Paradise (Ma Dar Behesht) İran filmi,
beklentimin altında kaldı ama sokak ve okul hayatına ilişkin rutini ilginç
kurmuş (30 Eylül). ++ Una (2016)
ilginç ve cüretkar film, yüzleşme sahneleri daha tempolu ve sert olmalıymış (29 Eylül). ++ La Mome (2007)
Piaf'ın hayatı, o hararetten ne yapsan iyi hikâye çıkar (28 Eylül). ++ Beauty and the Beast (2017) bana Beast daha dramatize olmalıymış gibi geldi,
irtifa kaybı (27 Eylül). ++ The Belko
Experiment (2016) lan olm ya biz birilerinin denek hayvanıysak
filan gibi bir ergen bırbırı vardır, film o ayarda aksiyon (26 Eylül). ++ The Beguiled (2017) ilk versiyonun üzerine bir şey koymuş değil, kaldı ki
ilki de mahcuptu (25 Eylül).++ Dangal (2016) tipik bir
spor filmi ama Hint tadı güzel olmuş, iyimser ve sevimli (24 Eylül). ++ Hunt for the Wilderpeople (2016) Yeni Zelanda
filmi, sakin ve sevimli, şişman ergen ile huysuz ihtiyar (23 Eylül). ++ Preacher Sea2 Ep.1 ve 2'yi seyrettim (21 Eylül).++ Süper Ajan K9 (2008) Seksenli yıllarda Trt'de parodiler olurdu, o kadar
eski bir mad komedisi (22 Eylül). ++ İstanbul
seyahati (20-21 Eylül). ++Room
104 Sea1 Ep. 5, 6, 7 ve 8'i seyrettim (19 Eylül).++ Sen Benim Her Şeyimsin (2016) bu kadar üst sese rağmen karakter derinleşmiyor,
uyarlamaysa yerlileşememiyor (18 Eylül). ++
Fargo Sea3 Ep. 9 ve 10'u seyrettim (17 Eylül). ++ Going in Style (2017) iyimser ve tv filmi havasında (16 Eylül).++ Fargo Sea 3 Ep.7 ve 8'i seyrettim (15 Eylül). ++ Baby Driver (2017) müzikle ilişkisi bazen çok başarılı (14 Eylül). ++ Paula Sea1 Ep.3 ve Jonathan
Strange and Mr.Norrell Sea1 Ep.7'yi seyrettim (13 Eylül). ++ Tatlı Şeyler (2017) bir fikir var ama gerilimi kurulamamış, ne senaryo ne
de devamlılık, bir şekilde bitirilmiş filmlerden (12 Eylül). ++ Jonathan Strange and Mr. Norrell Sea 1 Ep.5 ve 6'yı
seyrettim (11 Eylül). ++Tuna ile Barry Seal'e gittik (10 Eylül).++ Mavi
Gece (2015) bir fikir var ama meselesi gerilmiyor, tiyatro oyunu
olabilirmiş (9 Eylül). ++ Fargo Sea 3 Ep.5 ve 6'yı
seyrettim (8 Eylül). ++Bruce Lee My Brother (2010) Hollywood
öncesini anlatan Disney iyimserliğinde bir biyografi (7 Eylül). ++ Paula Sea 1 Ep.1 ve 2'yi seyrettim (6 Eylül). ++ Death Note (2017) teenage filmi olmuş ama uyarlama hikayeyi
büyüt(e)memiş (5 Eylül).++ John Wick Chapter 2 Kore hikâyesi
olarak aksiyon ritminde çat çut devam ediyor (4 Eylül). ++ Game of Thrones Sea7 Ep. 6 ve 7'yi seyrettim
(3 Eylül). ++ Alien Covenant (2017)
her zaman olduğu gibi ilginç sahneler var ama yine aynı hikâye anlatılıyor (2
Eylül). ++ Fargo Sea3 Ep.3 ve 4'ü
seyrettim (1 Eylül).
Cumartesi, Eylül 30, 2017
Yazı Atölyesi
Ayrıntılar için
edebiyat@cermodern.org
0 (312) 310 00 00 / 128
Cuma, Eylül 29, 2017
Çarşamba, Eylül 27, 2017
Selamün Aleyküm
Genellikle sağcılar, ekseriyetle ahlakçılar öpüşmeyi, öpüşenleri eleştirir, suçlar, küfreder, yaftalarlar. Sadece bizde değil, hemen her kültürde benzer nitelikli suçlamalar yapılır. Bizde öpüşenlere Kemalist filan diyen, sapla samanı karıştıran salaklar var ama söylenenler benzersiz ve bize özgü filan değil.
Dudaktan öpüşme, hemen her kültüre Hollywood aracılığıyla girmiş, veya o vesileyle yaygınlık ve görünürlük kazanmış, normalleşmiştir. Arzu, hem bastırılır hem de sürekli açığa çıkmak ister ve bu mesele, aktüel değil, ezelidir.
Hani "Anadolu'da böyle bir şey yoktur" filan diyerek öpüşenleri yerli olmamakla itham ediyorlar ya... Tek tek örnekler sıralamanın, vardı da yoktu da ispatına girmenin bir manası yok. Anadolu, sanıyorum gelenekle özdeşleştiriliyor, oysa bu toprak çok büyük ve farklı kültürlerden besleniyor, tek bir gelenekten söz etmek, gündelik hayatta gelenek olarak sahiplenilen davranışların, söz ve eylemlerin ne zamandan beri yürürlükte olduğunu tespit edebilmek inanın her zaman mümkün değil. Gelenek denilen şey çok da tarif edilebilir şey değil demek istiyorum. Anadolu, çok açık biçimde İstanbul'un etkisi altında örneğin. Her yer İstanbul'a benzemeye çalışıyor. İstanbul diyelim ki Berlin'e, Berlin Paris'e, Paris New York'a gıpta ediyor. Gelenekler, milliyetçilikler kadar yerel aidiyetlerden besleniyor. Her yerde televizyon var ve her yerde artık internet. Zamana uyamayan her gelenek unutuluyor ya da yeniden icad ediliyor.
İki örnek vereceğim, dostlarımızla karşılaştığımızda tokalaşıyor ve yanaktan öpüşüyoruz diyelim. Kaç yıldır yapıyoruz bunu? Biriyle karşılaştığımızda, bir yere girdiğimizde selamlaşmak için "Selamün aleyküm" diyoruz, ya bunu kaç yıldır yapıyoruz?...
İddia sayabilirsiniz, ilkinin ömrü 60 ikincisinin 50 yıl olabilir. Öncesi bence yok, varsa bile gündelik hayatın içinde bu denli güçlü değil, gelenek hiç değil.
"Selamün aleyküm"siyasi İslamın ve İslamcıların kendini ve hayat tarzını göstermek için kullandığı bir vurgu iken bugün gelenekle özdeşleştiriliyor. Gelenek zaten böyle bir şeydir, hemen her türlü siyasi hassasiyet kendini gelenekle özdeşleştirmeye çalışır, bunun mücadelesini veriri. Gündelik hayatın sıradanlığı içinde biz de alışır gideriz.
Eskiden "hayırlı sabahlar, akşamlar, hayırlı işler" denirdi, böyle denmezdi diyorum.
Cumartesi, Eylül 23, 2017
Cuma, Eylül 22, 2017
Araplar
Benim için komik bir ayrıntı oldu, hava sıcaktı, peynir gibiyim, kafada da saç yok, bir kasket alayım dedim, nereye baksam deri kasket vardı. Bu sıcakta deri şapka mı takılır, kurtlanırız dedim, meğer Araplar, öylesini istiyormuş.
Araplarla aramızda epey benzerlikle var ama biz yüzümüzü yüzyıllardır Avrupa'ya dönmüşüz, sadece bu bakımdan bile dünya kadar kültürel farklılığımız var, üstelik zaten ülke gergin, Araplar da tarafların biriyle özdeştirliyor...Ankara'ya dönerken yanımda bir kadın vardı, Antepliymiş, Hatay'da çalışıyormuş, bir sınava gelmiş filan... Hatay'dan kurtulamazsa ölürmüş şu bu... O anlattı, ben dinledim. Sonra nerden çıktı bilmiyorum, Arapların ülkeyi "mafettiğini" filan söylemeye başladı.
Yanlış olmasın, Einstein galiba, başarılı olursam Almanlar beni Alman , Fransızlar da dünya vatandaşı sayar demişti. Ama yok başarısız olursam, Fransızlar beni Alman sayar, Almanlar da Yahudi...
İşler iyi giderken, dükkanlara, evlere, ceplere para girerken ırkçılık, ayrımcılık hep ötelenir... O iş tavsarsa, durursa, akmaz damlamaz olursa bütün göçmenler, bütün yabancılar günah keçisi olup çıkarlar, manen ve madden tartaklanırlar. Az bile yazdım bu kısmı.
Beyoğlu, hiç görmediğim kadar seyrekti, o insan seli azalmış, dükkanlar boşalmıştı. Araplar, Beyoğlu'nda para harcıyorlar ama bana seviliyorlar gibi gelmedi.
Arap kalabalığına şaşırdığım için abartıyor olabilirim diyerek kendimi uyarıyorum. Ben yanılıyor olmaya razıyım.
Not: Fotoğrafı, İHA'nın Arap Turistlerle ilgili bir haberinden aldım.
Perşembe, Eylül 21, 2017
Hatıra
Pazartesi, Eylül 18, 2017
Cuma, Eylül 15, 2017
Hayriye Hanım'ı Kim Çaldı?
Figen Şakacı, Bitirgen’le başlayan Pala Hayriye ile süren üçlemesini Hayriye Hanım’ı Kim Çaldı? ile tamamlıyor. Bir ömrü anlatıyor, bir kadının varlığını, yokluğunu, izlerini, cümlelerini, gürültüsünü…
Hayriye Hanım’ı Kim Çaldı? Aşkların, yenilgilerin, solgunluğun, neşeli ve dirençli kahkahanın romanı…
Perşembe, Eylül 14, 2017
Kaç yıl?
Mesele, bu kadar çok insanın gençlik pozu yapmasından çıktı, kaçan gençliği kovalamasından, gençleşmeye çalışmasından, bu kadar çok gencin ihtiyarlar gibi düşünmesinden filan...
İçinde yaşadığımız hayatın gerginliği nedeniyle insan şunu düşünmeden edemiyor, bizim gibi ülkelerde insanlar kaç yıl genç kalabiliyor. Kaç yıl çocuk kalabiliyor?
Dün defnedilmiş bir cenazeyi, sefil bir güruh, kazarak teperek vurarak topraktan çıkarmaya kalktı. Aile de baktı ki karşısında insan yok, cenazeyi mezardan çıkarıp, başka bir yere defnetmek-götürmek-kaçırmak zorunda kaldı.
Nedir bu? Kanun önünde, vicdanlar karşısında bunun adı suçtur, zulümdür, günahtır, rezilliktir.
İsim yazmadım, kim kimdir belirtmedim. Yazdıklarımda cinsiyet yok, etnik köken yok, Türk, Kürt, Ermeni, Alevi yok. Yapılanı tarif ettim.
Madem yok dedik, sayacak "yok" çok. Örneğin olup bitene dur diyecek insan yok. Engel olan yok. Vicdan yok. Herhangi bir dine inanan yok. Utanan yok. Kitap yok, Allah'tan korkan yok.
Peki biz, her birimiz bu olup bitenlere şaşırıyor muyuz? Şaşırmıyoruz işte. Niye şaşırmıyoruz?
Böyle bir iklimde yaşayan çocuklar bir an evvel büyümek zorunda kalırlar. Sertleşmek, sertlik göstermek, intikam almak, adam olmak, canını vermek, ölmek ve öldürmek isterler. Ve aslında büyümez, büyükleri taklit ederler.
İnsan, kaç yıl genç kalabiliyor dedim başta, yaşanan linçle bunun ilgisi yok diyelim ve çarçabuk geçelim, bunlar çoook başka meseleler...
Hepsini ayrı ayrı konuşalım, sapla saman karıştırmayalım ama di mi?
Çarşamba, Eylül 13, 2017
Tuhaf
İnsan değişir, yeni şeylerle karşılaşır, yeni şeylerden usanır, eskiye döner, düşüncelerini değiştirir, farkına varır, öğrenir, vazgeçer. Bu değişimi, bizimle aynı fikirde değiller diye azımsamak saçmalıktır.
Beni rahatsız eden, insanın bir şeye inanırken, karşıtlarına karşı gösterdiği şiddet ve tahammülsüzlük.
O çocukla, sonradan sınıf arkadaşı olduk. Beraber oturuyor, kalkıyor, birlikte büyüyorduk. Bir ara nasıl oldu bilmiyorum, bu ateist çocuk Adnan Hocacı oldu, namaza başladı, bizimle konuşmaz oldu. Bizden uzak durması yetmezmiş gibi namaz kılmıyor diye üniversite mezunu annesini bile tokatlamıştı filan... Bu şedit hali çok sürmedi neyse ki, en fazla bir ay kadar sonra tekrar "normale" döndü.
Otuz yıl öncesinden söz ediyorum, Adnan Hoca'yı falan pek bilmiyoruz, işte Nazlı Ilıcak bir röportaj yapmıştı Bulvar'da. Gazete toplatılmış, adam içeri alınmış şu bu...Bildiğimiz tek şey o röportaj. Adamı duymuş değiliz, bir yerde görsek tanımayız. Okulda Harun Yahya kitapları dağıtılıyor filan ama kuşe baskısı dışında ele avuca gelir bir şey değil.
Arkadaşa sormuştum, bak demiştim sen şüphecisin, aklını kullanan, sezgisi olan bir adamsın, nasıl olur da hiç tanımadığın birisini dinleyerek, inandığın şeylerle ilgisi olmayan bir yola girersin. Bana demişti ki, "Çok güzel konuşuyor, etkilendim."
Üstelememiştim ama aklımda yer etmişti. 18 yaşındayım, insan birisinin güzel konuşmasından etkilenerek nasıl hayatını değiştirir aklım almıyor. Merak ediyorum. Bir de ben dinlesem diyorum. Ne anlatabilir, ne söyleyebilir...Ne bu şimdi?
Üzerinden yıllar geçti, Adnan Hoca bir medya starına dönüştü. Neyi nasıl söylediğini hepimiz gördük, duyduk. O kadar sene, büyük bir merak değil ama merak işte, bir insanın ne konuştuğunu merak etmişim. Boşuna etmişim.
Öğrenme, inanma, reddetme ve kabullenme, akletme... Koşullardan, çevremizden, ailemizden, sınıfımızdan, şehrimizden, büyüme hikayelerimizden besleniyor. Tek doğru, tek yanlış yok...Ne desek boş, tuhaf ama böyle...
Salı, Eylül 12, 2017
Konuşmamız Var
20 Eylül'de İstanbul'da
konuşmamız var, bekleriz. Bir miktar kitabı konuşacağız ama yakın dönemin mizah
dergilerine, dünyadaki ve bizdeki sorunlara daha çok yoğunlaşacağız. Memleket
dergileri iyiye gitmiyor deniyor, hem onu hem de dünyada işler nasıl gelişiyor
konuşalım dedik. Sağolsun Yekta (Kopan) da bize moderatörlük edecek. Böyleyken
böyle.
Konuşma ilgili ayrıntılı bilgi için link
Pazartesi, Eylül 11, 2017
Korkutan Cesaret
Bugün, Kerim Özcan’ın Gündönümü kitabının duyurusunu
yaptım: Feysbuk’ta birisi altına yorum yazmış, cümle bozuk ama şöyle demiş: “türk romanı 90lar turk
sinemasi gibi aşamadı şu taşralı sorgulayan ergen bunalımı”.
Kitabın bunlarla, yani taşrayla ergenlikle bir ilgisi var
mı? Tabii ki uzak yakın ilgisi yok. Kitabı okumamış, bilmiyor, sallıyor,
savuruyor… İlk defa başıma gelmiyor bu. Daha önce de oldu, kitap daha kitapçılara dağılmadan, sayfaları karıştırılmadan, duyurusunu paylaşırken söyleniyor böyle şeyler.
Eskiden şaşırıyordum, kitabı okumadan, ne anlattığını
bilmeden, insanların ileri geri laf söylemelerine şaşa kalıyordum. İnsanlar,
bunun anlaşılacağını düşünmezler mi diyordum. Sahiden patolojik bir durum bu. İnsanlar,
dikkat çekmek için o kadar çok uğraşıyorlar ki asıl ekseni umursamıyorlar. Çok
basit aslında, kitabı okuyan birisi çıkar da beni rezil eder demiyorlar. Bu
cesaret, inanılır gibi değil… Hep söylüyorum, kötü olan, olup bitene, o salvolara, o cesarete şaşırmıyor olmamız.
Bize normal ve olabilir gelmesi.
Yazmamın tek nedeni, ilk kitabı çıkmış iyi bir yazara yapılan haksızlığa kızmam. Bu dediğini herkese yazarsın, tek bir sayfasını okumadığın yeni bir yazara niye yapıyorsun bunu...Edeb yahu, dünyada söz söyleyecek bir dolu "şey" varken...Dur hele...
Kendi açımdan, üzücü olan şey ise sonradan ortaya çıktı. Biri sizin arkadaş listenizden bunu yazınca ister istemez bu kim diye bakıyorsunuz, önce tanıyamadım. İnsan yaş ilerleyince çok insanla tanışıyor, o sebeple tekrar tekrar baktım ve kim olduğunu hatırladım. Bu salvocu, çıka çıka bana şiirlerini okutan taşralı ergen bir öğrenci çıkmaz mı? Belki on beş yıl öncesinden...Görünen o ki şair olmak isteyen, bunalımlı, küçük büyük sorunları olan o kırılgan çocuk gitmiş, azımsayan, hakir gören, tahkir eden biri gelmiş. Değişmeyen tek şey bozuk cümleleri, pozcu ifadeleri. Sahiden dünya küçük. Ve sahiden hayat kısa. Önce yorumu sildim, sonra listemden çıkardım kendisini.
Yazmamın tek nedeni, ilk kitabı çıkmış iyi bir yazara yapılan haksızlığa kızmam. Bu dediğini herkese yazarsın, tek bir sayfasını okumadığın yeni bir yazara niye yapıyorsun bunu...Edeb yahu, dünyada söz söyleyecek bir dolu "şey" varken...Dur hele...
Kendi açımdan, üzücü olan şey ise sonradan ortaya çıktı. Biri sizin arkadaş listenizden bunu yazınca ister istemez bu kim diye bakıyorsunuz, önce tanıyamadım. İnsan yaş ilerleyince çok insanla tanışıyor, o sebeple tekrar tekrar baktım ve kim olduğunu hatırladım. Bu salvocu, çıka çıka bana şiirlerini okutan taşralı ergen bir öğrenci çıkmaz mı? Belki on beş yıl öncesinden...Görünen o ki şair olmak isteyen, bunalımlı, küçük büyük sorunları olan o kırılgan çocuk gitmiş, azımsayan, hakir gören, tahkir eden biri gelmiş. Değişmeyen tek şey bozuk cümleleri, pozcu ifadeleri. Sahiden dünya küçük. Ve sahiden hayat kısa. Önce yorumu sildim, sonra listemden çıkardım kendisini.
Gündönümü
Bahtiyar Hoca, sabah ezanına gittiğinde bir kadın cesedi buluyor
gasilhanede. Ölüm gününü kutlamaya gelmiş Cemre yatıyor teneşirin üstünde.
Uçurumu çağıran iç ağrıları anlatan bir defter çıkıyor ortaya. Siyahi
boşluklar. Kısacık mutluluklar. Uzun ve saklanan hatıralar. Korkutan ve
utandıran sırlar.
Kerim Özcan, cami avlusuna inen kaybolmuşluğu anlatıyor, yok sayılanı,
yıllar yıllar öncesinden kalan sızıyı. Tek tek acılı sözcüklerle geliyor
Gündönümü.
Yeni bir yazar, güçlü bir ilk roman. Hayattan gelen hayata…
Pazar, Eylül 10, 2017
Cumartesi, Eylül 09, 2017
Yazı Atölyesi
Ayrıntılı bilgi için
edebiyat@cermodern.org
0 (312) 310 00 00 / 128
Perşembe, Eylül 07, 2017
A short history of comics in Turkey
Söylediğim buydu
Yeri gelmişken yazayım, Uykusuz, bence üçüncü sayfasını ya da o mantığı arka kapağına taşımalı, ayrı bir kapak yapmamalı...
Çarşamba, Eylül 06, 2017
The Man of the Year
Salı, Eylül 05, 2017
Siyahi şehrin büyücüsü
Galip Tekin’i kaybettik. İsmi çizgi romanla birlikte
anılan önemli bir sanatçı, çizgili dergileri takip eden herkesin ilk aklına
gelen üreticilerden biriydi. Yüzlerce çizer ve hikayeci arasında hatırlanması,
sempati ve saygı görmesi birkaç haklı nedene dayanıyordu. Her şeyden önce,
halihazırda çizgi roman çizmeyi, her hafta iş üretmeyi sürdüren bir emekçiydi.
Yaşıtlarıyla ve kendi kuşağından başka çizerlerle kıyaslandığında bu tempo ve
özveriye katlanan bir başkasına rastlamak pek mümkün değildi. Çoğu çizer,
dergilerden uzaklaşmış ya da çizmeyi bırakmıştı. Tekin’in, aşağı yukarı
1982’den beri popüler olan tüm çizgili dergilerde her sayı bir hikayesi
yayımlanıyordu. Yazıp çizdikleri, dergilerin değişmeyen sayfalarından oluyordu,
dile kolay, büyük aralar vermeden bu sürekliliği otuz beş yıldır gösteriyordu.
Üstelik, mizah dergileriyle ve komiklikle ilgisi olmayan hikayeler anlatıyordu.
Garip, korkunç ve alelacayip şeylerdi çizdikleri. Yıllara dayanan ısrar ve
iştahı, mizah dergilerinde fantastikle ve mizahi olmayan hikayeler ile
özdeşlemesini sağlamıştı. İlk yıllarda yeniliği, sonrasında geleneği temsil
eder olmuştu.
Başa dönelim, ilk acayiplik, Oğuz Aral’ın Gırgır gibi ana akım bir mizah
dergisinde Tekin’in komik olmayan hikayelerine yer vermesiydi. Bu durum
genellikle Aral’ın Tekin’e olan sempatisi, baba-oğul ilişkisini andıran
yakınlığına bağlanır. Buna göre Aral, bir başkasına göstermediği müsamahayı
Tekin’e göstermiş, kendisi bıkkınlıkla yazı çizi işlerinden uzaklaştığında
dergi yönetimini dahi ona teslim etmiştir. Sırf bu yüzden, Gırgır’ın komiklikten uzaklaştığı
ve Tekin’in yönetiminde büyük tiraj kaybettiği söylenir. Elbette bunlar,
spekülatif yorumlar. Bana kalırsa Aral, Gırgır’ın okur
kitlesini artırmak gerektiğinde farklı türlere ve eğilimlere bütünüyle uzak
biri değildi, yeni olanı denemek istiyordu. Nuri Kurtcebe, Galip Tekin’in
anlattığı türden hikayeleri daha önce denemişti ve bu durum, Aral için benzersiz
ve hiç bilinmedik bir ayrıksılık değildi. Dergiyi ve okur ilgisini önceliyor,
Tekin’e öyle adamakıllı şaşırtıcı bir iltimas geçmiyordu. Tekin’in başlangıcı,
bütünüyle Oğuz Aral’ı andıran bir çizgiyle komik olmaya çalışan, final karesine
yoğunlaşan sürpriz sonlu bir hikayecilikti. Tekin, o günleri anlatırken Gırgır’a mizah değil
gerçekçilik kattığını söyler, Utanmaz Adam’ı
bitirdiğini iddia ederdi. Ona göre, Utanmaz Adam’da
kurşun birisinin kafasını komik biçimde delip geçerdi, oysa Tekin, dağılan bir
beyin ve etrafa sıçrayan kan gösteriyordu ve bu sertlik, dergilerdeki gerçeklik
aura’sını baştan ayağa dönüştürmüştü. Popüler kültür ürünlerinde gerçeklik
vehmi, Tekin’in kastettiği biçimde şiddet kullanımıyla, argoyla veya aktüele
ilişkin siyasi eleştiriyle yeniden kurulabilir ama bu değişimin karşılığı, okur
ve izleyici kaybı olabilir. Duvardaki kan ya da dağılmış bir beyin herkesin
görmek isteyeceği bir sahne değildir. Mizah dergileri, doksanlı yıllarda tiraj
kaybederken, televizyonda anlatılamayacak olan hikaye ve dili kullanarak ayakta
kaldılar ama bu onların Gırgır’a
kıyasla “az satar” ve marjinal bir döneme girdiklerinin deliliydi.
Tekin’in çizgi romancılığı bu az satarlığın kıyısında
“karanlık sokaklarda” geçiyordu. Dergilerde siyahın en çok kullanıldığı
sayfalar mutlaka ona ait oluyordu. Bizim bir “undergorund” kültürümüz varsa,
Tekin bunun bir parçası olup çıkmıştı. Alkol tutkusu nedeniyle aralıklarla
tedavi görüyor ve bu saplantılı durum, hikayeciliğine ister istemez
iliştiriliyordu. “Deliliğin eşiğindeki Galip Tekin” imgesi hikayelerinden çok
daha fazla konuşulabiliyordu. Anlaşılırlığı güçleştiren bir anlatım tarzı
vardı, Gırgır’da hissedilir biçimde etkili
olan frankofon çizgi romanların kareleme ve kurgu anlayışının dışında durmak
istiyordu. Bir kareden öbürüne oklar ve işaretlerle gidilen, farklı bir
ardışıklıkla okunuyordu sayfası. Hikayelerin başında ya da sonunda kendini
çizerek hikaye ya da hayat hakkında yorumlar yapıyordu. Bu tercih, hem
dergilerin komik atmosferiyle uyumluydu hem de korku edebiyatının hikaye
anlatıcısı geleneğiyle benzeşiyordu. Tekin, yetmişli yılların Métal Hurlant dergisi
üreticileri, Amerikan korku hikayeciliği ile Gırgır Okulu'nun bir tür
karışımıydı. İddiaların aksine “global” değil yerel bir anlatıcıydı, fantastik
bir temayı, bu topraklarda geçen bir biçimde anlatabilmek temel dertlerindendi.
Beyoğlu’nda geziniyor, çocukluğunun geçtiği Adana’dan, Konya’dan bahsediyor,
uzak kırsaldaki tekinsiz köyleri resmediyordu.
Hikayelerindeki natüralist “eden bulur” mantığı onu hem mizaha
hem de din mitolojisine yakınlaştırıyordu. Fantastik hikayelerini “Uzaylılar”
temasıyla harmanlayarak kuruyordu ama asıl ilgiyi, aynı çerçeveyi dinle
ilişkilendirdiğinde yakaladı. Peygamberlerin uzaydan geldiğine ya da uzaylılar
tarafından korunduğuna ilişkin iddiaları oldu hikayelerinin. “El Baraka” ve
“Dönüş” isimli hikayeler, yayımlandıkları dönemlerde İslami çevrelerin hedefi
haline gelmişti. Gır-Zara’da,
dünyada yaşanan, gezegeni sonlandıran büyük patlamadan sonra bir Gırgır cildi başka bir gezegene
düşüyor ve ahali ona kutsal kitap itibarı gösteriyordu. Dine yönelik eleştiri
gibi görünen hikayelerle Tekin’in kurduğu ilişki uzun yıllar içinde başkalaştı,
ilk yıllardaki şaşırtıcılığından uzaklaştı. Bir yaratıcıya ve Müslümanlığa
inanıyordu Tekin. İnançsızlığa ise daima mesafeyle yaklaşıyordu, sempati
göstermiyordu en azından. Birdenbire ortaya çıkan mucizevi olaylar, canla
ödenen kefaretler, cezalandırılan sapkınlıklar, iyilik-kötülük dualizmiyle
açıklanıyordu. Sokak kültürüne yakınlığı nedeniyle meydan okuyuculuğu seviyor,
bazen anti-entelektüelist, bazen sağcı ve cinsiyetçi, bazen anti-politik
görünebiliyordu ama son kertede otorite karşıtlığı hâkimdi hikayelerinde. Para
hırsını, rekabetçi piyasayı, patronları sevmiyordu; aileye değil arkadaşlığa,
aşka değil cinsel arzuya inanıyor, okuru her zaman rahatsız etmeye çalışıyordu.
Kısa ve çarpıcı olmak, şoke etmek, afallatmak istiyordu. Geçmişinden
bahsederken bile babasının intiharından, kan davasından söz ediyor, aralıklarla
hatırlattığı Oğuz Aral’ı sert konuşmalarıyla resmediyordu.
Galip Tekin, çizmeyi çok seven, kendini çizgi romanla var
eden biriydi. Çizerek kendini sağaltmayı biliyordu. Mizah dergilerinden başka
bir hayatı yaşamamış gibiydi, bütün dünyası dergilerle ve onlara dair
hatıralarla doluydu. Siyaseti, edebiyatı, dostluğu, rekabeti, dayanışmayı,
doğruyu ve yanlışı dergilerden öğrenmişti. Yakından tanıyınca daha iyi
anlıyordunuz; Oğuz Aral, yalnız ve yetim bir haytadan çizgi romancı çıkarmıştı.
Galip Tekin’in yokluğu, mizah dergilerinde “siyahiliğin” eksikliği olacak ama
galiba en çok, ürettiğinden emin olduğunuz bir abinin, çizgiden heyecanlanarak
konuşan bir “amatörün” kaybını hissedeceğiz. Bu da durup durup kederlenmemiz
demek.
Sabit Fikir, Ağustos 2017
Çizgi: Oğuzhan Demirel
Pazartesi, Eylül 04, 2017
Pazar, Eylül 03, 2017
Son Okuduklarım 19
Cumartesi, Eylül 02, 2017
Cahile Gülmek
İyi bir mizahçı, zihinsel gerilikle ve cahillikle alay etmez, onları karşısına alarak, onları meze ederek mizah yapmaz. Daha açık yazayım, mizahçı, Karagöz'le alay etmez. Mizahçı, Karagöz değildir, Karagöz'le hemfikir olmak zorunda değildir. Karagöz'le hempalık eder ama onun iki adım önünde veya gerisinde durur, o iki adıma da mizahçı mesafesi denir. O mesafe farkındalık içerir, Karagöz'e karşı kibir ve büyüklenme, hiyerarşik bir mesafe içermez. Anlama arzusu vardır, mutlaka hak vermek değil.
Bunları niye anlatıyorum?
Gerilimli bir hayat yaşıyoruz, ülke siyaseten kamplara ayrıldı. Her gün o kamplardan provakatif nitelikli haberler geliyor, epeycesi üretiliyor. Özellikle sosyal medyada hızla dolaşıma giren haberler, "haberden" çok eğlencelik gibiler. İnsanı şaşırtan, dumur eden, şimdilerin deyişiyle "zaytung haberlerini" aratmayan acayiplikler okuyoruz.
Dünyanın her yerinde meczup olur, saçmalık olur, akıllara ziyan gelişmeler ve iddialar olur. Mutediller bunları ciddiye almaz, önemsemez, gözardı eder. Böylesi zırvalarla, böylesi zırvalıklarla yeni karşılaşan ergenler ve işleri gereği mizahçılar uğraşırlar. Ergenleri anlarız, büyüdüklerini göstermek ve meydan okumak için her fırsatı kullanırlar. Mizahçılarsa şuna bakar, kim bu saçmalıkları üretiyor diye sorarlar. Mizah, güçlünün yanında değil karşısındadır, o saçmalığı Karagöz de üretebilir çünkü...
Yukarıya iki örnek koydum, ilki iktidar yanlısı, İslamcı olduğunu iddia eden bir gazetenin manşeti. İkincisi, iktidar partisi taraftarı, kimmiş çok anlamadım ama meczup olduğu aşikar birinin iddiası. Her ikisine de gülünebilir ama mizahçı, ilkiyle uğraşmalı. Onun arkasında bir sermaye var, muktedirlerle bir bağ var. İkincisindeki mantık, gazetenin içeriğini belirliyor bile olsa bu durum değişmez. İkincisindeki mantık, mizahçıya malzeme olur ama doğrudan hedefi olamaz.
Mizah dergilerinde bazen ikinci örnekteki gibi isimler ve sebep olduğu akılsızlıklar konu edilebiliyor. Bence sayfayı israf ediyorlar. Mesele, herkesin yapabileceği espriyi dergiye taşımamak değil, her koşulda ve her zaman Timur'la hesaplaşmak.
Uzun hikayeler...
Cuma, Eylül 01, 2017
Seyrüsefer Defteri 85
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)