Çocukluğumda dinlediğim bir masal beni uzun seneler korkutmuştu. Gerekçesini hatırlamıyorum ama bir Cazu, masal bu ya, haksızlıklar yapmış nemrut bir adama deyim yerindeyse kök söktürüyordu. Her geceyarısı, kargalar dahi uyurken, adamın kapısının önüne çer çöp süpürüyor, süpürgenin çıkardığı hışırtı ve kadının söylediği türkü bütün mahalleyi tir tir titretiyordu. Masalı ilk dinlediğim gece daha yoğun olmak üzere belki aylarca ürpertiyle sokağı dinlemiş, Cazu’nun süpürgesine benzettiğim seslerin uğultusuyla uyumamış, sızmıştım. Beni korkutan şey, Cazu’nun dış görünümü ve intikamcı tutumuydu, daha doğrusu uzun yıllar böyle olduğunu sandım. Aklımda kocakarı’yı evirip çeviriyor, tekinsiz halleri, seyrek saçları, tek tük dişleri, uzun tırnakları, çatlak sesi ve kamburunu tahayyül ediyor, yarattığım resim beni esir ederek kalbimi gümbürdetiyordu. Kötülük yaparsam Cazu çıkıverirdi karşıma. Sabahları okula giderken her kuytudan, her ışık düşmeyen karanlık zaviyeden zuhur edeceğini sanıyor, biteviye üşüyordum. Bir arkadaşım bütün sahipsiz köpeklerin Cazu’nun yoldaşları olduğunu söylediğinde süpürge hışırtılarının yanına köpek havlamaları da katıldı. Cazu’nun köpekleri… Cazu’nun köpekleri! Bugün, beni asıl titretenin bütün mahallenin Cazu’dan korkuyor olması olduğunu anlıyorum. Herkesin endişelenmesi, kapılarını kilitlemesi, arka odalara toplanması, kulaklarını tıkaması, gözyaşı dökmesi vs vs… Korku kolektifleştikçe büyür, konuşarak ya da susarak biçimsizleştirir insanlar onu…
Christopher Dell, Canavarlar, Garip Yaratıklar Kitabında gerçekten çarpıcı bir Japon halk oyunundan söz ediyor. Tipik bir gece hikâyesi anlatma ritüeli gibi görünüyor ama niyeti nedeniyle bambaşka bir şey bu… Samurayların bir cesaret sınaması olarak oynadığı oyun yüz mumun yakılmasıyla başlıyor. Konuklar sırayla bir hortlak hikâyesi anlatıyor ve her birinden sonra mum söndürülüyor. Son mum üflendiğinde hikâyelerde anlatılan hortlakların içeriye dalacağına inanılıyor. Öyle çarpıcı ki, insanın kendi yarattığı canavarların tutsağı olmasına ancak bu kadar güzel bir gönderme yapılabilir. Korku, her anlatılan hikâyeyle büyütülüyor ve hissiyat olarak gerçeğe dönüşüyor. Korkmak normalleştirilirken, Samurayların cesaret gösterisi gerçek dışı canavar olgusuyla sınanıyor. Etten kemikten bir şey değil karşılarındaki… Hikâyeleri de canavarları da gerçek sayan bir deneyim bu…
Aydınlanma sonrasının edebiyatı, canavar hikâyelerini deli saçması bulduğu gibi halkı korkutan canavar maskesinin ardına gizlenen insanları ve maddi menfaatleri ifşa eder. Ortaçağda okuma yazmanın yaygınlaşması ve birörnekleştirmesiyle koşut olarak cadı yargılamalarının arttığını biliyoruz. ‘Canavarlar cahil halkın uydurmasıdır’ iddiasının sahibi pozitivistlere yönelik cevabı canavarları edebiyata taşıyan türün yazarın verir. ‘Canavar diye bir şey yok’ diyen şehirli modernisti afallatan, aptal yerine koyan kurt adam ya da ne idüğü belirsiz bir yaratık çıkarıverirler ortaya. Bilim adamları kitaplardan gözlerini alamadıkları için gerçeği görememekte, hayatı ıskalamaktadır. Anti-entelektüelizm hikâyelerde başka türlü de zuhur eder. Bilim adamları öyle hırs ve kibir gösterirler ki Tanrı olmaya kalkışıp Frankenstein gibi hilkat garibeleri yaratırlar. Bilim, din ve Tanrı karşısında haddini –sınırlarını bilmezse, sonu mutlaka cehennemdir, ölümdür. Ekseriyetle hikâyeler, o çılgın bilim adamının ölümü ve bilgi birikiminin yanıp kül olmasıyla nihayetlenir.
‘Canavar hikâyeleri neden anlatılıyor?’ sorusunun kesin bir cevabı yok. Dell de cevaplamaya kalkışmıyor, sınırlı değiniler dışında asıl yaptığı görsel bir döküm sunmak. Görsellerden soruya ilişkin bir çıkarım, muğlâklığı azaltacak birkaç yorum yapılabilir. Naif ya da grotesk çizimlerden büyük ressamların çalışmalarına varıncaya kadar canavar görselliğinin ortak özelliği doğadaki canlılardan etkilenerek üretilmiş olmaları. Daha önemlisi hepsinin insansı karakter özellikler taşıması. Hikâyelerindeki saldırganlıkları, umulmadık bir anda duralamaları, âşık olmaları, yapılan iyiliği unutmamaları, utanmaları, acı çekmeleri bütünüyle insana özgüdür. Çünkü insanlar için tahayyül edilmişlerdir. Varlıkları ya da ölümleriyle normatif bir gramer inşa ederler, ihtiyaca cevap verirler.
Nasıl şeytanı olmayan din yoksa…kötülükle hesaplaşmayan vicdan da yoktur. Canavarlar, ilkel dinler döneminden ya da öncesinden kalan arkaik bir vicdanın sağaltım ekseninde serpilmişlerdir. Büyük dinlerin cinleri ve perileri arkaik dinlerin Tanrıları ve canavarlarıdır. Hepsi insanları korku ve ümitle yönlendiren ‘medium’lardır. Kitap, en çok, bu arkaik yönsemeyi belirginleştiriyor. Hoş bir görsel seçki de içeriyor… Eleştirilecek yanıysa ‘Doğu’ denildiğinde yalnızca Japonya’yı aklına getiren bir ‘Batılı’ zihniyetle kitaplaştırılmış olması.
Radikal Kitap, 30.10.2010
Christopher Dell, Canavarlar, Garip Yaratıklar Kitabında gerçekten çarpıcı bir Japon halk oyunundan söz ediyor. Tipik bir gece hikâyesi anlatma ritüeli gibi görünüyor ama niyeti nedeniyle bambaşka bir şey bu… Samurayların bir cesaret sınaması olarak oynadığı oyun yüz mumun yakılmasıyla başlıyor. Konuklar sırayla bir hortlak hikâyesi anlatıyor ve her birinden sonra mum söndürülüyor. Son mum üflendiğinde hikâyelerde anlatılan hortlakların içeriye dalacağına inanılıyor. Öyle çarpıcı ki, insanın kendi yarattığı canavarların tutsağı olmasına ancak bu kadar güzel bir gönderme yapılabilir. Korku, her anlatılan hikâyeyle büyütülüyor ve hissiyat olarak gerçeğe dönüşüyor. Korkmak normalleştirilirken, Samurayların cesaret gösterisi gerçek dışı canavar olgusuyla sınanıyor. Etten kemikten bir şey değil karşılarındaki… Hikâyeleri de canavarları da gerçek sayan bir deneyim bu…
Aydınlanma sonrasının edebiyatı, canavar hikâyelerini deli saçması bulduğu gibi halkı korkutan canavar maskesinin ardına gizlenen insanları ve maddi menfaatleri ifşa eder. Ortaçağda okuma yazmanın yaygınlaşması ve birörnekleştirmesiyle koşut olarak cadı yargılamalarının arttığını biliyoruz. ‘Canavarlar cahil halkın uydurmasıdır’ iddiasının sahibi pozitivistlere yönelik cevabı canavarları edebiyata taşıyan türün yazarın verir. ‘Canavar diye bir şey yok’ diyen şehirli modernisti afallatan, aptal yerine koyan kurt adam ya da ne idüğü belirsiz bir yaratık çıkarıverirler ortaya. Bilim adamları kitaplardan gözlerini alamadıkları için gerçeği görememekte, hayatı ıskalamaktadır. Anti-entelektüelizm hikâyelerde başka türlü de zuhur eder. Bilim adamları öyle hırs ve kibir gösterirler ki Tanrı olmaya kalkışıp Frankenstein gibi hilkat garibeleri yaratırlar. Bilim, din ve Tanrı karşısında haddini –sınırlarını bilmezse, sonu mutlaka cehennemdir, ölümdür. Ekseriyetle hikâyeler, o çılgın bilim adamının ölümü ve bilgi birikiminin yanıp kül olmasıyla nihayetlenir.
‘Canavar hikâyeleri neden anlatılıyor?’ sorusunun kesin bir cevabı yok. Dell de cevaplamaya kalkışmıyor, sınırlı değiniler dışında asıl yaptığı görsel bir döküm sunmak. Görsellerden soruya ilişkin bir çıkarım, muğlâklığı azaltacak birkaç yorum yapılabilir. Naif ya da grotesk çizimlerden büyük ressamların çalışmalarına varıncaya kadar canavar görselliğinin ortak özelliği doğadaki canlılardan etkilenerek üretilmiş olmaları. Daha önemlisi hepsinin insansı karakter özellikler taşıması. Hikâyelerindeki saldırganlıkları, umulmadık bir anda duralamaları, âşık olmaları, yapılan iyiliği unutmamaları, utanmaları, acı çekmeleri bütünüyle insana özgüdür. Çünkü insanlar için tahayyül edilmişlerdir. Varlıkları ya da ölümleriyle normatif bir gramer inşa ederler, ihtiyaca cevap verirler.
Nasıl şeytanı olmayan din yoksa…kötülükle hesaplaşmayan vicdan da yoktur. Canavarlar, ilkel dinler döneminden ya da öncesinden kalan arkaik bir vicdanın sağaltım ekseninde serpilmişlerdir. Büyük dinlerin cinleri ve perileri arkaik dinlerin Tanrıları ve canavarlarıdır. Hepsi insanları korku ve ümitle yönlendiren ‘medium’lardır. Kitap, en çok, bu arkaik yönsemeyi belirginleştiriyor. Hoş bir görsel seçki de içeriyor… Eleştirilecek yanıysa ‘Doğu’ denildiğinde yalnızca Japonya’yı aklına getiren bir ‘Batılı’ zihniyetle kitaplaştırılmış olması.
Radikal Kitap, 30.10.2010