Pazartesi, Eylül 30, 2024

Piyanist doçent ve diğer meslekleri

 

İnternette denk geldim, sosyal medya hepimizin, hep birlikte, hep beraber "arkadaş olmamızı" istiyor ya... Bak diyor, sana yeni bir arkadaş önerim var... Eskiden birileri kitap veya bir film için "tam sana göre" dediğinde heyecanlanırdım. Benim tarzım acaba nasıl anlaşılıyor, beğeneceğimi nerden biliyorlar filan gibi bir merak duyardım. Tutturan olursa -ki nadir olurdu- ayrıca hoşuma giderdi. Algoritma ise bambaşka bir şey, benim gibi türler arasında gezinen, tuhaflıklara iştahlanan tipler için işleri hepten karıştırıyor. 

Kim bu arkadaş diye bakarken, iş tanımlarına takılıp kaldım. Yanlış anlaşılmak, sarkastik bir anti-entelektüelizme düşmek istemem...Ne ki, mesleklerin ve yapılan işlerin nitelenmesi bana çok ilginç geldi... Bakakaldım hatta neymiş bu diye...

Kozmik enerji terapisti, enerji blokajlarını kaldırarak insanların fiziksel, zihinsel, duygusal ve ruhsal dengesini sağlıyormuş, alternatif terapi deniyormuş buna... Asıl amaçları insanların  enerji frekansını yükseltmekmiş... Ellerini insanların çakralarına yönlendiriyormuş...Filmlerde parodileri yapılıyor filan ama reel olarak seyretmek ve taraflarla konuşmak isterdim... 

Acutonics terapisti, ses terapisiymiş,  bedendeki enerji meridyenlerine ve akupunktur noktalarına  özel ses çatalı (tuning fork) uygulanıyormuş, yine bir tür  enerji akışını dengeleme meselesiymiş... Hiç anlamadığım için nitelemeler bana alelacayip geliyor.

Holistik yaşam ve ilişki danışmanı ise, danışanların kendilerini daha iyi anlamalarına, yaşamlarında ve ilişkilerinde denge kurmalarına yardımcı oluyormuş. Bir tür terapist anladığım kadarıyla, bilimsel ya da akademik niteliği var mı, onu bilemiyorum ama en başta doçent denmiş, acaba hangi anabilim dalında doçentliği varmış, o kısımla ilgili bir açıklama yok...

İnsanların dünyayla başetme biçimleri oldum olası karışıktır, enerji meselesini tarif edebilmek kolay değil... Görünen gelişimlerine baktığımda bana seküler dünyanın yeni dinleri gibi geliyorlar.

Piyanisti biliyorsunuz...diye ümit ediyorum.

Pazar, Eylül 29, 2024

Slippery slope

Aslında biliyormuşum da bilmiyormuşum gibi gelmişti başta, bir ortamdayım, konuşanlar “slippery slope” deyip duruyorlar, örnekleri duyunca hah dedim, benim ömrüm bunlarla geçti, bunlarla uğraştım, biliyorum… Türkçesi için ben olsam kaygan zemin filan derdim, galiba başka şeyler söyleniyor...

Neymiş bu derseniz eğer… “Zemin kaygan, mutlaka kaza olur, ölürüz” diye bir giriş açıklaması yapayım… Çizgi roman okursa çocuklar, kitap okumazlar… Kitap okumazlarsa tembel olurlar… Tembel olurlarsa eğitim istemi çöker… diye bir başka örnekle devam edeyim… Sonu kötü olan reaksiyoner  bir zincirleme diyelim. Çocuğumun eşcincel arkadaşı varsa, eşcinsel olur… Çocuklar telefon bağımlısı olursa asosyal olurlar vs vs…

Üniversitede asistanım, öğrenciler Irak Savaşı’yla ilgili bir pano imzalamışlar, okuldaki sağcı çoğunluk huzursuzlanmış filan ama pano da duruyor, akademi arada bir “demokrasi ve ifade özgürlüğü” gibi heveslere kapılır, galiba o arada bir şeyler yaşanıyor…

Sabah okula geldim, baktım, okul içindeki avlunun önünde fakülte yönetim kurulunda kim var kim yok toplaşmış, sonradan profesör de olan bir meczubu dinliyor… İşte “Savaş’a Hayır” sloganındaki s harfinin orak çekiç misali kaydır kuydur bir gönderme olup olmadığını konuşuyorlar. Ben durdum izliyorum. Öyleydi böyleydi, biri dedi ki, “hayır bu bildiğin s, orak çekiç filan değil” insan doğru bir şey söyleyecek sanıyor, ardından ne dese beğenirsiniz “ama böyle siyasi işlere izin verirseniz, o “s” illa ki orak çekiç olur, çocuklar da bir halt sanır, sonunda komünist olur”…

Kimse niye ki demedi…Ben böyle bir korku ikliminde büyüdüm, bu korkudan faydalanan insanlarla çalıştım, söylenenler bana hiç yabancı ve tuhaf gelmiyor demek istiyorum.

Evet, biliyoruz, insanlar gelecekten çeşitli nedenlerle korkuyorlar. Bu korku nedeniyle herhangi bir meselenin kontrolden çıkacağı düşüncesine meyilli oluyorlar. Olup bitenlere her şey mutlaka kötüye gidecek diye bakıyorlar.

Şimdi siz, öğrenciler siyaset konuşurlarsa, muhalefet ederlerse işin sonu kötüye varır diyorsanız mutlaka daha kötü bir gelecek tahayyül ediyorsunuz demektir. Böyle korkunca-böyle bakınca çocuklarınız komünist, feminist, ibne filan oluyor (!) mutlaka…

Korku ya da endişe, bunlara bağlı olarak öfke, insanı mantıklı kararlardan uzaklaştırır. Abartılı çıkarımlar insanlara daha doğru ve daha iyi gelir. Üstelik, “eden bulur” veya “rüzgar eken fırtına biçer” gibi basit bir açıklamayla işleyen bir mantığı herkes bunu kolayca anlayabilir, “kızını dövmeyen dizini döver” gibi düşünün…

Bir de dikkat edin, hepimizin buna benzer hikayeleri vardır, bir yanlış yapmış ve bu yanlışa bağlı olarak olumsuz sonuçlar yaşamışızdır… Oysa olan şey sadece “o” nedenle olmamıştır, hikayeyi basitleştirmişizdir.. Herkes böyle hikayelere inanıp yaygınlaştırdığı için biz de bu türden bir basitleştirme yapmışızdır. Biliyorsunuz, medya da hikaye üretir ve onun da hikayeleri basitleşmeye yatkın olan ve abartıyla dikkat çeken hikayelerdir. Benimsememiz bu yüzden kolay olur.  “Komünist olurlar” hikayesini ideolojinin işleyişi ve algılanışı da benzer bir mantıktan yürüdüğü için anlattım… Özetle kaygan zemin, devletin ve hayatın bekası (!) için tadından yenmez bir mezedir.…

Cumartesi, Eylül 28, 2024

Üüüf!

Yine bir Altan Erbulak ayrıntısı, Cafer ile Hürmüz bir yerden kaçıyorlar, Cafer "evvela ben" deyince Erbulak siyaseten doğrucu bir açıklama yapıp okurlarına "egoist herif" demeyin diyerek kahramanını temize çekmiş. 

Yazar sesi kullanmayı sevdiğini, espri olarak hikayesini güçlendirmeye çalıştığını hikayelerinden biliyoruz, ilginç olan "tam da bunu yaparken" cinsellikle ilgili bir başka hınzırlık yapması...İyi çizilememiş ama Hürmüz ip merdivenlerden yukarı tırmanırken aşağıdan biri bacaklarını dikizliyor ve "Üüüf! Bacaklara bak bee!" diyor. Politically correct-incorect ayrımına aynı karede iki örnek çıkarmış böylece...Bugünden baktığımız için farkında mıydı bilemeyeceğiz...
 

Cuma, Eylül 27, 2024

İftira

1958 yılında çıkmış bir dergiden alıntıladım, Akad'a sormuşlar, tutması için bir filmin içinde mutlaka şarkılar, türküler , dansözler, göbek atmalar olmalı diyorlar, siz ne diyorsunuz filan... Akad, zamanının ilerisinde görgülü, öğrenmeye açık, farklı düşünebilen bir sinemacı... Soruyu Tarık Dursun sormuş... İki kalbırüstü insan, iki açık görüşlü üretici bir klişeyi konuşuyorlar. 

Önce şunu anlatayım, o yıllarda her yerli filmde dansöz ve şarkı kullanılması çok eleştirilirdi, Gio, yazdığı sinema tarihi kitabında, Yeşilçam'ı dönemselleştirirken yanlış hatırlamıyorsam göbek devri gibi bir zaman aralığı bile kullanmıştı. Tarık Dursun bile isteye bu soruyu sorarak yapımcıların bağnazlığını kritize etmesini istemiş... 

Yapımcılar tutmuş bir reçeteyi tekrar etmez değiller, bunu eleştirmek bana çok yaratıcı gelmiyor ama gazetecilik, aktüeli aramak demek... Akad, bir cevap vermiş, ben daha çok ona takıldım. Soru klişe belki ama cevap da klişe olmuş.... Yanlış anlaşılmasın klişe tek başına kötü bir şey değil... Zamanelik içinde neyin doğru ya da yanlış kabul edildiğini gösteriyor...

Şöyle diyor Akad: "Anadolu'nun böyle bir şey istediğini kendileri [yapımcılar] uyduruyorlar. Anadolu'nun inceliği bugün evimizdeki eşyalara kadar sokulmuşken bunu nasıl diyebiliriz. Bu olsa olsa kötü bir iftiradan başka bir şey olamaz"

Yukarıda belirttiğim zamanelik tam da bu işte... Evlere giren Anadolu (halılar, seramikler, desenler) modern sanatçıların tercihleriyle biçimlenmiş yeni bir şey ve buna tam da Anadolu sanatı-geleneği denilemez. O dekoratif unsurlar, film beğenisindeki derinliğin ölçüsü filan sayılamaz. Yani taşrada ahali kadınlara ve cinselliğe aç değil demek için bu unsurlar kullanılamaz. 

Ne ki,  o yıllarda, ta yetmişli yılların ortasına kadar, gazete ve dergilerdeki Anadolu romantizmi "overrated" bir kıvamdaydı, çok az insana abartılı gibi geliyordu bu durum. Şehirdeki göçmenlere ateş püskürürken, köylüye methiyeler düzülüyordu, onlara karşı gösterilen itina sahiden garipti.  

Anadolu şarkı ve dansöz istiyor, hayır istemiyor, hakaret etmeyin gibi gibi... Yaratılan romantik imgeye aşık olup, onun hayali imgesi için kavgalar vermek...

Perşembe, Eylül 26, 2024

Son Okuduklarım 95

Jason, Norveçli bir çizgi romancı. Global şöhretini Amerikalı yayıncı Fantagraphics'e borçlu olabilir. Hikaye evrenini insan dışındaki canlılara insan karakteri atfederek kuruyor. Adolf Hitler'i Öldürdüm en ünlü albümü sayılabilir. Jason, çeyrek asırdır itibarlı çizgi roman ödüllerinin kıyılarında dolaşıyor, kazanıyor-kaybediyor ama mutlaka adaylardan biri oluyor. Bizde bu kadar geç yayımlanması bana oldum olası tuhaf gelirdi, çünkü bizim Gırgır'la oluşan çizgi roman geleneğimize oldukça yakın işler üretiyor, yanlış anlaşılmasın, biz sıkış-tıkış hikayeyi o hafta-o köşede bitirmeye çalışıyorduk, Jason ise ferah ferah kurguyla oynayarak daha özgür ve avangart hikayelerle uğraşıyordu ama  bizim çizgi romancılarımızın da teşne olduğu, anlatmak isteyeceği türden anlatılar üretiyordu. Adolf Hitler'i Öldürdüm, bir kiralık katilin başından geçenleri anlatıyor. Hikayesi (işleyişi) tuhaf ve rahatsız edici bir mutsuzluk taşıyor ama komik çizgilerle hayvanlar arasında anlatılması sebebiyle o denli "ağır" kaçmıyor ve esprili duruyor. Önemli bir albüm, son çeyrek asrın en çok konuşulan ve farklı dillerde yayımlanan grafik romanlarından biri. +++ Bulutlar Kimindir? için savaştan, ailesiyle birlikte kaçmak zorunda kalan küçük bir kızın hatırladıkları-sayıkladıkları olarak nitelenebilir. Çok iyi çizilmiş ilüstrasyonlara eşlik eden şiirimsi bir metin okuyoruz. O metin, çizgiler kadar benzersiz değil ama oldukça işlevsel.... Bulutlar Kimindir? eskilerin deyişiyle "yetişkinlere yönelik" bir resimli kitap", çizgi roman değil...

Geçen yıl çıktı Grip, anne tarafından Türk olan Lale Westvind'e ait bir grafik roman albümü. Piyasa kodlarıyla bakıldığında hemen her yerde azınlıkta kalacak, pek çok bakımdan kolay anlaşılmayacak bir çalışma. Öncelikle çizgiler "street art" ve "graffiti" havasında belirginleştirilmiş, hikayenin kahramanı olan kadın, siyasal karikatürlerin omnipotent erkek işçi klişesini andırıyor. Yetmişli yılların underground çizgi romanlarını izleyen bir anaakım çizgi karşıtlığı var, "güzel kadın" estetiğini reddediyor mesela. Crumb da iri ve güçlü, hatta "çirkince" kadınlar çizerdi ama oradan bir fantezi ve erotizm çıkarmaya çalışırdı. Lale, böyle bir şey denemiyor, aseksüel görünüyor hatta, kadın kahramanının hiç öyle bir derdi yok, aşksız-hazsız trip hikayesi okuyoruz . Feminist bir okumayla yorumlanabilecek vurgular eklenmiş, bizi buna yönlendiriyor... Böyle olunca erkekleri nasıl çizmiş diye baktım ister istemez, özenli bir kadın dostluğu vurgulanmış çünkü... Erkek işçilere, ellerini kullanarak çalışanlara karşı sempati gösterilmiş. Mekanizme, kapitalizme muhalefet ettiğini de anlıyorsunuz ama bunu çok doğrudan istiflememiş. Jodorowsky havasında retro bir kaçış fantezisi dedi bir arkadaşım... Olabilir dedim. Az bulunur ve az satacak, ilgi görmeyecek bir "arthouse" çizgi roman. +++ Hilda, çocuklar için üretilmiş bir çizgi roman dizisi ama genel eğilimleri itibarıyla çocuklara çocuksu bakmayan,  hikayesine yetişkin ölçüsünde hafif korku ve gerilim katan, kendi evrenini oluşturan bir anlatı. Pedagojiyi yeniden yorumlayan çocuk literatüründen bir örnek de sayılabilir. İskandinav mitolojisi yüksek reytingli dizilerle global anaakıma dahil oldu, bu da o dalgayla gelen anlatılardan biri de diyebilirdim. Sevimli çizgileri, akıllı bir hikayeciğe sahip.

Salı, Eylül 24, 2024

Yapay zeka


Görseldeki "Ankaralı Levent Cantek" çizgisi nasıl üretildi derseniz, fotoğraf olarak Ankara Kalesi'de çekildi ve oradan bir program yardımıyla çizgiye dönüştürüldü. Şipşak derlerdi, hakikaten o ölçüde hepi topu beş ya da on saniyede yukarıdaki ilüstrasyonu elde ettim. 

Editörlükten biliyorum, böyle bir iş, asla bu kadar kısa sürede üretilemiyordu, üretilemezdi, piyasa ortalaması ve ezberiyle bir klişeye dönüştürüldüğü için bu kadar kolaylaştı. Bir fotoğrafı alıp, hatta google görsellerden bulup birebir çizgiye dönüştürenler artık bunu para karşılığında yapamayacaklar.  Tek kelimeyle o devir bitti, fiinito... Elbette bir fotoğraftan faydalanabilirler ama onu artık yorumlamak zorundalar... 

Geçen yüzyıl başında fotoğraf yaygınlaşınca portre ressamlığının biteceği söylenmişti, elbette bu durum, meslekten insanları zorladı, kahretti filan ama duygusal derinlik, insana özgü deneyimsel keşiflerle "iş" ve "sanat" kendine yeni bir yol buldu. Çizgiyle ilgili aramak, yeni ifade biçimleri keşfetmek gerekiyor. Hayatın bitmeyen bir öğrenme süreci olduğunu nedense unutuyoruz, ezber bozan dönüşümlerin insanları ve sanatı geliştirdiğine inanıyorum. Yapay zeka faslından endişelenmenin bir anlamı yok bence, kimse merak etmesin, özgün olanlar yine ayakta kalacaklar... 

[Yapay zeka ile ilgili öğrenci sorularına verdiğim cevap]

Pazartesi, Eylül 23, 2024

Şişli

 

Yusuf Ziya [Ortaç], 1931 yılında Nazım Hikmet'in davasını seyretmeye gitmiş ve mahkemede Şişli'den tanıdık simalar görmüş...Üslup olarak bağırmadan yazı yazmadığı için öfkelenmiş gözüküyor ama biz huylanmış diyelim... Önce yazıdan alıntılar yapayım:

"Şişli, Türkiye'nin moda alemine açılmış bir kapısıdır. Kaytan bıyık, favori, geniş paçalı pantolon, kalkık omuzlu ceket, uzun etek, sarı pudra, kızıl dudak memleketimize hep bu kapıdan girdi (...) Yüzü boyalı, gözü boyalı, sözü boyalı Şişli, frenk gazetesinde ne gördüyse yaptı. Sinema perdesinde ne seyretti ise taklit etti (...) hiç bir züppeliği kaçırmayan Şişli artık lavantadan, pudradan, briyantinden usandı galiba. Şimdi yeni bir heves, yeni bir özenti peşinde (...) Galiba her moda gibi komünizm de memleketimize girebilmek için bu kapıyı açık buldu..."

Nazım'ın çevresindeki herkesi aynı kefeye koymak filan hepsi nahoş, aklı olan kalbi olan bunları yapamaz gibi geliyor bana da, malum yapılıyor, yapıldı ve yapılacak...

Asıl meselem şu.... Mahkemede birilerini görüp onların yaşadığı yeri, Şişli'yi düşmanlaştırmak... sahiden acayip bir şey bu...Üstelik Yusuf Ziya da Şişli'de yaşıyor, Büyükada'da yaşıyor... Ben bu meseleyi her zaman ilginç buluyorum, Beyoğlu'nu eleştiren-nefret kusan ama buna rağmen orada yaşamayı sürdüren yazarımız o kadar çoktur ki... Mesela Beyoğlu noteri Mithat Cemal Kuntay...Döner döner Beyoğlu'na küfreder...

Hani seviyorsan git konuş deniyor ya, onun gibi, sevmiyorsan niye orada yaşıyorsun demek gerekiyor(muş)... Bir insan bu kadar nefret kustuğu bir yerde nasıl yaşayabilir ki ...Yer mi yok? 

Aradıkları medenilik ölçüsünde bir yer yok ki orada yaşıyor...Hele Ortaç, sokak dediği eğitimsizlerden, lümpenlerden ölesiye korkardı, halbuki Nazım'ın eşi dostu bakmayın siz, benziyor da kendisine, onun ailesine ve çevresine....

Belki diyorum, Şişli'nin, Beyoğlu'nun sevilmediğini, haklarında husumetle lafazanlık yapıldığını biliyorlar, suçlanmamak için o koroya katılıp avaz avaz saydırıyorlar...

Bir de küçük not: Kurtuluş Savaşı sırasında İstanbul'dan kimi gençler Ankara'ya geçip mücadeleye katılmak istiyorlar, e herkese izin verilmiyor, mesela aynı günlerde Nazım'a izin verilmiş, Ortaç'ı "seciyesiz" (karaktersiz) diyerek reddetmişler... Hani merak edebilirsiniz, Yuzuf Ziya Ortaç, niye Nazım'ın mahkemesine gitmiş diye... Yılların husumeti de var yani işin içinde....

Pazar, Eylül 22, 2024

Saray Macunu

Malumunuz tuhaf kitaplara zaafım var, Saray Macunu Rehberi (1968, Başak Kitabevi) isimli bir kitap geçti elime...Alan Hull Walton imzalı, iç sayfalarda sıkça paylaşılan (yukarıda paylaştığım) ilana dikkat kesilirseniz, kitabın neler anlattığını tahmin edebilirsiniz... 

Seks kudreti diye bir iddiayı büyütecek yemek ve afrozdizyaklar anlatıp durmuşlar... Falan filan diyelim, geçelim...

İlanda cezbedici olacağını düşündükleri bir cümle kurmuşlar: "Sen de Üçüncü Murad han gibi yüz iki beşiği birden sallattırmak istiyorsan"... 

Çook çocuğun olacak mı yoksa  haremindeki  her bir kadınla başedeceksin mi diyorlar, karışık... Pıyyy

Padişah macunu dememişler o da ilginç, muhtemelen aktarlarda satılan o isimde bir ikamesi var, ondan ayrıştırmak istemişler.

Bir yayınevinin bu "kudret macunu" işlerine kalkışması ayrıca ilginç bir hikaye...

Kıkırdıyorum filan ama bakmayın enikonu trajedi aslında... Ne taklalar ne salvolar... Erkeklik en çok erkeklere eziyet...

Cumartesi, Eylül 21, 2024

Maşuk'un Gözleri

Münif Fehim, aşkı anlatan ilüstrasyonlar çizerken özellikle erkek sevdalının gözlerini tuhaf biçimde baygınlaştırır, kendinden geçme haliyle onları betimlerdi. Aşık, onun gözünde bir sarhoşluk haliydi, esriklik, baygınlık, kendinde olmama durumuydu. 

Ben çocukken, muhtemelen Yeşilçam filmlerinden olmalı, "körkütük aşık" olmak diye bir şey duymuş, ciddi ciddi düşünmüştüm, kıpırdayamamak beni tedirgin etmişti, "dalıp dalıp gidiyor" derlerdi, orada olamama, an'ı yaşayamama, zihnen başka yerlere gitme, hep o diğer parçayı hayal etme filan...

Görsel bir şey tasarlıyorsanız, piyasanın ve popüler olanın inşa ettiği, süregelen bir gerçeklik vehmini izlersiniz, inandırıcılıği ve meşruiyeti buralardan çıkartırsınız. Münif Fehim, bu mest olmuş aşığı yoktan varetmedi demek istiyorum, bilinen ve herkese normal gelen bir hayali revize ediyordu. Revizyondan kastım, şiirle gelen aşıklar algısını modernize ederek bir kere daha romantizmle harmanlıyordu. 

Otuzlu yıllarda, çalıştığı dergilerde eski-yeni karşılaştırması yaparken yaşadığı zamandan duyduğu hoşnutsuzluğu anlatmıştı. Yeni aşkları ve aşıkları sevmiyordu, içi sızlıyordu sanki... Onun aklında yaşadığı ve gördüğü değil, hayalinde kurduğu bir maşuk ile maşuka vardı. Ondan sebep olmalı, otuzunda bile alaturka (yaşlı-eski) görüldü, Mecnun'un aktüel bir yorumunu yapmaya hiç kalkışmadı...

Cuma, Eylül 20, 2024

Uyku

Arada yazıyorum, bu tür istatistikleri nasıl çıkarıyorlar pek akıl sır erdiremiyorum, ama hoşuma gidiyor. Tabloya bakılırsa uyku ve uyumaya çalışmak günlük hayatımızın yüzde kırkından fazlasını oluşturuyor. Hoş, uyanmaya çalışmak da bir başlık-madde olmalıydı bu hesapla...katmamışlar.

Abim, popüler bilim dergileri okurdu ve uyku bahsini, galiba o dergilerden ilham alarak farklı bir biçimde yorumlamıştı, insanların fazla uyuyarak zaman kaybettiklerini, yaşadıkları hayatı iyi değerlendiremediklerini düşünürdü... Benden dört yaş büyüktür, bunları söylerken en fazla on beş yaşındaydı, söyledikleri benim için çok ilginçti... Az uyumaya çalışan kardeşinizin işi nereye vardıracağını ister istemez merak ediyorsunuz... Her denemesinin sonu fosur fosur uzun uzun uyumaktı, kıs kıs gülerdim. 

Çevremdeki pek çok insanın uykuyla ilgili sıkıntıları var, gece yaşadıklarını-gece insanı olduklarını filan söylüyorlar ama bana "sadece" uyuyamıyorlar gibi geliyor...Çünkü, iyi biliyorum arada çöküyor ve uzun saatler uyuyabiliyorlar. Bir tanıdığım karşılaştığı hemen herkese "nasılsın" filan dedikten sonra cevabı pek de dinlemeden mutlaka eklerdi "uyuyorsan mesele yok"...

Bile isteye ve severek çalıştığım işlerden akademisyenlik, yayıncılık-editörlük ve film-dizi dünyası genel olarak geç uyuyan-geç uyanan insanlardan kurulu... Hele setler, uzun saatler ve gün-gece temposu yüzünden tam allak bullak bir uyku düzeni gerektiriyor... Erken uyananlar açık ara azınlıktalar. 

Kırklı yaşlarıma kadar genel olarak sabahları erken uyanıp, gece 12 civarı yatıyordum. Tempolu işler yapınca-düşününce, bir fikre takılınca bu saatler esnemeye-değişmeye-kaymaya başladı... Artık, eskisine göre en az iki saat sonra on gibi uyanıyorum. Haliyle daha geç uyuyorum.

Eskiden olmayan-yaşamadığım şeylerden biri uyuyup-uyanmak oldu. Senaryo-hikaye bitene kadar bir tür anksiyete içine giriyorum, internette geziniyor,  saçma videolar izliyor, çok da tanımadığım insanlarla boş sohbetler bile yapıyorum. Stresten kaçabilmek için yollar arıyorum galiba... Tabloda gördüğüm "uyumaya çalışmak" o sebeple çok ilgimi çekti... 

Başımı yastığa koyar koymaz uyuyan biriyken ne hallere düştüm diye hayıflanıyorum anlayacağınız. Buna çağ hastalığı ve iş stresi diyenler var, Ege sahillerine yerleşenler var, benimkisi de kaostan beslenmek olabilir, hikaye sancısı hem beni mutlu ediyor hem de korkutuyor... Bitince güzel uyuyorum.

Perşembe, Eylül 19, 2024

Dijital

Senaryo işlerim nedeniyle kitaplardan, dergilerden ciddi biçimde koptum. Eskisi gibi yoğunlaşmam, mevcut çalışma koşullarım nedeniyle mümkün değil. Üzülmek değil de hayıflanıyorum, "ileride yazarım-çalışırım" falan diyerek bir şeyler ayırıyor, topluyorum ama yazabilir miyim artık emin değilim. Bakalım, göreceğiz...

Eski kitaplarımın yeni baskıları çıktı üstü üste...Paylaşayım istedim. Bir farkla, yayınevleri artan maliyetler nedeniyle dijital baskıya geçmiş durumdalar. Baskıları bu yüzden görmeyi istiyordum. Baskı niteliği olarak hepsinde aynı verim alınamamış. Emanet Şehir, gayet güzel olmuş mesela...Diğerleri bir iki tık gerideler. 

Yirmi iki yıl önce dijital baskıyı çok  araştırmıştım, arada böyle yeniliklere kafayı çok takarım, matbaacılara uzun uzun anlatıyordum, işe uygun  makine Ankara'da ve İstanbul'da birer taneydi, o ara Serüven dergisini çıkarıyorduk, hem pek paramız yoktu, hem de yatırdığımız parayı dergi çıkmadan çıkarabilmeyi hedeflemiştim. Reklam alarak başarmıştık. 

Aradan geçen zamanda matbaa teknolojileri çok değişmedi ama ucuzlayarak bize kadar geldi... Artık iki büyük şehirde birer tane numune değil makinalar... Akademik nitelikli araştırma inceleme kitapları ve tezler, Batı Avrupa'da bu biçimde satılıyorlar. Bizde de çoğalacağı çok önceden belliydi, az satıyor kitaplar...Birim maliyet bu az satıştan dolayı düşemediği için dijital baskı her yerde ve her şekilde artacak...

Salı, Eylül 17, 2024

Taşra Tektüklüğünde


Taşra seyrekliği, taşralı merakı, yılgınlığı… Taşrayla ilgili yakıştırma çok, rahatsızlıkla söylemiyorum bunları, büyük şehirli yakıştırmaları bunlar. E edebiyat taşradan çıkacak değil ya...Taşra yetişmeye çalışıyor, çokça taklit ediyor ve hayıflanıyor... 

Küçük bir şehre gittiğimde hoşuma giden şeyler oluyor, tabii ki bu bakış açısı, olumsuz da hissedilebilir... Kadın olsam, çocuk olsam, ne bileyim polis olsam belki çok başka algılayacağım...En çok dikkatimi çeken şey şu,  caddede, sokakta yürürken, bir yerde beklerken birileri size mutlaka selam veriyor. Dursanız konuşacaklar, sorsanız cevaplayacaklar. İnsanların yabancı olduğunuzu fark etmeleri bana ilginç geliyor… Seziyorlar. Bazen yabancı olmanızı diliyorlar sanki… Arabaların içine ısrarla bakıyorlar örneğin… Arsızca bir niyetle yapmıyorlar bunu.

Şehirli orta sınıflar bu kadar bakılmaya alışkın değillerdir. Daha çok onlar bakarlar etrafa, seyrederler, çıkarımda bulunur, aralarında konuşurlar. Yaşadıkları şehirle, aklından geçen medenilik ölçütleriyle, beklentileriyle kıyaslarlar. Oysa burada karşılarına çıkan şey fark edilmeleridir. Yabancı olduğunu hissettirecek ölçüde bakılırlar. Taşra tek tüklüğünde onca seyreklik içinde bir seyir nesnesine dönüşürler. Dedim ya, taşralılar şehre yeni gelen birini hemen fark ediyorlar. Medya, popüler kültür ve metropol hikayeleri taşraya dokunmuyor. Ebedi ve romantik iddialara karşın taşranın piyasa değeri yok. Taşralının şehirli yabancıya ısrarla bakmasında öfke var, husumet var, yalnızlık ve dışlanma korkusu var. Işığın arkasında kalma tedirginliği var. 

Foto: Cahilus

Pazartesi, Eylül 16, 2024

Kanımız kurusun

Beni illet eden bir cümle var, sosyal medyada sıkça karşıma çıkıyor, “kanımız kurusun ki unutmayacağız” deniyor. Vay be dedirtmek istiyorlar. Hepimiz biliyoruz ki, bugün cayır cayır konuşulan bir meselenin yaşam süresi üç ile yedi gün arasında seyrediyor. On gün sonra ne konuştuğumuzu dahi hatırlamıyoruz. 

E peki niye böyle bir ezber var? Çünkü kimse artık anlatmak istemiyor, herkesin derdi göstermek.. Sloganlar da göstermenin bir pekiştiricisi…Ancak bağırırsa çıldırırsa farkına varılan sıradan insanlara ilaç gibi geliyor sloganlar…

Hep tekrar ediyorum, biz sevmiyoruz, sevdiğimizi başkalarına göstermek istiyoruz. Öfkelenmiyor, öfkelenmiş pozu yapıyoruz. Üzülmüyor, ne kadar üzüldüğümüz görülsün istiyoruz. Ölüler, muhataplar, asıl hikayeler, olup bitenler gösterimizin yanında hiç de büyük bir anlam taşımıyor.

Pazar, Eylül 15, 2024

Aileler için

Yukarıdaki kitap, vakt-i zamanında devlet eliyle basılıp dağıtılmış. Nükleer savaş sonrası yapılacakları-yapılmayacakları anlatan kırk sayfalık kitabın tarihi yok ama yetmişli yıllarda yayımlandığını düşünüyorum. Yüksek ihtimal Amerikan orijinalinden tercüme edilmiş.

Popüler kültürümüzde dünya savaşı korkusu en çok yetmişli yıllarda görülüyor. Tüm dünyada "soğuk savaş" nedeniyle benzer bir korku yayıldığı için bize de sirayet ediyor. Bu korku samimi ve sahici bir endişe içerdiği gibi siyasi iktidarlar elinde manipüle edilen-araçsallaştıralan bir korku... 

Ben büyürken, Sovyetler'in saldırısıyla başlayan sayısız felaket senaryosu okuduğumu hatırlıyorum. Gazetelerde grafiklerle savaş planları okurduk. Kimin ne kadar silahı, roketi, tankı, atom ve hidrojen bombası var gibi tuhaf listeler yayınlanırdı. Çocuksunuz, etkileniyorsunuz, en azından ben savaş çıkacak ve hepimiz öleceğiz korkusu-endişesi hissederdim. Ki bu korku, İsrafil'in Sur'a üflemesiyle başlayacak dünyanın sonu hikayesi kadar etkileyiciydi.

Üniversitede lisansta Uluslararası İlişkiler okudum, "Game Theory" diye bir ders vardı, temel mantığı ülkelerarası sorunlarla ilgili senaryolar üretmekti. Kosova'da etnik çatışma çıkarsa ne olurdu, Suriye'ye giden suyu kesersek neler yaşanırdı falan filan... Diplomasinin zihinsel hazırlığı, çalışılmış senaryoları olmalıydı... Bir öğrenci olarak, ister istemez savaş, çatışma ve kaos tahminleri yapıyordunuz. Yıllar sonra anlıyorum ki, soğuk savaş tecrübesinden çıkmış o ders...

Malum, eğitim, her birimizi, en çok da çocukları ve gençleri, hayata hazırlamak, yapacakları işlerle ilgili sorunlarla ilgili çözümler üretebilmelerini sağlamaktır. O yüzden pek çok iş için ayrıca staj ve oryantasyon şartı koşulur. Benzer akıl yürütmeler olduğu için ailelere "nükleer savaş sonrası" ne yapacaklarını anlatmak elbette kötü değil.. 

Sorun şu ki, ben büyürken hiç deprem senaryosu okumadım, deprem sonrasında neler yapmamız gerektiğine dair öngörü ve fikirlerle karşılaşmadım.  Komünistler bize saldırırsa "ne yaparız ya Allah'ı" anlatan öğretmenlerimiz vardı ama bir deprem ülkesi olduğumuzu bilmiyordum örneğin...

Bir pedagog edasıyla ah vah ettiğim sanılmasın, iktidarların nerdeyse "asla ve kat'a" ölçüsünde herhangi bir gelecek korkusu duymadıklarını, sadece ve sadece "şimdiki zamanla" uğraştıklarını anlatmak istiyorum. 


Cumartesi, Eylül 14, 2024

Yavaşlık 4


Sabri Esat Siyavuşgil, "tempodan" söz ediyor, kurucu entelektüellerimiz "cemiyet" olarak yavaş olduğumuzu düşündüklerinden, süratseverliklerini fasılalarla gösterir, huysuzluk ederler. "Hayat değişti" veya "modern dünya" diye başlayan cümleler kurarlar.

Önce Sabri Esat'tan hoşuma giden bir alıntı yapacağım.

"Bundan kırk yıl önce Paris bulvarlarından bastonunu döndüre döndüre bir aşağı bir yukarı dolaşan boulevardier tipinin tarihe karıştığı nasıl bir hakikatsa, bizde de bugün kırk sene evvel İstanbul halkının bayıldığı gibi manda arabasıyla mesireye gitmek zevkine hasret çeken kimse kalmamıştır. Vaktiyle büyük bir sabır ve tevekkülle kabul ettiğimiz 'temiz iş altı ayda çıkar' düsturu bugün bizi çileden çıkarmaya kafi bir tembellik mazeretidir. (...) Çalışma hayatında gevşek, tenperver, fıstıki makam mizaçlı mesai arkadaşlarımızın evvelce müsamaha ile karşıladığımız bu ağır tempolarına isyan edecek raddelere geliyoruz. Bilakis, cıva gibi hareketli işlek bir kaza sahibi, çabuk karar verip iş çıkartan kimselerle birlikte çalıştığımız zaman biraz yorgunluk pahasına da olsa bizzat kendi hayat tempomuzun hızlandığını ve nihayet bu süratlenmeden keyif duyduğumuzu hissediyoruz."

Yavaşlık hakkında daha önce bir şeyler paylaşmıştım, Sabri Esat, 1951'de, artık tesadüf mü tevafuk mu, 13 Mayıs'ta, doğum günüme denk gelen bir günde yazmış bu satırları...

Cuma, Eylül 13, 2024

Yavaşlık 3


İlk kitabımı oldukça yavaş yazdım. Neyi nasıl yapacağımı bilmiyordum, bol bol konuşuyor, yapabileceğime dair kendimi de ikna etmeye çalışıyordum. Bilmemek, insanı hem yavaşlatıyor hem de tedirgin ediyor. Hiç bilmediğimiz bir yola girdiğimizde yol bize "uzuuun "gelir. Etrafı ve güzergahı keşfettiğin için heyecanlanır,  yolu öğrenmeye çalışırsın. Aynı yolu ikinci kez gittiğinde yol insana daha kısa gelir... Yirminci kez aynı yolu giderken zaman ilk sefer olduğu gibi uzun ve yıpratıcı gelmez... Artık alışmış olursunuz. Zaman yavaş akmıyordur.

İlk kitabım, benim için hiç de yeterli değildi ama bana o işi nasıl yapacağımı öğretti... Yirmiye yakın kitabım var... Onun en az yirmi misli sayıda kitaba da editörlük yaptım. Neyi nasıl yapacağımı biliyorum ve o yolu hızla geçip gidebiliyorum.

Yavaşlık, acemilikten kaynaklanıyorsa güvensizlik de içeriyor olabilir...

Yavaşlık halleri çook...bir tane değil ki

Genç sporcular, iyi biliyorum, bunu ben de yaptım çünkü...maç dışındaki hayatlarında ağır adımlar atarlar, ayaklarını sürüye sürüye yürürler...Planlanmış bir yavaşlık onlara cool geliyor olmalı...

Çok örnek var ama görünen o ki... sür'at ve coolluk pek yaklaşmıyor birbirine...Aksine, yavaşlık, sür'atli bir hayatın içinde ayrıksı duruyor. Daha fiyakalı ve konuşulur bir şey...

Ağır ol/yavaş ol molla desinler...derler..."demişler" Bu da uncool...

Anne tarafımdan dedem, soyadı kanunu sırasında kendine "Hız" soyadını seçmiş... yeniyi yakalamak isteyen bir modernin seçimi diye düşündüm hep...

Cumhuriyetin ilk yıllarında entelektüellerimiz, İslamın ve Arapların bizi yavaşlattığına inanırlardı... Ziya Gökalp, Orta Asyalı atalarımızın daha canlı ve hareketli, "hızlı" insanlardan olduğunu söylüyordu. Türkler hızlıydı, Araplar yavaş...Batıyla aramızdaki fark hızımızdı... Otomobil sevgimiz bence buralardan çıkıyor.

Gaza basarsak geçeriz "diyoruz"...Bu da uncool...

Perşembe, Eylül 12, 2024

Acıttım mı cicim?

Cafer ile Hürmüz'den... Cafer, birinden bir yumruk yiyerek yere devriliyor...Yumruğu atan hayta "Acıttım mı cicim?" diye alay ederek soruyor...

Yeşilçam'dan aşinayız, yüksek ihtimal Bülent Oran eliyle yaygınlık kazanmış bir ifade bu... Ellili yılların ikinci yarısından itibaren popülerleşiyor. Sansürü hesap eden, kavgayı komikleştiren mizahı bir alaysılama... Oran'ı ismen saydım ama asıl kaynak bana Haldun Taner gibi geliyor...Hissiyatım bu yönde...

Cici, doğrusunu-fazlasını bilen varsa ayrıca yazabilir, benim bildiğim Farsça'dan geçme, renkli yer minderlerine deniyor... Dikkat çekici-göz alıcı bir renkliliği olunca minderden ilhamla "cici bici" benzeri kafiyeli benzetmelere veya "cici anne" gibi nitelemelere dönüşüyor... Rahat ve işlevsel bir minder, "havalı" "dikkat çekici", "abartılmış" ve "süslenmiş" bir şeye dönüşünce cici oluyor... Cici anne gibi, sonradan gelen genç ve bakımlı üvey anneye deniyor filan... 

"Acıttım mı cicim?" derken, Yeşilçam'da genellikle sınıfsal bir aşağılama olarak kullanılıyor. Mahallenin güzel kızı, sosyetik rakibine tokadı patlattığında gerinerek bunu söyleyebiliyor örneğin. Cafer'e yumruğu indiren Çarli  ise "haddin değil benimle yumruklaşmak" havasında... Cicim derken onu kadınsılaştırıyor, alfa erkek küçümsemesiyle konuşuyor...

Devamı var... Erbulak, Hürmüz'e, kocasını ayağa kalkması ve kavgaya devam etmesi için teşvik ettirirken "ona ne mal olduğumuzu göster" dedirtmiş... Yine argodan beslenen  "küçümsediğin kadar değiliz, sandığın gibi hiç değiliz" bir karşı nitelemeyle konuşuyor Hürmüz... Ne mal olduğunu bilmek, iyi tanımak-iç yüzünün farkında olmak anlamında kullanılır, Hürmüz kocasına "ona kim olduğunu göster" diyor aslında...

Salı, Eylül 10, 2024

Gelinler

Derler ya, üç tür yalan vardır, yalan, kuyruklu yalan ve istatistik diye... Bu tür listeleri yalan dolan da olsa... seviyorum... 

Gündelik yaşamda, sosyal medyada iddialar, palavralar, itişmeler şu bu derken aa bir bakıyorsun rakamlar başka şeyler söylüyor... Herkes bir duralıyor... 

Tablo ilginç...İnceleyelim.  "Hederö hödörö Sırıyaliler anna goym höböbeaa" diyen memleketimiz görünüşe göre son beş yılda Suriyeli gelinleri pek sevmiş... Hoş, yabancı gelin mevzusunda "Kürtleri" de yabancıdan sayan çok... Ege'ye giden herkes az ya da çok bununla karşılaşmıştır... Sosyal medyada yorum olarak gördüm, Türki'lerin yabancı olmadığı düşünülüyor. İddia o ki, amcalarımız, yaşlanınca evlerine gelen Türki bakıcılarıyla evleniyorlar. Anlaşma gereği elbette...E o da bir rakam olmuş işte tabloda... 

Yabancı damat tablosunu görmedim, yaygınlık kazanmamasından belli, bizi mutsuz etmesin istenmiş olabilir... Gelin varsa damat da vardır Suriye'den... 

Pazartesi, Eylül 09, 2024

Çarşı karışmış

Allah'ım neler oluyor, ellialtı olmuş çarşı... Burçlarla pek  ilgim yoktur, hangi burç nedir, hangi ay neye denk düşer filan gerçekten bilmiyorum... Yıllar içinde etrafımda bu işlerle ciddi biçimde ilgilenen, karakterimi burcuma göre tahlil eden birileri oldu, söylenenleri dinliyorum ama mesela yükselenimi en az on kişi söylese de unutuyorum. Alakam o derece tatsız...

Galiba diyorum, bu meselenin ciddiyetle, akademik bir performansla konuşulması bana "güzel" geliyor... Burçlarla ilgilenenlere yukarıdaki yeni tarih tablosunu göstersem bir afallarlar, bunca yıl konuşmuşlar, tahmin yürütmüş, yorum yapmışlar çünkü...Oysa bu tablo, bana daha bu sabah Nasa'dan gönderildi...

Annem, karnında benimle birlikte doğum odasına 13 Mayıs'ta giriyor, ben de ayınondördü olduktan bir on beş dakika sonra (annemin ıkınmalarının yardımıyla) dışarı çıkıyorum...Hastanede doğum belgesi verilirken, belirlenen kıstas "annenin doğum odasına girdiği tarihmiş"... Artık nasıl bir kontrol manyaklığıysa... Ben ayın 13'ünde doğmuş sayılmışım, annemse 14'ünde kutlar beni... 

Listeye baktım, bunca yılın boğasıyım, değişmemişim, bir ferahladım, Koç olamazmışım zaten...Hayırr...


Pazar, Eylül 08, 2024

Salonda iki selebriti

Altmışlı yıllarda memleket, iktisadi olarak büyüdükçe, şehirlerde apartman sayıları arttıkça, iç mimari ve dekorasyon gösterilebilir ve teşhir edilebilir hale geliyor. Ünlüler, evlerinin salonlarını gazetecilere açmaya-göstermeye, aralarında yarışmaya başlıyorlar.

İki örnek paylaşacağım... Zeki Müren, İstanbul'daki evinin salonunda poz vermiş, aplikler, koltuklar, heykeller, ortadaki sehpa, yerdeki halı, duvardaki yazı o günler için az bulunur ayrıntılar... Kimsenin evi o tarihlerde böyle değil, fotoğraf o büyük farklılığı gösteriyor. 

Bu da Göksel Arsoy'un salonu, düz renkli halılar moda olmalı, el hak abajur ilginçmiş...Kitaplarını göstermek istemiş, ne okurdu merak etmemek elde değil, entelektüel eğilimleriyle tanınan bir oyuncu değil çünkü...Pahalı ve az bulunan pikabını da göstermeyi tercih etmiş filan...

Günümüzün grossmarket "show roomlarını" ve seri mobilya üretimi düşünülünce ayrıntılar bize dikkat çekici görünmeyebilir... Teşhir edilenler şimdilerdeki şatafattan yoksun ve "az" çünkü...

İki mesele geldi aklıma, birincisi, popüler kültür tarihi açısından instagram (gösterme) kültürünün izlerini ta buralarda aramak gerekiyor... Bencilliğin evrimiyle ilgili bir safha aslında... Salonda poz vermiş bir celebrity, seyredenlerin kendisi hakkında düşündüğü olumlu tahayyülü sevip hayran kalacağından (benimseyerek-özdeşlik kuracağından) emin bir mağrurluk içinde

İkincisi, salonu açmak, salonu misafirlere saklamak anlamında bir başka tarihsel evrim söz konusu...Nasıl anlatsam, burjuvazinin yükselişi, orta sınıfın evlerini dönüştürür, saraydaki salonun küçük bir modeli evlerde kendine yer bulur, en geniş ve en pahalı eşyalarla dekore edilen bir oda halini alır. Ahali, misafirlerini o salonda, soylular gibi karşılamak ve ağırlamak istiyordur. Taklitle başlayan bu eğilim normalleşir, salon küçük evlerin (orta sınıf saraylarının) en güzel odası olarak varlığını günümüze kadar korur. Zeki Müren ve Göksel Arsoy, gazetecilere salonunu gösterirken popüler kültürün soyluları-kralları olarak davranıyor aslında demek istiyorum...

Cumartesi, Eylül 07, 2024

Sururi'den Ayrıntılar

Ellili yıllarda Hürriyet'te yayımlanan Sururi karikatürlerinden oluşan bir seçki geçti elime... Karikatüre meraklı biri o tarihlerde gazetede çıkan karikatürleri kesip dosyalamış... Sururi, defaatle yazmışımdır, sevdiğim bir çizer, dilimizde çıkan hemen her işini sanıyorum görmüş, okumuşumdur... Fotorealistik çizgileri, o yıllar için yeni, dinamik ve Amerikanvaridir... Amerika'ya göç etmesi, orada iş bulması tesadüf değil o bakımdan. Karikatür çizgisiyse, Cemal Nadir etkisindedir, onu modellediği, espri olarak izlediği hemen anlaşılır. 

Laf uzamasın, seçkideki karikatürlerin arkaplan ayrıntılarına yoğunlaştım, tıpkı Cemal Nadir gibi espriyle ilgisi olmayan, ayrıca komik duran ya da bugünden bakıldığında o günlerin gündelik yaşamını resmeden teferruatlar aradım. Birkaçını paylaşacağım. 

İlki, kahvede laflayan iki vatandaşın yanında duran çay bardağına ait bir ayrıntı. Şeker kıtlığı olduğu için, ayrı bir "şekerlikte" gelmiş kesme şeker, değerli ve az bulunuyor çünkü... Sonradan bu sunum kayboluyor, şeker çay tabağının yanında gelir oluyor...

Ankara'da Ulus'ta büyüdüğüm için Hacıbayram'da, Sobacılar sokakta iş bekleyen hamallarla ilgili epey hatıram var, ağır yükleri taşıma pratikleri oldum olası ilgimi çeker. Bu ağırlığı nasıl kaldıracak, nasıl taşıyacak dersiniz, alışkanlıkla pat yükleniverirler. Sururi, yukarıdaki karikatürde konuşan adamların yanına espriyle ilgisi olmayan iki hamal katmış, kemerlerini öyle bir kullanmışlar ki, taşıdıkları buzdolabıyla kol kola, omuz omuza yürür gibiler... Şehre yeni geldikleri, taşralı oldukları kıyafetlerinden ve bıyıklarından kolayca anlaşılıyor. 

Üçüncüsü, bir karakol manzarası, komikleştirmek için abartılmış (kırık sandalye bacağı ve yere atılmış polis romanı gibi) ayrıntılara sahip. Benim ilgimi, kabzasına bağlı iple masadaki çiviye asılan tabanca çekti...Komik göründüğünün farkındayım ama farklı yerlerde gördüğüm için biliyorum, polisler o yıllarda silahlarını (kılıfıyla birlikte) benzer biçimde masalarına ya da duvara asıyorlar.

Gündelik yaşam rutinleri, eşya kullanım biçimleri, sokak alışkanlıklarını araştırırken filmler ve fotoğraflar dışında pek görsel kaynak yok... Bizim çizgicilerimiz dökümanter değiller, tek etkiye odaklanarak üretir, espri dışındaki her şeyi fazlalık olarak görürler. Biraz kazımak, zorlamak gerekiyor ama küçük büyük ayrıntılar yine de bulunabiliyor.

Perşembe, Eylül 05, 2024

Çiğ yumurta

Anne tarafımdan dedem, erken yaşlarda, kırklı yaşlarının başında kalp krizi geçirerek ölüyor. Sıkıntıları birdenbire de olmamış elbette, nefes nefese kalıyormuş, yoruluyormuş şu bu... Okur yazar bir adam olduğu için doktora gitmiş, doktor da ona güçten düştüğünü, bol bol çiğ yumurta yemesini önermiş. Adamcağız da ilaç niyetine üçer beşer yemiş ölene kadar... 

Sağlıkla ilgili çeşitli mitler var, bunları sadece sıradan insanlar, yani bizler değil, doktorlar da paylaşıyor... Çocukluğumdan beri kahvaltının altın değerinde olması gerektiği söylenir mesela... En zengin sofranın o saatte kurulması gerekiyormuş, en çok kahvaltıda yememiz icap ediyormuş şu bu...Biliyorsunuz, şimdi başka şeyler öneriliyor, aç kalmaktan, on altı saat bir şey yememekten filan söz ediliyor...

Kahvaltının günün en önemli öğünü olduğu iddiası Amerika'da bir mısır gevreği üreticisinin popülerleştirdiği reklam spotundan çıkmış aslında, en azından yaygınlaşmasını ona borçlu...Yani paranın gücüyle bir bilimsel gerçeklik üretilmiş... 

Şuna benziyor, twitter trendy topic olan başlıkları incelendiğinizde bot hesapların yüzde ellinin üzerinde bir katkısı olduğu görülüyor ya... Açıp bakıyorsun, e bu konuşuluyor sanıyorsun, oysa "üretiliyor"... Kellogg da gevrek satmak için "uydurmuş", işin içine iyi eğitimli külyutmaz doktorlar bile katılmış ve katılıyor... Hepimiz az ya da çok manipüle edilebiliyoruz...

Yıllar önce, sözlü kültür çalışırken, çok matrak bulduğum bir anekdot vardı... İşte türkü derlemek için köy köy gezen, yaşlılara kulak veren etnologlar bir süre sonra şunu fark etmişler, amcaların teyzelerin çocukken duydum diye söyledikleri şarkıları türküleri aslında radyolardan öğrendiklerini fark etmişler... 

Yani aracın kendisi, reklamın, paranın ve siyasetin gücü, bilimi, geçmişi, sağlık politikalarını ve geleneği baştan ayağa değiştiriyor. 

Çiğ yumurta yemeyin diyerek mesaj da vereyim, gülerek bitireyim..

Çarşamba, Eylül 04, 2024

Hokus Pokus

Sihirbazlık numaralarını (sanıyorum bunu yapmayan yoktur) "nasıl kandırıyor?" diye takip ederiz. Çocukken hipnotize etmek-görünmez olmak gibi üstün niteliklerim, maharetlerim olsun isterdim, bu yüzden de galiba en çok Mandrake olmak istedim. 

Mandrake de tıpkı Houdini gibi sihirbazların rağbet gören ikonik isimlerinden... Bilenler, Mandrake'nin tatlı hikayelerinin hakkını teslim edecektir.

Sihirbazlar günümüzde geçmişteki kadar ilgi çekmiyorlar veya sayıca azaldılar filan ama birer gösteri sanatçısı olarak aralıklarla zuhur ediyor ve televizyon şovlarında seyredenlere yine de aaa ooo dedirtiyorlar.

Yukarıdaki testere ile ikiye kesilen kadın numarası ilk seyrettiğimde beni gerçekten şaşkına çevirmişti, yedi sekiz yaşında filanım, canlı olarak Ankara'ya gelen Moskova Sirki'nde görmüştüm , "kesmedi tabi ama nasıl yapıyor?" filan diyerek çok düşünmüştüm.

Turan Ay'ın Hokus Pokus, Sihirbazlık Öğreniyoruz kitabında rastladım, meğerse altta bir başka kadın daha varmış, yukarıdaki ilk kutuya kendini sığdırırken, biz diğerinin -aşağıda olanın- ayaklarını görüyormuşuz. 

Bu kadar basitmiş ve ben bunu düşünememişim... Ayıp ama, çocuk kandırmak bu yaptıkları...


Salı, Eylül 03, 2024

Lazım bi şey

Blogu takip edenler bilebilir, insanın özünde iyi ya da kötü olmasıyla ilgili kadim tartışma, oldum olası hoşuma gider. Bütün dinler, ideolojiler ve hayatı düzenli kılmaya çalışan hemen her çaba bu tartışmadan nasiplenir.

Genel olarak "insan, insanı iyileştirir" fikrine inanırım. Bunun karşıtı sayılabilecek olan "insan, insanın kurdudur" düşüncesine de doğal olarak dikkat kesilirim. Derslerde, yazdığım hikayelerde ve hatta çevremde bu meseleyi çok düşündüğümü gösteren epeyce şey anlattım, yazdım ve münakaşa ettim.

İnsanlığın gelişimi, insanın bencil olmadığını, ortak hareket edebildiğini, birlikte düşünerek üretebildiğini gösteriyor. Kıt kaynaklar için gösterilen rekabeti, savaş ve katliamları gözardı etmiyorum ama insanlığın bir eşitlik hayali kurmaya çalıştığını, hayatı liberterleştirmeye uğraştığı da aşikar... Yani hep almıyor, veriyor da... Ticaretten söz etmiyorum, yardım da ediyor, sanatla uğraşıyor, konuşuyor, öğreniyor, tavsiye dinliyor. 

Bir davranış ve yaşam biçimi olarak sürekli eleştiriyoruz bencilliği, her din ve ideoloji tarafından dışlanıyor, ayıplanıyor, istenmeyen bir insanlık hali olarak gösteriliyor...

Büyüdüğüm mahalledeki Kürt bakkalın ağzından düşmeyen bir cümlesi vardı, alırken-satarken, konuşurken, açıklarken "lazım bi şey" diye tekrarlardı, o hesapla "gelişim" ve "iyileşme" için bencillik lazım bi şey...Hatta belirginleştirerek-kanırtarak kullanılması daha da lazım bi şey...

Pazartesi, Eylül 02, 2024

Rage Bait

Yeni bir kavram var, sıkça karşıma çıkıyor, aslında "trollemek" filan da deniyordu ama bu niteleme giderek daha çok yaygınlaştı. Biraz bakındım, bizde "yemlemek" filan deniyormuş, öfke yemlemesi...

Sosyal medyada herkesin uzlaştığı meselelerde "çıkıntılık" yapmak, bile isteye aykırı ve tahrik edici bir şeyler paylaşmak anlamında bir şey bu... Rage bait yapan, linçleneceğini bilerek bu yola giriyor, etkileşim almak için bunu yapıyor veya...Şöhret olmak, para kazanmak için şu bu...

Özel televizyonlar yaygınlaşırken, geçmişte TRT eliyle oluşturulmuş, televizyonda kimlerin görünebileceğine dair bir seçim-kıstas varsa, o baştan ayağa değişmiş, kontrolden çıkmıştı... Hemen her gün karşılarına çıkan meczuplara toplum çok şaşırıyordu. 

"Tuhaf ve daha da tuhaf" yemlemesini o günlerde anlamıyor, aktüel siyaseti suçlamayı tercih ediyorduk, 12 Eylül'ü ve Özal'ı eleştirmek daha kolaydı. Medya çalışmalarında, hele o yıllarda, genç bir akademsiyen olarak en azından ben bu groteskleşmeyi şöyle tartışıyordum, dünyanın her yerinde meczuplar olur, önemli olan o meczubun söyledikleri değil o meczubu ciddiye alan ve bilerek konuşturanların seçimleri ve yapıp ettikleridir falan filan. Malum, bu tartışma gazetecilik etiğinin bir parçasıydı, ne ki, profesyonel gazetecilik etiği fazlasıyla Amerikanvariydi ve bir yere varmıyordu. Herkesin kolayına gelmişti o ayrı...

Popüler kültür tartışmalarında bir düzeltme arzusu ve iştahlı bir hayıflanma damarı vardır. Yapmayalım etmeyelim tadında askerin kıyafet yönetmeliği gibi bir şeydir aslında... Gerçek hayat nasıl askeriyeden farklıysa bu da ele avuca sığmaz tutamayacağınız, kontrol edemeyeceğiniz başka bir bağlamdır çünkü...

Bir şey popülerleşiyorsa ya da tuhaflığına rağmen normalleşiyorsa, ve o, bir duygu ve tepki olarak çoğalıyorsa onu suçlamanın, ah vah etmenin pek de bir anlamı yoktur...Yapanlar yapıyor zaten, ben nafile buluyorum...

İnsanlar neden rage bait yapmak istiyorlar, neden el yükseltiyor, öfke gösterisine rağbet ediyorlar, etkileşim kasmayı neden bu kadar önemsiyorlar sorusunu düşünmek bana toplumu, modayı ve şimdiki zamanı anlamak adına çok daha önemliymiş gibi geliyor. Para için yapıyorlar demek bizi rahatlatıyor olabilir, ne var ki, eksik bir yorum olur.

Pazar, Eylül 01, 2024

Underrated bir yazar ya da eser olduğunu...


İlk kitabını, öyküsünü bastırmak isteyen yazar adaylarının gözden kaçırdığı şeyler neler sizce? Olası hayal kırıklığını büyüten hatalar...

Yayınevleri, gelen dosyaların kendilerine uygun olup olmamasına bakar, süregelen bir editöryal tercihle seçimler yaparlar. Bir yazarın, yazdıklarım hangi yayınevine uygun olabilir diye sorması gerekiyor. İyi bir yazar olmanın ön şartı iyi bir okur olmak. Farkında olarak yazmak, okumak, akletmek, sonra hayal etmek lazım. Kim genç yazar yayımlıyor, yayımlamaktan korkmuyor, kim best seller peşinde, kim hangi türleri tercih ediyor... Bilseler hiç fena olmaz. Hayal kırıklığı meselesi ise karışık, buna dair bir reçetem yok, çalışmaya devem etsinler derim. Çalışma fantezisinden söz etmiyorum, sahiden çalışmak diyorum.

Sabitlenmiş tweet'inizden yola çıkarak, sosyal medyada 'akıl sağlığını muhafaza ederek' varolmak için neleri görmezden gelmeli? 

Görmezden gelmek her zaman mümkün değil, içine çekiliyorsunuz, üstelik cevap vermemek garez de çoğaltabiliyor. O gürültüyü biliyor ve istemiyorum diyebilmek için gevezelik etmiş, gürültü çıkarmış, susmuş, tartışmış, dalaşa girmiş olmanız da gerekebiliyor. Ben anladığımı ve yapmaya çalıştığım şeyi söyleyebilirim.  İşe güce bakarsanız, bildiğinizi yapmaya devam ederseniz, süregelen kavgaların çarçabuk unutulduğunu, yarına kalmadığını anlarsınız.

1951 ile ilgili bir söyleşinizde "...O dönemde Ankara'da ne var ki? Hele bir İstanbullu için..." diyorsunuz. Edebiyatla, sanatla meşgul olup da İstanbul'u mecburi istikamet olarak görenlerin atladığı nokta ne? İstanbul'a heves etmemiş biri olarak kaçırdığınızı düşündüğünüz şeyler var mı?

İki soru var, ilkiyle ilgili şunu söyleyebilirim: eğer insan yeterince çalışır ve üretirse, her zaman kendine bir kapı buluyor. Bu söyleyeceğim şey romantik gelebilir ama ben, hiçbir çabanın boşa gitmediğine inanırım. Nerde yaşarsanız yaşayın, işinizi iyi yaparsanız, gelir sizi bulurlar. Ankara’da yaşıyorum ama hemen her hafta İstanbul’da yaşadığımı sanan birilerine orada yaşamadığımı söylemek zorunda kalıyorum. On beş yıl oluyor, İstanbul’da kültür sanat endüstrisiyle ilgili çok önemli iki mecrada yöneticilik yapmam için bana yapılan teklifi reddettim, hiç de pişmanlık duymadım. İstanbul’da yaşasaydım, hayal ettiğim bazı işleri daha erken yaşlarda yapabilirdim ama orada olsaydım bu kadar okuyamaz, bu kadar seyredemez ve bu kadar kendimi dinleyemezdim. Bir şey kaçırdığımı düşünmüyorum. Mesele İstanbul değil, kapitalizmin hararetinden uzak durabilmek, denemek, mesafe koyabilmek.

"Hak ettiği değeri görmedi ama özellikle son yıllarda çizgi / grafik roman alanında çok güzel işler çıktı" dediğiniz eserler, eser sahipleri var mı? 

Bence yok. Kayıp, gözardı edilmiş, underrated bir yazar ya da eser olduğunu düşünmüyorum. Doğrusu, hak ettiği değeri bulmadı vurgusunu romantik bir tutum olarak görüyorum. Hikayesi, anlatması güzel geliyor bize. Pek çok yazar ve sanatçı, haksızlığa uğradığına inanır ve hak etmediği halde değer gören rakiplerine sinirlenir.  Şöyle şeyler denir, “iyi kitap yarına kalır, bugün çok satanlar çöp olacak” filan. Bunun garantisi var mı? Çok satanlar yarın da çok satacak olabilir, hak ettiği değeri görmediği düşünülenler yarın da az ilgi çekebilir.  Ünlü bir yazar, “bugün ilgi görmedikten sonra yarın ben yaşamazken şöhret olmuşum ne fayda” derdi. Meseleye buradan bakmak rekabet, husumet ve revanşizmden başka bir şeye yaramıyor. Aslolan hikayeler anlatmak, sevdiğimiz işleri yapabilmek. Japon ressamları bir şehirde yeterince ünlü olduklarını düşündüklerinde başka bir şehre göçer ve kendilerine yeni bir isim seçer, geçmişlerini ve şöhretlerini bilerek geride bırakırlarmış. Yazar olarak kendimi şanslı buluyorum, yaşadıklarımı, yazarak geçinebilmemi bir lütuf olarak görüyorum.

Söyleşiyi Akın Arslan'la Dünya Halleri sitesi için yapmıştık. [2018]

Related Posts with Thumbnails