Arif Hoca, bu ay başında aramızdan ayrıldı. Dirlik, küreselleşme tartışmalarında görüşleriyle
farklılık gösteren, itibar gören entelektüellerden biriydi. Bizden çıkan Kriz, Kimlik ve Siyaset kitabı
(İletişim Yayınları, 2009) vesilesiyle tanışmış, epey bir mektuplaşmıştık. Ölçülü, nezaketli, önemli bir akademisyen ve entelektüeldi. Kitap çeşitli dönemlerde yayımlanmış yazılarından
oluşuyordu. 1989 sonrasına, uzam ve zamanı değiştiren yıllara odaklanan kitap,
bugünü ve süregelen çatışmaları zihin açıcı biçimde yorumluyordu. O yıl kitabı temel
alarak Kerem'le (Ünüvar) birlikte kendisiyle bir röportaj yapmıştık. Kitabın çevirmeni olan Sami (Oğuz) de tercüme etmişti. Hatırası için paylaşayım istedim.
• İlk olarak, kişisel bir soru ile başlamak
istiyoruz. Küresel bir dünyada “Türkiyeli bir Çin Tarihçisi” olmak şaşırtıcı
değil ama yurtdışında sizden bir Türk olarak beklenen bazı şeyler olabilir.
İnsanlar sizden bir Türk olarak tepki vermenizi isteyebilir, yakın dönem
tarihinin birçok önemli olayı konusunda size danışabilir ya da sizden destek
bekleyebilir. Kendinizi kültürel tarih ve etnisite bağlamında nasıl
konumlandırdığınızı merak ediyoruz. Bir başka ifadeyle nasıl bir yaşam
stratejisi oluşturdunuz?
– Bu soruyla, bu işe yeni başladığımda şimdikinden daha
çok karşılaşıyordum. İnsanlar benim Türkiyeli olduğumu öğrendiklerinde,
Türkiyeli birinin neden Çin hakkında çalıştığını merak ediyorlardı. Bazen bu
basitçe coğrafi bir cehaletin sonucu oluyordu. ABD’de coğrafya öğreniminin
mevcut halinde, bazı kimseler Türkiye’nin Çin’den “hayli uzak” olduğunu
sanıyor. Bu tür sorulara neden olan varsayımların ise önemi daha büyük. Alan
çalışmaları, sömürgeleştirme teşebbüsünden doğduğu için, sömürge uzamları kimin
kimi araştıracağı ve nasıl araştıracağının şekillendirilmesine çok büyük etkide
bulundu. Amerikan yerlileri, Filipinliler ve Havaililer dışında, ABD sömürgeci
olmaktan çok yeni sömürgeci -İmparatorluk- olduğu için dünyanın incelenmesi
daha çok her şeyi kapsayan bir yapıya sahiptir, ama aralarında Doğu Asya’nın da
bulunduğu bazı bölgelerin incelenmesi diğerlerinden daha önemlidir. İlginç bir
şekilde, Çinli meslektaşlarımdan ve hatta sokaktaki Çinlilerden daha farklı bir
tepki alıyorum. Orada kökenlerim beni “Asyalı” bir hemşeri olarak gösteriyor ve
buna bir tür akrabalık duygusu eşlik ediyor. Benim kendi tutumuma gelince,
hiçbir zaman kendimi Çin üzerine çalışan bir Türk olarak gördüğümü
düşünmüyorum. Kimi zaman Çin’de olan bazı şeylere kızdığımda, gizli duyguların
yargılarıma etki etmediğini garanti altına almaya çalışırım. Türk geçmişim
konusunda ise, bu, çocukluğumda romanlarını okuduğum Nihal Atsız gibilerin
sattığı ırkçı temsillerin zihnimdeki herhangi bir kalıntısına karşı uyanıklık
anlamına gelir. Toplamda, ben ABD ve Avrupa’daki meslektaşlarımla
farklılığımı, Çinli meslektaşlarımla paylaştığım Çin üzerine bir “Üçüncü Dünya”
perspektifine bağlıyorum. Samimi olarak, uzun bir zamandır, genellikle bir Türk
olduğumun farkında değilim- bu uzun bir süredir böyle. Evet, Türkiye’de büyüdüm
ve Türkiye benim tarihimin bir parçası. Ama bu tarih, benim için birincil
anlamda çok daha önemli olan çok daha başka şeyleri de içeriyor.
• Ulus-devletlerin kuruluşuna
baktığımızda, hemen hepsinin kendi geçmişlerini inşa ve icat ettiklerini
görüyoruz. Küreselleşmenin bu olguyu ortaya çıkardığı veya daha da
belirginleştirdiği söylenebilir. İnsanlar ve toplumlar sanki kendi
yaratılışlarının geçmişine bağımlı kalmak zorundaymışlar gibi... Siz, hayli
iyimser bir yorumunuzda “küreselleşmenin tarih fetişizmini sona erdirme”
ihtimalinden söz etmiştiniz. Bugün farklı mı düşünüyorsunuz?
– Hayır, böyle bir şey söz konusu değil. “Tarihi Ulustan
Kurtarmak” adlı bir kitap yazan bir meslektaşımı eleştirmiştim, ama
milliyetçilik ve uluslardan gurur duyduğum için değil ama total bir kınamanın
milliyetçiliğin tarihin farklı dönemlerinde oynadığı farklı rolleri
göremeyeceği için. Çin devrimi de dâhil olmak üzere modern devrimler
milliyetçilikle başlamıştır. Vatandaşlık kavramını ulusa borçluyuz. Ve demokrasiyi,
ulus-sonrası koşullara nasıl aktaracağımızı hâlâ bilmiyoruz. Öte yandan,
milliyetçilik açıkça, ulus bir kez ortaya çıktıktan sonra hemen unutulan bir
sömürgeci etkinlik sürecidir. Her durumda, benim itirazım şuydu: Eğer “tarihi
ulustan kurtaracaksak” ulusu da tarihten kurtarmamız gerekir ki kendi
yaratılışının tarih tarafından sınırlandırılan geleceklerden farklı gelecekler
yaratmak için çalışmak mümkün olsun. “Küreselleşmenin tarih fetişizmini sona
erdirmesi” konusunda ise, bağlamı tam olarak hatırlayamıyorum, fakat hayır, bu
görüşümü değiştirmemi gerektiren bir neden yok. Bu cümleyi söylerken aklımda,
tarihe, insanın tarih konusundaki sorumluluğunun üstünü örten, özerk bir
öznellik verilmesi vardı. “Tarih der ki,” “tarih bize anlatıyor” gibi cümleleri
hep şüpheli bulmuşumdur. Bunlar bana Karl Marx’ın yazdığı şu tür cümleleri
hatırlatır. “Tarih hiçbir şeydir. Tarih hiçbir şeydir. Tarih, erkek (ve
kadınların) kendi hayatlarını üretirken yaptıklarının dışında başka hiçbir
şeydir.” Küreselleşmenin tarihin anlaşılmasında, farklılıkların farkına
varılmasını teşvik ederek, özellikle de Avrupamerkezci erekselliğe karşı
çıkışıyla, önemli bir rol oynadığını düşünüyorum. Bu tür farklılıkların kabul
edilmesi, herhangi bir eleştirel düşünürün tarihin ideolojik meşrulaştırma
amacıyla kullanılmasından endişe duymasını sağlamalıdır.
• Size göre Çin sadece
kapitalizme alternatif bir modernite haline gelmedi, aynı zamanda
küreselleşmenin ortaya çıkardığı yeni sorunlara da somut çözümler sundu. Çin’in
hem Üç Dünyacılığın sona ermesi hem de postkolonyal (ve postmodernist) eleştiri
bakımından nasıl konumlandırılabileceğini düşünüyorsunuz?
– Aslında “alternatif modernite” terimini
sevmiyorum ve onun hakkında eleştirel biçimde yazmaya devam ediyorum. Çin’in
farklılığını öne sürdüğümde, bunun Maocu Çin’e referansla olduğunu düşünüyorum.
1978’den bu yana bir Çin alternatifinden (sözde “Pekin uzlaşması”) söz etmek
giderek çok daha zor hale geldi. Çin’in küresel kapitalizme entegrasyonunun
nereye gideceğini birlikte göreceğiz, ama şu ana kadar, bir alternatiften
bahsetmek zor, eğer bu terimi aşırıya götürmeyeceksek ve alternatif modernitede
herhangi bir farklılık algılamayacaksak ki bu bazı çevrelerde olagelen bir
şeydir. Mao’nun Çin’ine, başka şeylerin yanı sıra, “kalkınmacılığı” için de
eleştirel bakıyorum, ama Maocu, sanayi ve tarım faaliyetini birleştiren bir
bütünleşik kalkınma ile birlikte, farklı bir modernite yaratma arzularını
ciddiye almak zorunda olduğumuzu düşünüyorum. Sözde “reformların” başlamasından
bu yana ve özellikle 1990’larda Çin, kentli bir tüketim toplumuna doğru
gidiyor. Krizin farkına varıldı, ama çözülmedi. Çin’in nerede olduğunu ben
“küresel modernite” kavramı ile yakalamaya çalışıyorum, yani küreselleşmiş bir
ekonomi politik ve (değişik alanların yerelleştirilmiş uzamsallıklarına
göndermede bulunan) yerel özgüllüklerin etkileşimi ile farklı kapitalist
modernite biçimlerinin yaratılması. Bu dinamiklerin nihai olarak bizi nereye
götüreceği hakkında hiçbir fikrimiz olmadığını itiraf etmemiz gerekir (kaçınılmaz
ekolojik felaketten kurtulacağımızı varsayarak). Çin’in bu bakımdan farkı, en
önemlisi, Çin’in bir postmodern ya da postkolonyal toplum olmaktansa, bir
devrim sonrası toplum olmasından geliyor. Devrim inkâr edildi ama o, Çin’in
modern deneyiminin ayrılmaz bir parçasıdır ve en azından şimdiye kadar, çekip
gitmeyi reddediyor.
• Gözlemlerinize dayanarak,
Maoculuğun Üçüncü Dünya’da (bu kategoriye Türkiye’yi de dâhil edebiliriz) nasıl
dönüştüğünü veya ne tür farklılaşımlardan geçtiğini sormak isteriz.
– Bu soruyu, yakınlarda yazdığım, henüz
yayımlanmamış bir makalemin ilk paragrafını alıntılayarak yanıtlamama izin
verin: 1969’da, kendi “Devrimci Saldırısı” ile Çin’deki Kültür Devrimi
arasındaki benzerlikler sorulduğunda, Castro ‘eğer Çin komünistlerine benzer
şeyler yaptıysak, bu tarihsel bir rastlantıydı’ diye yanıt verdi. “Tarihsel
rastlantı” terimi üzerinde daha fazla düşünmek isteyebiliriz ama açıklamanın
kendisi, Mao Zedung Düşüncesi’nin Üçüncü Dünya devrimci hareketleri üzerindeki
etkisi hakkındaki her türlü mülahazada bir ihtiyatlılık uyarısı olarak hizmet
ediyor. Mao’nun düşüncesi (ve genel olarak Çin devrimi ilhamı) en açık
biçimde 1950’lerden 1970’lere kadar ulusal kurtuluş hareketleri döneminde vardı
ve bu dönem ayrıca Asya, Afrika ve Latin Amerika’ya kadar geniş bir bölgede
yerli devrimci yenilenme vizyonları üretti. Mao Zedung Düşüncesi’nin cazibesi
Üçüncü Dünya’da sömürgelikten kurtuluşa eşlik eden arzularla ve sömürgelikten
kurtuluşun sadece Üçüncü değil Birinci Dünya’da da ilham verdiği yeni dünya
vizyonları ile arasındaki elektriklenmede yatmaktadır. Eğer bu küresel
hareketin basit bir “tarihsel rastlantı”dan daha fazla bir anlamı varsa, bu
anlam, aynı zamanda da Mao Zedung’un ki de dahil bu vizyon ve ideolojilerin
herhangi birine belirleyicilik gücü atfedilmesine karşı ihtiyatlı olunması
çağırısında da bulunur. Mao’nun vizyonu İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kısa bir
süreliğine ortaya çıkan bir dizi alternatif kalkınma vizyonundan biri idi. Eğer
onun vizyonu, diğer vizyonlardan daha fazla ilgi çektiyse, bu Maocu vizyonun
kendisinden çok, Çin toplumunun gücü ve tarihsel ivmesi ile
ilgilidir.” Bu Maoculuğun çok az sonucu, etkisi olduğu anlamına
gelmez. Açıktır ki, dünyanın birçok yerinde kendilerini Maocu olarak gören
hareketler vardı (ve hâlâ var): Nepal’den Filipinlere, Hindistan’daki
Naxalcılara, Peru’daki Aydınlık Yol’dan Latin Amerika’daki Zapatistalara kadar.
Ondan sonra da Avrupa ve Kuzey Ameri-ka’da Mao’dan ilham alan gruplar vardı.
Türkiye’deki Maocu grupların da buna benzer olduğunu sanıyorum. Bunlardan
bazıları hayli ciddi gruplardı, diğerleri taklitçilikleri ile acıklıydı. Benim
için Maoculuğun temel varsayımlarından biri, devrimin yerelleştirilmesi ve
yerlileştirilmesi üzerindeki ısrarıdır. Bazı başarıları olan Maocu gruplar, yalnızca
bu varsayımı kalpten benimseyen ve kendi devrimlerini yapmaya çalışanlardır.
Kültür Devrimi’nden ilham alan birçoğu ise, ne yazık ki Maoculuğun biçimini
izlemeyi seçti ve Mao Zedung’un hırkasını devralma iddiasında olan ve
taraftarlarını felakete sürükleyen yerel despotlar yarattı. Tanıdığım
arkadaşlarımdan edindiğim izlenime göre, Türk Maoculuğunda da daha çok bu durum
söz konusu.
• Bugün Postkolonyal (ve
postmodern) eleştiri hedeflediği kimi şeyleri ıskalamış görünüyor. Bu konudaki
fikrinizi öğrenebilir miyiz? Devam edersek, eleştiride daima bir hata payı
vardır ama siyasi muhafazakârlık, postkolonyal (ve postmodernist) eleştiride
diğer yanlara baskın çıkmış gibi görünüyor; bu olgu bir kültürcülük, tarih
fetişizmi ve tekbiçimlileştirilmiş bir kapitalizm algısını da kendisi ile
birlikte getirdi. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
– Birbirleriyle ilişkili oldukları için, sanırım bu iki
soruyu birlikte ele almak iyi olacak. Buna benzer soruları, şimdi’nin
gelecekte, zorunlu olarak uzak bir gelecekte değil, mevcut gelişimini
tamamladığında nasıl görüneceğini hayal ederek ele almaya çalışırım. Son 20
yıl, böyle bir gelecekten, pekâlâ, sömürge geçmişin şimdi’nin kurucu bir gücü
olarak kabul edilebilir hale geldiği bir geçiş dönemi olarak görülebilir.
Bu dönem aynı zamanda postkolonyal eleştirinin bir biçiminin (devrimci
milliyetçi) başka bir biçim (liberal kozmopolitin yanı sıra köktenci/
milliyetçi şeklinde iki farklı yüzü olan) tarafından sahnenin merkezinden
(merkezî konumundan) dışarı sürüldüğü bir dönemdir de. Bu ikisini bir çift
olarak görmenin nedeni, iki farklı siyasi çehreye sahip olmalarına rağmen,
ilgiyi İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki 20-30 yılda ve sömürgelikten kurtuluş
döneminde egemen olan ekonomi politik sorunlarından başka yana kaydırarak, kültürün
küresel toplumsal ilişkilerde belirleyici bir güç olduğuna vurgu yaparken
taşıdıkları ortaklıktır. Bunun önemli bir sonucu, ırk ve etnisite sorunlarının
öne çıkarılıp, sınıf sorunlarının marjinalize edilmesidir. Köktendinci
eleştiri, ekonominin bir kenara ittiği sınıflara hitap etse de, genellikle
sınıf dili içinden konuşmaz. Liberal kozmopolit(ler) ise, ırk ve etnisiteyi
sınıfa tercih ederler; çünkü bu, en önemlisi, sömürgeci etkileşimlerin ürünü
olan sınıfların çıkar ve deneyimlerini dile getirir. Bu sınıfların kendi
kurtuluş talepleri, sömürgeci mirasın kendi kuruluşlarının oluşturucu bir
unsuru olarak olumlanmasını, kültürel karışıma ve melezliğe olumsuz gözle bakan
milliyetçi saflık taraftarlığının aşılmasını ve göçmenlerin -özellikle göçmen
entelektüellerin- büyük oranda Birinci Dünya toplumlarına entegrasyonunu
engelleyen baskıcı ırkçılık ve etnik hegemonyanın yok edilmesini gerektirir.
Bunlar çoğunlukla, giderek daha fazla, bir zamanlar Üçüncü Dünya dediğimiz
toplumlara nüfuz eden küresel modernitemizi yaratan küreselleştirici sürecin
bir parçası olarak gördüğüm postkolonyalizm için geçerlidir. Postmoderne gelince, o da 1930’lardan ’50’lere kadarki
modernitenin eleştirisi olmaktan, bir yerde modernitenin parçalanmasının
kutlanmasına dönüştüğü bir dönüşümden geçti. Bu dönüşün bir kurbanı,
küreselleştirici ekonomi politiğin ortaya attığı yapısal sorunlarla
ilgilenmenin, dünyanın değişik türlerden temsiller yoluyla yapılaştırılması
pahasına itibarsızlaştırılmasıydı. Kültürel dönüşten sağlanan kazanç ne olursa
olsun, ekonomi politik sorunlarının söz konusu olduğu yerlerde, -özellikle
“ulusaşırı sermaye sınıfı” denen şeyin doğuşuyla ilgili olarak- bir körlüğe yol
açtı. Şimdi acil olan görev, bu değişik toplumsal kimlik, kültürel aidiyet ve
küreselleşmiş ekonomi politik sorunlarını yeniden bütünleştirmektir. Bu aynı
zamanda, şimdi, hatta çağdaş değişimlerin yeni sömürgecilik biçimleri yarattığı
da dikkate alınırsa, ilginin yeniden sömürgeci geçmişin şimdi içinde yaşama
yollarına çekilmesini sağlayabilir.
• Uzun süredir Michael Hardt
ve Antonio Negri üzerinden, modern dünyada, ABD dâhil tek bir ulus-devletle
özdeşleşmiş hiçbir gücün tek başına eskisi gibi dünyayı kontrol etme araçlarına
sahip olamadığı iddia ediliyor. Üzerinde düşünmemiz ve tartışmamız gereken
başka bir şey daha var sanki. Bu belki, onların ifadesi ile bir İmparatorluk.
Bu dünyayı birada tutan şeyin ne olduğunu düşünüyorsunuz? Para mı ve
dolayısıyla herkesin birbirine olan borcu mu? Dağılma korkusu mu? Yoksa bizzat
korkunun kendisi mi?
– Bu çok önemli ve zor bir soru. Bazı bakımlardan, bir
Uluslararası İlişkiler çözümlemesinin merkezî sorusu: Tek bir güç merkezinin
hegemonyasının kaçınılmaz alternatifi anarşi midir? Bu soruyu ele almak için
Hardt ve Negri’nin en iyi kalkış noktası olduğundan emin değilim. Bu arada,
onlar “modern dünya” demezler, çağdaş dünya derler... İlk zamanlardaki
anlamıyla emperyalizmden bahsetmenin yanıltıcı olabileceği iddiasına kendimi
yakın hissediyorum, ama bunun ardından, dolayısıyla merkezî olmayan bir dünyada
yaşadığımız anlamı çıkmamalı. İlk olarak, ampirik olarak mevcut merkezin (ABD)
bir gerileme içinde olduğundan ve dünyanın yeniden nasıl merkezlileştirileceği
hakkında bir çatışmanın ortaya çıktığından- eğer tek merkezli bir dünya aslında
bir ihtimal ve arzulanır bir şey ise- söz etmek daha doğru olur. Günümüzdeki
mücadelelerin çoğu bu sorun hakkındadır. ABD, benzeri olmayan askerî üstünlüğü
dışında açık bir gerileme içinde. Öte yandan, askerî seçeneği kullanmak için
başkalarına ihtiyacı var. Bunu Irak’taki iki savaşta da gördük. Şimdi de
İran’da görüyoruz. ABD’nin ekonomik ve ideolojik hegemonyası gerilese de, sorun
hâlâ devam ediyor. Yine de, emperyalist faaliyet devam ederken, bu artık eski
türden bir emperyalizm değildir, her şeyden önce ötekilerin işbirliğini
sağlamaya ihtiyacı olan bir emperyalizmdir- sadece meşruiyet için değil, fiilî
güç kullanımı için de. İkinci olarak, ABD bu türden bir işbirliğini
sağlayabilmektedir, çünkü ötekilerin şimdi küresel kapitalizmin garanti altına
alınmasında çıkarları vardır. Bu Çin ve Hindistan gibi ülkeleri de
içermektedir. “Ulusarışı kapitalist sınıf”ın sahneye girdiği yer burasıdır: Bu
sınıf, eski birinci-ikinci-üçüncü dünyadan olup da şimdi küresel ekonomide bir
pay sahibi olan ve küresel kapitalizm içinde bir egemenlik mücadelesine girmiş
olsalar da ortak çıkarları paylaşanlardan oluşan bir sınıftır. Kültürel çatışma
bu mücadelenin bir yüzüdür. Ama tek yüzü değildir. Bu koşullarda, sadece
bütünleştirici güçler yoktur, aynı derecede önemli parçalayıcı güçler de vardır.
Küresel siyasi faaliyetin büyük bölümünün, güçlü merkezkaç kuvvetleri
karşısında yerküreyi bir arada tutmanın yollarını aramaya yöneltildiğini
söyleyebiliriz. Bu merkezkaç kuvvetlerin bazıları yeni güçlerdir, ötekiler
dünyanın Soğuk Savaş biçimindeki örgütlenmesinin kılık değiştirmiş, geçmişten
kalan miraslarıdır.
• 11 Eylül’ün hemen
arkasından bir trajedi, buna bağlı olarak korku ve endişe vardı... Ama dünyanın
diğer yüzünde Amerika’nın dünyada tek başına olmadığını fark edeceği
düşünülüyor, ister istemez anlamak için daha fazla çaba göstereceğine
inanılıyordu... 11 Eylül ile ilgili karamsar ve iyimser tahminler vardı. 11
Eylül sonrası için öngörülen gelişmeler oldu mu? Beklenen bir tablo ortaya
çıktı mı sizce?
– 11 Eylül’ün ABD’nin dünya ile ilişkisindeki derin
çelişkilerin su yüzüne çıkarılması açısından çok önemli olduğunu düşünüyorum.
11 Eylül, bütün dünyada ABD’ye karşı büyük bir sempati yarattı ve diğer
ülkelerle ilişkileri açısından ABD’nin liderliğini yeniden canlandırması için
bir temel yaratarak yaptı bunu. Diğer alternatif, 11 Eylülün yarattığı avantajı
ABD gücünün dünyaya karşı tek kutuplu liderliğini yeniden ileri sürmek, ABD
egemenliği ve hegemonyasına karşı muhtemel herhangi bir meydan okumanın önünü
kesmek için kullanmaktı. Bu seçenek, siyasi sağ tarafından çok daha önceden,
Amerikan gücünün 21. yüzyılda da zorla sürdürülmesini öneren Yeni Amerikan Çağı
Projesi içinde zaten dile getirilmişti. Sağcı Bush-Cheney liderliği ile
birlikte bu seçeneğin galebe çalması en talihsiz gelişmeydi. Ve Amerikan
liderliği için fırsat olabilecek bir imkân, Amerika gücünün kötüye
kullanılmasına dönüştü. Obama yönetimi şu anda öteki alternatife –egemenlik
üzerinde liderlik– dönmeye çalışıyor ama ABD gücünün devam eden gerilemesi
siyasi paranoyayı beslemeye devam ettiği için artık çok geç olabilir. Ve
elbette, eski alışkanlıkları yenmek kadar iktidardan vazgeçmek de zordur.
Dolayısıyla, en iyi niyetlere sahip olan bir hükümet bile, olguları gerçekten
önemli ölçüde değiştiremez; İsrail’de, İran’da, Afganistan’da ve elbette en
önemlisi küresel ısınma sorunları ile son ikiyüz yılın yağmacı kapitalizminin
kalkınmacı ideolojisinden uzaklaşma acil ihtiyacında (başarılamadığını-çn)
gördüğümüz gibi.
• Doğrudan Türkiye üzerine
çalışmadınız ve yazmadınız. Şimdiye kadar hiç, bir şeyler söylemeyi
isteyeceğiniz Türkiye ile ilgili herhangi bir tartışma oldu mu?
– Haklısınız. Türkiye ile ilgili sadece birkaç makale
yazdım. Birisi Atatürk ve Sun Yat-sen’in karşılaştırılması, diğeri Yaşar
Kemal’in (ve J.M. Coetzee’nin) yapıtlarında barbarlık ve uygarlık sorunu
üzerine. Yüksek lisans öğrencisi iken, bir gün Ermenilere uygulanan etnik
temizlik (bu terim, ne kadar çirkin olsa da, olanların tarifi için “soykırım”
demekten daha uygun) hakkında yazmayı umuyordum. Hatta görgü tanıklıkları da
toplamaya başlamıştım. Ama muhtemelen Türkiye’ye dönmeyeceğim ve dolayısıyla
belgesel malzemelere ulaşamayacağım açığa çıkınca vazgeçtim. Bazı nedenlerle
Çin’de 1920’ler ve 30’lardaki Marksist tarih yazımına oldukça benzeyen,
Türkiye’de 1960’lar ve 70’lerdeki Marksist tarih yazımı üzerine yazma planımdan
da vazgeçtim. Çin’deki Marksist tarih yazımını doktora tezimde ele aldım ve
sonunda benim ilk kitabım olarak yayımlandı. Şimdi eğer zaman bulabilirsem,
Türkiye’deki Çin algısı (akımları) hakkında bir şeyler yazabilirim. Özellikle
Nihal Atsız’ın çalışmaları ve bu çalışmalara hayat veren ırkçı varsayımlar
ilgimi çekiyor. Bu, yukarıda belirttiğim bazı nedenlerden dolayı, bir süredir
zihnimin arka planında olan bir şey. Son dönemdeki bazı gelişmeler de sorunla
tekrar ilgilenmeme neden oldu. Bu gelişmelerden biri kendisine Türk Amerikan
Dernekleri Federasyonu diyen bir grubun ABD’deki faaliyetleridir. Bu bana, bazı
etnik özler adına bazı önemli farklılıkları halının altına süpüren ki bu
zamanımızın ortak bir olgusudur, dünyadaki bütün “Türklerin”, “Türkler” olarak
bazı ortak paydaları olduğu şeklindeki varsayımının ırkçılığı nedeniyle çarpıcı
geldi. Öteki neden Sincan’daki son olaylara gösterilen Türk tepkisidir. Çin,
Türkiye ve başka yerlerde etnik baskı sorunlarıyla ilgilenmek önemlidir. Öte
yandan, bu durumların karmaşıklıklarını anlamaya çalışmak da önemlidir. Eldeki
bütün verilerden anlaşıldığı kadarıyla, bana öyle geliyor ki, Türk tepkisi
yetersiz bilgilenmeye dayanmaktadır ve şüpheli etnik akrabalık deklarasyonlarınca
tetiklenmiştir ki bu da yüzeysellikten öteye geçen çözümlemeleri
gerektirmektedir. Bu projeye el atabileceğimden de emin değilim, ama eğer ben
yapamazsam, başka akademisyenlerin buna el atmasını dilerim.
Çeviren: SAMİ OĞUZ