(...) Deli Gücük’ün iki payandası var, okudukça siz de fark edeceksiniz. Öncelikle, Osmanlı taşrası diye bir kavram kullanılıyor. Taşra vurgusu hikâyelerin içerdiği tür ve referanslar nedeniyle ziyadesiyle kullanışlı, verimli bir mecra. Anlatılan Osmanlılar ise ağır aksak oturup kalkan, ağdalı laflar eden, sefahat düşkünü divan adamları değiller. Bilirsiniz, cumhuriyet farklı nedenlerle Osmanlıyı olumsuzlar ve kendisine karşıt biçimde konumlandırır. Hikâyecilerin bu olguyla ilgilendiklerini söylemiyorum ama bu yargıya kapılmadıkları aşikâr. Vazedilen Osmanlı debdebesinden epeyce uzak insanlar ve hikâyeler anlatılıyor. Osmanlı taşrası olarak adlandırılan evren fantastik bir karakteristik taşıyor. Gotik öğeler, Anadolu masallarına, serüven külliyatına yapılan göndermeler ve edebi saymamız gereken nitelikler göze çarpıyor. Öfkeli eşkıyalar, yozlaşmış kanun adamları, patlayan silahlar, haşin diyaloglar, para hırsıyla dolu insanlar çıkıyor karşımıza. “Kötülük kalıcı, iyilik geçicidir” diyen bir tortu kalıyor hikâyelerden. Birbirlerine güvenmeyen, kendini tehdit altında hisseden erkeklerin dünyası bu… Bir anda çözülüyor, mantıksız biçimde ölüveriyorlar. Kemal Tahir, Marquez ya da Melville havasıyla karşılaşabiliyor, Japon kırsalına ya da westernlere hısım akraba olunabiliyor. Canavarlar ve tuhaf yaratıklar da var. Bir hayal, hiyle ya da can alıcı bir sahicilikle varoluyorlar. Uzak bir dağ köyünde, şehirlilerin, okumuşların ve türlü rasyonel adamın pek de inandırıcı bulmayarak dinledikleri hikâyelerde anlatılıyorlar. Taşra insanları canavarları, tekinsiz olayları, kargalarıyla dolaşan Deli Gücük’ü yok saymıyorlar. İşte diyorlar hikâyelere inanmayanlara, “o ormanın içinde, cesaretin varsa git oraya!...” Uçsuz bucaksız, ıssız ve soğuk bir vadide mantık bir başına kalıveriyor…
[Deli Gücük, Osmanlı Taşrasından Korku ve Dehşet Hikayeleri çizgi roman albümü için yazdığım önsözden...]