Kahire, temelde bir serüven hikâyesi; oryantal bir arkaplanda suç dünyasına ilişkin bir kaçıp kovalamaca gibi başlıyor. Giderek şeytansı niteliklerin ve cinlerin belirleyici olduğu fantastik bir anlatıya dönüşüyor. Çizgi roman dünyası bu türden fantastik niteliklere aşina olduğu için gerçeklik vehmini buna göre inşa edebiliyor, yadırgatmıyor. Kahire semalarında uçan halı görmek, ölmüş birinin dirilmesi, konuşan kediler, çok başlı yaratıklar o kurgu içerisinde inandırıcı da oluyor. Perker, orijinali siyah beyaz olan çalışmada gri tonları atmosfer yaratmak adına öne çıkarmış. Kimi sayfalarda kareler arası ardışıklık ilkesini, bir başka deyişle sinematografik sürekliliği bilerek kullanmamış ve onun yerine grafik olarak kendi içinde bütünlüğü olan tam sayfa tasarımları tercih etmiş. Perker ile albüm ve çizgi roman hakkında konuştuk.
Kahire üreticileri itibarıyla ilgi çekici bir kitap... Biri Müslüman ülkeden gelen çizer diğeri Müslüman olmuş bir kadın yazar. Editöryal bir tercihte bulunulmuş. Nasıl yorumluyorsun bu tercihi…
Kahire bana teklif edildiğinde önce duraksadım çünkü özellikle Türkiye’dekilerin bunu düşüneceğini tahmin ediyordum. Sen de yazarın ve çizerin arkaplanlarına bakarak “editöryal bir tercihte bulunulmuş” demekte haklısın ama böyle bir tercih yok. Öncelikle, böyle bir yargı da bulunmak DC Comics’deki editörlere haksızlık olur. Benim Kahire’nin çizeri olmam şöyle oldu. DC Entartainment’in DC, Vertigo, Wildstorm, Zuda ve Minx isimli alt yayın grupları var. Bana önce Wildstorm’dan bir seri çizdirmek istediler. Ancak bu zaten yayınlanmakta olan bir seri olacaktı ve yapacağım iş tüm klasikleşmiş serilerde olduğu gibi ya 5-6 sayılık bir macerayı çizmek ya da asıl çizer dinlenirken onların “fill-in” dediği o sayıyı dolduran çizer olmaktı. Ben de bunu istemedim, asıl amacım Vertigo’ya yeni bir seri çizmekti. Derken 2006 yılının Şubat ayında Vertigo’nun Yayın Yönetmeni Karen Berger bana Kahire’den bahsetti ve “original graphic novel” olacağını üstelik hardcover basılacağını söyledi. Kahire özgün bir proje olacaktı ve ben de co-creator yani ortak yaratıcı unvanı alacaktım. Bu, benim istediğim ölçüde bir başlangıçtı ve seve seve kabul ettim. Yani Kahire, yazarı çizeri Müslümanlardan oluşan bir kitap olmalı niyetiyle yapılmadı. Kahire’de olan şey tamamen rastlantıydı ve “yeteneğimi değil de Müslüman bir ülkeden geliyor olmamı mı önemsediler” paranoyası göstermedim. Eğer böyle düşünseydim su anda Kahire’nin çizeri bir Amerikalı olacaktı ve kim olacağını da ben biliyordum. Ben olmasaydım yerime bir başka Müslüman çizer aramayacaklardı.
Özellikle 11 Eylül’den sonra Batı’da yaşayan Batılı eğitim almış Müslümanların yorum ve üretimleri çok ilgi çeker oldu. “Düşmanı” tanımak ve öğrenmek isteyen bir “Batı” var karşımızda… Kahire’nin başarısı bu ilginin bir parçası sayılabilir mi? Örneğin Mısır’da yayınlandı mı albüm ya da kitapla ilgili Kahire’de bir etkinlik oldu mu?
Bu bahsettiğin tarzda bir yaklaşım daha çok gazetecilikte görülüyor. Ben bunu “düşmanı tanımak” gibi negatif bir perspektiften görmüyorum. Amerikalılar daha çok “yabancı” olanı tanımak istiyorlar. Bu yemek seçimlerinde bile görülüyor. ABD’de başka kültürlere ait restoranların popüler olmasının nedeni de bu. Edebiyata bakışlarında da bu görülebilir. Khaled Hosseini’den Isabelle Allende’ye, Lorca’dan Orhan Pamuk’a kadar birbirinden kültür olarak çok farklı birçok ünlü ismin ABD’de kazandığı başarının da nedenlerinden birisi budur. Diğer yandan Kahire üniversitesinde albümle ilgili olarak uydu aracılığıyla gerçekleşen bir konferans yapıldı. Onun dışında Willow’un katıldığı bir kaç başka etkinlik oldu ve kitap hakkında yazılı basında haber ve makaleler yayınlandı.
Uçan halılar, cinler, kargaşa dolu mekânlar, kirli ve kalabalık sokaklar… Nasıl bir Kahire miti oluşturdun? İstanbul da benzer biçimde resmediliyor. Bu görsellik ister istemez bir klişeye dayanıyor ama hikâyeyi de bütünlüyor…
Evet, çizgi romandaki Kahire, İstanbul’a benziyor. Kahire’ye hiç gitmedim ama hiç bir şehir görüntüsünü kafadan çizmedim. Hemen tüm şehir kareleri için referans fotoğrafları kullandım. Kahire görüntülerinin klişe görüntüler olması çok doğal çünkü Kahire her yeri -neredeyse- aynı olan bir şehir. Bu klişe yaklaşım daha çok İstanbul’da gecen yabancı filmlerde rahatsız edici oluyor çünkü yabancı sinemacılar İstanbul’u otantik göstermek istiyorlar. Avrupai taraflarını kullanmıyorlar. Kahire’de ise Avrupai bir görüntü oluşturmaya çalışmak ya da o klişenin dışına çıkmak şehri yanlış betimlemek olurdu. Bu tüm şehirler için geçerli. Bütün romantik komediler Manhattan’da, bütün suç filmleri Brooklyn ya da Bronx’da, bütün mafya filmleri New Jersey ya da Little Italy’de geçer. Örneğin birlikte bir film izlemeye başladık diyelim. Ve filmin ilk karesinde karlar içinde Moskova’yı görüyoruz. Ve ekranın hemen altında şöyle yazıyor: “Moskova, saat 17:35.”. Daha filmin ilk sahnesinden bu filmin romantik komedi olmadığını anlarız. Ya bir casus filmi başlıyordur ya da bir James Bond filmi. Ya da filmin ilk sahnesinde Paris’te ışıl ışıl bir cafe görüyoruz ve fonda Edith Piaf çalıyor. Daha ilk on saniye içinde bir süper kahraman filmi izlemediğimizi anlarız. Dolayısıyla Kahire’de gecen bir öyküden de beklenenler mistizm, tarih ve politika üçgeninde toplanıyor.
Sadece Kahire için söylemiyorum bunu, olağanüstü nitelikli insanlar, cinler, şeytansı tiplemeler vs… Pek çok anlatıda benzer bir aura görebiliyoruz. Sanki çizgi roman tam da bu auranın merkezinde. Böylesi hikâyeler bekleniyor ondan sanki. Ne dersin? Çizgi roman nasıl olmalı, seni cezbeden hikâyeyi merak ederek soruyorum biraz da… Veya çizgi roman ne olmamalı?
Bence türler üstü olmalı, gezinmeli çizgi roman. Yani görsel malzeme verme ihtimali yüksek olduğu için aksiyon, süper güçler ve bilim kurgu türlerine esir olmamalı. Edebi yani ağırlıklı olan ve sadece “macera”ya endeksli olmayan, içinde fikirler ve buluşlar olan ve karakterlerin öne çıktığı bir öykü benim tercihim. Bence çizgi roman, metin olarak okunduğunda da tatmin edici olmalı. Ama çizgilerle birleştiğinde farkını da göstermeli. Güzel bir hatıramız vardır, herkes bunu anlatamaz, o güzel bir hatırayı maharetle hikâyeleştiren birinin bize hissettirdiklerini verebilmeli çizgi roman.
Kahire üreticileri itibarıyla ilgi çekici bir kitap... Biri Müslüman ülkeden gelen çizer diğeri Müslüman olmuş bir kadın yazar. Editöryal bir tercihte bulunulmuş. Nasıl yorumluyorsun bu tercihi…
Kahire bana teklif edildiğinde önce duraksadım çünkü özellikle Türkiye’dekilerin bunu düşüneceğini tahmin ediyordum. Sen de yazarın ve çizerin arkaplanlarına bakarak “editöryal bir tercihte bulunulmuş” demekte haklısın ama böyle bir tercih yok. Öncelikle, böyle bir yargı da bulunmak DC Comics’deki editörlere haksızlık olur. Benim Kahire’nin çizeri olmam şöyle oldu. DC Entartainment’in DC, Vertigo, Wildstorm, Zuda ve Minx isimli alt yayın grupları var. Bana önce Wildstorm’dan bir seri çizdirmek istediler. Ancak bu zaten yayınlanmakta olan bir seri olacaktı ve yapacağım iş tüm klasikleşmiş serilerde olduğu gibi ya 5-6 sayılık bir macerayı çizmek ya da asıl çizer dinlenirken onların “fill-in” dediği o sayıyı dolduran çizer olmaktı. Ben de bunu istemedim, asıl amacım Vertigo’ya yeni bir seri çizmekti. Derken 2006 yılının Şubat ayında Vertigo’nun Yayın Yönetmeni Karen Berger bana Kahire’den bahsetti ve “original graphic novel” olacağını üstelik hardcover basılacağını söyledi. Kahire özgün bir proje olacaktı ve ben de co-creator yani ortak yaratıcı unvanı alacaktım. Bu, benim istediğim ölçüde bir başlangıçtı ve seve seve kabul ettim. Yani Kahire, yazarı çizeri Müslümanlardan oluşan bir kitap olmalı niyetiyle yapılmadı. Kahire’de olan şey tamamen rastlantıydı ve “yeteneğimi değil de Müslüman bir ülkeden geliyor olmamı mı önemsediler” paranoyası göstermedim. Eğer böyle düşünseydim su anda Kahire’nin çizeri bir Amerikalı olacaktı ve kim olacağını da ben biliyordum. Ben olmasaydım yerime bir başka Müslüman çizer aramayacaklardı.
Özellikle 11 Eylül’den sonra Batı’da yaşayan Batılı eğitim almış Müslümanların yorum ve üretimleri çok ilgi çeker oldu. “Düşmanı” tanımak ve öğrenmek isteyen bir “Batı” var karşımızda… Kahire’nin başarısı bu ilginin bir parçası sayılabilir mi? Örneğin Mısır’da yayınlandı mı albüm ya da kitapla ilgili Kahire’de bir etkinlik oldu mu?
Bu bahsettiğin tarzda bir yaklaşım daha çok gazetecilikte görülüyor. Ben bunu “düşmanı tanımak” gibi negatif bir perspektiften görmüyorum. Amerikalılar daha çok “yabancı” olanı tanımak istiyorlar. Bu yemek seçimlerinde bile görülüyor. ABD’de başka kültürlere ait restoranların popüler olmasının nedeni de bu. Edebiyata bakışlarında da bu görülebilir. Khaled Hosseini’den Isabelle Allende’ye, Lorca’dan Orhan Pamuk’a kadar birbirinden kültür olarak çok farklı birçok ünlü ismin ABD’de kazandığı başarının da nedenlerinden birisi budur. Diğer yandan Kahire üniversitesinde albümle ilgili olarak uydu aracılığıyla gerçekleşen bir konferans yapıldı. Onun dışında Willow’un katıldığı bir kaç başka etkinlik oldu ve kitap hakkında yazılı basında haber ve makaleler yayınlandı.
Uçan halılar, cinler, kargaşa dolu mekânlar, kirli ve kalabalık sokaklar… Nasıl bir Kahire miti oluşturdun? İstanbul da benzer biçimde resmediliyor. Bu görsellik ister istemez bir klişeye dayanıyor ama hikâyeyi de bütünlüyor…
Evet, çizgi romandaki Kahire, İstanbul’a benziyor. Kahire’ye hiç gitmedim ama hiç bir şehir görüntüsünü kafadan çizmedim. Hemen tüm şehir kareleri için referans fotoğrafları kullandım. Kahire görüntülerinin klişe görüntüler olması çok doğal çünkü Kahire her yeri -neredeyse- aynı olan bir şehir. Bu klişe yaklaşım daha çok İstanbul’da gecen yabancı filmlerde rahatsız edici oluyor çünkü yabancı sinemacılar İstanbul’u otantik göstermek istiyorlar. Avrupai taraflarını kullanmıyorlar. Kahire’de ise Avrupai bir görüntü oluşturmaya çalışmak ya da o klişenin dışına çıkmak şehri yanlış betimlemek olurdu. Bu tüm şehirler için geçerli. Bütün romantik komediler Manhattan’da, bütün suç filmleri Brooklyn ya da Bronx’da, bütün mafya filmleri New Jersey ya da Little Italy’de geçer. Örneğin birlikte bir film izlemeye başladık diyelim. Ve filmin ilk karesinde karlar içinde Moskova’yı görüyoruz. Ve ekranın hemen altında şöyle yazıyor: “Moskova, saat 17:35.”. Daha filmin ilk sahnesinden bu filmin romantik komedi olmadığını anlarız. Ya bir casus filmi başlıyordur ya da bir James Bond filmi. Ya da filmin ilk sahnesinde Paris’te ışıl ışıl bir cafe görüyoruz ve fonda Edith Piaf çalıyor. Daha ilk on saniye içinde bir süper kahraman filmi izlemediğimizi anlarız. Dolayısıyla Kahire’de gecen bir öyküden de beklenenler mistizm, tarih ve politika üçgeninde toplanıyor.
Sadece Kahire için söylemiyorum bunu, olağanüstü nitelikli insanlar, cinler, şeytansı tiplemeler vs… Pek çok anlatıda benzer bir aura görebiliyoruz. Sanki çizgi roman tam da bu auranın merkezinde. Böylesi hikâyeler bekleniyor ondan sanki. Ne dersin? Çizgi roman nasıl olmalı, seni cezbeden hikâyeyi merak ederek soruyorum biraz da… Veya çizgi roman ne olmamalı?
Bence türler üstü olmalı, gezinmeli çizgi roman. Yani görsel malzeme verme ihtimali yüksek olduğu için aksiyon, süper güçler ve bilim kurgu türlerine esir olmamalı. Edebi yani ağırlıklı olan ve sadece “macera”ya endeksli olmayan, içinde fikirler ve buluşlar olan ve karakterlerin öne çıktığı bir öykü benim tercihim. Bence çizgi roman, metin olarak okunduğunda da tatmin edici olmalı. Ama çizgilerle birleştiğinde farkını da göstermeli. Güzel bir hatıramız vardır, herkes bunu anlatamaz, o güzel bir hatırayı maharetle hikâyeleştiren birinin bize hissettirdiklerini verebilmeli çizgi roman.
Birgün Kitap, 26.11.2011