Eskiden, gazete bayiilerinde forma forma ucuz romanlar satılırmış... (Gazete bayii dedim ama, daha öncesi: tütüncüler...) Yol üstünde, ayak altındaki bu dükkanlarda ipe dizilmiş-mandallanmış, neredeyse olabilecek en az paraya satılan yayınlar düşünün... Doğal olarak abartısıyla ilgi çeken, hemen her şeyiyle bayağı gözüken, taklit ve tekrar eden, okunup atılmak için üretilmiş kitapçıklardan söz ediyorum.
Görselini paylaştığım Hacıağa öyle bir şey, kapakla birlikte 12 sayfa...Sekiz sayfa içi, dört sayfa da kapağı... İlk forma Hacıağa İstanbul'da: taşralı amcamız, davarlarını dolandırıcı bir kadına kaptırmış, ikinci (aşağıdaki) formada ise ilk kez et döner görüyor, lokantada yemek yediğinde para vermesi gerektiğini (artık nedense) bilmiyor, tuvaletin nerde-nasıl olduğunu anlamıyor, en nihayet cebinde kalan paraları bar kadınlarıyla şıkıdımda harcıyor filan. Kaba kaçacak ama başka türlü anlatılamaz, kaba bir mizah yapılıyor çünkü... Hacıağa yemesini, içmesini, sıçmasını, konuşmasını bilmeyen biri... Bakhtin'in grotesk bedeni akla geliyor haliyle, Hacıağa kültürel sınırların dışını temsil eder demek istiyorum. O, güldüğümüz biri değil, bütünüyle bir sınıftır. Şehirli olmayı yüceltmeye yarar, kültürel ayrımları kalıcılaştırır. Bauman olsa bu gülmenin bir tür savunma mekenizması olduğunu söylerdi.
O dönemin insanları Hacı Ağa, dendiğinde gazinoları, müsrifliği, cehaleti, yersiz böbürlenmeyi hatırlardı ve bunda mizahçılar kadar gündelik dilde yaygınlaşmış esprilerin payı büyüktü. Şehre gelen zengin köylünün uyumsuzluğu, parasına mukayyet olamaması, libidosuna gem vuramaması, kurnazlığı, bönlüğü türlü türlü anlatılırdı. Hacı Ağa, mutlaka tramway'ı ya da galata kulesini satın alır (!), peri kızı sandığı dalavereci bir güzel uğruna ceplerini boşaltırdı. Hollywood'a, köşklere, balolara gider, işin içine siyaset katanlar onu Moskova'ya kadar taşırdı. Pervasızdı, cahil cesaretiyle utanmazdı, ölçüsüzdü, dangozdu...
Taşralılar bugün dahi gece hayatının dikkat çekici müşterileridirler filan ama bu saldırganlığın gerekçesi sadece "doğruluk" olamaz.
Arada yazıyorum, nefret, toplumlar için bir ihtiyaçtır, her dönem şaşmaz bir biçimde göçmenlere yönelik husumet olmuştur. Köylüler, cahiller, magandalar, Kürtler, Suriyeliler İstanbul'u işgal ediyordur filan...
Hacıağa tam öyle bir tipleme değil, göçmen ve cahil (kültürel sermayesi yok) ama tam da alt sınıfla özdeşleştirilmiyor. Çalışmaya gelen ırgatlardan biri değil... Aksine para harcamaya geliyor ve çok para harcayarak görünürleşiyor... Hacıağa'ya gülenler, yalnızca onu aşağılamıyorlar, kendi zevklerini onlarınkiyle kıyaslayarak sosyal konumlarını yeniden üretiyorlar. Bourdieu, güzel anlatır bu faslı, orta sınıfın alt sınıflarla karıştırılma korkusu vardır...
Görünme meselesi önemli, toplumlar ve kalabalıklar şöyle bir şey arzularlar, şehre (ülkeye) gelen göçmenler en pis (bizim yapmadığımız) işlerde çalışabilirler ama kamusal alanda gözükmemeli, dışarı çıkmamalı, mesai kaçta bitiyor mesela, saat yediden sonra kaybolmalıdırlar... David Harvey, alan ve mekanın sahipliği için yaşanan didişmeyi anlatır, bara girme ya da Beyoğlu'na çıkma hakkı maddi olduğu kadar kültürel bir denetime de tabiidir çünkü. Hacıağa istenmiyordur ama içerdedir.
Hacıağa, istenmeyen biçimde görünüyor ve parasıyla istediğini "göstere göstere" satın alıyor... Galiba asıl yaralayıcı olan bu. Esprilere bakıyorum, onun aldatılmasından, rezil edilmesinden, parasının elinden alınmasından açıkça zevk alınıyor... Çalanlara, kandıranlara, suç işleyenlere kimse kızmıyor...
Ben ne zaman hacıağa anlatsam, ya da yüz yıl öncesinin "popüler düşmanlarını" konuşsam öğrenciler olup bitenlere geçip gitmiş nostaljik bir vesika olarak bakma eğiliminde olurlar. Tiktok'ta lüks gösterisi yapan taşralı gençler, ya da avm gezen çok çocuklu altsınıftan aileler, kahve zincirlerine oturan dayılar sizce çok mu farklı diye sorarım hep. Burada da sormuş olayım.