, Kafkaesk olarak tanımlanabilecek bir tarzı var. Zaten sadece Dönüşüm’ü değil Kafka’nın pek çok hikâyesinin çizgi roman uyarlamasını da yaptı (Give İt Up, 1995). Bir fikir verir mi bilmiyorum ama Upton Sinclair uyarlamaları da yaptı. Bizde Şikago Mezbahaları adıyla yayınlanan The Jungle’ın nasıl bir roman olduğunu bilenler bilmeyenlere anlatsın. Kuper, anaakım çizgi roman anlatılarının dışında duran, modern medyanın bizi içine gömdüğü klişelerle didişen, otoriteyle uzlaşmayan, galipler ve yönetenlere güvenmeyen bir yerde durarak anlatır anlatacağını. Bir başka ifadeyle Kafka ya da Sinclar’i, tarzına yakın bulduğu için uyarlıyor çizgi romana. Çalışması, Kafka ve Dönüşüm olduğu için Türkçede yayınlanıyor ama Peter Kuper’in de bir yaratıcı olduğu unutulmamalı. Bu uyarlamaları ticari nedenlerle kotarmış değil, ilk günlerinden itibaren benzer nitelikte hikâyeler üretiyor. Doğrusu hiçbir zaman çok satar bir isim olmadı, röportajlarından ve üretimlerinden anlaşıldığı kadarıyla bunu da pek umursamıyor. Karanlık kareleri seviyor, özellikli bir sevimsizlik kullanıyor. Korku, endişe, sıkıntı, kasvet çıkıyor sayfalarından. Bana sorarsanız Kuper, ‘öyle güzel yağıyordu ki kar” resmini çizemez (!) ama onun için huzursuzluğun ressamıdır diyebilirim, üstelik Kafka’ya da yakışır bu grilik.

Radikal Kitap, 13.8.2010

Cumartesi, Haziran 22, 2024

Doktor


İnsan gençken, dünyayı değiştireceğine inanıyor, sanıyor ki neşeyle iştahla azimle çalışarak geçer gideriz, altederiz... Vasatların her zaman galip geldiğini öğrenmek de büyümek faslından halbuki... Büyümek, büyük laflarla, büyük siyasetle...pozla ve aslında hiç öğrenmeden...

Yeats diyor ya, "genç olsaydım yeniden diyor..." sarılsaydım o genç kıza...

Sanat olmasa delirirdik doktor, idare ediyoruz...

Cuma, Haziran 21, 2024

Resimdeki Kadın


Yukarıdaki kitap görseli fotoromanın popüler olduğu günlerden... Hürriyet'in yan yayınlarından olan magazin gazetesi Kelebek'ten çıkan fotoromanlardan biri...Muhtemelen 1977 yılından... Haldun Dormen yazıp yönettiği için aldım. Melodram sanmıştım meğer polisiyeymiş... Üstelik, başroldeki polis komiseri rolünde çizgi romancı olarak hayatı boyunca benzer nitelikte işler üreten Süleyman Turan varmış...


Hikaye ünlü bir mankenin (Sezer Güvenirgil) evinde (yüzü tanınmayacak biçimde yaralanmış bir halde) ölü bulunmasıyla başlıyor, Komiserimiz geliyor ve önce cesedi bulan evin hizmetçisiyle sonra nişanlısı ve yakın bir erkek arkadaşıyla konuşarak "tahkikata" başlıyor. Karşı komşunun aşkına karşılık bulamadığı için kalbi kırılmış delikanlı oğlu da dahil oluyor işin içine...

Dormen, garip bir şey yapmış, tiyatrodan gelme bir alışkanlıkla, bütün hikayeyi, kısa flashbackler dışında evin salonunda geçirmiş. Komiserimiz, cinayeti araştırdıkça, salondaki fotoğrafa aşık oluyor, evden bir türlü gidemiyor, orada sabahlamaya, hafif hafif içmeye dahi başlıyor. İyi anlatılamamış olsa da enteresan...

Derken, kız bir gece ortaya çıkıyor, meğer ölmemiş, meğer ölen bir başka manken arkadaşıymış... Resme aşık olan sarhoş komiserimiz onu kanlı canlı karşısında görünce hayal gördüğünü sanıyor, arkadaşı onu görünce düşüp bayılıyor, hizmetçi fenalaşıyor vs vs...

Dormen, teatral bir sürpriz yapmakla birlikte finali yükseltememiş, olduramamış... Pek de güçlü olmayan bir öldürme motivasyonu olan bir katil çıkartmış ortaya...

Maksadım, onca yıl sonra "pulp" bir işi "eleştirmek" değil, doğal olarak yüksek bir beklentiyle okumadım kitabı... İlginç yönleri olmakla birlikte kaçırılmış bir hikaye olarak ilgimi çektiği için yazdım bunları...

Perşembe, Haziran 20, 2024

Jurnalci


Ataç'ı "Jurnalci" olarak damgalayan bir yazı çıkıyor Son Mavi dergisinde... Attila İlhan imzasıyla çıktığına göre onu Milli Şef İnönü ile özdeştiren "kıyıcı" bir yazı olmalı. Ataç, Jurnalci sayılmaktan hoşlanmadığı gibi öfkeyle karışık bir mutsuzluk duyuyor. 

Bir iki gün sonra dergiyi çıkartan genç ile yolda tesadüfen karşılaşıyor. Geçip gidecekken genç ısrarla selam veriyor, dayanamayıp geri dönüyor ve dergisinde kendisine niçin Jurnalci dedirttiğini soruyor. Son Mavi'nin sahibi yazıyı İlhan'ın gönderdiğini, yayımlamamazlık edemediğini söyleyip sorumluluğu üzerinden atıyor. Ataç, haliyle buna daha fazla içerliyor. Özetliyorum, ahlaksızım ki bana Jurnalci diyorsun ama sonra da selamı eksik etmiyorsun. Eğer öyleysem niye selam veriyorsun, yok değilsem niye beni itham ediyorsun...diyerek söyleniyor. 

Mesele orada kalmıyor, bir ay sonra Attila İlhan yeni çıkan şiir kitabını imzalayıp Ataç'a yolluyor. Yine özetliyorum, jurnalci yaftasıyla beni ahlaksız sayıyorsun ama tanıtımını yapmam için kitabını yolluyor, bana "sayın" diyerek ithafta bulunuyorsun diyerek tekrar kızıyor.


Tartışmayı okuyunca bir iki şey düşündüm: birincisi, evet, Ataç polemikçiydi, hatta sinirliydi ama bir başka yazarı (kendisine yapıldığı gibi) siyaseten ihbar ettiğini hatırlamıyorum. İkincisi, Ataç'ın başka yazılarında rastlarız bu duruma, sırf polemik olsun diye, sırf hoşlarına gitti diye tartışanları, söz söyleyenleri ciddiye almıyordu. Bunu nasıl tarif etmeli bilmiyorum, "kayıkçı kavgası" mı, "pozörlük" mü emin değilim... gerek basın tarihi gerek edebiyat tarihi bu tür sözde "kavgalarla" doludur, kavgacılar için bu saatten sonra yanyana gelmezler sanırsınız, bir bakarsınız canciğer kol koladırlar. Dikkat çekmek, tasarlanmış bir kavganın yıldızı olmak, kavgadan daha hayatidir onlar için... 

Meraklısı,  Ataç'ın 1953-55 Güncesinde bu tartışmanın ayrıntıları okuyabilir veya Turgay Gönenç, Dost'un Eylül 1972 sayısında yazmıştı bu polemiği...ayrıca bakabilir.

Tartışmanın enikonu ne olduğunu tam bilmiyorum, ama kendimi Ataç'a yakın hissettim, ne desek boş, kavganın haysiyetli bir tarafı vardır, kavga ediyorsan, söylediğinin arkasında duracaksın, veya "hasmına" kitabını göndermeyeceksin, ayıp çünkü, hiç olmadı, meramını anlatacak bir mektup yazacak veya gidip yüz yüze görüşeceksin... Yoksa böyle "rezil" ederler seni. 

İtiraf ediyorum, kendinden "Kaptan" diye bahseden biri bana oldum olası komik gelir. O da ayrı lakırdı...Geçelim.

Çarşamba, Haziran 19, 2024

O kadar çok

Çizgi: Berat Pekmezci
 

Günlük tutmak


15 ya da 16 yaşımdan beri günlük tutuyorum. Epeyce zaman sonra fark ettim ki bana terapi türü bir faydası oluyordu, pek çok şeyin üstesinden yazarak geliyordum.

Üç dört gündür, evde ofiste bir seri kitap arıyor ve bulamıyorum. Doğal olarak aradıkça, geçmişten kalan, kutulayıp kaldırdığım, unuttuğum bir dünya malzemeyle karşılaştım. Askerlikte yazdığım defterlerimi de o hengamede buldum, bir sayfasını hafif sansürleyerek paylaşacağım.


Günlük yazmak neyse de ... o yazdığını tekrar okumak insana şöyle iyi geliyor, nelere üzülmüşüm, ne abartmışım diyebiliyorsunuz...Bu da kötü değil, "yenisi de geçer" hissi veriyor insana...

Salı, Haziran 18, 2024

Balıkçı


Halikarnas Balıkçısı, ne desem eksik kalacak ama "tuhaf" bir ailenin bir o kadar "acayip" bir parçasıdır. Merak edenler aileyi bir okusunlar... Cevat Şakir'in yeteneği ve meydan okuyuculuğu, hele ilk gençliğimde beni çok etkilemişti. Babam bir seyahat dönüşünde Uluç Reis'i getirmiş, günlerce roman hakkında konuşmuştu. Çevremizden birilerine isim koyması istendiğinde sonradan farkına varmıştım, romandan isimler seçmişti. Gerçi yazarla değil "serüvenle" ilgilenen okurlardandı, Cevat Şakir filan ayrıca takip etmedi. 

Bana gelince, sonraki yıllarda yazdıklarından çok çizdikleri ilgimi çekmeye başladı. İlk çizgi romancılarımızdan sayılır, resimle-görselle anlatma arzusu hayli güçlüdür. Yukarıdaki kitabına kapağı kendisi çizmiş, içeride de ilüstrasyonlar kullanmış örneğin. 

Yeri gelmişken, not düşeyim, öykülerinde yine bir coşku var, bugünden bakınca "kesin" bir öfke hissediliyor, insanları "kötü" bulduğu da anlaşılıyor. 

Çizgilerse her zaman aynı ortalamayla üretilmemiş, savrulmaları var, hikaye betimlemek, çarpıcı bir anı seçip resmetmek, bir ülüstrasyoncu zanaatıdır, yetenek kadar tekrarı gerektirir. Nasıl demeli, o kadar çizmediği anlaşılıyor. Tabii ki özgün ve benim için ilgi çekici, o ayrı...

Pazartesi, Haziran 17, 2024

Hürmüz




Cafer ile Hürmüz'den iki ayrı orijinal bant çizimini paylaştım, dizinin iki kahramanından biri olan Hürmüz, meğer maharetli ve güçlü bir at binicisiymiş. Ata sirk çalışanı gibi hoplayıp biniyor, kocasını kolundan tuttuğu gibi terkisine atıyor filan... 

Şaşırdım, çünkü, hele ellili yıllarda çizgi romanımızdaki kadın karakterler sevgili ve annelik dışında bir karakter özelliği taşımazlardı. Bu denli güçlü ve atak değillerdi. 

Kötü ve meşum kadınları ayrı tutarsam, sosyal hayatın içinde en faal oldukları zamanlar ergenlikleriydi. Yaşıtları olan erkek kahramanla itişir, ağız kavgası yapar, komik bir biçimde kıskanır ve başka kadınlarla onun için rekabete girerlerdi. Sadece o kadardı yani. Yolun sonu, evlilikle biten bir annelik sağduyusu ve sakinliğiydi. Erkek kahramandan rol çalamaz, onunla rekabete giremezlerdi. Zaten akla gelmezdi de, istenmeyen bir şeydi demek istiyorum. 

Mizahi hikaye, ister istemez "dünyayı" ters yüz etmeye yarar, bunu yaparken klişeleri kullanırsınız ama onlarla oynamak da gerekir. Hürmüz'ün lafazanlığı, meydan okuması, girişkenliği o sebeple işlevsel, çünkü Cafer'in nikahlı karısı... Hikaye böylece statikleşmemiş oluyor...

Hoş, çizgi bantlarımız, uzun uzadıya tasarlanmış işler değiller, günbegün çiziliyor ve üretiliyorlar. Hürmüz'ün bırak eylemi, hareket edemeyip kalakaldığını da okudum veya Cafer'in komik bir aptalken  önüne geleni yumruklayıp rakiplerini yendiğini de gördüm.

Yukarıdaki sayfalar, "çizgi romanımızda kadın" faslında hatırlanmalı ve anlatılmalı diye paylaştım.

Pazar, Haziran 16, 2024

Bayram tebriği

Bugün bayramın ilk günü, arada kartpostallarla ilgili yazıyorum, benim çocukluğumda bayram, herkesin birbirine bayram tebriği göndermesi demekti... Önce telefon sonra internet hızı, bayramlaşmanın biçimini değiştirdi.

Geçmişte, bayramdan bir hafta önce filan, PTT şubelerinin yakınlarında tezgahlar kurulur,  binlerce çeşit kartpostal işportacılar eliyle satılmak üzere sergilenirdi. Görsele o yaşlardan marazi bir ilgim vardı, aylak aylak o tezgahlar arasında gezinir, kendimce keşifler yapardım. İlgim var dediysem, çizgi romanlardan-onların kapaklarından gelen bir beğenim vardı, benzerlerini arıyordum demek daha doğru...

Yazı için iki örneğini paylaştığım dini temalı kartpostallar, Hazreti Ali ilüstrasyonlarını hariç tutuyorum, ki orada da İranlıları modellediğimiz anlaşılıyor, pek zengin bir çeşitliliğe sahip değildi, çoğunlukla amatör ressamlar elinden çıktığı için "naive" ve primitif duruyor, mizansenler ve renkler sakil görünüyordu... Günümüzde değişti-olumlu anlamda gelişti diyemiyorum, dinsel-dine özgü ilüstrasyon geleneğimiz pek olamadı.

Sizler de görür görmez anlamışsınızdır, zihniyetler bakımından zaman çok değişti, bugün, paylaştığım ilüstrasyonlar kolayca üretilemez ve paylaşılamaz, haliyle "satılamaz", normal görülemez, "siyaseten doğru" bulunamaz. Çok tartışma çıkarır demek istiyorum. Hem de çeyrek asırlık AKP iktidarına rağmen... Tüm dünyayı etkileyen ve dönüştüren yeme-içme kültürü değişimi, yeni dindarlık ve ruhani arayışlar "kurban" olgusunun bu versiyonunu arkaikleştirdi. Bizzat dindarlar paylaşmazlar bu ilüstrasyonları.

Cumartesi, Haziran 15, 2024

Tarih dolma yutmaz!

Kırklı yılların sonunda çıkan sağcı mizah gazetelerinden biri olan Tırpan'ın sürmanşeti "Tarih Dolma Yutmaz!"... Artık kullanılmayan, o günler için popüler bir argo deyişi görünce paylaşayım istedim. Dolma, argoda "yalan ve hile amaçlı konuşma" anlamına geliyor; o yıllarda palavracılık, yersiz övünme, kandırmaca ve dolandırma için dolma-dolmacılık nitelemesi tercih ediliyor. Bir benzeri mantar ve mantarcılık...

"Biz dolma yemeyiz-yutmayız" cümlesi, kanmayız-kandırılmayız demek oluyor. Tırpan, "Tarih, dolma yutmaz" derken tarih kandırılmaz demek istemiş. Tırpan bıçkın, alaycı ve delikanlı büyüklenmesiyle konuşuyor demek daha doğru. 

Söz konusu yazı aslında epeyce ilginç bir rejim (o yıllar için CHP) eleştirisi içeriyor, önce bağlamını aktarayım. 1950 yılında kamuoyu bir genel af konuşuyor,  haksız yere  yıllarca hapsedilmiş olan Nazım Hikmet ile ilgili bir siyasi kampanya başlatılıyor. Genç solcular, liberterler ve CHP karşıtları biraraya geliyorlar, uluslararası bir ilgi oluşuyor, Nazım affedilmesi için hapiste açlık grevine giriyor, ona destek olmak amacıyla Garipçiler de benzer bir eyleme kalkışıyor... O günün koşullarında ciddi bir karşıtlık ve kaos çıkıyor ortaya. Anti-komünist bir karşı kampanya da oluyor elbette.

Tırpan ne yapmış? "Bu mahkumları ne zaman affedeceğiz?" diyerek kamuoyunu meşgul eden affı başka tarafından tutarak, sözü farklı bir noktaya, türbelerin açılmasına (yasağın kaldırılmasına), kendi meselesine getirmiş, türbede yatanlara (tarihe ve tarihi kişiliklere) hitap ederek şöyle demiş mesela: "Biz inkılap nesli dikiş tutturabilmek için sizi unutturmaya çalıştık. Kendi şöhretimiz sizin şöhretinizi gölgede bırakamayınca öfkemizi sandukalarınızdan aldık. "(...) "Ne o? İrtica hortlarmış. Vay demek hala bundan korkuyoruz. Ey ne oldu, çeyrek asırlık inkılap hep masal mı söylemişti. Bu millet bu türbeleri ziyaretlerinden ötürü ne kötülük gördü?" 

Dolma, yine o yıllarda siyasetçi nutukları için de kullanılıyordu,  o laf kalabalığına "inanmıyorum-kanmıyorum" demek sarkastik bir üstünlük hissettiriyordu sıradan insanlara.

Cuma, Haziran 14, 2024

Niye kopya?

Sigara İçmeyenler Derneği (kuruluşu 1978) Dışbank'ın sponsorluğunda Red Kit'in sigarayı bırakmasını esprileştiren bir afiş hazırlatmış...Sahaflardan aldım, bant izlerinden anlaşılıyor, muhtemelen bir ofisin duvarında asılıymış...

Şöyle bir bakındım,  Red Kit 1983 yılında sigarayı "bırakmış", bize sirayeti hemen olmamıştır diye tahmin ediyorum, anca üç beş yıl sonra, Dünya Sağlık Örgütü dizinin çizeri Morris'e ödül vermiş, yine haber olmuş, yine konuşulmuştur. 

Sigara karşıtlığının dünyadaki ömrü yarım asrı biraz geçmiş olabilir, gündelik hayatta etkisi bakımından bizde de yirmi yıldır daha yoğun biçimde kendini hissettiriyor. O yüzden bu afiş erken örneklerden biri aslında... 

Afişin Doğan Grubun Dışbank'ı satın aldığı doksanlı yıllarda üretildiğini tahmin ediyorum. Yayın hakkı yine Milliyet ve Doğan grubunda olan bir çizgi kahramanı kullanmışlar çünkü...

Afişi ilk gördüğümde Red Kit'in orijinal çizgilerinin kullanılmadığını, bizim buralardan birine çizdirildiğini fark ettim. Yayın hakları nedeniyle Red Kit'i gerekçesi ne olursa olsun hak sahiplerinin izni olmadan kullanamazsınız, mutlaka ilanın bir köşesinde izinle kullanıldığına dair bir ibare yer alması gerekir. 

Ellerinde orijinali varken bunu yapmamışlar, Türkçe yayın hakkı sahibi olmalarını bu kopya için hak gibi görmüşler,  kamu yararını gözettiklerini düşünmüşler, önemsememişler diyelim... Halk ağzıyla söylersek, "hayır işi" diyerek geçiştirmişler.

Telif meselesi arada yazıyorum, o kadar pervasızca ve tuhaf kullanılıyor ve kullanılmıyor ki, insan bir noktadan sonra şaşıramıyor bile...

Perşembe, Haziran 13, 2024

Öteki Kadın



Yetmişli yılların şöhretli çiftlerini her zaman ilginç bulduğumu bir kaç kez yazdım. Sansasyona olan eğilimleri, teşhircilikleri, radikal tutumları, mahrem olanı deşifre etme arzuları benzersizdir. Lennon-Yoko Ono çifti bunlardan biri. Yukarıdaki kadın ise bir başkası, magazin dünyasında öteki kadın diye anılan May Pang.

Lennon ile Ono, 1973'te bir süre ayrı yaşamaya karar verirler ve o arada, Ono yanlarında çalışan, asistanları olan henüz yirmi üç yaşındaki Pang'i, Lennon'a partner olarak önerir. Bir başka ifadeyle, Ono, yokluğunda Lennon'un kimle yaşayacağına karar vermiştir. Cerzebeli, kamuoyunu meşgul eden bir ilişki yaşamaya başlar Pang ve Lennon. Dönemin tuhaf atmosferi nedeniyle teşhirciliklerini sürdürürler, saklanmazlar, meydan okuyucudurlar. Lennon, Yoko Ono ile ne yapıyorsa, özellikle medya karşısında hayatını nasıl yaşıyorsa, Pang ile onu yapmaya devam eder.

Bundan sonrasıysa epeyce karışık.

Rivayete göre Ono, ilişkinin denetimi dışına çıktığını görüp, Pang'ten Lennon'dan ayrılmasını ister. O bunu istediğinde olmasa bile Lennon, Ono'ya döner ve Pang, bir buçuk yıllık beraberlik sonunda evden ayrılır. Günümüzde iki kadın arasındaki nefret, hezeyan, habislik ve tek kelimeyle alelacayiplik dolu ruh hali varlığını koruyor. O yaşanmışlık, hiçbir biçimde unutulmuş değil. Uzun yıllar, iki kadının karşılaşma ihtimalleri dahi haber oluyordu. Pang, başka müzisyenlerle de çalıştı, halkla ilişkiler türü bir iş yapıyordu, bunu sürdürdü. Lennon ile yaşadıklarını kitap yaptı vs vs...Lost Weekend adıyla yaşadıkları film de oldu. Bugün, doksan yaşına merdiven dayamış Ono ile konuşmuyorlar, röportajlarında ya da yazdıklarında birbirleri hakkında kem sözler ettiler vs


Başa dönersem, bu skandal ilişki ve medya önünde yaşama halini elbette ve son kertede tatsız buluyorum. İlginç bulduğum, aktörlerin medya karşısında kendilerini savunma biçimleri. Cesurlar, geri adım atmıyorlar ve eylemlerini mevcut ahlak kriterleriyle savunmuyorlar. Seksenlerde muhafazakarlaşan dünya bu türden ilişkileri bütünüyle karaladı, medya başka kurbanlar buldu ama o kurbanların hiç biri 70'li yıllardaki benzerleri gibi kendini savunamadı. Öylesi bir derinliğe sahip değillerdi, donanımsızdılar. Global ölçekli popüler kültür, bireyci Madonna'yla yetinmek zorunda kaldı. [2020]

Çarşamba, Haziran 12, 2024

Hammal

Görsel, ünlü çevirmenlerimizden Rasih Güran'ın Ağaoğlu Yayınevine, Mustafa Kemal Ağaoğlu'na yazdığı mektuptan bir bölümü gösteriyor... Elimde aralarındaki mektuplardan bir iki örnek var. Sözleşmeden, daha çok paradan, alacak verecekten söz ediyorlar. 

Mektubun bir kısmını aktarıyorum: "on altı aydır devam eden bu işde aylık gelirim ortalama olarak 800 lira dolaylarında, yani günde 25 ile 30 lira arasındadır. Bu günkü durumda bir hammalın bile bu bedele çalıştırılamayacağı açık olduğuna göre, benim yeteneğimde bir insanın günde 7-8 saat bu fiata çalıştırılmasına ne deneceğini siz en aşağı benim kadar bilirsiniz."

Özen etiği, beşeri münasebetlerdeki asgari saygı zaten olması gerekenler, onları konuşmayalım, Güran ile Ağaoğlu bir müşterekte anlaşmışlar... Meraklısı için iş tatlıya bağlanmış, Güran lehine daha iyi bir sözleşme yapılmış filan. 

Çevirmenin-yazarın, üreticinin durumunu anlatmak zorunda olması, mücadele etmesi yürek burkucu...Okurken en çok bunu hissettim. Mektuplar 1968'de yazılmış, "sıkıntı" elli yıl sonra hiç değişmedi...

Tek tek başka nedenler konuşabiliriz ama ne yazık ki iş dönüp dolaşıp okur sayısının azlığına geliyor. 

Salı, Haziran 11, 2024

Ekstre


 Çizgi: Berat Pekmezci

Sean Denney

https://www.deviantart.com/karmichorror/art/Twisted-Trees-and-Foxy-Terrors-1054491341
 
https://www.deviantart.com/karmichorror/art/The-Forest-s-Secret-Pact-1039114418

https://www.deviantart.com/karmichorror/art/Shadowplay-on-Doomsday-Frequency-1040902835

https://www.deviantart.com/karmichorror/art/Ink-Eyed-Watcher-of-the-Night-1051646500

https://www.deviantart.com/karmichorror/art/Lesser-Mortals-Tremble-1047103534

Pazartesi, Haziran 10, 2024

Whataboutism

Hepimizi etkileyen bir konuşma biçimi Whataboutism... Tam bir Türkçe karşılığı yok galiba, "peki ya şuna ne diyorsun-şunun hakkında ne diyorsun" gibi bir şey demek aslında... Hemen her yerde, istisnasız hepimizi etkileyen, bütün konuşmaları belirleyen bir iddialaşma biçimi-konuşma tarzı... 

Kavramın ortaya çıkışı, soğuk savaş dönemine, Sovyet siyasetine ve angajmanına atfediliyor ve bir milat olarak gösteriliyor. İddiaya göre, Sovyet rejimi kendisine yöneltilen her eleştiriye  "peki sen şuna ne diyorsun" tonunda suçlayıcı bir karşılık veriyormuş... Önce buna cevap ver ölçüsünde bir kısır döngü...

Sovyetlerle çok ilgisini kuramıyorum, daha doğrusu bir tartışma biçimi olarak o dönemin bir milat olduğunu sanmıyorum. Hemen her milli kurtuluş hareketi sonrası kullanılır örneğin, "savaşta nerdeydin?", "devrimde ne yapıyordun" şeklinde çoğaltılacak bir tür "ahret" sorusu olarak kendini gösterir, O kadar uzağa gitmeye de gerek yok, "12 Eylül'de niye sustun?", "28 Şubat'ta nerdeydin?" "Ergenekon'da niye sessizdin?", "Müslümanlar öldürülürken niye konuşmadın?" "15 Temmuz'da niye sokağa çıkmadın" gibi örnekleri bizzat yaşadık, biliyoruz... 

Şimdi yapılıyor mu bilmiyorum, ortaöğretimde münazara yapılırdı ve samimi söylüyorum, seyirci önünde tartışırken benzer taktikler, salvolar ve saldırılar olurdu. "Sen onu bırak da şuna ne diyeceksin" tadında bir konuşma biçimi vardı, karşımızdaki rakibini azımsayarak, daha önemli olanı söyleyen biri olurduk.

Bir arkadaşımla konuşuyorduk, "oğlum biz ona bel altından vurmak" diyorduk dedi, e evet dedim.

Bence tartışma kültürünün temelinde bir hasmanelik var ve konuşmanın seyri mutlaka bir suçlamaya dönüşüyor. "O penaltı değil", "ofsayttı", "kırmızı kart verilmeliydi" dediğinizde tartışma "değildi-verilmemeliydi" diye gelişmiyor, sizin maçınızda şöyle-böyle olmuştu diye seyrediyor. 

Elbette hiçbir biçimde bir sonuca ulaşmıyor, bitimsiz bir deveran içinde, hasmaneliği çoğaltacak biçimde büyüyor, sönümlenmiyor, bağlam değil hatipler konuşuluyor, tartışmanın kendisi o vasatlıkta bir gösteriye dönüşüyor. Yargı dağıttı, bitirdi, son sözü söyledi biçiminde reel ve tiktok videosu olarak dolaşımda kalıyor.

Bence bu hep vardı, dönemlere-milletlere özgü olmadı, ne yazık ki bir Türk Safsatası hiç değildi, nereye gitseniz karşılaşacağınız bir argüman bu. Çünkü kolay anlaşılır bir klişe. 

Pazar, Haziran 09, 2024

Bir gösteri sanatçısı olarak "ben"


Tam tarih veremiyorum ama altmışlı yılların ikinci yarısından bir fotoğraf bu... Senarist Bülent Oran, Pazar sinema-magazin dergisine poz vermiş...Şapkası, bilekteki iki ayrı kol saati... telefonla konuşur gibi yapması filan...

Malum, cinsiyet rolleri gereği, erkekler pek kendilerini "tasarlama" gereği duymazlar, süslenmek, boyanmak, renkli elbiseler giymek kadınlara özgü sayılır... Seksenli yıllarda bile kırmızı pantolon giyen bir erkeğe insanlar dönüp dönüp bakarlardı, alışılmadık sayılırdı. 

Aziz Nesin, çocuklarına telkinde bulunurmuş, bir erkeğin siyah, kahverengi, gri gibi renkler dışında giyinmesini "efemine" sayar, müdahale edermiş... 

Yetmişli yıllarda sağdan ve soldan erkekler neredeyse militanca üniforma gibi benzer şeyler giyerlerdi, parkaları, ceketleri düşünün... Fakültede öğrenciyken ilk iki yıl ceketle dolandım, meğer sağcı çocuklar arkamdan Fransız Sosyalistleri gibi dolanıyor derlermiş... bu etikette ceketimin katkısı büyüktü! 

Üniversitede ilk çalıştığım yıllarda Ülkücüler, saçlarına jöle süren erkek öğrencileri döverlerdi...Erkek değin karı gibi süslenmezdi. Meramımı biraz karışık anlatmış olabilirim, geçen birisi yazmış, geçmişte erkeklerin tek aksesuarı kol saatleriydi filan demiş... E Bülent Oran iki tane takmış işte! 

Nesin'le aynı dönemin insanı Bülent Oran... Resme bakınca kendini ilginç göstermek istediği anlaşılıyor... Bir tık farklısı, dikkat çekicisi... Başka bir çağda yaşıyoruz, herkes her gün kendini anlatıyor ve sunuyor, teşhir ediyor, fav'larla yaşıyor. Oran, bugünden bakınca çok da acayip bir şey yapmamış ama e işte o dönem için ayrıksı durmuş, durmak istemiş... 

Meraklısı için not, Oran çok senaryo yazıyor ya, alt yazıda o sebeple "dünya şampiyonu" demişler...

Cumartesi, Haziran 08, 2024

Seyrüsefer Defteri 160-161

++ War Pony (2022) "bağımsız" film ve hikayelerden, gevşekliğini sevdim (31 Mayıs).++ Kolory zla Czerwien (2024) bir fikri var ama onu büyütemiyor, Netflix filmi olup çıkıyor (30 Mayıs).++ The Last Rifleman (2023) iyicil bir yaşlı adam filmi, oyunculuk seyrediyorsun, senaryosu sürprizsiz (29 Mayıs).++ Asteroid City (2023) renk ve ışık şahane, sahne istifi göz alıcı, teatralliği izletebiliyor, bir defa herkes orada, Holivut oynamak için sıraya girmiş, hasılı, tatlı diyaloglarıyla güzel ve "sıkıcı" bir Wes Anderson filmi daha (28 Mayıs).++ Der Fuchs (2022) savaş ortamında bir tilkiyle arkadaş olan bir askerin hikayesi, insancıllığı ve savaşa olan mesafesi tamam ama bana daha başka bir geçmiş arızası kurulmalıymış gibi geldi (27 Mayıs).++ The Dissident (2020) Cemal Kaşıkçı belgeseli, polisiye kısmı nedeniyle seyrettim, geneli American size mainstream gazetecilik işi (26 Mayıs).++ Furiosa: a Mad Max Saga (2024) Tuna ile gittik, beklentimin altında kaldı (25 Mayıs).++ Io Capitano (2023) iyicil bir mülteci hikayesi, dokunaklı, bazen belgesel gibi (22 Mayıs).++ El Correo (2024) tempolu ve enerjik ama mesaj kaygısı filmi aşağıya çekmiş, ders verme arzusu gerilimi düşürmüş  (21 Mayıs).++ Dracula müzikaline D. ile gittik, zor iş, bazen çok çeviri, ve vasat altı duruyor ama Dracula ve kızlarının performansı takdire şayan (20 Mayıs).++ Liebes Kind Sea1 Ep1 ve 2'yi seyrettim (19 Mayıs).++ Kingdom of the planet of the Apes (2024) Tuna ile gittik, serinin genel ortalamasının gerisinde, senaryo dağılmış bir yerden sonra (18 Mayıs).++ Senaryo kampı (17-28 Mayıs).++ Geçen Yaz (2021) güzel bir yaz filmi olmuş, bizim dizi dünyamızda pek olmayan bir mesafesi var (16 Mayıs).++ Dogville oyununa D. ile gittik, şu ara Ankara'daki en iyi oyun olabilir, tempolu, yeni ve iddialı bir sesi var (15 Mayıs).++ Bodkin Sea1 Ep1 ve 2'yi seyrettim (12 Mayıs).++ Treason Sea1 Ep1 ve 2'yi seyrettim (7 Mayıs)..++ Beckham Ep3 ve 4'ü seyrettim (6 Mayıs).++ The Fall Guy (2024) Tuna ile gittik, ilk yarısı türün tüm iddiasını ve eğlencesini taşıyordu (5 Mayıs).++ 3 Body Problem Sea1 Ep1 ve 2'yi seyrettim (4 Mayıs).++ Beckham Ep1 ve 2'yi seyrettim (3 Mayıs).++ Argylle (2024) senaryo eğlenceli, komedi avantür tür olarak oyuncu enerjisi ve inandırıcılığı istiyor, oradan kaybetmiş (2 Mayıs).++ Fallout Sea1 Ep 7 ve 8'i seyrettim (30 Nisan).++ Senaryo Kampı (27-29 Nisan).++ Fallout Sea1 Ep 5 ve 6'yı seyrettim (26 Nisan).++ D. ile Zengin Mutfağı oyununa gittik (25 Nisan).++ Jaebeoljib Maknaeadeul Sea1 Ep.1 ve 2'yi seyrettim (24 Nisan).++ Bên trong vo kén vàngi (2023) insan bu kadar zaman harcayınca bazı sahnelerden özel anlamlar ve güzellikler çıkarabiliyor (23 Nisan).++  Fallout Sea1 Ep 3 ve 4'ü seyrettim (22 Nisan).++ Tuna ile Civil War filmine gittik, finale kadar (ki final zayıf) hem havasını koruyor, hem de bir iki sahnesi çok güçlü, ne ki yeni değil anlatımı(21 Nisan).++ Crime Scene Berlin: Nightlife Killer (2024) çok da enteresan olmayan, kolay çözülen-yakalanan bir seri katil hikayesini güzel anlatmışlar, çerez nasıl yapılır, 101 dersi örneği (20 Nisan).++ Düğüm Sea1 Ep.1, 2, 3 ve 4'ü seyrettim (19 Nisan).++ Fallout Sea1 Ep 1 ve 2'yi seyrettim (18 Nisan).++ Bap Jal Sajuneun Yeppeun Nuna Sea1 Ep1 ve 2'yi seyrettim (14 Nisan).++ Guranmezon Tokyo Sea1 ve 2'yi seyrettim (13 Nisan).++ Ripley Sea1 Ep.1 ve 2'yi seyrettim (12 Nisan).++ The Talented Mr.Ripley (1999) dizinin hatırına izledim, ışıltılı oyuncu seçimleri, ne yapsa kötü olmayacak senaryosuyla halen yaşayan film (11 Nisan).++ Tulsa King Sea1 Ep.5 ve 6'yı seyrettim (10 Nisan).++ Zhou chu chu san hai (2023) hantallığı var, muhafazakarlığı var ama ikinci yarıdaki tarikat bölümü çok başarılı (9 Nisan).++ Tulsa King Sea1 Ep.3 ve 4'ü seyrettim (8 Nisan).++ Monkey Man (2024) Tuna ile gittik, kamera başarılı, hikayesi oturmuyor ama aksiyonu iyi (7 Nisan).++ Çok Aşk (2023) parçapinçik senaryo, sahne ardışıklığı bile yok, o bakımdan çok ilginç, oyuncu enerjisiyle yürür diye inanılmış, yatırım yapılmış (6 Nisan).++ Tulsa King Sea1 Ep.1 ve 2'yi seyrettim (3 Nisan).++ Kel Diva oyununa D. ile gittik (2 Nisan).++ Güven Bana (2022) ikinci yarı dağılıyor, potansiyelli senaryoymuş, ne ki "dayak atabilen" başrol için uygun bir iş gibi durmuyor (1 Nisan).++

Cuma, Haziran 07, 2024

Adam Listesi

https://www.deviantart.com/juarezricci/art/Scream-830606684
"Adam gibi adam" cümlesine oldum olası huylanırım, biri laf arasında bu türden bir şeyler söyledi mi, konuşma iştahımı ve ilgimi kaybediyorum. Bugün, durup dururken bir liste çıkarasım geldi. Popüler kültürün, siyasetin, sporun ve edebiyatın içinde aklıma gelen adamlık yakıştırmalarını listeledim. Eksik çok, dileyen tamamlar, benimkisi bir kıkırdama vesilesi...şıpın işi...

Tek Adam (Atatürk), İkinci Adam (İsmet İnönü), Üçüncü Adam (Bülent Ecevit), Milletin Adamı (R.T.Erdoğan), Bir Çocuk Adam (Tuncel Kurtiz, Cumhuriyet Dergi, 12.2.1995), Kendi Putunu Yıkan Adam (Necip Fazıl Kısakürek, Bir Nokta, Nisan 2013), Enteresan Adam (Selahattin Pınar), Adadaki Yalnız Adam (Faik Baysal, K Dergi, Nisan 2003), Büyük Hülyaların Küçük Adamı (Tanpınar, Bir Nokta, Şubat 2012), Güle Güle Uzun Adam (Tarık Akan, Karakarga, Ekim 2016), Aylak Adam (Ed., Yusuf Atılgan), Bir Saklı Adam (Hasan Ali Toptaş, Yom Sanat, Haziran 2003), Denizi Yazan Adam (Halikarnas Balıkçısı, Varlık, Ekim 1978), Şiirden Adam (F.H.Dağlarca, Meltem Sanat, Sayı:9, 1968), Yol Açan Adam (Ahmet Kabaklı, Türk Edebiyatı, Şubat 2003), Çöpten Adam (Sanatsever), Kıllanan Adam (Ahmet Yılmaz), Adam gibi Adam (Muhsin Yazıcıoğlu, Fatih Terim vd), Rüzgara Karşı Yürüyen Adam (Nazım Hikmet), Geçmiş Zaman Adamı (Abdülhak Şinasi Hisar, Kitap-lık, Kasım 2005),  Utanmaz Adam (Şeref Haktanır), Küçük Dev Adam (Naim Süleymanoğlu), Aranan Adam (Müfit Can Saçıntı), Her Devirde Adam (Rauf Denktaş), Gül Yetiştiren Adam (Rasim Özdenören), Ay’daki Adam (Aydan Siyavuş), Dünyayı Kurtaran Adam (Cüneyt Arkın), Kendi Dalgasında Bir Adam (Metin Eloğlu, Kargış, Mart 2017), Halk Adamı (Orhan Kemal), Türküleri Yaşayan Adam (Erdal Erzincan, Türkü Life, Kasım 2017), İrfan Adamı (Cemil Meriç), Davulu Konuşturan Adam (Okay Temiz), Gölge Adam (Ertuğrul Akbay), Huzursuz Adam (Mustafa Kutlu, Tereke, Güz 2004), Ruh Adam (Atsız), Güldüren Adam (Kemal Sunal), Sokaktaki Adam (Ed.,Attila İlhan), Onikinci Adam (Şşş üçlü çekiliyor), Kardan Adam (Mevsimlik Neşe İşçisi), Dertli Bir Adam (Ed., E.Ekrem Talu), Kaybolan Adam (Ed., Peyami Safa), Kimsesiz Adam (Ed., Kemalettin Tuğcu), Fil Adam (Ed.,Aziz Nesin), Adını Unutan Adam (Ed., Mehmet Eroğlu), Beklenen Adam (Cemal Kutay), Kuşlar gibi Uçan Adam (Hezarfen), Efendi Adam (Damat Adayı), Geç Kalan Adam (yine Tanpınar), Tarihi Konuşturan Adam (İlber Ortaylı), Yalnız Adam (Sibel Egemen söylüyor), Adam gibi (İbrahim Sadri kasetten şiir okuyor), Ölmeyi Bilen Adam (Muhsin Ertuğrul), Her Devrin Adamı (amir ve memur kadrolu çalışan), Allah’ın Adamı (muhabbetçi), Benim Adam (Apla, Kociş'inden söz ediyor)...Issız Adam (Gişe kalabalığı), Gönül Adamı (Güneri İçoğlu), Adam Olacak Çocuk (Barış Manço güldürüsü)...

Perşembe, Haziran 06, 2024

Çarşaf

Denk düştü, paylaşayım dedim, Altan Erbulak bir "kara çarşaflı" esprisi çizmiş, rastlamamış olmanız çok zor, erkekler bir "tehlikeden" kaçmak için çarşafa girerler ve şaşmaz-sapmaz bir biçimde diğer erkekler tarafından taciz edilir, "çimdiklenirler." Bu espriyi çizmeyen çizgi romancımız-çizerimiz var mı bilmiyorum. Mesele, Erbulak'a özgü değil demek istiyorum.

Bu fantezinin mutlaka bir gerçeklik payı vardır ama kökeni, İttihatçı modernleşmesine, o dönemin yazarlarına dayanıyor olmalı. E tabi Fransa'da eğitim alan ve milliyetçiliği oralarda öğrenen Jön Türklerin ilham aldıkları mirası da atlamayalım. 

Din karşısına sekülerliği koyan, dindarları genel anlamıyla takiyyeci gösteren ve bu tartışmayı cinsellik ve ahlak üzerinden kuran modern eleştirinin kökeni ta Decameron'a kadar gidiyor. Kilise, burjuvazi eliyle, üç asırdır bastırılmış ve faş etmeye hazır bir cinsellikle özdeşleştiriliyor. 

Aynı bağlamda ve benzer biçimde bizim de şehvetten titreyen üfürükçü hocalarımız, evlere sızabilmek için çarşafa giren (kamufle olan) erkeklerimiz var, edebi olarak yinelediğimiz hikaye (ve espri) klişelerimizden sayılabilirler.

Bu esprinin "erkek" tarafı da var, eşcinsel sayılma korkusu ve "komikliği" de...Mizah dergilerimiz hele Gırgır ve sonrası, çimdikleme esprileriyle doludur. Abazanlık, saldırganlık, kadın açlığı, erkekler arası rekabet, kadına dönüşme endişesi anlatılır durur.

Neye ve kimlere güldüğümüz, neyi esprileştirdiğimiz, tekrar eden gülme vesilelerimiz memleketi güzel açıklıyor bence... "Bana neye güldüğünü söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim" zihin açıcı bir perspektif...

Çarşamba, Haziran 05, 2024

Hıhıı

Çizgi: Berat Pekmezci

Çizgilere Derkenar 37

Yukarıdaki ilüstrasyonu kim çizdi diye bana sorsalar, Cemal Dündar derdim... Karakterizasyon, boyama biçimi ve üslup diye başlayıp şu bu diye sıralardım. Oysa Münif Fehim imzası var... 

Aralarındaki usta-çırak ilişkisini bilmiyordum, benim için zihin açıcı oldu... Dündar'ın pek çok işine ve piyasayla ilişkisine artık daha farklı bakacağım. Etkilenmiş, benzer bir çalışma biçimiyle başka bir noktaya ulaşmış... 

Ve bence bu çalışmayı daha çok o çizmiş, Münif Fehim son rötuşları yapmış, imzasını atmış...

Yukarıdaki Aydın Aliustaoğlu imzalı görsel aslında bir kartpostal. Dönemin koşullarına göre esprisi olan bir baskısı var, ön kapakta küçük bir dikdörtgen açılmış, sayfayı çevirince arkadaki (yukarıdaki görselde yandaki) karikatürü görüyorsunuz. Hammal, küfesinde damadı getirmiş, gerdek gecesi esprisi yapılmış... Bugün esamisi okunmasa da kartpostallar, büyük bir pazardı, pek çok ilüstratör ve çizer, bu alanda iş üretiyordu. Yetmişli yıllar olmalı. 

Baltacıoğlu'nun "Andaval Palas" isimli bir oyunu var, ben çok tezli, çok büyük laflı, çok makale gibi olduğu için beyfendinin oyunlarını bir türlü sevemedim, ısınamadım. Sıkıcı buluyorum diyelim. O faslı geçiyorum, oyunun kitap olarak yayınında iç resimleri-vinyetleri ünlü ressamımız Zeki Faik İzer yapmış, o sebeple oyundan bahsediyorum. 

İzer, cumhuriyet kanonunun parçası, resim tarihimizin ayrıksı bir yüzü, entelektüel hasbihallerin iştahlı bir müdavimi olması bakımından ilginç bir isim. Oyun için yaptığı vinyetler, Baltacıoğlu'nun iddialı teatralliğine ayak uydurmak için çizilmiş, öyle anlaşılıyor. Netlik değil, sezgisel ve bazen soyuta kaçan bir üslup arayışı olmuş... Kitap resimleme ve vinyet geleneğimiz içinde farklı bir yorum olarak hatırlamamız gerekiyor... 


Salı, Haziran 04, 2024

İlk defa olarak

En az otuz yıl önce gazete tararken çekmişim, fotoğraf kırklı yılların ikinci yarısından. Gazetelerin ilan bölümlerinde güreş ve boks müsabaka duyurularını ilk gördüğümde şaşırmıştım. Filmlere bakıyorsunuz, karşınıza aynı sinemada yapılacak bir güreş müsabakasının ilanı çıkıyor. Çay bahçesindeki boks maçına şaşırılmaz değil ama sinema salonunda güreş olmasına ister istemez hayret ediyorsunuz. Hikaye olarak ilgimi çektiği için spor ilanlarına-bahisli maçlara ayrıca ilgi göstermeye böyle bir tesadüfle başladım. 

Bu memleketin insanlarının "organizasyon" yeteneğinin sınırlı olduğuna inanırım, yurt dışından gelen müzisyenler, güreşçiler, boksörler ya da sirklerin nasıl geldiğini, nasıl ayarlandığını gerçekten merak ederim. Esnaf ve pazarlama konuşmaları bana oldum olası eğlenceli gelir... 

Dil bildikleri ve yurt dışı bağlantıları olduğu için Yahudilerin bu alanda söz sahibi olduklarını siz de tahmin etmiş olmalısınız. Sporcu bulmak, mekan ayarlamak, yerel rakipler çıkarmak, bahis organize etmek ve güvenliği sağlamak filan külfetli bir iş...Yapıyorlarmış. 

Yukarıdaki ilan ise ayrıca ilginç, yurt dışında altı günlüğüne kadın boksörler getirilmiş...Bahis oynanacakmış ve katılmak isteyen olursa bizden de kadın boksörler davet ediliyormuş. 

Gel de hayal kurma, hikaye düşünme...

Pazartesi, Haziran 03, 2024

Hırkız

Fotoğraftaki arkadaş, Yeşilçam'ın ünlü oyuncularından Fatma Girik'in evini soymaya kalkışan hırsızmış. Yakalanmış, polis tarafından gazetecilere teşhir ediliyor, fotoğraf oradan sahaflara düşmüş... Boynundaki ip yanıltmasın, çalarken-evlere girerken faydalandığı gereçlerden biri. Muhtemelen çaldıklarını sırtlarken veya eve tırmanırken kullanıyordu.

Büyüdüğüm mahallede, evimiz karakola çok yakındı, ilk çalıştığım yer de Ankara Adliye'sinin karşısıydı, ondan sebep, çocuk yaşta dünya kadar olaya şahit oldum, sahiden ilginç suçluları görebildim. 

İp aklıma getirdi, yıllar önce, çok gençken, denk gelmiştim, mahalle kahvesinde biri oturuyor, çay simit yumulmuş...Hemen arkasında duvara dayanmış bir biçimde duran en az iki metre uzunluğunda, iki ucu çengelli, gövdesinde basamak gibi çubukları olan bir demir var. İlgimi çekmezdi, bir hareketlenme oldu, bir şey olacak, çaycısı-ocakçısı adama bakıyor, ben de baktım, demiri öyle fark ettim aslında. 

Meğer, içerde kağıt oynayanlardan biri polismiş, şüphelenmiş, karakoldan birilerini çağırttırmış. Küçük çaplı bir bağırış çağırış oldu, polisler adamı derdest edip götürdüler. İşte o demir, o zaman daha ayrıntılı konuşuldu, adamımız sabıkalı hırsızmış, o demiri merdiven gibi kullanıyor, balkonun veya pencerenin kenarına-betonuna takıp yukarı tırmanıyor, soyacağı evlere giriyormuş.

Fotoğrafa ve  suçluların teşhirine dönelim. İnfazın teşhirinden değil, suçüstü yakalananların teşhirinden bahsediyorum. Halk önünde infazın (idam) gerçekleştirilmesi, seyrettirilmesi daha ürkütücü elbette...İnfazın ibretlik olması, korkutması isteniyor zaten. Kolluk güçlerinin bir gövde gösterisi olarak da nitelenebilir. İdam veya açık idam yasaklanınca, polis siyaseten başka bir propaganda yolu arıyor. Gücünü göstermesi gerektiğinden basınla ilişkilerini yopunlaştırıyor, gazetelere haber servis ediyor, bu bakımdan fotoğraftaki gibi bir teşhir büyük önem arzediyor.
 
Özellikle adi suçlulara yönelik teşhirlerde rezil etme-tahkir ve tezyife yol-yön verecek bir tutumları vardır polislerin. Garip bir özgüvenle suçlulara karşı herkesin önünde "lan kes tokadı yersin" tadında alaycı sertlik gösterirler. Muhtemelen, hırsız arkadaşı bu havada gazetecilere "servis etmişler"... Fatma Girik gibi ünlü birinin evini soymaya kalkışmak, ilgi çekici bir hadise olduğu için durumu bir "pr" fırsatına  çevirmişler.

Yazılan haberleri merak ettim, nasıl magazinleştirilmiş acaba? Fato mu yakalamış ki, yakasından tuttuğu gibi..

Pazar, Haziran 02, 2024

Amel Defteri

Ölümlü dünya, sırası gelen gidiyor derler ya,  hemen her gün birileri vefat ediyor ve sosyal medyada onların ardından paylaşımlarda bulunuluyor. Geçtiğimiz günlerde oyuncu Ahmet Uğurlu ve bir süredir komada olan akademisyen Özlem Kumrular'ın ölüm haberlerini aldık. 

Malumunuz, İslam'da "Amel defteri" diye bir inanış var, insanların yaşarken yapıp ettiklerinin kaydedildiği bir kayıt tutanağı... Doğrularımız ve yanlışlarımız melekler tarafından kaydediliyor, işte o defter kıyamet gününde açılacak-okunacak, elimiz kolumuz bile hakkımızda konuşacak filan... 

Yaşadığımız dönemin amel defteri de galiba gugıl (google)... İnsanlar, ünlü biri öldüğünde gugıldan ismi taratıp, o ismin suçunu-günahını çat diye yazarak cezasını kesiyorlar. Hani bu durum arkadaş arasında bir fısıldaşma, halleşme filan değil kamusal bir ifşa olarak yaşanıyor... Özlem Kumrular, bir köpeğin ölümüne vesile olmuş, Ahmet Uğurlu da vakti zamanında işte evli bir kadınla ilişki yaşamış... 

Bunlar hatırlatılmalı, mutlaka söylenmeli diye düşünülüyor galiba... Öbür dünya diye bir şey yok, cezanı bu dünyada çekeceksin mi diyorlar yoksa insanlar hakim-savcı filan değil bizzat Allah'ı mı oynamak istiyor sahiden bilemiyorum. Cayır cayır harlıyorlar kurdukları cehennemin ateşini...

Tek tek isimlerle bir derdim yok, birilerini korumak adına da yazmıyorum, o kadar ayrıntılı bilmiyorum zaten her şeyi...Tanımıyorum da... Bildiğim fasıldan konuşup, Altan Erbulak bunu kabul etmiş, eşiyle ilişkisine devam etmiş, size ne filan diyebilirdim ama bu bile ayıp bence...

Benin bildiğim şu, insanlar hata yapıyorlar-yapabilirler ama bu hatalarından dolayı pişman da olabilirler, onlara pişman olma hakkını vermek zorundayız. Hiçbirimiz kanun koyucu değiliz. Bir yandan bağnazlığı ve fanatizmi eleştirip liberterlikten dem vuracak, diğer yandan revanşizmi ve hasmaneliği bir silah olarak kullanacaksak...orada bir yanlışlık vardır.  

Cumartesi, Haziran 01, 2024

Gırgır söyleşisi

Gırgır ile kişisel tanışmanız nasıl oldu? Hangi duygularla okurdunuz ve nasıl bir okurdunuz?

Türkiye’de çizgili sanatların çeşitlilik ve satış bakımından altın çağı olarak nitelendirebilecek bir dönemde çocukluğumu geçirdim. Çizgi roman ve mizah dergileri, önemli eğlence araçlarıydı, televizyon yaygın değildi. Yazılı basının en şaşalı dönemleriydi demek daha doğru… inanılmaz görünebilir, bir milyona yakın satan birkaç günlük gazetemiz vardı mesela… Gırgır, benim için tek ve benzersiz değildi, ben büyürken çok sayıda mizah dergisi vardı, okuyanı çoktu, alışkanlık olmuştu, sadece onlar değil, gazetelerde bantlar, çizgi romanlar olurdu. Hepsiyle ilgili büyük reklamlar yapılırdı. Gazete çizerleri, gazetelerin yüksek maaşlı, yüksek telifli çalışanlarıydı.

Değişim nasıldı?

Ben, hem bu altın çağı hem de sonrasını gördüm. Yazılı basın, bir medium olarak önce televizyona sonra internete yenildi… Dramatize ettiğim sanılmasın, teknolojik bir değişim bu… Benden on yaş büyük birisiyle, hatta yirmi yaş büyük birisiyle benim çocukluğum çok farklı değil… Eğlencelerimiz, kahramanlarımız, esprilerimiz, takıntılarımız epeyce benzeşiyor. Ama benden on yaş küçük, benden yirmi yaş küçük birisiyle bu benzeşme azalıyor ve başkalaşıyor. Çünkü teknolojik bir dönüşüm yaşandı, hayatın sürati değişti. Gırgır, televizyonun ulusallaşıp çeşitlendiği, soğuk savaşın bittiği, teknolojinin faş ettiği bir dönemde yayıncısı tarafından satıldı. Hiç tesadüf değildi yani. Ticari olarak çok doğru bir zamanda, en çok “para” ettiği dönemde el değiştirdi. Birkaç yıl içinde mizah dergilerinin toplam tirajı yüzde yetmiş civarında düştü çünkü. En güçlü eğlence aracı değillerdi artık, dergilerdeki mizah televizyona taşınmıştı, etkileri kalmamıştı…Yazılı basın eriyordu.

Gırgır'ın sevilmesini ve çok okunmasını neye bağlıyorsunuz?

Önce şunu düşünmek gerekiyor. Bir dergi ya da gazete nasıl çok okunur, nasıl çok satar. Öncelikle o popülerliği sağlayacak bir dağıtım ağının içinde olmalısınız. O networke dahil değilseniz, içeriğiniz popüler olmanıza yetse bile çok satamazsınız, popüler olamazsınız. Popüler kültürde çok tartışılan underrated-overrrated ikilemi, temelde bu networke dahil olup olmamakla ilgili. Nitelik daha sonra yapılması gereken bir tartışma.

Gırgır'ın içinde bulunduğu dağıtım ağının da etkisi var diyorsunuz...

Genellikle atlanıyor, hep Oğuz Aral ile hatırlanıyor ama Gırgır’ın asıl sahibi, gazete-dergi dağıtım şirketi olan, her çıkardığı yayın çok satan, ülkenin en modern ve en büyük matbaasının sahibi Haldun Simavi’ydi. Mizah dergileri o güne kadar genellikle kendi imkanlarıyla çıkan, az basılabilen, az dağıtılan, İstanbul merkezli yayınlardı. Gırgır’la birlikte ilk defa bir mizah dergisi büyük sermaye tarafından çıkartılıyordu. Haldun Simavi, Veb-ofseti kurunca makineleri sürekli çalıştırmak istiyor, gerçekten garip bir süratle çok satar yayın üretiyordu. O arada bir de mizah dergisi deniyor. Şöyle anlatayım, Gırgır 1972’de çıktığı için, karşılaştırayım, altmışlı yıllarda çıkan mizah dergileri en fazla yirmi bin satış ortalaması tutturuyor ve İstanbul dışına çıkamıyordu. Gırgır’ın çıkan ilk sayıları daha en baştan kırk-elli bin civarında basılıyor, her yeni sayıyla gitgide de artıyor, her yere gidiyor.  Türkiye’nin neresine giderseniz gidin Gırgır’ı görebiliyorsunuz. Dergi, böylece Türkiye’nin ortalama esprisi, çizgisi oluyor. Bu durum, öncelikli olarak bir ticari başarı…Simavi kardeşler arasındaki rekabet de unutuluyor, Günaydın-Hürriyet çekişmesinin bir benzeri Gırgır ile Çarşaf arasında yaşanır. Bugün hiç ismi geçmiyor ama Erol Simavi’nin Gırgır’a alternatif olarak çıkardığı Çarşaf da çok satıyordu.

Nasıl popüler oldu?

Popüler olmak için haliyle reçeteler var, çoğunluk değerlerine hitap etmeniz gerekiyor, Gırgır, Haldun Simavi zorunluluklarıyla çıkar. Basit esprilerle, hafif erotik, hafif argoludur, siyasetten uzak bir magazin eleştirmeni gibidir.  Bugünden bakarak değerlendirmek çok mantıklı değil, cinsiyetçi ve bayağı bir içerikle karşılaşırız. Şunu demek istiyorum, zamanı (ve beğenileri) manipüle edecek bir dağıtım ağının göbeğinde genç üreticileriyle ve onların yeni mizahıyla yola çıkıyor, Gırgır, mecazen söylüyorum, kervanı yolda düzüyor.


Gırgır'ın dünya üzerinde eşi benzeri olmayan bir örnek olmasını nasıl değerlendirirsiniz?

Ben eşi benzeri olmayan bir örnek olduğunu düşünmüyorum. Gırgır’ın dünyanın en çok satan üçüncü mizah dergisi olduğunu bizatihi yayıncısı olan Haldun Simavi’nin gazetesi Günaydın uyduruyor. Soğuk savaşın iki blok lideri Amerika ve Sovyetlerden iki dergi alıp, kendi dergilerini üçüncü sıraya koyuyorlar. Fırt da dördüncü dergiymiş filan. Çarşaf ne olacak diye soran yok. İnsanların bu tatlı palavrayı ciddiye alması bana oldum olası garip geliyor. İnanmak ve övünmek istiyoruz. Oysa yok öyle bir şey. Dünya kadar ülke ve yüzlerce çok satan çizgili dergi var. Kimileri günümüz koşullarında bugün bile elli yıl önce çıkan Gırgır’dan çok satıyor. Diğer yandan basın ve mizah tarihimiz açısından çok özel bir dergi Gırgır, çok sayıda insanı çizgiyle ilgili meslek sahibi yaptığı için ayrıca önemli.

Gırgır'da nasıl bir Türkiye vardı?

Haliyle komik, iyicil ve sevimli bir Türkiye vardı. Mainstream bir dergiden söz ediyoruz, çoğunluk değerlerine saygılı, siyaseten seküler milliyetçi duruşu olan bir yayındı. Muhalifliği daha çok bulvar gazetelerini andırıyordu. Komik manşetleri olur biliyorsunuz o tür gazetelerin, içerde de vatandaşı kollayan ve hesap soran pahalılık haberleri… İşaret parmağını sallayan ve bağırarak “yazan” köşe yazarları filan… Haldun Simavi gazeteleri nasılsa Gırgır da o kadar muhalif ve politikti…Çok hatırlatılan, bir 12 Eylül kapatması var, o espriyi kimse dikkatle incelemiyor, doğrudan 12 Eylül eleştirisi yok orada, uygulayıcıların tercihlerine yönelik bir serzeniş var, televizyon esprisi. Popüler ve çok satar, sağcının da solcunun da okuması için istiflenmiş bir dergiden söz ediyoruz. Sakin değerlendirelim, 12 Eylül diktası onbinlerce insanı öldürdü, kaybetti, sürgün etti…Gırgır, o rejimi gerçekten rahatsız etseydi yayımlanamazdı. Ben Haldun Simavi’ye yönelik bir baskı ve ayar olarak görüyorum o yasaklamayı. Asıl hedef Günaydın gazetesi ve Simavilerdi bence…Bunu yaparken korkutuyorsun elbette. Geri adım attırıyorsun. Gırgır’ın daha politikleştiği bir dönemi var, yok değil ama o tarihlerde o bakımdan öncü değil, ondan da öyle bir siyasi direniş beklenemez zaten… mesela o dönem Sokak ya da Yeni gündem gibi dergiler var ama popüler muhalefet dergisi Nokta oluyor. Muhalefet biraz mevziler savaşıdır, sorunu görünür kılarsınız, meşrulaştırır ve normalleştirirsiniz. Nokta, işkenceci polis haberleri yaptığı için Gırgır da yapabildi yani…

Gırgır ya da mizah o zamanlar neyi başardı?

Gırgır, neyi başardı? Bence çizerek-yazarak geçinebilen üreticiler olmasını sağladı, bir meslek üretti. Daha önce karikatürcüler kendilerini gazeteci sanıyorlardı. Kendi okurunu yarattı, bir okuma alışkanlığı oluşturdu. Mizah dergilerinin çoğalması onunla başladı. Daha önce dergiler, üç beş kişiyle çıkardı…Gırgır’la birlikte kırk elli kişilik kadrolar oluştu. İyi telifler ödeyerek çok sayıda insanı karikatürist ve çizerliğe teşvik etti. Mizah neyi başarabilir sorusunun tek bir cevabı yok. Bir memleketi güldürmek-gülümsetmek kolay iş değil. Gırgır neşe kattı evlere. Sadece siyasi iktidara ve sağcılara karşı ne yaptı diye düşünmemek gerekiyor, bunun ailesi, okulu, askerliği, iş hayatı, insan ilişkileri çok ama çok boyutu var, her anlamda bağnazlığa muhalefet etti, Sorunları görünürleştirdi. Farkındalık yarattı.

Mizah şimdi neyi başarıyor?

Mizah katlanmamızı sağlar, dayanma gücümüzü artırır, kolaylaştırıcıdır. Tek başına bir şeyi değiştiremez. Romantize etmeyelim, mizah, siyasetle ilişkilendirildiğinde hiciv ve aşağılama bağlamında anlaşılıyor, ya da sadece eğlence, kıkırdama… Ne o ne de öbürü aslında. Mizah, çoğunluk değerlerinden beslenir demiştim… ama çoğunluk değerlerini eleştirerek de mizah yaparsınız. Ben popüler mizahtan söz ediyorum. 

Söyleşi, Aslı Atasoy ile T24için yapıldı. Gırgır'la ilgili başka isimlerle de konuşulmuş. Meraklısı ayrıca bakabilir...

link

Related Posts with Thumbnails