Cuma, Temmuz 31, 2020
Perşembe, Temmuz 30, 2020
Neden diye sorulunca
Bir sınıf arkadaşım vardı, sanıyorum çevresindeki herkesin "dinsiz" olduğuna inanıyordu ya da en iyi bildiği şey bu olduğu için her soruyu din eleştirisine getirir, cevaplar verir, Allahın varlığını kendince ispat ederdi.
Ona, soru sormadığını, sorulara cevap vermediğini, inançlı biri olduğu için her sorunun cevabını inancıyla sonlandırdığını söylerdim. Bir parça kızıyordu galiba bana, insan inandığı bir şey hakkında er ya da geç soruları sonlandırır. Bir + bir toplanırsa iki eder kesinliğine neden demezsiniz, dersiniz de cevabını bildiğiniz bir şeye dayandığı için soruların yinelenmesini anlamsız bulursunuz.
Oysa neden sorusu, her açıklamayla birlikte sizi geriye götürür. Sonsuza kadar sürdürülebilecek bir soru-cevap akışına kapılabilirsiniz, geriye, çok geriye gidersiniz. Ya da durursunuz.
Dün hiç tanımadığım bir adam, kalabalık bir bürokrasi kuyruğunda benimle siyaset konuşmak istedi. Öyle pat diye, gevşek ve geveze bir ruh haliyle... Boş beleş, "büyük büyük" maliyetsiz laflar etmeyi seviyoruz, hep beraber "çok biliyoruz". İtiraf etmeliyim, dinlemeye de konuşmaya da isteksizdim.
"Sana tek bir soru soracağım, Fetö bu kadar yanına sokulmuş, niye öldürmedi bu adamı" dedi.
Ona bunu niye yapmadığını bilmediğimi ama bunun bir anlamı olmadığını, çünkü yapmadığını, yapsaydı başka bir şeyi konuşacağımızı, olmamış bir şeyi konuşmanın yaşadığımız durumu değiştirmeyeceğini söyledim. Sonra gereksiz bir sabırsızlık gösterdiğimi ve üst perden konuştuğumu düşünüp üzüldüm. "Yok anlıyorum seni" filan yaptım bunun üstüne.
Adam yüzüme bakıp, "ben o soruda kaldım arkadaş ne yapacağım" dedi, o soruda kalmış gibi değildi, konuşmayı sürdürdü.
Bense bir soruya takılıp kalan birini tahayyül ettim. Dünyayı yaşatan, kuşkuya duyulan inanç olabilir gibi geldi bana. Birine sormadım.
Çarşamba, Temmuz 29, 2020
Simavi
Gazete kokan adam, magazinin beylerbeyi, renk tutkunu.
Telif ödeyen patron. Düşman arayan manşet. Rumların, solcuların, “yobazların”
savcısı ve ihbarcısı. Siyasetin rüzgârgülü. Muktedirin virgülü, kafiyesi, tam
sayfası, sekiz sütunu. Hürriyet’in mimarı, kaptanı, başyazısı. Sedat Simavi,
Türkçe edebiyatın muhasebe müdürü.
Pazartesi, Temmuz 27, 2020
Kayıp
Orta sınıfın bağnazlığının, aynı orta sınıfın "gerici" diye nitelediği kesimlerden hiç de aşağı kalmadığına inanırım. Endoktrinasyonun etkisini nedense kolay atlıyoruz. Bağnazlık dediğimiz şey her yerden ve her tür insandan sökün edebiliyor.
Cumartesi, Temmuz 25, 2020
Rezalet
Cuma, Temmuz 24, 2020
Son Okuduklarım 45
Aspirin, bir "sergi" kitabı gibi, epeyce sol sayfası boş bırakılmış, büyük boy basılmış bir albüm. Anlaşıldığı kadarıyla Aspirin'in üreticisi Bayer, ilacın bizdeki serüvenini görsel olarak anlatan, arşiv nitelikli bir çalışma istemiş, Gökhan Akçura da derlemiş, toparlamış...Görsel olarak ilgi çekici ... Safi, ödüllü bir resimli kitap, çocuklar için gibi duruyor, o niyetle o raflara konabilir ama bence onlara göre değil... belki diyorum ortaokul öğrencilerine yönelik bir tartışmacı yönü olabilir. Sıradan bir insanın yalnızlığını, kendini önemli hissetme iştahını, sarkaç gibi gelip giden kaybolma arzusunu anlatıyor, çocuklara ve hatta ergenlere bunu anlatmak, bunu doğallaştırmak kolay değil... İnsan okuduktan sonra en çok bunu düşünüyor. Ölüm Gölgesinde Suretler, tipik bir Tuncer Erdem kitabı... İlüstrasyonlar ve onlara eşlik eden "dizeler" okuyor, bakıyoruz... Bence kitaptan çok sergi olacak bir çalışma imiş... Doğrusu bir "fotoğraf" kitabı gibi de duruyor. Çizgiyle fotoğraf arasında anlam olarak epey fark var, bu farkı önemsememiş Erdem...Birinde gördüğünü yansıtan bir "teknik" göz, diğerinde auteurun kendine özgü tınısıyla yorumu var. Önsözde anlatılan hissi bana verebilmiş gibi gelmedi. Karaoğlan kitabına bir kitap müzayedesi sırasında tesadüfen ulaştım, hiç görmediğim için almak istedim. Meğerse Yalaz'ın oğlu tarafından Fransız yayıncılara yönelik olarak 2012 yılında hazırlanmış bir tanıtım kitabıymış, eskiler "broşür" derdi, onun "albüm" gibi tasarlandığını düşünün. İçerdeki bilgiler epeyce eksik ve yanlış, internetten alınmışlar, kimi görseller hakeza öyle... İçeride bir serüven kullanılmış, ama o da tıkış tıkış kullanılmış. Tek ilginç taraf, kapaktaki resmin Kaan Yalaz tarafından çizilmiş olması...
Perşembe, Temmuz 23, 2020
Şapka ile hatıra
Çarşamba, Temmuz 22, 2020
Yıldırım
Salı, Temmuz 21, 2020
Yerliler, yolcular, yabancılar (3)
Dikkatli okuyucu,
yerlilik bahsinde CHP’nin geniş yer tuttuğunu fark etmiştir. Genelde sağ
tarafta, solla özdeşleştirilen ve özellikle ’60’lı yıllardan sonra bizzat CHP
tarafından da sol olarak tanımlanan Kemalizm ve Tek-Parti döneminin “sol” olup
olmadığını tartışmayacağım. Diyeceğim şu: Sola dönük yerli olmama ithamında
Marksizm kadar Tek-Parti elitizminin ağırlığı gözardı edilmemeli.
Özetle, sağın solla
ilgili eleştirileri Millîlik, halk, taşra ve hattâ sınıfsal farklılıklarla
ilgili. Başlangıçta yerlilik eleştirisinin dayanaklarını iki ayrı bölümde
sorgulamaya çalışacağımı yazmıştım. Bu sebeple, aynı ithamların
izdüşümleri üzerinden sola bakabiliriz. Solun başka bir mecrada kendisiyle
ilgili benzer bir sonuca ulaşması, dahası bunu değiştirmeye çabalaması önemli.
Şevket Süreyya, ’20’li yıllarda, hapiste, ülkeyi kurtaracak olanın
Millî-Komünizm olduğuna inanıyordu. Türkiye ayarındaki birçok azgelişmiş
ülkenin Marksizm adı altında modernleşmesi , bu inancın birçok yerde “yerli”
entellektüellerce vakt-i zamanında paylaşıldığını göstermekte. Millî sol,
millîyetçi sol gibi yaklaşımlar da belirli bir zaman dilimiyle sınırlanmaktan
çok, süreklilik arzediyor. Halkı için yaşayan, halka danışan, halkıyla iç içe
ve onun için savaşan bir sol miti hep mevcut oldu. Yön Dergisi,
Doğan Avcıoğlu, THKO kökenli hareketler, Mehmet Ali Aybar, Millî Demokratik
Devrim, vs. bu çizginin çeşitli isimleriydi. Bildiriler genellikle “Halkımıza”
hitabıyla başlıyor, anti-emperyalist ve anti-oligarşik halk hareketinden
bahsediliyordu: “Faşizme ölüm halka hürriyet”.
Türkiye’de sol
düşüncenin kitleselleştiği ’60’lı yıllardan itibaren yerlilik, sol için daima
merkezî bir önem taşıdı. Son Komintern’in İspanya iç savaşına ilham veren “halk
cephesi” önerisi, dünyada solun yerlilik sancısına, öncelikle teorik düzeyde
ilaç olabiliyordu. Buna göre, faşizm dalgasını durdurmak için sosyal
demokratlar, liberaller ve tüm iyi niyetli insanların biraraya geldiği geniş
bir “halk cephesi” oluşturulacak; devrimci sol, işçi sınıfı ile köylülerin
örgütlenmesini sağlayacaktı. Böylelikle onların mücadeleri yönlendirilerek,
öncülük edilecekti. Stalin’in Troçkist enternasyonalizme karşı sunduğu
millîyetçi yan anlamlarla yüklü “tek ülkede Sosyalizm” tezi debunda işlevsel
oldu. Böylelikle, devrimci sol, hem halkıyla birarada yaşayacak, faaliyet
sahasını onların yaşadığı yeri esas alarak düzenleyecek hem de devrimi bir halk
hareketi olarak gerçekleştirecekti. ’60’lı yıllarda TİP’liler radyo
konuşmalarına “Maraba!” diye başlıyorlardı. Gecekondu yıkımlarında ahaliyle
birlikte hareket edilerek, direniliyordu: “Gecekondu Yıkılmaz Halk Bunu
Unutmaz!”. Yayınlar, “işçilerin ve köylülerin gazetesi-dergisi” ibaresiyle
takdim ediliyordu. Sonraları üniforma biçimini alan parka, kot, bot ve kısa saç
bile “halkla uyum, halk önünde kıyafete özen” düsturundan çıkmaydı. Halk,
aşkın-kutsal bir anlam öbeği, temizlik ve saflıktı. Ve bu halk, başkalarına
zulmetmeyi meşrû gören zihniyetteki faşist azınlığın baskısını yaşıyordu,
faşizme karşı korunması gerekiyordu. Yerli olmayan, faşistlerdi; kendi halkına
zulmeden, sömüren, başkalarına peşkeş çeken o halktan olamazdı. Nâzım Hikmet, “hiçbir
korkuya benzemez/halkını satanın korkusu” diyerek bir sağcıyı
anlatıyordu. Devrimciler halkın arasında, onların bir parçasıydı. Gülten Akın,
öldürülenler için “Halkın bağrından biçtiler/birer birer hepimizi” diyordu.
Hasıl-ı kelam,
yerlilik, sağ ya da sol için durdukları yere göre halk ya da milletle
özdeşleştirilerek kullanılan, içi doldurulan, kimin elindeyse onun şeklini
alabilen bir kavram. İçeriği çok geniş ve herkesin üzerinde uzlaşabileceği bir
tanımı yok. Her şeyi içerecek çağrışımları var, ama işaret ettiğine yaklaştıkça
ele gelir kavram olmadığı anlaşılan bir muğlaklık. Kapsamı bir kavrama hayat
veremeyecek kadar manipülatif, geniş ve belirsiz. İdeolojik ve kutsal. Neyi,
kimi, hangi duruşu ve nasılı anlatmasa da her türlü aşkınlık ve kutsallık
yüklenmiş özlemlerin ifadesi. Karşıtını ihanet tonunda adlandıran çatışmacı.
Yerlilik, her
isteyenin istediği gibi donatacağı, istediği muhtevayı verebileceği zengin bir
ideolojik mühimmat içeriyor. Ama aynı mühimmat, öncelikli olarak, millî
kimliğin devamlılık arz eden düzenleyici düsturlarından biri. Solda ya da
sağda, yerli olmak iddiası, iddia sahibini ister istemez milliliğin gereklerini
yapmaya zorluyor ve iddianın kapsamını yerelleştiriyor. Bunu diğer adı: ideolojik
stilizasyon, folklorik bir yeniden-üretim. “Saz”ın kullanımı üzerinden
düşünüldüğünde bile yerlilik; sahiplenme, yer alma, elde etme mücadelesi. Solun
millî demekten imtina ettiği “o” kimliğin dönüştürülme uğraşı. Bu mücadele,
kültürel yenilenmelerin ilhamı, motoru da bir yerde. Anadolu-Pop için yerli
değildir diyebilir miyiz? Ya “Klark Bıyıklı” Ayhan Işık? Veya “Ya Sev Ya
Terket”e verilen tepkiler, o “yüzde yüz yerli ve millî” slogandan sanki daha mı
az yerli?
Yerlilik, insanın
yaşadığı yerin dili, belki şivesi, alışkanlıkları, mitleri ve sembollerine
duyulan bir aidiyet aynı zamanda. Siyasî ya da etnik bir azınlık için “kayıp”
bir tarihi keşfetmek, onları muhafaza etmek, hâkim olana karşı direnmek
çoğunlukla. Her insanın varlık dünyasıyla tinsel kaynaşması için, kendini
mutlaka bir etnik kökene bağlaması gerekmez elbette, ama varoluşsal açıdan
mutlaka bir gruba dahil olması şarttır. Açık ifadesi: Bir yerli olmayan,
olamaz; daha da açığı: “kendimi bir yere ait hissetmiyorum” savı hikâyedir.
İnsan, öncelikle şunu söyleyebileceği birilerine ihtiyaç duyar. Biz olmadan ben
olamaz. Bu, her insan tekinin kimlik krizine getirdiği çözümdür de.
Biliyorum,
anlatılan yerlilik, millîyetçilikle aynı durakta halk otobüsünü bekliyor
görünebilir. Hattâ gelen otobüsün şöförünün muhtemelen bıyıkları sarkıktır onu
da biliyorum. Biletimi atar, arka sıralara geçerim. Kimileriyle merhabalaştığım
tanıdık yüzler, bildik konuşmalar, mırıltılar, duvar yazıları vardır
koltuklarda. Cam kenarları çoktan dolmuş. Dünyayı bilmem, ama otobüsümü
anlatabilirim.
Pazartesi, Temmuz 20, 2020
Ajda
Her zaman bugünün kadını. Duvarda erkek isimleri,
saymakla insan deli olur. Havva’nın kızı. Yaşadığı için güzel. Aslı Kerem’den,
Züleyha Yusuf’tan güçlü. Dövüşerek, sevişerek, söyleyerek. Yakışıyordu bakışı,
ahlakı çekiştiren sözleri: doğru bir yalnızlık, doğru bir aşkın sonu. Güzel
kalmazsa ölecek, ameliyatlı estetik, ameliyatla masalsı, hep bir elma yiyen.
Ajda, en tuhaf yelkenlisi coğrafyanın ve neşenin. Her şey öyle kasvetli, öyle
renksiz, öyle dumanlı ki Ajda iki asırdır sarışın baharı İstanbul’un.
Pazar, Temmuz 19, 2020
Yerliler, yolcular, yabancılar (2)
Yerli olmamak, bu
toprağa/vatana ihanet ithamları ba’bından karşı tarafı mimlemek, özellikle
Atatürk’ün ölümünden başlayarak, İnönü iktidarı ve sonrasında, birbirlerinin
ikamesi olan Tek-Parti menşeli sivil-askerî bürokrat elitlerin kontrolünde
gelişti. 10 Kasım ertesi şekillenen bu değişimin gerekçelerini rejime maraz
gelmesinden duyulan endişeye bağlamalı. Yakup Kadri, Politikada 45 Yıl kitabında
başta Atatürk olmak üzere devrimci kadroya bir şey olsa, bütün devrimlerin yok
olacağı korkusunu anlatırken bunu vurguluyordu. Toplumsal desteği olmayan bir
rejimin yapısal zaafiyetler içerdiğinin herkes farkındaydı. Peyami Safa, “Kimden
saklayacağız? Cumhuriyet inkılabını kadife eldivenli demir el yaptı. Halk
pasifti. Bu inkılabı isteyen de kabul etti. İstemeyen de. Serbest oya
başvurulmadığı için kaç kişinin istediğini ve kaçının istemediğini bilemiyoruz.
Bu nisbet, inkilabın tarihine bir sır olarak girecektir” (Ulus,
22.6.1950) derken, toplumsal bir talebin olmadığını “Halk pasifti” diyerek
anlatıyordu. Kurtuluş savaşı esnasında Atatürk, Yunan ordusunun ilerleyişine
hiç aldırmayan köylerden geçerken, hayretler içinde kalarak bir köylüye, neden
işgalciye karşı direniş hazırlığı içinde olmadıklarını sorunca, köylü,
Yunanlılar kendi tarlasını işgal etmediği sürece bekleyeceğini söylüyordu.
Köylü için bu savaş, kendisini ağır vergilerle ezen, ne anladığı ne de
ilgilendiği savaşlar için uzak bölgelere gönderen devlet destanının bir başka
öyküsünden ibaretti. Benzer bir ifadeyi İnönü’nün aynı dönemde geçen bir
anısında yakalayabilmek mümkün. İnönü, Bursa’dan geriye doğru göçen, içinde
subay ve ailelerinin bulunduğu bir kafileye rastlar: “Kafileyi
durdurdum. Subayları bir kenara topladım. İçinde bulunduğunuz vaziyeti bilesiniz.
Bundan başka, subay olarak da yerinizi bilmelisiniz. Padişah düşmanınızdır,
Yedi Düvel düşmanınızdır. Bana bakın dedim. Kimse işitmesin, millet
düşmanınızdır” . Herkesin farkında olduğu bu olgu, rejime karşı
kadirşinas, sağlamcı ve ihtiyatlı konuşmaya/olmaya itiyordu. Hal bu iken, dönem
eleştirisi “cemaat içinde” dönen, son kertede aynı yolun yolcularının
birbirlerine olan sitemleriydi. CHP’nin Demokratlara olan kızgınlığı, işi
cemaat dışına taşırmalarıyla ilgiliydi. Partinin Seçim sloganına dikkat: “İnkar
haksızlıktır! Eser Ortada: Yeni Türkiye. Dimyata Giderken Evdeki Bulgurdan
Olma!”. İçerik, iktidar partilerinin statükoyu muhafaza edici söylemleriyle
akraba olduğu kadar, her çift lafın tekini DP’ye gönderiyordu. Memleket meselelerinin
herkes tarafından konuşulmasını abes ve “irtifa” kaybı sayan iktidar, “mesai”
arkadaşlarının tutumundan şikâyetçiydi. Zira bu ehliyetsiz tutum, Batılı,
modernist, laik ve kentli uzlaşmanın payandalarının sarsılmasına sebep
oluyordu. İktidar tarafından “Kasketlilerin Partisi” olarak küçümsenen
Demokratlar ise yarayı biliyor, kaşımak istiyorlardı. Ahmet Muhip Dıranas’ın
1950 seçimlerinden bir ay evvel konuştu(rdu)ğu kasketlinin sözleri
anlamlıydı: “Yirmibeş seneden sonra, nihayet ayağına giden münevverin
ve şehirlilerin ne istediğini pek tabii bilmekle beraber, kendisinin ne
olduğunu da ona göstermek hassasiyeti ve itinası içindedir. Bir yol üzeri, bir
dağ köylüsü: Efendi dedi. Baktık bir takım adamlar köyümüze kadar gelir gider
oldu. Hallerinden ve dillerinden anladık ki, iş gayri bize düşmüş. Anlaşılan
bizi efendilikten indirdiniz, vatandaş ettiniz. Sağ olun! Eh gayri bu çorbada
bizim de bir tutam tuzumuz bulunur” (Zafer, 13.4.1950).
Ellili yıllarda politika
sahnesine Cumhuriyetin kurucu kadrosunun dışında taşra kökenli yeni aktörler
dahil oldu. Bu yeni insanlar politikanın dilini, uygulama biçimlerini ve
politikacı kimliğini popülizme kaydırarak değiştiriyorlardı. CHP’nin yeni Genel
Sekreteri Kasım Gülek, Partinin stratejisini Demokratların izlediği politikaya
çekiyordu: “Halk Partisi, halkın partisi olamadı. Bundan dolayı
demokratik seçimi kaybetti. Tekrar kazanacağız. Kazanırız. Şu şartla ki Halk
Partisi, halkın partisi olsun. Her yere gitsin. Halka karışsın”. Bu elbette
ki o kadar kolay değildi. Çünkü artık karşılarında Zincirli Hürriyet’in
“senelerce şef hükümetinin çıraklığını edenler” (3.2.1948), Marko Paşa’nın
“Kurucuları (..) Halk Partisi siyasî mektebinin denenmiş, devrini tamamlamış
kısır adamları” (20.1.1947) dediği eski Halkçılar yeni, Demokratlar yoktu.
Başkaları vardı, başka bir dil konuşuluyordu. Seçmeniyle konuşmak zorunda olan
politikacı, çoğunlukla o seçim bölgesinin insanı oluyor ve bu atasözlerinin
binyılcı tekrarcılığı, bıktırasıya ahlâkçılığını içeren, mecazlarla konuşan
sözlü kültürün meclise-politik dile taşınmasına sebep oluyordu. Kavramlar
esasında konuşan, soyutlamalar yapan tahsillilerin nihayetinde solla özdeşleşen
dili, seçmenle iletişim kuramıyordu.* Dünya gazetesi “Halk
Sahillere Saldırdı Vatandaş Denize Giremedi” diye manşet** atarken bu
“çoğunluktan” duyduğu rahatsızlığı ifade ediyordu. “Vatandaşlar”sa bizim
tanıdıklarımızdı. Benzer okullara gitmişlerdi, saygıdeğer meslekleri vardı ama
öncelikle ideolojileriyle saygıdeğer kategorisine giriyorlardı. Buna karşın,
Hacıağa denilen müteşebbisler, “Başka İstanbul Yok!” diye çıkışılan yeni kentli
göçmenler, taşralı politikacılar başka bir iklimin insanlarıydı. Kurucu
sivil-askerî bürokratik elitin kontrolündeki merkezin kayıyor olması, DP
iktidarında geçen on yıllık dönemin daha çok “Cumhuriyet elden gidiyor!”
biçiminde algılanmasına, bir eleştiri olarak yaygınlaşmasına sebep oldu. Oysa
daha etkileyici olan, 27 Mayıs ertesine de sirayet eden sağın bu dili
sahiplenmesiydi. Çoban Sülü’nün şahsında yeni sağcı politikacılar kendilerini
taşrayla özdeşleştirerek, onun devamı mahiyetinde politik bir söylem
oluşturuyorlardı. Mevcut düzenle ilişkileri itiraz, inkâr ve muhalefet
biçiminde değildi. Değerler alaşağı edilmiyor, kötülenmiyor, sarsılmıyordu. Ya
da bir değişim zorunluluğu anlatılıyor ama bu aynı dilin imkânlarıyla, kitabına
uydurularak ifadelendiriliyordu.
Plajla ilgili küçük
bir not: Kemal Tahir’in Sağ’ırdere (1955), Esir Şehrin
Insanları (1956) gibi ilk romanları öncesi, Samim Aşkın adıyla
yazdığı Halk Plajı (1954) çalışması, ilhamını aynı manşetten
alır. Bir halk plajı çevresinde yaşananların anlatıldığı roman, alt sınıflar
nezdinde argo, cinsellik, fakirlik, açgözlülük, sömürü ve insafsızlık üzerine
odaklanıyordu. Kemal Tahir’in anlattığı “işgalci” kalabalık, plajlarda
vatandaşlar kadar saygıdeğer değildi. Manşete dönelim: Buna göre, Halk
beşer-dışı bir yığın olarak, medeniyete, medenilere/vatandaşlara ayrılmış bir
yere saldıran “Barbarlar” olarak tanımlanıyordu. Halk ve Vatandaş kavramları,
kendi içlerinde homojenleştirilerek, birbirine karşıt, dışsal iki ayrı varlık
olarak kişileştiriliyor, kendilerine ruh ve öznellik atfediliyor ve kavgaya
sürülüyordu. Üstüne üstlük gazete aracılığıyla mutlak kötü halk, mutlak iyi
vatandaşa şikayet ediliyordu. Dikkat edilirse, Vatandaş ile Halk arasında
cereyan eden bu manişeist fabl, yukarıda anlattığımız Halk ile Millet
arasındaki yapay ayrımın bir çeşitlemesidir.
Cumartesi, Temmuz 18, 2020
Küçük Posta
Cuma, Temmuz 17, 2020
Yerliler, yolcular, yabancılar
“Türkiye’de Sol
Yerli Değildir!”. Elbette ki bu eleştiri değil, bir kanaat. Tartışma yaratması,
eleştiri olarak kabul edilmesiyle ilgili. Salt sağdan sola yönelik bir
“eleştiri” de değil. Sol cenahta buna “hakveren”, içe dönük bir hayıflanma da
mevcut. Ters köşe: iddia sahibini iktidara taşıyor. “..Yerli Değildir!” Bunu
kim bilebilir? Doğal olarak o yerli olan. Açarsak, yerlilikten kasıt millîlik,
o yerde yaşayanlar, o milletten olmak. Sağ için sine-i millette sola yer yok,
sol yabancı, dışarda(n). Sol versiyonu da var elbet. Faşist işçi, köylü yoktur.
Faşist olan halktan değil, halk düşmanıdır inancı.
Yerlilik iddiası, millî kimlikle doğrudan ilgili. Millî kimliğin siyaseten en belirgin işlevi, “millet”e özgü kişilik ve değerleri tanımlayan, halkın kadim gelenek ve uygulamalarının yansıması. Dolayısıyla derin bağları mevcut: Teritoryal, siyasî, etnik ve şecereci. Yerli değil derken bir toprak vurgusu var ve bu öyle alelâde bir toprak değil, mübarek ve şehit kanlarıyla bezeli, yüce bir yurt: Halkın beşiği. Halk ve toprak birbirine ait(tir)/olmalıdır. Bu topraktan-yerden olmayan, halktan da değildir. Neredeyse bir aile ilâmı söz konusu, yerli olmayan aileden değil, doğallıkla kardeşlik ve dayanışma ruhu taşımıyor. Ailenin ideoloji, dil, mitoloji, sembolizm ve anlayış biçimlerini de paylaşmıyor. Geçmiş kuşaklara ve ata yurduna karşı duyulan kadim inanç ve bağlılıklarla mesafeli, eleştirel ve rahatsız edici. Sol dediğimiz de bu zaten. Sadece bu ülkede değil her yerde duruşunu benzer referanslardan alıyor. Sol, etnik seçilmişliğe dair bir mite sahip değil. Oysa, mevcut örnekler üzerinden düşünüldüğünde, etnik bir köken olmadan (var edilmeden) millet olma süreci tamamlanamaz(dı). Cumhuriyetin iki büyük düşmanının bu sürece engel oluşturan özellikler içermesi boşuna değildir. Milletleşme sürecinde etnik devamlılığı önleme suçunun gerici-mürteci-hilâfetçi diye bahis edilen Müslümana; sola, Rusya, komünizm ve Marksizme yüklendiğini düşünüyorum. Marksizmin sınıf temelli, Müslümanlığın ümmetçi ve anti-laik düsturlarının, tasarlanan millet olma sürecine ket vurduğu aşikâr. 1950 Seçimlerini kaybeden CHP, yeni Hükümete yönelik olarak açıkladığı “Muhalefete Giderken” adlı bildirisinde aynı noktaya temas eder: “..Atatürk inkilabının iki büyük düşmanına, kara irtica ve kızıl komunizme husumet de besleriz kin de.. Bu noktada zaten azınlıkla çoğunluk, muhalefetle iktidar tanımıyoruz. Bizim tanımadığımız gibi, yeni iktidar da tanımayacaktır. Onları ezmekte, yaşatmamakta, ne tolerans, ne hürriyet, ne husumet düşmanlığı tanımayacağız” (Ulus, 18.5.1950). Bir devletin etnik ve siyasal çekirdeği, çoğunlukla o milletin karakter ve sınırlarını teşkil eder, nesilleri birbirine bağlayan temel mit, sembol, hafıza ve değer kalıplarını üretir. Uyuşmazlık çıkartan, “bu yerli” değildir.
Küçük bir not: Sağlaşıyor dedim açayım, Demokratların , Halkevlerinin Millete devrini istemelerini CHP anlamlandıramaz: “Halkevleri zaten halkındır. Türkocaklarının daha çok zümre evleri olduğu görüldüğü için bunlar Halkevi haline getirilmiş ve kapısı bütün Halka açılmıştır (...) Biz Halkın malı, halkın evi diyoruz. Onlar milletin malı, milletin evi diyorlar. People kelimesi ile nation kelimesi arasındaki fark!” sadece (Ulus, 16.6.1950).
Devam edeceğimPerşembe, Temmuz 16, 2020
Nesin Kalabalığı
Çarşamba, Temmuz 15, 2020
Adalet Hanım
Salı, Temmuz 14, 2020
Sıralama
Benim listemde Cin Ali'den sonra Milliyet Çocuk, Enid Blyton veya Kemalettin Tuğcu gelirdi, daha sonra Tarkan çizgi romanı... Ne garip bir karışım! İlk gençliğim için Mehmet Eroğlu derim hemen, sonra oburlaştım, başka başka yazarlar, tek bir isimle anlatılamayacak bir çeşitlilik.
Pazar, Temmuz 12, 2020
Perşembe, Temmuz 09, 2020
Red Kit'in İsim Babası Kim?
[Yazıyı 2013 yılında yazmıştım, tekrar soruldu veya sorun edildi diyelim, yineliyorum.]