Sinema Eleştirisi Türkiye'de nasıl başlıyor ve gelişiyor
diye sorarak başlayalım...
Pek çok kültürde olduğu gibi tanıtım yapmak ya da filmdeki
hikâyeyi özetlemek biçiminde başlayıp gelişiyor. Bu biçimin hemen görülebilen
iki yönü var: özellikle ilk dönemlerde, sanatı siyasetle kirletmek istemeyen
(!) anti politik bir öfkeye ve film üreticileri hakkında iyimser sayılabilecek
bir tavra sahip.
Kim ilk eleştirmenler?
Gazeteciler tabii... Edebiyatla uğraşanları polis
muhabiri yaparlar, iyi hikaye anlatsın diye. Gazeteci hatıralarına bakarsak,
gazetelere gidip gelen üniversite öğrencilerine de öneriliyor kültür sanat
sayfaları. Tanıtan, takdim eden, eleştirmeyen film yazılarını bir kenara
koyarsak hatta şöyle de diyelim sinema entelektüelleri diyelim, pek de yok ama
böyle bir şey, onlar genellikle edebiyat dünyasından ve eleştiri geleneğinden
beslenirler. Eğilimler, kıstas ve değerlendirme üslupları, edebiyat kuramından
ve eleştirisinden feyz alır. Uzun yıllar, hâlâ da böyle, sinema eleştirileri,
bu yüzden edebiyat dünyasının genelinin epeyce gerisinde kalmıştır. Türkiye’de işin
hakkını veren, devamlılık gösteren sinema kritiklerinin ömrünü yarım asırdan
öteye götürmek pek mümkün değil. Bu başlangıç noktasına ve süregelen mirasa
bakıldığında yine edebiyat eleştirisi ve ona bağlı bir siyasi teyellenmeden söz
edilebilir.
Ana kaynak edebiyat mı diyorsunuz...
Evet, kültür eleştirisinde her zaman ana
kaynak edebiyattır. Sinemaya edebiyat eleştirisi ve onu yönlendiren siyasi-kültürel
modaların yarattığı bağlamdan bakılması bu yüzden. Öte yandan bütünüyle farklı
mecralar bunlar, edebiyat siyasi kanonun ve eğitimin, kültürün
birörnekleştirilmesini lokomotifidir. Sinema böyle değildir ya da bu kadar
değildir, ticaridir ve eğlence yönü daima daha ağır basar. Sinemaya bunu
bilerek bakmaz veya bu yönü arzu edilmediği için gözardı ederseniz bu bağlamın
dışı önemsiz, arkaik, gerici, çağdışı, apolitik, alaturka, düzen yanlısı,
ticari ya da çöplük sayılır, öyle de sayıldı zaten.
Sinema sanattır argümanı bu denli etkili oldu mu?
Film eleştirisini konuşuyorsak evet...Olmak da zorunda.
İddianız olmadan kimliklenemezsiniz. Gerçekçilik, toplumculuk ya da ezilen
halklardan yana olmak gibi doğrudan-dolaylı Marksizm ile ilişkilendirilen
yaklaşımlarla filmler-yönetmenler önemsendi, iyi ya da kötü görülerek notlandı.
Bunun arka planında bir itibar arayışı da var. Sadece eleştirmen özcülüğünden
söz etmiyorum. Festival yapılması ve sanat sinemasına devlet desteği arayışı da
bunun bir parçası. Çünkü sinema piyasaya dayalı, seyirci filmi beğenmeli ki
harcanan parayı çıkarabilmeli. Yerli üretimin bu çerçevede tasniflenmesi ve bir
önem hiyerarşisi yaratılması, ticari filmlerin ve Yeşilçam sinemasının
kategorik olarak küçümsenmesine vesile oldu. Böylelikle tefrika romanlara,
popüler anlatılara ve çok satar olana yönelik husumet ve eleştirelliğin bir
benzerinin işlevselleştirildiği iddia edilebilir. Marksist eleştirinin
entelektüel çevrelerde yaygınlaşmasıyla ticari sinemanın popüler kodları
deşifre edilmiş, bu da sinemaya entelektüel bir itibar kazandırmıştır. Siyasal
sinemaya ve angaje sanata yönelik sempati, sağ-sol eksenli farklı sinema
üretimi iddialarını da beraberinde getirdi.
Türkiye'deki sinema akımlarının abartıldığını
düşünüyorsunuz...
Evet, bugünden bakıldığında Ulusal Sinema, Marksist
Sinema, Milli Sinema, Yeni Sinema vs iddiası olan, gerçekte birkaç filmden,
yazıdan, açık oturumdan, cılız tartışmadan ibaret güçsüz, nitelik olarak
abartılan denemelerin akım sayılgelmesi bence abartılı... Ama önce sinema
eleştirmenlerinin sonra sinema eğitimi veren kurumların mesleki itibar
arayışları bunları daha fazla bir “şey” gibi gösterdi, gösteriyor. Biteviye
yazıldıkça, tekrarlandıkça, yüksek lisans ve doktora tezleri üretildikçe iş
başkalaşıyor, var ve önemli kılınarak, bu film ve akımlar, Türkiye için
benzersiz bir deneme raddesine taşınıyorlar. Üretimiyle herhangi bir sinema
filminden (biçim, içerik ya da anlatım olarak) farkı olmayan bu filmlerin çok
başkaymışçasına sunulması, kutsanması, sinema eleştirmenlerinin ve akademinin
başarısı elbette… Sonuç şu: kendini Marksizme göre konumlandıran eleştirelliğin
zorlamasıyla pek çok film yeniden ve yeniden -tartışılır gibi yapılarak hiç
tartışılmadan- uzun yıllardır abartılıyorlar. Ne filmleri azımsıyorum ve ne de
gösterilen çabayı… Sadece yapılanın altını çiziyorum. Vedat Türkali’nin
senaryosunu yazdığı birkaç filmin, Halit Refiğ’in kimi filmlerinin defaatle, bıktırasıya
zikredilmesi açık bir kabızlık göstergesi değil mi? En az kırk yıl önce
üretilmiş bu filmler, iyi ki çekilmişler, iyi ki varlar… Yoksa, siyaset,
devrim, proletarya, 1 Mayıs, Marksizm, Gramsci, sanat denildiğinde film
sayamayacakmışız? Nostaljiyi seviyoruz, ustalara saygıda kusur etmiyoruz veya
ezberden konuşuyoruz vs ama dönüp dolaşıp Karanlıkta
Uyananlar ya da Otobüs Yolcuları’ndan
bahsedilmesi bana alelacayip geliyor, “şiştim” diyerek masadan kalkıyorum. Bunu
yaparken bugünün sinemasının beğenilmediği de ısrarlı ve sarkastik biçimde
vurgulanıyor üstelik. Bu harareti anlamıyorum.
Daha iyi mi film üretiyoruz şimdi...
Evet tabii ki daha iyi film üretiliyor, daha çok insan
çalışıyor herşeyden önce. Film maliyetlerine bir bakın mesela. Ama ben böyle
bir kıyaslama yapmak niyetinde değilim. Derdimi olabildiğince basitçe izah
edeyim, her filmden anlatılabilecek bir şey çıkar. O film yaşadığı zamana,
sonraki yıllara ya da yeni bir eğilime denk düşebilir. Hangi filmi anlattığımız
ya da kritize ettiğimiz, bizim kimliğimizi ya da itibarımızı belirlemez. İyi
film, iyi çekilmemiş ya da kategorik olarak kötü olan filmler vardır. Bir
filmin niteliğini kendisi kadar üreticisinin yaşlanması (mesleki saygınlığı),
uluslararası ödüller al(ama)ması, sonradan popüler olan bir oyuncusu, bir
meseleye denk düşerek yeniden hatırlanması vs belirleyebilir. Sinema, popüler
kültürün en önemli parçasıdır; çoğunluk değerleriyle uzlaştığı ölçüde ticari
başarı kazanabilir. Yeni bir şey söylüyor değilim, söyleyemem de… Bugün
televizyon dizilerinden kazandıkları maddi imkânları sinemaya aktaranlar var.
Epeyce film üretiliyor, soruyorum: hepsi mi “kötü”? Kırk yıl önce “iyi film” ne
kadar azsa şimdi de bu kadar az… Bir kaç yerde en azından derslerde tekrar edip
duruyorum: Ben filmlere aşk ve nefretle bakıldığını, bugünün filmlerine
özellikle sempati gösterilmediğini düşünüyorum. Uzak ve itibarlandırılmış bir
geçmiş, eleştiriler için daha korunaklı bir alan sağlıyor olabilir mi? Bence
sağlıyor.
Nuri Bilge filmlerine yeterince ilgi gösteriliyor
ama...Bugünün filmlerine ilgide eksiklik olduğunu mu düşünüyorsunuz....
İnsan kızdığı şeyleri abartabiliyor, belki de
abartıyorum. Nuri Bilge sineması tabii ki ilgi görüyor, zaten global bir başarı
kazandı, ilgi göstermemek mümkün değil de zaten. Ben aktüel düşünüldüğüne
inanıyorum. Sinema eleştirisi, elbette siyasi mücadelenin bir parçası olabilir.
Türkiye’de siyasi dil, ekseriyetle haddini bildirmeye, atışmaya, susturmaya ve
ifşa etmeye dayanıyor. Bu dilden yana değilim. Bugünün sinemacılarını
küçümsemek ya da abartmak, diğer yandan geçmişi övmek ya da hatırlamamak ne kadar
anlamlı?. Hakikaten bir yeri işaret etmiyorum, örnek olsun diye söylüyorum:
“Yılmaz Güney’den sonra sinema yapılmadı” diyebilirsiniz, bu idealizmdir,
romantizmdir, tartışamazsınız buna inananla. “11 Kasım 1938’ten sonra Türkiye
geriye gitti” gibi bir şeydir bu… “Türkan Şoray, Türk Sinemasında masumiyetin
simgesidir”, öyle midir gerçekten… Yıllarca onun resimlerini duvarlara asan
delikanlılar, masum ve aseksüel düşler mi kurdular acaba? Ters açısı yok mu
sahnenin? Sinemacılar, öyle ya da böyle, yaşanan zamana, ortak bir dile ve
anlama tekabül edecek filmler üretirler. Onların ne anlattığını düşünmek,
anlatamadıklarını düşündüğümüz şeyler için onları suçlamadan anlamaya çalışmak
bir yol değil mi? Argo, alt kültür, moda, cinsiyetçilik, kimlikler, gündelik
yaşam pratikleri, adlandırmaları hesaba katarak belli ki yeni bir siyasi film
tanımı yapmak gerekiyor. Kaldı ki günümüzün sinema eleştirisi, sadece
edebiyattan değil, çok şükür değil, yazılanların ortalamasına bakıp “kör olasın
demiyorum kör olma da gör beni” demesi gereken alanlardan besleniyor, beslensin
de… Sinema eleştirisini ergen isyanından, siyasal romantizmden, ölü
sevicilikten, san’at vurgusundan ve diğer klişelerden bir nebze sıyırsak daha
verimli olacak…
[Röportaj, 2011 yılında DTCF'li bir öğrenciyle yapılmıştı, sonra bu yazılı metinden yola çıkıp Birikim'e başka bir yazı daha yazmıştım]