
Günümüzün mizah dergileri bu türden çizgi anlatılar kullanmıyorlar. Popülerlik ve anlatısal bütünlük-süreklilik doksanlı yıllardan çok daha fazla aranıyor. Mizah dergileri bugün, neredeyse sadece, komik, saldırgan, bazen ajitatif, argoya başvuran ve ahlakla didişen anlatılara yer veriyorlar. Erdem ise geniş anlamıyla kederli bir estetiğe yakın duruyor. Aktüelle hiçbir biçimde ilgilenmiyor. Siyasete ve gündelik hayata hiç başvurmuyor. Zaman, mekân ya da tarihin olmadığı siyah-beyaz bir dünyadan enstantaneler istifliyor. İyilik ve kötülüğün, güzellik ve çirkinliğin arsızca yer almadığı, şeytanı ve sofusu olmayan bir dünya bu.
Limon’dan, Deli’den bu yana yazıp çizdiklerine bakarsak, kederli karelerine rağmen katıksız karamsar olduğu söylenemeyecek bir anlatıcı Erdem. Onu tanımlayan en doğru ruh hali sanıyorum, içli bir bağışlayıcılık arayışı. Hayatı anlamaya çalışan perhizci biri o, belki bir Vaiz. İyimser de değil, dünyaya bakarken evvela sonbaharı, başıboş köpekleri, uzak köyleri, hırçın dalgaları, göçmen kuşları, çobanları, buharlı trenleri, eşyasız evleri, deniz fenerlerini, taşra tenhalığını gören biri. Eskiden koşan, koşarken neşelenen insanlar da çizerdi. İlk hikâyelerindeki Kafkaesk grilik, insan doğasına ilişkin suçlayıcılık, şehrin kodlarını deşifre eden betimleyicilik eskisi kadar öne çıkmıyor. Çocuksu bir espri de olurdu, iç ısıtan, onu da hatırlamıyor epeydir.
Kısa bir süre önce yeni bir albümü çıktı, adı bile Erdem’in evrenini tanımlıyor: Kar, Kömür, Keder… Kapaktaki köpek, onun hemen arkasında duran bisikletli çocuk… İşte dedirtiyor insana, ben bu kederi hatırlıyorum. Albüm, boş sokaklar, yalnız başına duran çocuklar, konuşsalardı muhtemelen tek tük konuşacak insanlarla dolu… Yine balıklar, yine kayıklar, yine ufuk çizgisi… Kötülüğün bile sessiz olduğuna inanıyor Erdem… Odunluklara kilitlenen bisikletler, çürük çerçeveler, kırık camlar, gözaltlarındaki lekeler, ense kökündeki ağrılar, çocukluğundaki sesi arayanlar, nemli ayrılıklardan bahsediyor. Biz böyle bir toplum değiliz, gevezelik ölçüsünde çok konuşuyoruz, bir parça abartacağım ama böğürerek ağlıyor, gözümüzden yaş gelene kadar gülüyoruz.
Erdem, bizi anlatmıyor, kendi dünyasını, kişisel hüznünü, çelişkilerle yüklü sükûnetini gösteriyor. Onun dünyasında yaşayanlar sanki suçluluk çekiyorlar. Hüzünlerinin nedeni, neşelerini kaybetmekten, iyiliği beklemekten, bilemiyorum belki de çıkışsızlıktan kaynaklanıyor. Hayali fenerin kıyısında duran, duvar dibine bavulları sıralayan insanlar yola çıksalar, denize açılsalar, başka bir ülkeye gitseler mutlu olacaklar mı emin değilim. Hepsi, evet hepsi suçluluk duyuyorlar. Masum olmadığımızın karinesi olarak boş gözlerle ufka, ormana, sokağa ve bize bakıyorlar. Tuncer Erdem, pişmanlığın ve kederin çizeri. İleride, daha konuşkan, bize, kendisini ve dünyasını anlatacağı bambaşka, belki otobiyografik bir hikâye anlatabilir diye umuyorum. Eskiden onun gibi çizen çeşitli isimler vardı, bugün onlar yoklar. Yıllardır kendisini de terapi eder gibi bize kederden söz ediyor. Garip, gelip insanın içine çöreklenen başka bir bağlamın hikâyecisi olarak üretmeye devam ediyor.
Radikal Kitap, 22.4.2011
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder