(...) Mahalleli, bahar ve yaz aylarında Mamak, Kayaş ya da Gazi Orman Çiftliği gibi Ankara’nın nadir bulunan yeşil alanlarına giderek topluca eğlenmekte, piknik yapmaktadır. N.Ö. Hanım bahar zamanı akşamdan hazırlanan nevaleler ile daha çok Kayaş tarafına gidildiğini anlatıyor:
Ocaklar kurulur, ızgara yapar, yerdik. Herkes yan yana oturduğu için yapılanlar paylaşılırdı, ip atlanırdı. Erkekler biraz fazla içtikleri için hava kararmadan dönülürdü. Her pazar değişik insanlarla ahbaplık ederdik, konuşur, vakit geçirirdik.
Çiftlik ya da Çubuk’a gitmenin zaman ve para açısından oldukça yüklü bir maliyeti vardır. Ankara için büyük bir yenilik olan (ve rağbet gören) Çiftlik’teki Marmara ve Karadeniz Havuzları delikanlılar ve erkek çocuklar için bulunmaz bir eğlence yeridir. Hacettepeli çocuk-gençlerin Ankara çevresindeki çaylar ya da Gölbaşı’na yüzmeye gittikleri de anlatılanlardan anlaşılmaktadır. M.C. Beyin ifadesiyle
Pazar günü ya trenle gidilirdi, trenyolu üzerine, ya Gazi Orman Çiftliği’ne, ya Saimekadın, Mamak, Kayaş’a, oralar, trenyolu üzerinde. Bağlık, bahçelik yerlerdi. Milletin piknik yapacağı yerler olurdu. En güzel Kayaş’la, Çiftlik’ti o zaman. Karadeniz yüzme havuzu vardı. Oraya girerdik. Pazar günü pek gitmezdim çok kalabalık olurdu. Gittiğimde de böyle tadını alamazdım yani. Elini atsan birine çarparsın o şekilde. Çok yüzen olurdu. Bayan hiç olmazdı. Yani beş yüz kişi yüzüyorsa havuzda, bir tane bir bayan gelse, hemen toplaşırdı millet.
Yazları açık hava sinemaları, kışlarıysa kapalı sinemalar önemli eğlence olanaklarındandır. Aileler Türk filmlerini gençler ise kovboy ve macera filmlerini tercih etmektedirler. Kadınlar için kadın matineleri/seansları düzenlenmektedir. Sinemalarda özellikle hafta sonları “devamlı” seanslar gösterilmekte, salonlara dışarıdan yiyecek-içecek getirmek serbest tutulmaktadır. Çocuklukla delikanlılık arasında gidip gelen erkeklerin en büyük eğlencesi ise geceleri, ceplerine doldurdukları bir avuç leblebiyi meze ederek Hacettepe Parkı’nın kuytularında ya da fidanlığın içinde (daha ucuz olduğu ve su, bardak, buz vs. ile törensel bir hava yaratmaya gerek kalmadığı için) şarap içmek, uzaktan uzağa duyulan, Esenpark Gazinosu’nda çalan müzikleri, söyleyen şarkıcıları dinleyerek demlenmektir. S.D. Bey Hacettepelilerin hayatında Esenpark’ın radyo kadar etkili olduğunu düşünmektedir:
Müziği belki radyodan daha çok Esenpark’tan çalan Türk Sanat Müziğiyle dinlemişizdir. Radyodan belki beş misli daha fazla Esenpark’tan gelen müzik sesiyle kulaklarımız doldu. Gönül Yazar’lar, Hamiyet Yüceses’ler, gelmiş geçmiş, isim yapmış, şöhret sahibi olmuş kişiler Esenpark’ta muhakkak şarkı söylemiştir o dönemlerde. Öyle ki, mesela yaz günü çoğu mahalleli evinin bahçesinde, damında yatar. Sabaha kadar, kapanıncaya kadar dinlerdi.
Gençler müzik dinleyip genellikle şarap içerken kimileri esrar da sarmaktadır. Mahallede esrar satılmasa da, mahalleli esrar satıcıları vardır. Esrar bulmak bu sebeple çok zor değildir. Rakı içmek ise geniş zamanda kendine özgü kuralları içermektedir. Biraz daha paralı olmayı, mezeyle, demlenerek, yavaş içmeyi gerektirmektedir. Bentderesi, İsmetpaşa ya da Samanpazarı-Hamamönü çevresindeki lokantalar ve içkili yerlerde çoğunlukla rakı tüketilmektedir. Mahallenin delikanlıları için buralarda içmek, oradan pavyonlara geçerek devam etmek “büyümenin” “ben buradayım” demenin-kişiliğin göstergesidir. M.C.Bey’in ilk gençliğine ait evden-tanıdıklardan saklayarak yaşadığı içki serüveni çoğu Hacettepeli gencin başından geçmişe benzemektedir:
[Meyhaneler] Bize pahalı gelirdi, onun için biz tutar bir şişe şarap alırdık, onbeş yirmi kuruşluk da leblebi alırdık. Bir de mum alırdık, lamba falan yok. O eski havuzlar falan vardı, onlar çalışmıyordu, kuruydu. Hatta onun fıskiyesinin üstüne mumu da yakardık. Öyle oturur çekerdik kafayı. Esenpark’ın müziği gece bile, bizim evden bile duyulurdu. Onu içerdik, ondan sonra ordan yürüyerek Gençlik Parkı’na giderdik. Gençlik Parkı’nda bu gazinomsu şeyler falan var. Tabii biz giremezdik. Sahnenin arka tarafına oturur, hadi orda birer şarap daha alırdık, orda hem müzik dinlerdik, hem kafayı çekerdik. Çubuk Şarabı, Tekel’in çıkardığı. En ucuz oydu. En pahalı Kavaklıdere’nin falan şaraplarıydı. Rakının işi uzun olduğu için, sulu mulu, daha büyüdükten sonra, lokantalara gitmeğe başladıktan sonra rakı içtik.
S. Bey içki içmenin bir tür zorunluluk olduğunu, neredeyse delikanlılığın göstergesi olarak anlaşıldığını belirtiyor:
İçki içmek Hacettepe’nin ruhunda vardı. Yüzde 80’i içerdi. İçmeyen de içerdi. İçmiyor demesinler diye içerdi. İçmesini bilmiyor demesinler diye içerdi. Yani belki zevk almıyordu ama içiyordu.
Mahallede kadın-erkek ilişkileri oldukça sorunludur. Dışarıdan herhangi birinin mahallenin kızlarına yaklaşması – söz konusu kız bu konuda gönüllü olsa bile – imkânsızdır. Mahalleden birisiyle flört eden bir genç kız ise – ki bunu gerçekleştirmek çok zordur – onunla evlenmek zorundadır. Flörtün tabu olarak görülmesine rağmen, mahallenin delikanlıları bir kız için aralarında kavga ederek birbirlerini yaralayabilmektedirler. Aynı durum mahallede yaşayan bir kadını kendisine “dost” edinen kabadayılar için de söz konusudur. Ancak bu tür vakalarda rakibin akıbeti ölümle sonuçlanabilmektedir. Mahallenin içe dönük baskıcılığı ve ahlakçılığı, yaşanan yılların koşullarıyla eşlenerek ifadelendirilmektedir: “O zamanlar değil Hacettepe’de, hiçbir yerde kadın-erkek ilişkisi-flört, şimdiki gibi mümkün değildi”. Oysa yaptığımız görüşmelerde aynı insanlar Bulvar’da kız arkadaşlarıyla “turlayanları”, “muhallebi çocuğu” olarak adlandırabilmektedirler. Mahallenin baskıcılığı yanında erkek-merkezli bir hayatın sonucudur söylenenler. Bir kızla birlikte görünmemeyi istememek, (hele onunla evlenecekse) kızın namusuna halel getirmemek kadar başka erkeklerin gözünde kadınsı bulunmaktan korkmaya da bağlıdır. Mutlaka “sert” olunmalıdır.
Görüşmecilerin mahallenin namusu ile ilgili anlattıkları çok sayıda hikâye vardır. Hacettepe parkında kız arkadaşıyla “anormal hareketler” yapanlar veya yakındaki Öğretmen Okuluna “kızlar” için gelenler mahallenin delikanlılarının tepkisini çekmektedir. Görüşmecilerden S.D. Bey çocuk yaşında kendisine yaptırılan oyunu anlatır:
Birisi şöyle evlere bakarak gitti mesela. Belki evin mimarisini beğendi, kim bilir? Ama bakmakta ısrar ederse, yine aynı tarafa doğru bakarsa yandı! Bana [Şarlo’nun Yumurcak filminden ilhamla] “Kiti” derlerdi. Kiti, git lan, şu adama bir tekme at, küfret bizim yanımıza doğru kaç derlerdi. Giderdim, küfrederdim, kaçardım. Vay kerata diye hamle ettiği an biterdi. Vay sen utanmıyor musun küçücük çocuğu kovalamaya. Bir güzel döverlerdi.
Dövmekten fazlasını da yapanlar olmuştur. Hacettepeli Lütfü Yanar’ın Dündar Kılıç ile ilgili olarak anlattığı bir hatıra oldukça “serttir”: “1956 yılında bir gün taksiyle mahalleye gidiyoruz. Dündar taksiyi durdurdu. Kız kardeşi Asiye kaldırımda yürüyor, birisi de peşinden gidiyor. Taksiden indik, Dündar görünmemek için arkasını döndü, bana: ‘Git bir bak, bizim kız yüz veriyor mu, yoksa oğlan mı asılıyor’ dedi. Gittim biraz izledim, Asiye hızlı hızlı yürüyor, peşindeki ise asılıp duruyor. Dönüp durumu anlatınca Dündar koşup oğlanın yolunu kesti. ‘Görmüyor musun, kız sana yüz vermiyor, daha ne peşinden gidiyorsun?’ dedi. Oğlan ‘Sana ne?’ gibilerinden diklenecek gibi olunca Dündar, ceketinin mendil cebinden bir şey çekti. Ustura mı bıçak mı hatırlamıyorum ve bir vuruşta oğlanın kulağını kesip eline verdi” (...).
Sanki Viran Ankara, Der. Funda Şenol Cantek, İletişim Yayınları, 2006 içinde, ss. 175-210.
link
not1: Fotoğraf Ellili yıllarda çekilmiş, Hacettepe Parkında en yakışıklı halleriyle poz veren mahalleli gençlere ait.
not2: Yazının yer aldığı kitabın ismi ise bir şarkıdan geliyor: "Sen gideli sanki viran/ Sevgilim, sensiz Ankara...."
Ocaklar kurulur, ızgara yapar, yerdik. Herkes yan yana oturduğu için yapılanlar paylaşılırdı, ip atlanırdı. Erkekler biraz fazla içtikleri için hava kararmadan dönülürdü. Her pazar değişik insanlarla ahbaplık ederdik, konuşur, vakit geçirirdik.
Çiftlik ya da Çubuk’a gitmenin zaman ve para açısından oldukça yüklü bir maliyeti vardır. Ankara için büyük bir yenilik olan (ve rağbet gören) Çiftlik’teki Marmara ve Karadeniz Havuzları delikanlılar ve erkek çocuklar için bulunmaz bir eğlence yeridir. Hacettepeli çocuk-gençlerin Ankara çevresindeki çaylar ya da Gölbaşı’na yüzmeye gittikleri de anlatılanlardan anlaşılmaktadır. M.C. Beyin ifadesiyle
Pazar günü ya trenle gidilirdi, trenyolu üzerine, ya Gazi Orman Çiftliği’ne, ya Saimekadın, Mamak, Kayaş’a, oralar, trenyolu üzerinde. Bağlık, bahçelik yerlerdi. Milletin piknik yapacağı yerler olurdu. En güzel Kayaş’la, Çiftlik’ti o zaman. Karadeniz yüzme havuzu vardı. Oraya girerdik. Pazar günü pek gitmezdim çok kalabalık olurdu. Gittiğimde de böyle tadını alamazdım yani. Elini atsan birine çarparsın o şekilde. Çok yüzen olurdu. Bayan hiç olmazdı. Yani beş yüz kişi yüzüyorsa havuzda, bir tane bir bayan gelse, hemen toplaşırdı millet.
Yazları açık hava sinemaları, kışlarıysa kapalı sinemalar önemli eğlence olanaklarındandır. Aileler Türk filmlerini gençler ise kovboy ve macera filmlerini tercih etmektedirler. Kadınlar için kadın matineleri/seansları düzenlenmektedir. Sinemalarda özellikle hafta sonları “devamlı” seanslar gösterilmekte, salonlara dışarıdan yiyecek-içecek getirmek serbest tutulmaktadır. Çocuklukla delikanlılık arasında gidip gelen erkeklerin en büyük eğlencesi ise geceleri, ceplerine doldurdukları bir avuç leblebiyi meze ederek Hacettepe Parkı’nın kuytularında ya da fidanlığın içinde (daha ucuz olduğu ve su, bardak, buz vs. ile törensel bir hava yaratmaya gerek kalmadığı için) şarap içmek, uzaktan uzağa duyulan, Esenpark Gazinosu’nda çalan müzikleri, söyleyen şarkıcıları dinleyerek demlenmektir. S.D. Bey Hacettepelilerin hayatında Esenpark’ın radyo kadar etkili olduğunu düşünmektedir:
Müziği belki radyodan daha çok Esenpark’tan çalan Türk Sanat Müziğiyle dinlemişizdir. Radyodan belki beş misli daha fazla Esenpark’tan gelen müzik sesiyle kulaklarımız doldu. Gönül Yazar’lar, Hamiyet Yüceses’ler, gelmiş geçmiş, isim yapmış, şöhret sahibi olmuş kişiler Esenpark’ta muhakkak şarkı söylemiştir o dönemlerde. Öyle ki, mesela yaz günü çoğu mahalleli evinin bahçesinde, damında yatar. Sabaha kadar, kapanıncaya kadar dinlerdi.
Gençler müzik dinleyip genellikle şarap içerken kimileri esrar da sarmaktadır. Mahallede esrar satılmasa da, mahalleli esrar satıcıları vardır. Esrar bulmak bu sebeple çok zor değildir. Rakı içmek ise geniş zamanda kendine özgü kuralları içermektedir. Biraz daha paralı olmayı, mezeyle, demlenerek, yavaş içmeyi gerektirmektedir. Bentderesi, İsmetpaşa ya da Samanpazarı-Hamamönü çevresindeki lokantalar ve içkili yerlerde çoğunlukla rakı tüketilmektedir. Mahallenin delikanlıları için buralarda içmek, oradan pavyonlara geçerek devam etmek “büyümenin” “ben buradayım” demenin-kişiliğin göstergesidir. M.C.Bey’in ilk gençliğine ait evden-tanıdıklardan saklayarak yaşadığı içki serüveni çoğu Hacettepeli gencin başından geçmişe benzemektedir:
[Meyhaneler] Bize pahalı gelirdi, onun için biz tutar bir şişe şarap alırdık, onbeş yirmi kuruşluk da leblebi alırdık. Bir de mum alırdık, lamba falan yok. O eski havuzlar falan vardı, onlar çalışmıyordu, kuruydu. Hatta onun fıskiyesinin üstüne mumu da yakardık. Öyle oturur çekerdik kafayı. Esenpark’ın müziği gece bile, bizim evden bile duyulurdu. Onu içerdik, ondan sonra ordan yürüyerek Gençlik Parkı’na giderdik. Gençlik Parkı’nda bu gazinomsu şeyler falan var. Tabii biz giremezdik. Sahnenin arka tarafına oturur, hadi orda birer şarap daha alırdık, orda hem müzik dinlerdik, hem kafayı çekerdik. Çubuk Şarabı, Tekel’in çıkardığı. En ucuz oydu. En pahalı Kavaklıdere’nin falan şaraplarıydı. Rakının işi uzun olduğu için, sulu mulu, daha büyüdükten sonra, lokantalara gitmeğe başladıktan sonra rakı içtik.
S. Bey içki içmenin bir tür zorunluluk olduğunu, neredeyse delikanlılığın göstergesi olarak anlaşıldığını belirtiyor:
İçki içmek Hacettepe’nin ruhunda vardı. Yüzde 80’i içerdi. İçmeyen de içerdi. İçmiyor demesinler diye içerdi. İçmesini bilmiyor demesinler diye içerdi. Yani belki zevk almıyordu ama içiyordu.
Mahallede kadın-erkek ilişkileri oldukça sorunludur. Dışarıdan herhangi birinin mahallenin kızlarına yaklaşması – söz konusu kız bu konuda gönüllü olsa bile – imkânsızdır. Mahalleden birisiyle flört eden bir genç kız ise – ki bunu gerçekleştirmek çok zordur – onunla evlenmek zorundadır. Flörtün tabu olarak görülmesine rağmen, mahallenin delikanlıları bir kız için aralarında kavga ederek birbirlerini yaralayabilmektedirler. Aynı durum mahallede yaşayan bir kadını kendisine “dost” edinen kabadayılar için de söz konusudur. Ancak bu tür vakalarda rakibin akıbeti ölümle sonuçlanabilmektedir. Mahallenin içe dönük baskıcılığı ve ahlakçılığı, yaşanan yılların koşullarıyla eşlenerek ifadelendirilmektedir: “O zamanlar değil Hacettepe’de, hiçbir yerde kadın-erkek ilişkisi-flört, şimdiki gibi mümkün değildi”. Oysa yaptığımız görüşmelerde aynı insanlar Bulvar’da kız arkadaşlarıyla “turlayanları”, “muhallebi çocuğu” olarak adlandırabilmektedirler. Mahallenin baskıcılığı yanında erkek-merkezli bir hayatın sonucudur söylenenler. Bir kızla birlikte görünmemeyi istememek, (hele onunla evlenecekse) kızın namusuna halel getirmemek kadar başka erkeklerin gözünde kadınsı bulunmaktan korkmaya da bağlıdır. Mutlaka “sert” olunmalıdır.
Görüşmecilerin mahallenin namusu ile ilgili anlattıkları çok sayıda hikâye vardır. Hacettepe parkında kız arkadaşıyla “anormal hareketler” yapanlar veya yakındaki Öğretmen Okuluna “kızlar” için gelenler mahallenin delikanlılarının tepkisini çekmektedir. Görüşmecilerden S.D. Bey çocuk yaşında kendisine yaptırılan oyunu anlatır:
Birisi şöyle evlere bakarak gitti mesela. Belki evin mimarisini beğendi, kim bilir? Ama bakmakta ısrar ederse, yine aynı tarafa doğru bakarsa yandı! Bana [Şarlo’nun Yumurcak filminden ilhamla] “Kiti” derlerdi. Kiti, git lan, şu adama bir tekme at, küfret bizim yanımıza doğru kaç derlerdi. Giderdim, küfrederdim, kaçardım. Vay kerata diye hamle ettiği an biterdi. Vay sen utanmıyor musun küçücük çocuğu kovalamaya. Bir güzel döverlerdi.
Dövmekten fazlasını da yapanlar olmuştur. Hacettepeli Lütfü Yanar’ın Dündar Kılıç ile ilgili olarak anlattığı bir hatıra oldukça “serttir”: “1956 yılında bir gün taksiyle mahalleye gidiyoruz. Dündar taksiyi durdurdu. Kız kardeşi Asiye kaldırımda yürüyor, birisi de peşinden gidiyor. Taksiden indik, Dündar görünmemek için arkasını döndü, bana: ‘Git bir bak, bizim kız yüz veriyor mu, yoksa oğlan mı asılıyor’ dedi. Gittim biraz izledim, Asiye hızlı hızlı yürüyor, peşindeki ise asılıp duruyor. Dönüp durumu anlatınca Dündar koşup oğlanın yolunu kesti. ‘Görmüyor musun, kız sana yüz vermiyor, daha ne peşinden gidiyorsun?’ dedi. Oğlan ‘Sana ne?’ gibilerinden diklenecek gibi olunca Dündar, ceketinin mendil cebinden bir şey çekti. Ustura mı bıçak mı hatırlamıyorum ve bir vuruşta oğlanın kulağını kesip eline verdi” (...).
Sanki Viran Ankara, Der. Funda Şenol Cantek, İletişim Yayınları, 2006 içinde, ss. 175-210.
link
not1: Fotoğraf Ellili yıllarda çekilmiş, Hacettepe Parkında en yakışıklı halleriyle poz veren mahalleli gençlere ait.
not2: Yazının yer aldığı kitabın ismi ise bir şarkıdan geliyor: "Sen gideli sanki viran/ Sevgilim, sensiz Ankara...."