Kenar mahallede büyümüş bir çocuk olarak delikanlılığın
hep içindeydim. Kavga etmek, fedakârlık yapmak, meydan okumak, racon kesmek,
birbirine destek olmak bu ruhun payandalarıydı. Kan kardeşim, bacım dediklerim,
güzel küfreden, aklı başında demlenen arkadaşlarım vardı. Birbirimizin gururunu
okşuyor, aşktan anlıyor, doğrulardan konuşuyor, kadınlarla aramıza mesafe koyar
gibi yapıyorduk. Cinsel açlık, parasızlık, başarısızlık, baskıcı ebeveynler hep
vardı, içimize üstümüze sinmişlerdi, ne yapıyorduk, onların yerine
arkadaşlığımızı koyuyorduk. Ben bu safhayı hayata karışmadan önceki son
istasyon gibi gördüm hep. Güçsüzlüğe, hamlığa, yokluğa arkadaşlıkla
katlanırsın, ailenden ve hayattan kaçar, birbirine sığınırsın. Yaş ilerleyip, devreye
para kazanmak, evlenmek, günü kurtarmak girince o sığınaktan çıkıp farklı
yollara dağılırsın. Trafiğin yoğun olduğu yollarda geri dönüş yasaktır!
Orta Anadolu’da, “Akrabaya akrab (akrep) gerek,” derler, hey
güzel Allah’ım kurtar bizi şunlardan tadında matrak bir iğnelemesi vardır,
hoşuma gider. Ulus (Baker) öldüğünde bir akrabası, “Siz arkadaşısınız, onun
adına daha doğru karar verirsiniz. İnsan akrabasını seçemez ama arkadaşını
seçer,” demişti ve bunu duyduğumda çok etkilenmiştim. İnsan arkadaşını seçer,
olmuyorsa da bırakır gider, oysa amcalar, teyzeler, dayılar, yengeler, hatta
kardeşler, anneler, babalar öyle değildir. Islandıkça ağırlaşan paçavra misali
dibi buldurabilirler. Büyük ailedirler. Ben ergenken, bizim evde ne zaman
toplanılsa, babamın hâkimi ve savcısı olduğu, çocuklarını kifayetsizlikle
suçladığı bir akraba mahkemesi kurulurdu, annem şahit olurdu, mütemadiyen
hırpalanırdık. Tembeldik, sorumsuzduk, başkalarının çocukları neler neler
yapıyordu da biz içler acısıydık, utandırıyorduk, olamıyorduk vs. Arkadaşlar o
zamanlar iyi gelirdi bana. Kaçardım. Ucundan kıyısından kendim olabileceğim,
fikrimi söyleyebileceğim, salak yerine konmayacağım, eşitler arasında iç
dökerek, paylaşarak, yakınlık kurarak, tanıyarak, akıl vererek, akıl alarak
nefes aldığım bir yere kaçardım. O sancılı ergenlik kaosunda arkadaşlarım, bana
ailemden iyi gelirdi, bir şeylerin bana iyi gelmesine ihtiyacım vardı,
büyüyordum, büyümek kolay değildi.
Bugün, çevremdeki orta sınıf ve eğitimli anne-babaların,
çocuklarının arkadaşı olmamasından korktuklarını duyuyorum. Otomobillerin park
yeri sorunu kadar mühim tek çocuk sıkıntıları… Sadece iyi vakit geçirmek için gerekli
olan bir arkadaştan söz etmiyorlar, yetişemediklerinin farkındalar, geçmiş
deneyimlerini hatırlıyorlar, arkadaşların bir şeyleri, en çok ruhları tamamladığının
farkındalar… Annem, pek çok anne gibi, arkadaş dediğimde, “Kim o arkadaş?”
derdi, endişeyle, endişesini gizleyen bir sinirle… Arkadaş dediğin insanı ne
yollara düşürürdü. Çocukları kaçıran çingeneler gibi, kötü yola düşüren
arkadaşlar var bizim kolektif hafızamızda…
Bir insanın kişiliğinde, huylarında, eğitiminde aile ve
okul kadar arkadaşlarının payı vardır. Şöyle düşünün, kişiliğinizde yüzde
olarak ailenizin payı nedir ve bunda arkadaşlıklar neden hiç hesap edilmez?
Arkadaşlıklar öğrenmenin bir parçası değil midir? Akla dahi gelmiyorlar. Gelse
bir bakanlık, bir müdürlük açılırdı…