Ötekileştirmek,
diye bir kelime var dilimizde, son zamanlarda hayatımızda da sıkça karşımıza
çıkıyor maalesef. Çalışmalarınızı incelerken de varlığını bana sıkça hatırlattı
bu kelime. Yazdıklarınızda ‘ötekileştirmeye direniş’ buldum çoğunlukla, bu
konuda ne söylemek istersiniz?
İnsan,
insanı iyileştirir fikrine inanırım, kişilik olarak sertlikle bakamıyorum
dünyaya, işkenceci bir polis tanımıştım, çocuklarıyla ilişkisi inanılmaz
güzeldi, iyi bir babaydı. Hep aklımda tutarım bu tezatı. İyiler ve kötüler
sertliğinde bir algım yok, bazen olması gerekiyor. Mağdur ediliyorsunuz, faili
biliyorsunuz, haksızlık ve kötülüğü görüyorsunuz ama sakin kalmaya
odaklanıyorum. Hayatta tek doğru, tek hakikat, tek siyaset, tek tarih, tek
edebiyat yok. Mesaj vermekten özellikle uzak duruyorum ama anlattığım her şeyde
bunu işaret etmeye çalışıyorum. Hissiyat olarak dışlananlara, azınlıklara,
azınlıkların azınlığına yakınlık duyuyorum diyebilirim. Yaptığım işin doğasında
bu olmalı bana sorarsanız. Geniş anlamıyla edebiyatın ve sanatın çıkış noktası,
varoluş nedeni, oksijeni bu bence.
Türkiye’de Çizgi
Roman’ın önsözünde çizer-yazar olmaya doğru giden yolunuzdan bahsederken, çocuk
yaşlarınızda ‘kahraman’ olmak istediğinizden, ‘kahraman’ olamayınca da
‘kahraman yaratıcısı’ olmaya karar verdiğinizden bahsediyorsunuz. Yazmak,
çizmek ya da farklı şekillerde oluşturulmuş ‘yaratma’ eylemleri, ‘olamadığımız
kahramanlar’ı edebiyat ya da sanat aracılığıyla meydana getirerek bu şekilde
tatmin/mutlu olma çabamız diyebilir miyiz?
Olabilir,
etkilemiştir elbette. Nasıl bir çocukluk yaşarsanız, öyle bir insan
oluyorsunuz. Bir roman, bir hikâye, bir çizgi roman okuyorsunuz, bir film
seyrediyorsunuz. Herkes bunları farklı biçimde alımlıyor. Sonuçları yine farklı
olmuştur herkes üzerinde. Bugün çok erkek, çok sert, çok milliyetçi bulduğum
bir şeyi başka türlü sevebilmişim. Aynı şeyleri seven ve izleyenlerle konuşunca
daha iyi anlıyorum bunu. Kanarak okumak ve kanarak okuduğunuzu anlamak farklı
türlü aydınlanmalar. Büyüyorsunuz. Arthur Penn diye ünlü bir yönetmen vardır.
Çocukken filmleri kim yönetmiş çok bilmiyorsunuz, bir gün bir baktım, beni çok
etkilemiş pek çok filmin yönetmeni meğer oymuş. Şaşırmış, bütün filmlerini
izlemiştim. Bir yakınlık kuruyorsunuz, ilginizi çeken bir yönü oluyor. Ama o
yaşta tam anlamlandıramıyorsunuz. Çizgi romanlar iyilik ve kötülük ekseninde
net çıkarımlarda bulunurlar. Böyle söyleyince basit görünebilir ama tek tek her
üretici farklıdır, her hikâye farklıdır. Yine sonra anlıyorum ki o günlerde de
edebi tortusu olan, muhalif tınısı olan şeyleri sevmişim. Sadece kahramanlık
değil, iyilikle bakmak, iyiliğe bakmak, merhamet duygusunun gelişmesi bakımında
çizgi romanlar bence ilginç mecralardır.
“…Daha ne kadar
yaşayacağımı bilmiyorum. Hayallerimi gerçekleştirmek için çok az zamanım kalmış
olabilir.” diyorsunuz 2013 yılı Mart ayında yaptığınız bir söyleşinizde.
Oldukça aktif birisiniz, ömrünüze daha neler sığdıracağınız merak uyandırıyor,
bu yüzden hayallerinizi duymak isterim? Ayrıca Dumankara’ya baktığımda
öykülerin sonunun genelde mezarlıkta bittiğini görüyorum. Ölüm temasını fazla
mı düşünür Levent Cantek?
Oğlum
doğana kadar ölümü pek akla getirmezdim, herkese oluyor, bir noktada ben
ölürsem, ailem nasıl yaşayacak diye düşünüyorsunuz. Bir de yaşınız ilerliyor,
hiç olmayacak bir şey değil artık diyeceğiniz bir döneme giriyorsunuz. Ölüm
meselesini hırgürden, benim için saçma olan tartışmalardan uzak kalmak adına
söylerim. Hayat çok kısa. Boşa geçmesin günlerim istiyorum. İnsanlar genellikle
üretmeyip üretilenleri eleştiriyorlar veya sadece tek bir iş yapıp dönüp
dolaşıp onu konuşuyorlar. Enerji kaybına yol açan anlamsız kavgalara
giriyorlar. Bir ay sonra, bir yıl sonra unutacağınız bir kavgaya
girmeyeceksiniz. Yaptığınız işle övünmeyeceksiniz, geride kalmış bir şey çünkü.
İşinize gücünüze bakacaksınız. Uzak duracaksınız. Hayaller olabilir,
olmayabilir, oldurmaya çalışırsınız, hayalleri çok paylaşamıyorum. Olmazsa diye
sakınıyorum, eskiden beri böyledir bende. İşin romantize bir tarafı var, aslolan
çalışmak ve üretmek. Çocukken sanat dergilerinde çizgi roman hakkında yazılar
çıksa ne güzel olur derdim kendi kendime. Çizgi romanın sanat olduğunu
göstermek istiyordum. Yüzlerce yazı yazdım artık bu bir hayal değil. Gurur
filan da duymuyorum bundan. Çalıştım oldu, çalışırsanız olur. İnsanlar
haksızlığa uğradıklarını, kendilerine değer verilmediğini düşünerek üzülür,
sinirlenirler ben bunu da enerji kaybı sayıyorum. İşinizi yapacaksınız, takdir
ve tekdir başkalarının işi, yola devam edeceksiniz, hani futbolcular diyor ya
“önümüzdeki maçlara bakacağız” diye… Türkiye’de herkes Orhan Pamuk’u eleştirir,
onun kadar çalışan kaç yazar var. Sahi söylüyorum, kaç kişi var? Büyük laflar
etmeye odaklanmış bir toplumuz, hepimiz bundan etkileniyoruz ama bir de işin
çalışma faslı var. Ne dersek diyelim üretimler kalacak geriye.
Bir tarafta yazar
kimliği diğer tarafta editörlük mesleği… Yazarlık ve editörlük kimliklerinizin
çatıştığı oluyor mu? Özellikle editörlük yönünüzü kullanırken. Ayrıca size
ulaşan çalışmaların ‘basılabilir nitelikte’ olup olmadığına karar verirken kullandığınız
temel bir ölçütünüz/ölçütleriniz varsa bunlardan bahseder misiniz?
Yok,
hayır bir çatışma oluyor diyemem. İkisi birbirinden farklı şeyler. Birinde ben
iyi hikâye arıyorum, yazar arıyorum, ortaya çıkan iş iyi olsun istiyorum.
Yazarlara yol arkadaşlığı yapıyorum. Diğeri kendi dünyama ait bir çaba. Bazen
senaryo da yazıyorum, onlar kolektif işler oluyor ve işin doğası gereği
başkalarıyla uyumlu olmak zorundasınız, ona göre ilerliyorsunuz. Karışacak bir
durum yok yani. Yayınevine dosyalar geliyor, yayınevi üzerinden gelmeyen bir
şeyi ilke olarak okumuyorum, çünkü yetişemiyorum. İnsanlar sosyal medyadan bana
ulaşıp yazdıkları bir romanın bir bölümünü ya da bir hikâyelerini okumamı
istiyorlar, bunu yapmıyorum, çünkü gerçekten yetişemiyorum, zaten mesaisiz bir
hayat sürdürüyorsunuz. Bizde sistem şöyle, gelen dosyaları benden önce
arkadaşlarım okuyorlar, onların olumlu raporladıklarını okuyor ve son kararı
veriyorum. Ölçütünüz nedir demişsiniz, çok tarif edilebilir değildir böyle
şeyler, okudukça ki ister istemez çok okuyoruz, farklı bir dikkat gelişiyor.
Ben hikâyeye odaklanırım, hikâye konuşmayı severim, eskiden beri böyleydi.
Yazarla uyum yakalarsanız, yazar isterse, size inanırsa daha verimli
olabiliyor. Genç yazarlar daha farklı. Temel motivasyonum genç yazar ve ilk
kitap çıkarmak, taşradan yazar çıkarmak. Onlara başka türlü bakıyorum. Yaptığım
iş eleştiriye açık, cevap imkânınız da yok.
‘İyi editör’
kavramının içini doldurabilmek için bu konuyla ilgilenen kişiler nasıl bir yol
izlemelidir, kişilerin bu izlediği yolda kendi imkânları doğrultusunda
çalışmaları yeterli midir ya da üniversitelerde bu konuda bir bölüm
bulundurulması ve bu konuda eğitim verilmesi daha mı iyi olurdu dersiniz?
Bu tür
sorulara biraz mesafeliyim. Üniversiteden bile isteye ayrıldım, eğitim,
pedagoji, kurumlar dendiği zaman hafiften geriliyorum. Eğitimi nasıl olurdu
veya olmalı mı düşünmedim. Editörlük ağır bir iş, harala gürelesi çok yüksek,
hep bir şey yetiştiriyorsunuz, hayatınızın her anında birileri sizden bir şey
istiyor, belli bir zaman aralığında filan çalışmıyorsunuz. Çok fazla mail ve
telefon alıyorum, onlara cevap vermek yoğun bir mesai gerektiriyor.
Gösterdiğiniz emekle kıyaslandığında yaptığınızın işin maddi karşılığını da
alamıyorsunuz. Sanıldığı kadar çok yayınevi yok. Türkiye’de editörlük çok iş
yapmak demek, kolektiflik pek mümkün olmuyor. Bunun temel nedeni yayın
dünyasının ve kitap satışlarının yüksek olmaması.
Editörlük yönünüzü
geliştirmek için neler yaptığınızdan bahseder misiniz?
Böyle
bir formül var mı bilmiyorum. Türkçe edebiyatla ilgili bir cevap verebilirim.
Çok okumak şart, sabırla dikkat kesilmek ayrıca önemli. Ben birlikte çalıştığım
arkadaşlarla hikâye konuşmaya çalışırım, birlikte okumuşuzdur, konuşuruz, bu
tartışmalar çok yararlıdır. Deneyim ve fikir paylaşmak iyidir. Bunu birlikte
seyrettiğimiz filmler ve diziler için de yapmaya çalışırım. Başka alanlardan
beslenmek lazım… Editörlük sevdiğiniz kitapları yayımlamak demek değildir. Tek
edebiyat olmadığını bilerek çevreye bakacaksınız. Özel hayatımda Türkçe roman
okumuyorum, çok okumak zorunda kaldığım için bıkkınlık olmasın
istiyorum, mutlaka her gün bir film seyretmeye çalışıyorum. Zaten sürekli çizgi
roman okuyorum. Bunlar bir formül demek değil elbette. Ben editör olmadan da
böyle yaşıyordum, aşağı yukarı bir on beş yıldır bu tempoyla yaşıyordum,
editörlük bunun içine girdi. Her yayınevinin editöryal tercihleri var. Zamanla
oturan bir tarz aslında. Hem bunu kollamak hem de hafiften süregelen anlayışın
dışına çıkmalısınız.
Yayınevlerine bağlı
editörler nasıl çalışıyor? Yıllık ya da aylık olarak basılacak olan kitap
sayısı önceden sınırlandırılıyor mu ve yayınevine yılda ortalama kaç eser
ulaşıyor, rakamların oldukça fazla olduğunu duymuştum.
Her
yayınevi farklıdır, dönemlere göre değişkenlik gösterir. Memleket bir süredir
gergin olduğu için gelen dosya sayısında bir azalma oldu. Mutsuzuz öyle
anlaşılıyor. Son üç yıla bakarak söylersem her ay 50 ile 70 arasında yeni dosya
geliyor. Biz ayda üç Türkçe edebiyat kitabı çıkarıyoruz. Her zaman altı ay sonrasının
kitabını hazırlama çalışıyorum, öyle bir tempoyla gitmek istiyorum. Yıllık
olmasa bile her ay 8 ay sonrasının planlamasını yapıyorum. Uzun vadeli
programlar hem iyidir hem de rasyonel olmayabilir, araya bir şey girebilir,
girmelidir de… Revizyonlar yapmak gerekir. Okur, genellikle popüler olanı
konuşur, kitap değil isim okur, popüler isimlere-kitaplara takılarak sizi
eleştirir. Siz buna takılıp kalmayacaksınız. Ayda üç kitap hazırlıyoruz,
insanlar ayda üç kitap okuyor mu diye sormanın bir anlamı yok veya sadece
popüler olanlar konuşuluyor huzursuzlanmanıza da gerek yok. Bunlar hep olacak
şeyler ve bu işin bir parçasıdır. Bir editör için aslolan devamlılıktır.
Kuş Eppeği’ni
yazmak fikri nasıl oluştu ve yazacağınız isimleri nasıl belirlediniz? Kitabın ikincisi
gelmeli diye düşünüyorum çünkü kitap bitince Türk edebiyatı için önemli olan
bazı isimler belirdi kafamda, mesela Ömer Seyfettin, Peyami Safa, Duygu Asena
gibi isimler. “Bu isimler neden yok acaba, yoksa ikinciye mi sakladı?” diye
düşündüm. Devamı gelirse eğer lokmalar büyür mü, yoksa kuş eppeği olarak mı
kalır?
Zaten
yazdığım şeylerdi, Resimli Türkçe Edebiyat Takviminde bir kısmını kullanmıştım.
Doğrusu bu biraz genç işi kitap, öyle de olmalı, iştah açıcı bir şey vardı
kafamda. Merak uyandırmak veya. Devamını yazarım, var aklımda bir şeyler ama…
Nasip diyelim.
Kuş Eppeği ile
nasıl bir boşluğu doldurdu Levent Cantek?
Boşluk
deyince korktum biraz. Bir boşluğu doldurduğumu düşünmüyorum, tek
diyebileceğim, kendi adıma severek yazmış olmam.
Bir söyleşinizde
hiç şiir yazmadım, herkes kadar bile, diyorsunuz, Kuş Eppeği’nin dili oldukça
şiirsel. Kaleminizden şiir de çıkar mı ve çıkarsa bizler okur muyuz?
Hayır,
imkânsız.
Kuş Eppeği’ne
baktığımızda anlatmaktan çok merak uyandırıp “portreleri aktarılan bu isimleri
araştırın, öğrenin” der gibisiniz, kitabınız okuyucudan emek istiyor, sanırım
pasif okuyucu istemiyorsunuz.
Biraz
var öyle bir şey, eğer benim sözlerimden merak ederek bir şeyler keşfederse
insanlar, mutlu olurum.
Yaptığınız bütün
işleri düşündüğümüzde çok yönlü biri olduğunuzu görüyoruz. Çalışmalarınız
içerisinde sizi tam olarak yansıtan bir çalışmanız var mı, “beni tanımak
isteyen bu çalışmamı mutlaka okumalı” dediğiniz bir çalışma… Sizi bir yönünüzle
sınırlandırmak istemem elbette fakat diğerlerinden önde olan bir tarafınız
vardır diye düşünüyorum.
Grafik
romanlarımı seviyorum galiba. Çok yönlü olduğumu düşünmüyorum. Çok okumak, çok
seyretmek, yeni şeylerle karşılaşmak bana güzel geliyor. Aziz Nesin, “ben iyi
yazar değilim, çalışkan bir yazarım” derdi, çok severim bu lafı. Hayat zor,
herkes kendine göre bir yol tutturmuş, benimki de böyle. Başka türlü
katlanamıyorum galiba.
Son sorum biraz
farklı olacak, altı yıl sonrası için kendinize bir notunuz var mı? Varsa eğer
altı yıl sonra size ileteceğim.
Çevremdekilere
çok söylüyormuşum bunu, kendime söylemiş olayım, bunlar dert değil, Allah dert
vermesin, işimize bakalım.
Söyleşi: Munise Bayer/Son Gemi