Pazar, Haziran 08, 2025

Teessüf ederek yaşayan adam

Yaşıtım sayılır, eskiden bana-bize anlatırdı, uzun uzun, hayıflanarak, bazen gözleri dolarak....şimdi sosyal medyada herkese anlatıyor, sürekli teessüf ediyor, hep gadre uğrama hali, hep insafsızlıkla karşılaşmış, hep yanlış anlaşılmış, hep çıldıracak gibi oluyor... 

Geçmişte yaşıyor, hep özlüyor, ne iyi insanlar vardı eskiden falan filan inter milan... Sanki çok yaşlandı veya yaşlanmaya karar verdi... Katlanamıyorum, diyip duruyor... Sağlığım kötü, dışlanıyorum, hatırlanmıyorum, yok sayılıyorum...İçinde felaket çukurları, mutsuzluk katarları...Her cümlenin ucuna eklenen iç çekmeler...

Svetlana Boym'un anlattığı "nostaljik yansıtma" tam da böyle bir şey, geçmişi özlemiyor aslında, geri gelsin filan da istemiyor, sadece kişisel kaybedilmişliğini görünür kılmaya çalışıyor. Kaybın kendisiyle var oluyor, biteviye bir dijital yas töreni sahneliyor. 

Katlanamıyor ama anlatmadan da duramıyor. İroni hissini çoktan kaybetti, artık sadece kırgın görünmek istiyor. 

Kutsallık atfettiği bir kırılganlık.

Dijital bir iç monolog yazıyor, başkaları okusun diye yazmıyor, kendi sesini duymaya çalışıyor. 

Üzülerek izliyorum, patetik göründüğünün farkında mı yoksa öyle mi görünmek istiyor bilemiyorum. Sahiden merak ediyorum. 

En ilginç tarafı her yazdığı metni, kendini kutsarcasına, beğen butonuyla bizzat beğenmesinde saklı...

Cumartesi, Haziran 07, 2025

Falan filandır


 Video büyük olduğu için kalitesini düşürerek paylaşıyorum, affola...

Cuma, Haziran 06, 2025

Hacıağa Barda

Eskiden, gazete bayiilerinde forma forma ucuz romanlar satılırmış... (Gazete bayii dedim ama, daha öncesi: tütüncüler...) Yol üstünde, ayak altındaki bu dükkanlarda ipe dizilmiş-mandallanmış, neredeyse olabilecek en az paraya satılan yayınlar düşünün... Doğal olarak abartısıyla ilgi çeken, hemen her şeyiyle bayağı gözüken, taklit ve tekrar eden, okunup atılmak için üretilmiş kitapçıklardan söz ediyorum.  

Görselini paylaştığım Hacıağa öyle bir şey, kapakla birlikte 12 sayfa...Sekiz sayfa içi, dört sayfa da kapağı... İlk forma Hacıağa İstanbul'da: taşralı amcamız, davarlarını dolandırıcı bir kadına kaptırmış, ikinci (aşağıdaki) formada ise ilk kez et döner görüyor, lokantada yemek yediğinde para vermesi gerektiğini (artık nedense) bilmiyor, tuvaletin nerde-nasıl olduğunu anlamıyor, en nihayet cebinde kalan paraları bar kadınlarıyla şıkıdımda harcıyor filan.  Kaba kaçacak ama başka türlü anlatılamaz, kaba bir mizah yapılıyor çünkü... Hacıağa yemesini, içmesini, sıçmasını, konuşmasını bilmeyen biri... Bakhtin'in grotesk bedeni  akla geliyor haliyle, Hacıağa kültürel sınırların dışını temsil eder demek istiyorum. O, güldüğümüz biri değil, bütünüyle bir sınıftır. Şehirli olmayı yüceltmeye yarar, kültürel ayrımları kalıcılaştırır. Bauman olsa bu gülmenin bir tür savunma mekenizması olduğunu söylerdi.

O dönemin insanları Hacı Ağa, dendiğinde gazinoları, müsrifliği, cehaleti, yersiz böbürlenmeyi hatırlardı ve bunda mizahçılar kadar gündelik dilde yaygınlaşmış esprilerin payı büyüktü. Şehre gelen zengin köylünün uyumsuzluğu, parasına mukayyet olamaması, libidosuna gem vuramaması, kurnazlığı, bönlüğü türlü türlü anlatılırdı. Hacı Ağa, mutlaka tramway'ı ya da galata kulesini satın alır (!), peri kızı sandığı dalavereci bir güzel uğruna ceplerini boşaltırdı. Hollywood'a, köşklere, balolara gider, işin içine siyaset katanlar onu Moskova'ya kadar taşırdı. Pervasızdı, cahil cesaretiyle utanmazdı, ölçüsüzdü, dangozdu...

Taşralılar bugün dahi gece hayatının dikkat çekici müşterileridirler filan ama  bu saldırganlığın gerekçesi sadece "doğruluk" olamaz.

Arada yazıyorum, nefret, toplumlar için bir ihtiyaçtır, her dönem şaşmaz bir biçimde göçmenlere yönelik husumet olmuştur. Köylüler, cahiller, magandalar, Kürtler, Suriyeliler İstanbul'u işgal ediyordur filan... 

Hacıağa tam öyle bir tipleme değil, göçmen ve cahil (kültürel sermayesi yok) ama tam da alt sınıfla özdeşleştirilmiyor. Çalışmaya gelen ırgatlardan biri değil... Aksine para harcamaya geliyor ve çok para harcayarak görünürleşiyor... Hacıağa'ya gülenler, yalnızca onu aşağılamıyorlar, kendi zevklerini onlarınkiyle kıyaslayarak sosyal konumlarını yeniden üretiyorlar. Bourdieu, güzel anlatır bu faslı, orta sınıfın alt sınıflarla karıştırılma korkusu vardır...

Görünme meselesi önemli, toplumlar ve kalabalıklar şöyle bir şey arzularlar, şehre (ülkeye) gelen göçmenler en pis  (bizim yapmadığımız) işlerde çalışabilirler ama kamusal alanda gözükmemeli, dışarı çıkmamalı, mesai kaçta bitiyor mesela, saat yediden sonra kaybolmalıdırlar... David Harvey, alan ve mekanın sahipliği için yaşanan didişmeyi anlatır, bara girme ya da Beyoğlu'na çıkma hakkı maddi olduğu kadar kültürel bir denetime de tabiidir çünkü.  Hacıağa istenmiyordur ama içerdedir. 

Hacıağa, istenmeyen biçimde görünüyor ve parasıyla istediğini "göstere göstere" satın alıyor... Galiba asıl yaralayıcı olan bu. Esprilere bakıyorum, onun aldatılmasından, rezil edilmesinden, parasının elinden alınmasından açıkça zevk alınıyor... Çalanlara, kandıranlara, suç işleyenlere kimse kızmıyor...

Ben ne zaman hacıağa anlatsam, ya da yüz yıl öncesinin "popüler düşmanlarını" konuşsam öğrenciler olup bitenlere geçip gitmiş nostaljik bir vesika olarak bakma eğiliminde olurlar. Tiktok'ta lüks gösterisi yapan taşralı gençler, ya da avm gezen çok çocuklu altsınıftan aileler, kahve zincirlerine oturan dayılar sizce çok mu farklı diye sorarım hep. Burada da sormuş olayım. 

Perşembe, Haziran 05, 2025

Takva ve performans

Malum, din temel olarak ruhani bir iyileşme arayışı ve buna verilen bir cevaptır. Sevap ve günah, ahiret, cennet-cehennem bunu saç ayaklarıdır. İnsanın varoluşsal sancılarına bir yön ve anlam verme çabasıdır. Hayatı asıl yöneten ve yönlendiren kapitalizm ise  yalnızca şimdiki zamanı değil kadim dinleri de dönüştürüyor. Geçmişten farklı bir duygu düzeni ve bir ahlak sistemi inşa ediyor. Daha önce yazdım, mutluluk, dünyevi görünen  (cenneti bu dünyada kuran) emirler silsilesinin en temel vaadi…

İbadet, bir tür iyi hissetme aracına dönüşmüş durumda…Zikirin yerini meditasyon, duanın yerini olumlama aldı desek sanıyorum abartmış olmam…İçsel dinginlik artık ilahi bir bağın sonucu değil, bireysel performansın ve duygusal yönetimin hedefi haline gelmiş durumda. Kadim dinlerin büyük günahları ve o günahların kefareti, vardır. Şimdiki zamanın günahları insanın kendisiyle ilgilidir. Depresyondaysan canım kardeşim, negatifsen, hayata karamsar bakıyorsan, dünyaya uyum sağlayamıyorsan, kiloluysan, hareketsizsen sen yanlış yoldasındır mesela. Mutluluk dininde “düzeltilemeyen bir mutsuzluğun” varsa suçlusun ve dışlanırsın (veya dışlanmayı hakedersin), eziksin bebem e-ziikkkk….

Mutluluk dinleri, kadim olanları “ikame” etmiyor, içine sızıyor ve yeniden şekillendiriyor demek istiyorum. Bir tür içerden kolonileştirme hali bu. E tabii bunu, Allah adına ve Allah korkusuyla değil, verimlilik ve görünürlük adına, kendine yatırım yapıyor. Mutluluk dinlerinin müminleri kendilerine tapıyorlar sanki, hı ne dersin abartıyor muyum Mıstık abi?

Arada “neoliberal İslam”, “piyasa İslamı” ya da “postmodern dindarlık” filan deniyor ya, hah işte o da tam buralarda nefes terapisi yapıyor… Dindarlık artık sadece takva ya da ahiret kaygısı ile değil, aynı zamanda dünyada başarılı ve uyumlu bir birey olmakla tanımlanıyor. Bir tür dini girişimcilik modeli bu. Kime sorsan “Allah rızası” için çalıştığını söylüyor ama bu iddia  girişimcilik ve öz-motivasyon diliyle iç içe geçiyor. Biliyorsunuz, dini savunmak adına sürekli olarak “din bu değil” deniyor ya, evet piyasa değerleriyle uyumlulaştırılmış olan şey de din değil. “Dünyevi başarı” ile özdeşleştirilen herhangi bir şeyin ahlaki derinliği yüzeyseldir. Çünkü başarı, ahlaki değil performatif bir ölçüdür.

Eğer ilginiz varsa, sosyal medyadaki yeni vaizleri izlemenizi öneririm. Dua et, tevekkülle yaklaş, affedici olan filan diyorlar ama konuyu garip bir biçimde psikolojik refaha getiriyor ve bunu inançlı olmanın bir ödülü olarak gösteriyorlar. Olamaz mı? Bence olamaz. Herhangi bir büyük dinin esası psikolojik iyi hissetmeye indirgenemez. Din, sabır ve keder gibi değerli duyguları da içerir. Keder, yalnızca geçici bir bozulma değil, tefekkürün kapısını açan varoluşsal bir eşiktir. Din iyi hissetme vitamini ya da meditasyonu değildir. Tefekkür ya da murakabe anlamsızlaştırılıyor gibi geliyor bana. Kuran’da kişisel gelişimi anlatan kaç kitap var sizce?

Ve bence en önemlisi, ibadetin gösterileştirilmesi… sosyal medyada oruç tutmak, cumaya gitmek filan paylaşılır hale gelmiş durumda. İki sonucu var bunun, birincisi, gösterilen dindarlığın, gerçekliğin yerini almaya başladığını anlatır. İkincisi, göstermeden inanmak “boşa inanmak” gibi algılanır olmuş demektir, bir baskıya dönüşür. “Helal yaşam koçluğu”, “İslami ilişki danışmanlığı”, tesettür modası şu bu…

Yukarıda yazdım, kapitalizm kendini din gibi görünmeyen ama din gibi işleyen pratiklerle sunarken, İslam dahil kadim dinleri de kendi ritmine çekiyor. İnanç, ibadet, takva gibi kavramlar artık bir “kişisel gelişim estetiği”ne bürünerek gösterilebilen ve pazarlanabilen nesnelere dönüşüyor. Sonuçta ibadet, görünmek… görünmekse onaylanmak için yapılıyor. İnançla gösteri arasında içi boşaltılmış bir işbirliği kuruluyor. 

Pazartesi, Haziran 02, 2025

Gülümse, emir böyle!

En son gülümsemeden söz etmiştim, hepimizin bir gülümseme zorlamasına maruz bırakıldığımızı yazmıştım. Doğrusu, en çok kanser hastalarına yöneltilen, hastalığı yenmek için vaaz edilen iyimserliği garipsiyorum, “gülümse ve pozitif düşün” deniyor ya, acıyı ve ölümü konuşmaktan men ediliyor ya insanlar, herkesten instoşa yaraşır tebessüm ve parlaklık bekleniliyor ya… Of puf diyorum,

Gülümsemek, tabii ki güzel bir his, birbirini seven ve anlayan insanların gülebilmesi kadar coşku veren çok az şey var…Evet, gülümsemek, bize iyi geldiği için  arzu edilen bir şeyi gösterir ama aslında elde edemediğin şeyi bastırmaya da yarar. Bir tür özdenetim aracı oldu yani. Ben demiyorum, psikanaliz bunu sürekli anlatıyor. Gerçek olmayan ama gerekli şarta bağlanan bir davranışsa gülümsemek, bu bir tür zalimliktir. İyi hissediyormuş gibi gözükmeliyiz, aman ha canım benim…Mutlu değilmiş gibi görünenler ne kadar mızmızlar değil mi? Hohhoh…

Mizahla ilgili çalışmış eski bir akademisyen olarak söylüyorum, gülmenin özgürleştirici yanı handiyse kaybolmuş durumda…. Bu bir zorunluluk, bir yükümlülük olmuş durumda…Gülmek bir ifade değil bir görev oldu diyelim. Byung-Chul Han, mealen yazıyorum bu durumu içsel bir baskıyla tanımlıyor, kendi kendimizi tarumar ediyoruz, kendimizle yarışıyoruz, kendimize gülümsüyoruz. Her gecenin bir sabahı var diye sayıklıyoruz. Her birimizi dışarıdan parlayan ama içerden mutsuzluğu bastırılmış varlıklara dönüştürüyor. Arınmaya değil arınmış görünmeye çalışılıyor aslında. Üzülmek yerine yoga, öfke yerine meditasyon filan…E tabii bunların postunu da sosyal medyada atmamız gerekiyor.

Gülümsersek, iyi çalıştığımızı, dingin olduğumuzu, iyi bir aşık olduğumuzu, iyi seviştiğimizi, sağlıklı olduğumuzu  göstermiş oluyoruz. Daha doğrusu kapitalizmin mıncıkladığı gösteri ekonomisi ürününe dönüşüyoruz. Biliyoruz ki arzu ile temsil arasında daima bir boşluk vardır, ve biz bir “ürün” olarak arada salınıp duruyoruz. Detoks simotisi, amuda kalkıp inversiyon pozu vermek, fresh görünmek bizi kesmiyor…

Kapitalizm, din gibi görünmeyen ama din gibi işleyen yeni inanç sistemleri üretiyor, kadim dinleri de kendi mantığına göre dönüştürüyor. Ve galiba asıl etkiyi, onları da dönüştürmeyi başararak elde ediyor.

Devam edeceğim 

Pazar, Haziran 01, 2025

Yattı!

Çok çok uzun yıllardır, her bayramı Ankara'da geçiriyorum, tatile gitmiyor, o hengameye ve tatil kalabalığına karışmıyorum. Şehrin insansızlığı, otomobilsizliği bana tuhaf biçimde iyi geliyor. 

Bu kadar insan tatil derken, tatile gitmekle övünürken sizin başka bir tercihle kendinizi varetmeniz epeyce zorlayıcı. Hele gençken, hele çocukken... O yaşlarda imreniyor, eksik hissediyorsunuz, sonra zamanla bir şekilde başetmeyi öğreniyorsunuz. 

Kendime bir üstünlük ve ayrıcalık katmaya çalıştığımı düşünmeyin, her takıntı kendini yaşıyor, o tuhaflığımın nedeni hakkında yazacağım. 

Borçsuz yaşamakla ilgili garip sayılabilecek takıntısı olan bir aile kültüründen geliyorum, borcumuz olduğunda, borcun ödeme günü yaklaştığında sessizleşen, tek kelime konuşulmayan bir ev düşünün...Öyle bir evde büyüdüm. Üstelik, herkesin çalıştığı, çalışmamanın küçümsendiği bir kültürdü bu... Bayramın ilk günü hariç her gün çalışılıyor, bıktım denmiyor, rehavet akla gelmiyordu. Ayıp gibi bir şeydi bu çünkü... Borçla tatile gidenler net olarak salaktı, ağlamaya hakkı olmayan zevzeklerdi.

Böyle bir ailede elindekiyle yetinmeyi çok küçük yaşlarda öğreniyorsunuz, böyle bir öğreti, bir tür perhiz aslında, bir zaman sonra "olmayabilir" ve "yetinebilirim" diyebiliyorsunuz. Bugün dahi, aile içinde birileri eleştirilirken, "yattı", "çalışmadı" filan deniyor, illa ki konular oraya geliyor. Farkında olmadan dahil oluyorsunuz buna...Normaliniz bu oluyor. 

Sonuçlarını sayayım. Hayatım boyunca on gün arka arkaya tatil yapmadım. Çalışmayan - çalışmamayı tercih eden insanlarla arkadaş olamadım, derinleşebilen bir bağ kuramadım. Oldum olası kimseden bir şey isteyemem, borç hiç isteyemem. Okudukça gelişen eleştirellikle, bu hal ve hislerimi anlamlandıracak şeyler buldum ama yıllar sonra anlıyorum ki çoğu palavraymış, asıl ekseni, ailem kurmuş, öyle alıştırılmışım... 

Related Posts with Thumbnails