Pazar, Temmuz 31, 2016
Cumartesi, Temmuz 30, 2016
Anti-Politik bir Sıkıntı Hikâyesi
Geçen yüzyıl, dünya bu denli globalleşmemişken, başka
yerler ve kültürler birer muamma iken oryantal gezi kitapları, serüven
romanları revaçtaydı. Dünyanın az bilinen yerlerine giden beyaz erkek yazarlar
bizi şaşırtan ekzotik ve esrarengiz ilginçlikler anlatırlardı. Bu türden bir
edebiyat kayboldu denemez ama, el hak, gücünü yitirdi. Dünyanın geri kalanına
benzemeyen, kendini izole ederek başka bir zihniyetle yaşayan yer kalmadı gibi
bir şey. Bütün şehirlerin mimarisinin, sanatının, medyasının, telefonlarının,
mobilyalarının aynılaştığı bir dünyayı yaşıyoruz. Pyongyang ve Kuzey Kore,
sayılı istisnalardan. Delisle’nin Pyongyang
albümünün farklı dillere çevrilmesi biraz da bu istisnalıktan geliyor.
Görmediğimiz, aşina olmadığımız, insanlarının nasıl yaşadıklarını bilmediğimiz
bir yerden söz ediyoruz. Başka bir şehrin hikâyesi bu kadar enteresan olabilir
miydi şüpheliyim.
1966 doğumlu Kanadalı çizer Guy Delisle, uzun yıllar
animasyon stüdyolarında çalışıyor. Ucuz iş gücü nedeniyle çeşitli animasyon
projeleri için Çin ve Kuzey Kore’de bulunuyor. Kendisine şöhret getiren iki
çalışması Shenzhen (2000) ve Pyongyang (2003) bu süreçten kalan
hatıra ve günlüklere dayanıyor. Pyongyang, Kuzey Kore’nin başkenti. Delisle, uluslararası
bir proje olan, Hugo Pratt’ın ünlü çizgi romanı Corto Maltese’nin animasyon uyarlaması için iki aylığına şehre
geliyor. Pyongyang, Kuzey Kore’ye Bir Yolculuk,
bu misafirliğin hikâyesi. Delisle’nin iki ay boyunca yaşadıkları, kültüre dair
izlenimleri, karşılaştığı muamelenin anlatımı da denebilir bunlara. Delisle için
kültürel farklılıklar, gündelik hayatın rutinleri, yaşama biçimleri bir hikâye
kurgusundan daha önemli. Bir serüven gerilimi, dualistik bir karakter istifi
yok anlattıklarında. Havaalanına indiği andan itibaren karşılanmasını,
ağırlanmasını, kontrol edilme biçimini resmediyor bize. Totaliter bir şehirde,
çevirmen ve rehberlerle sürdürdüğü, kapalı mekânlarda üretilen işleri-çizimleri
inceleyerek, onaylayarak ya da revize ettirerek geçirdiği günlerin bir dökümünü
yapıyor.
Pyongyang, tek
kelimeyle bir sıkıntı hikâyesi; soğuk savaş döneminin anti-komünist edebiyatını
andırıyor, Doğu ile Batı’nın mukayesesi, o denli ajitatif olmasa da başka bir
biçimde yineleniyor. Delisle, duyduğu, gördüğü her şeyin anlamsızlığını
vurgulayarak anlatıyor anlatacağını. Hemen hiçbir şeyi sevmiyor, gün sayarak geçiriyor
misafirliğini. Hissiyatı hapislikten farklı değil. Dil bilmiyor, tek başına
dolaşamıyor, istediği gibi yaşayamıyor. Orwell’in ünlü 1984 romanı, popüler bir
metafor olarak, ilk sayfalardan itibaren okura kılavuzluk ediyor. Okura, bir
totaliterlikle karşılaştığını, bildiği bir kitapla, 1984’ü hatırlatarak
anlatıyor veya. Doğrusu, bu kısım, epeyce klişe ve kolaycı bir gönderme. İnsan,
Kuzey Kore’ye giderken yanında sahiden de 1984’ü götürüyorsa, aklı başında
değildir. Roman, yayınlandığı ilk günden bu yana, reel sosyalizme eleştiri
olarak algılanmıştır ve muhtemelen Kuzey Kore’de yasak olan kitaplardan
biridir. Ha, şu var, albümde gündelik hayatın tekdüzeliği, yasakların
yoğunluğu, kontrol deliliği ve korkusu betimlenirken 1984’ü kullanmak, işlevsel
elbette, algıyı kolaylaştırıyor.
Pyongyang gibi
bir atmosfer hikâyesi anlatıyorsanız, ister istemez, mekân ve renkler büyük
önem arzeder. Boş caddeler, büyük binalar, yüksek tavanlar, sürekli bir
tenhalık hikâyeye doğal bir katkı sağlıyor. Delisle’nin gri boyaması, ifadesiz
yüzleri, donuk tipleştirmesi de bunu pekiştiriyor. Anlatıcı hariç kimseye bir
yakınlık duyamıyoruz, hepsi birbirine benzeyen Koreli görevliler giderek önemini
yitiriyor. Bir tercüman geliyor, bir başkası gidiyor ama hepsi aynı ezberle
konuşuyor. Endişeliler, Delisle’nin başlarına dert olmasından çekiniyor, her
biri fıkra gibi anlatılabilecek anlamsızlıklarla sorumluluk almaktan
kaçıyorlar. Pyongyang’un başarısı en
çok bu kısımlarda kendini gösteriyor, tahkiye, okuru röntgenci (voyeur) ve yabancı
bir bakışla özdeştiriyor. Anlatıcı yazar gibi, olup biteni, bir turist,
oryantal bir gezgin, daha akıllı bir okur ya da sıkıntılı bir ergen gibi
izliyoruz.
Soğuk Savaş’ın anti-komünist edebiyatıyla bir benzerlik
kurmuştum. Albümün böylesi bir niyeti var demiyorum. Rehberlerin Amerikan
karşıtlığıyla değil, o karşıtlıktaki nakarat ve bilgisizlikle daha çok
ilgileniyor örneğin. Batı’yı savunmak, ikame edilebilir bir alternatif
göstermek gibi bir arzusu yok. Pyongyang’un
eleştirisi batılı orta sınıftan, entelektüel bir itiraz olarak nitelenebilir.
Monotonluk, körlük, bağnazlık, zamanın gerisinde kalmak mesele ediliyor. Bunu,
vasatlığın teşhiri olarak tanımlayabiliriz, Delisle, karşılaştığı herhangi bir
şeye yakınlık duymuyor, değiştirmeye çalışmıyor, olup biteni görüyor, kimseyi
ikna etmeye uğraşmıyor, susuyor, tespit ediyor, vakit dolduruyor, içine atıyor
ve geçip gidiyor. Delisle, ucuz işçilikten faydalanmak için uluslararası
sermaye adına orada çalıştığını akla getirmiyor, karşılaştığı sıkıntılar daha
önemli onun için. Gerisi zaten herkesin bildiği bir gerçek, kapitalizm sömürür,
nokta. Delisle, kapitalizmi filan savunacak değil, bir nokta daha.
İnsanlar
yaşadıkları yeri, dünya sayarlar, nerede yaşıyorlarsa orası onlar için
yaşadıkları ülkedir: Fransa’dır, Türkiye’dir, Paris, İstanbul’dur. İdeal bir
biçimde yaşadıklarını düşünürler. Herkesi kendileri gibi bilir, kendileri gibi düşünmenin
doğal olduğuna inanırlar. Yaşadıkları yere ve kendilerine benzemeyene şaşırır
ve huzursuz olurlar. Delisle, bilinmeyen bir yer ve kültürü deşifre ederken, oryantal
bir edayla şaşırtmak istiyor. Sorun şu ki, dünya “yaşadığımız yer” değil,
başkalarıyla birlikte yaşıyoruz… Vasatlığın teşhiri, dünyayı değiştirmiyor, Delisle,
bir kültürü anlamaya çalışmadığı için eleştirisi bir gösteriden ileri gidemiyor.
Pyongyang, bütün iddiasına rağmen
anti-politik bir hikâye.
Radikal Kitap, 29.7.2016
Cuma, Temmuz 29, 2016
Karahindiba
Perşembe, Temmuz 28, 2016
Editörlük, Türkçe Edebiyat ve diğer şeyler
[İletişim’in] Okuyucusuydum önce, yirmi yıl evvelinden
söz ediyorum. Tanıl’la (Bora) Türkiye’de Çizgi Roman kitabımı yazarken
tanıştık, 1993 yılı. Sonra yazarları oldum ve o ara üniversitede çalışmaya
başladım. Hayatını yazarak okuyarak, karşılığında para kazanarak geçirmek
isteyen insanların kaçınılmaz uğrak yerlerinden biridir akademi. Öte yandan zamanla anladım ki, ilişki biçimi, kavgacılığı,
haseti, dedikodusu bana göre değildi, evet, idare ediyordum, bir disiplinim
vardı ama enikonu mutsuzdum. Tanıl, bu halimi gördükçe, hele son yıllarımda,
birlikte çalışalım istiyordu. 12 yıl çalıştığım üniversiteden 2007’de istifa
ederek İletişim Yayınlarına geçtim. İlk birkaç yıl akademik kitapların
editörlüğünü yaptım, sonrasında Türkçe Edebiyat… (…) Okuyucu ve yazar olarak
kitaplara bakmakla veya seçmekle, yayın mutfağında kitap seçmek haliyle çok
farklı. Geldiğim yer itibarıyla ilk fark ettiğim şu oldu. Üniversitede esere eleştirel bakılır, bunun eğitimi verilir,
jürilerde kıyasıya eksik aranır… Oysa editörlük, bir tür iyimserliktir,
oldurmaya bakarsınız, eksik gedik yine vardır ama siz onu ikmal etmeye, yazarı
teşvik etmeye çalışırsınız. İletişim Yayınlarında, seçimler ve öneriler
birkaç aşamalı olur. Her ay toplanan geniş bir yayın kurulumuz var. Çeviri ya
da telif eserler, o kurul öncesinde, editörlerin oluşturduğu mail grubuna gönderilir,
öneriler önce orada tartışılır. Sonra, ayrıca yayın kurulunda karara bağlanır.
Neye göre seçiliyor kitaplar derseniz… Her yayınevinin bir geleneği,
yayınlanmış kitaplarının oluşturduğu bir omurgası vardır. Seçimler bu omurgaya
uyumlu olarak da yapılır, buna muhalefet ederek yeni arayışlara da girilir.
Editörler arasında uyuşmazlık olması bence bu bakımdan iyidir, geliştiricidir.
Bir editör, okur olarak gidip satın alacağı kitabı, kendi yayınevinde yayın
için uygun bulmayabilir ve bu garip değildir. Yayın kurulundaki tartışmalar bu
yüzden yapılır zaten. Seçimler, kitaba göre, yazara veya zamana göre
değişebilir. Bazen bunlarla ilgisi de olmayabilir. Çok satar kitaplardan uzak
duruyoruz ama kitap satarak dönen bir yayınevindeyiz, geçimimizi buradan
sağlıyoruz. Bunun farkında olmamız da gerekiyor. Önemli olan neşeyi ve iştahı
kaybetmemek, yayıncılık o olmadan yürüyebilecek şey değil çünkü.
(…) Klişe olacak ama bu çok tarif edilebilir bir şey
değil, iyi bir şeyi, sayfaları karıştırırken bile hisseder oluyorsunuz. Çünkü sahiden
çok okuyorsunuz ve sürekli, mesleki deformasyon yaşamaktan korkuyor, birinin
hakkını yemeyelim diye, metne dikkat kesiliyorsunuz. Kaba bir ayrım olacak ama
ben iki tür kitap seçiyorum, iyi hikâyesi olanlar ve iyi edebiyatı olanlar…
Böyle söyleyince saçma gibi durduğunu biliyorum. Kazanova’nın anıları edebi
olarak iyi değildir ama oyunbaz, ahlaken düşkün bir adamın eğilip
bükülmelerini, yalanlarını, riyakârlıklarını okursunuz, güzeldir, ilginçtir…
Öte yandan birisi, belki yirmi sayfa, hepi topu üç dakikalık bir zaman dilimini
anlatıyordur, okuduklarınızı birisine anlatınca anlamsız gelir ama yazar,
diliyle sizi nehrine çekmiştir, kapılır gidersiniz. Bazı eserler, zamanı
yakalarlar, bu önemlidir, yarına kalacak mı bilemezsiniz. Bazıları, zamanın
ilerisinde ya da gerisinde kalırlar, risklidirler, risk alırsınız. Kişisel
kıstaslarım da var. İlke olarak birden fazla yayınevine
gönderilen dosyaları, aynı sorunlarla hemhal olduğumuz yayıncı dostlarımızla bu
konuda rekabet etmemek adına daha baştan kabul etmiyor, hemen iade ediyorum. Bu
tercih, rekabetçi yayın dünyasının işleyişi gereği, saçma duruyor olabilir. Ben
Türkiye’de çok sayıda, herkese yeter sayıda yazar olduğuna inanıyorum. Böylesi
bir rekabeti istemiyorum. (…) 2015'te 42 Türkçe Edebiyat kitabı yayınlamışız,
15'i ilk kitap, yeni yazar kitabı olmuş. Her üç kitaptan biri ilk kitap ve yeni
yazar demektir bu. Yayıncılık adına risktir bu oran, çünkü okurlar, genellikle
eser değil yazarın ismini satın alırlar, o ismi okurlar. Yeni yazar küçümsenir,
herkes yazar oldu denir, kalitesizlik örneği olarak gösterilir, gerçek edebiyat
bu değil filan… Bir torba klişe… Üç aşağı beş yukarı bir kitap kaç tane satar
tahmin edebiliyorum artık… Bu yeni yazarların nasıl karşılanacaklarını tabii ki
biliyorum. Yayın dünyasındaki herkes biliyor bunu… Bazen bir yazarın kitabı o
kadar da iyi olmasa bile basmak istiyorum. Eğer o kitap yayınlanırsa, o insan sahiden
de yazar olduğunu fark ediyor, işine ciddiyet gösteriyor, başka türlü bakıyor,
daha iyi yazmaya odaklanıyor… Bu yıl çıkan o 15 yazarımızdan kimileri çok değil
beş yıl sonra unutulabilir, kaybolabilir, ama o yazarlar şunu iyi biliyor,
artık sahadalar, kaybolmamak ellerinde… Çok çalışacaklar… Devam edecekler…
(…) Tecrübe dediğiniz şeyin içinde mutlaka
önyargı vardır, yanılgılar vardır ama editörlük yapıyorsanız, önce iyimser
olacaksınız. Bir olumsuzlama varsa önce onun farkına varmalısınız,
kapılmamalısınız. Önyargılarım yok değil, ama yeni yazarlara önyargıyla
baksaydım, onlarla uğraşmaz, gidip iddialı ve tanınmış bir
yazara transfer teklif ederdim. Hayatta yapmadım ve yapmayacağım böyle bir
şeyi. Memlekette yeterince sağcı var, onlar yapıyorlar böyle çengelli işleri,
ben yapmayacağım. Yeni yazarların yanında olmak, onların sevildiğini ve büyüdüklerini
görmek bana daha çok heyecan veriyor. Biraz kişisel cevaplar veriyorum
ama inisiyatif aldığınız bir iş yapıyorsanız, kişisel hikâyeleriniz de
belirleyici oluyor yaptığınız işte. Ben Ankara’da yaşıyorum, ya da şöyle
söyleyeyim, kültür endüstrisinde çalışıyor ve buna rağmen İstanbul’da olmamayı
tercih ediyorum. Gözardı edilenler daha çok ilgimi çekiyor. İletişim Yayınları,
Türkiye’de azınlıklar hakkında kapsamlı bir literatürün yayıncısı. Bağlam
değişmiyor yani. (…) Genel olarak, televizyona ya da sinemaya uyarlananlar
ayrıca çok satıyor, çok konuşuluyorlar. Onlar ayrı bir kategori. Hakeza ödüller
sınırlı da olsa bir etki yapıyor. Edebiyatın magazini yok diyemeyiz. Bunun
dışında okurun kendi arasında konuşarak çoğalttığı kitaplar var, en güzeli
onlar. (…) Eskiden ne okunuyorsa bence onlar okunmaya devam ediyor. Hardcore
edebiyattan söz ediyorum. Yine popüler kitaplar var, yine onlar, geleneksel
okurun dışında birilerine ulaşıyorlar. Satın alma mecrası önemli: okur, kitaba
nerede ulaşıyorsa ve orada ne kitap varsa onu okuyor. Bir de konuşkanlık
meselesi var: insanlar okudukları kitabın medyada konuşulur olmasını isterler,
okuyarak emek verdikleri kitap bir şekilde konuşuluyorsa kendilerini değerli
hissederler. Kitap hakkında iyi ya da kötü dediklerinde bu kez önemli şeyler
söylediklerini hissederler. Konuşulan kitap satar ve tercih edilir.
[İletişim] Bence çalışkan ve inatçıyız. Her zaman az olanın yanında durduk, daima anlamaya çalışıyoruz. Sadece yayıncıyız, kitap satarak ayakta duruyoruz. Asıl önemlisi, az ya da çok, şu ya da bu, bunca yıllık tarihinde telifini bir gün olsun geciktirdiğimiz bir yazarımız, çevirmenimiz, bir muhatabımız yoktur. Bu dediğimi telifle yaşayanlar, telifini alamayanlar, açılmayan telefonları, cevap verilmeyen mailleri bilenler, bir yerlerden alacağı olanlar daha iyi anlarlar. (…) Obur bir okurum, son birkaç yıldır, sadece çeviri roman okuyorum. Kimseye garip gelmesin, istisnalar oluyor ama tatil günümde başlayıp bitireceğim en fazla 10 formalık kitaplar seçiyorum, novellalar, uzun hikâyeler vs. İşim gereği çok okuduğum için uzun boylu kitaplardan kaçıyorum. Her ay asgari 6-7 kitap okuyorum, biraz da inat için, keyfim için okuyayım diye direniyorum. Editörlük, aşk olmasa çekilecek iş değil. Son sözüm bu.
[Osman Plabıyık'ın yaptığı söyleşinin tamamı bir yerde yayınlanmadı.] [İletişim] Bence çalışkan ve inatçıyız. Her zaman az olanın yanında durduk, daima anlamaya çalışıyoruz. Sadece yayıncıyız, kitap satarak ayakta duruyoruz. Asıl önemlisi, az ya da çok, şu ya da bu, bunca yıllık tarihinde telifini bir gün olsun geciktirdiğimiz bir yazarımız, çevirmenimiz, bir muhatabımız yoktur. Bu dediğimi telifle yaşayanlar, telifini alamayanlar, açılmayan telefonları, cevap verilmeyen mailleri bilenler, bir yerlerden alacağı olanlar daha iyi anlarlar. (…) Obur bir okurum, son birkaç yıldır, sadece çeviri roman okuyorum. Kimseye garip gelmesin, istisnalar oluyor ama tatil günümde başlayıp bitireceğim en fazla 10 formalık kitaplar seçiyorum, novellalar, uzun hikâyeler vs. İşim gereği çok okuduğum için uzun boylu kitaplardan kaçıyorum. Her ay asgari 6-7 kitap okuyorum, biraz da inat için, keyfim için okuyayım diye direniyorum. Editörlük, aşk olmasa çekilecek iş değil. Son sözüm bu.
Çarşamba, Temmuz 27, 2016
Meğer bu da doğruymuş
Siz böyle bir yola girerseniz, birileri de "Hainler Mezarlığı" yapar. Şaşırtcı değilmiş, o bakımdan.
Bu darbeciler, yapmak istedikleri şeye ulaşsalardı, başarsalardı, kahraman olacaklardı, iş bu kerre tersine mi yürüyecekti? İnsan malzememiz buymuş diyerek, bu kez başkalarının mı cenazesi kaldırılmayacaktı? Spekülasyon yapıyorum.
Cumhurbaşkanı açıklamalarıyla Diyanet'e destek vermiş, bu konuda hadisler ve ayetler olduğunu söylemiş, öyle bilgilendirilmiş.
Biz de öğrensek, ne güzel olur, hangi ayetlere dayanılıyor, okur yazar adamım, açar bir kez daha okurum. Yeni bir şey öğrenirim, herkese faydası olur.
Evet, ölen kişi darbeci olabilir, tecavüzcü, katil ya da hain de olabilir. Siyasetçiler, yöneticiler ve hatta ahali, onlara karşı öfke ve hınç duyabilir, hakkını helal etmeyebilir. Ama din adamları, bunu yapamazlar, dinin temelinde olan "başkasını düşünmek" ilkesiyle zamana ve hayata bakmak zorundadırlar.
"Kendisi için istediği bir şeyi, başkası için istemeyenin imanı tam değildir."
Empati kurmaktan söz ediliyor bu hadiste, kendisi için istemediği bir şeyi, başkası için isteyenin de imanı tam değildir.
Hatırlayan olacaktır, Özgecan'ın katili hapishanede öldürülmüş, cenazesi kaldırılamamıştı; köylüleri, gömülmesin diye köy mezarlığını kapatmıştı, namazı kılınmamıştı, cenaze arabası taşımamıştı, bir kamyon tutmak zorunda kalmışlardı. Oğlunun cenazesini kaldırmaya çalışan biçare annesi kahrolmuş, defnedilsin diye çırpınıp durmuştu. Özgecan'ın ailesiyse, gösterilen gayretkeşliğe ve zülme açık bir dille karşı çıkmıştı. Ahali sanmıştı ki, oh olsun, gebersin, sürünsün, koksun, çürüsün diyecek...Mağdur aile tersini söyleyince şaşakalmışlardı.
Dahası var, sonraki aylarda, bir başka tecavüz hadisesi olmuş, kızı için üzüntüyle konuşan baba "ben Özgecan'ın ailesi gibi meshebi geniş değilim" demişti, kırıcı ve kalpsizceydi, sonra galiba özür dilemişti. Ölenin yakınları sinirle ve hınçla konuşabilirler, olabilir, oluyor da. Her cenazede, hayırsız evlatlar, doktorlar, hatalar, yanlışlıklar konuşulur, içten içe ölümün sorumluluğu birine yıkılır. Doğamızda var suçlamak.
Din adamı, bu sürecin en yakın şahididir, her cenazede kederi, isyanı ve üzüntüyü görür, bilir, anlamaya, teskin etmeye çalışır. Öte yandan, burası çok önemli, yaptığı iş, ona yargıçlık hakkı tanımaz, ölü hakkında karar vermek, ceza kesmek onun işi değildir, hakkı da yoktur, hele cevap veremeyecek bir ölüye karşı, hele ölüye karşı söylenecek her sözün muhatabı ve mağduru olan ölünün yakınlarına karşı...
Ahali yapar, siyasetçi yapar, din adamı yapamaz.
Salı, Temmuz 26, 2016
Var mı Artıran?
Kaç gündür, bu gidişle ölüleri gömmeyecekler, ayıracaklar, hainler mezarlığı yapacaklar diye abartılı bir espri yapıyordum. Dediğim doğru mu çıktı şimdi?
Böyle bir mezarlık düşünenler, yapanlar, ölüleri ayıranlar, husumeti ve nefreti taze tutanlar sadece vicdansız değildir, inandıkları kitabı bilmeyen cahillerdir.Daha da ileri gideceğim, bunlar namaz kılarak dinden uzaklaşan ve nefrete tapan kalpsizlerdir.
Evet ya, bu da var, besmele çekince, tekbiir diye ses yükseltince, birilerine kafir diyince, beş vakit namazını kılınca Müslüman kaldık sanıyorlar. Eyvah size, veyl size!
Bu nefret gösterisinin benzeri yok, sahiden yok, tarihe kayıt düşelim, uygarlık bir yolculuktur, bu, bir limanda demir attığımızın delilidir...
Pazartesi, Temmuz 25, 2016
Zor Zamanlarda Medeniyet Kaybı
Bir yandan zafer gösterisi, diğer yandan öfke patlamaları yaşanıyor. İtaat isteyen, hedef gösteren bir dilin tahakkümü altındayız, linçci girişimler de, linç iştahıyla muzafferane dolaşan arkadaşlar da var.
Tek tek anlatmayacağım. Vakt-i zamanında mağdur edilen, o dilin muhatabı ve kurbanı olan insanların bugün linçci olmasını aklım almıyor. Üzülüyor, sinirleniyorum. Sahip oldukları iktidar gücüyle saldırganlaşan, hedef gösteren insanların bir zamanlar hedef gösterildiklerini bilmek insanı tek keklimeyle yaralıyor. Mağdurun yanında olmak, yalnızlaştırıldıklarında onlarla yürümek, el uzatmak zamana ve koşullara göre değişir mi? Değişebilir mi?
Üzülüyorum, çünkü keşke yardım etmeseydim, keşke onlar için üzülmeseyedim hissi çörekleniyor içime. Doğru değil halbuki, insan yaptığı şeyi iyilik olarak görüyor ve yaptığı iyilikse eğer, iyiliğinden pişman oluyorsa, medeniyet kaybına uğruyor demektir. Geçmişte, on beş yıl önce, yaptığım şeylerin doğru olduğuna bugün de inanıyorum.
Zor zamanlarda medeniyet kaybı olur, kimin vicdanı olduğu, kimin güce taptığı, kimin sahiden neye inandığı aşikarlaşır.
Hep söylüyorum, dinden önce vicdan vardı, her kitap yazar bunu.
Cumartesi, Temmuz 23, 2016
Şizofren ve arzulu bir tişört
Çizgili Tişört, Ersin Karabulut’un yakın dönemde çıkan Sevgili Günlük (2009) ve Amatör (2013)
albümlerinde oluşturduğu dünyanın devamı olmuş. Yine arzu ve kötülüğün
enerjisine, yine yalan dolan, hile ve desisede odaklanıyor ve yine
meselesini bir pembe dizi gerilimi içinde anlatıyor. İlginç olan,
kendisini kahramanlaştırdığı, otobiyografik nitelikli Sandık İçi çizgi romanını dolaylı biçimde hikayesinin merkezine taşıması. (Çizgili Tişört ismi de kendisini çizgili tişörtüyle tipleştirdiği Sandık İçi’nden
geliyor.) Başarı kazanmış çalışmasını her hafta çizmekten sıkıldığını,
sadece onunla anılmak istemediğini, anlattıklarıyla reel hayatının
kıyaslanmasından hoşlanmadığını, köşesini takip edenler,
serzenişlerinden hatırlayacaktır. Tuhaf bir çelişki aslında, popülerlik,
itibar kadar mağduriyet de getirebiliyor. Çizerler eskisi kadar olmasa
da, yayın dünyasının yıldızlarıdırlar, imza günlerinde kuyruklar oluşur.
Önlerinde dizilen hayran kitlesi, doğal olarak imza almakla
yetinmeyebilir, “star”a daha çok yakınlaşmak isteyebilir. Arzunun
biteviye tazelendiği bir hayat yaşıyoruz zira.
Çizgili Tişört, bu meseleyi uzun uzadıya tartışıyor. Sandık
İçi’nin hayranı olan genç bir kadın, sosyal medya üzerinden dizinin
yaratıcısına mesajlar gönderiyor ve arzulanan Ersin, iş hayatının
yoğunluğu, aşk hayatının karışıklığı filan derken bir fırsat yaratıp
onunla beraber oluyor. Bu tek gecelik kaçamak, genç kadının marazi
tutkusuyla birleşince, geçici bir ilişki olarak kalmıyor. Ersin kadından
kurtulmaya çalıştıkça yalanlar söylemeye, durumu idare etmeye, öfke
krizleri yaşamaya, psikolojik olarak çökmeye başlıyor. Genç kadına,
hayranlık duyduğu kahraman olmadığını anlatmaya çalışsa da işler
düzelmiyor, çatallanıyor, devreye kıskançlık ve ego patlamaları giriyor.
Bu kısım bence çarpıcı, Ersin, Sandık İçi’ndeki Ersin’in bir
tahayyül olduğunu bir başka çizgi roman, bir başka tahayyül, bir başka
gerçeklik hiyerarşisi içinde anlatıyor. Yani gerçek hayatı Çizgili Tişört, hayali olanı Sandık İçi
olarak istifliyor. Böyle bir iddianız varsa, hem anlatınızı hem
çizginizi büyütmek, naif görünenden uzaklaştırmak durumundasınız. Ersin,
Çizgili Tişört’ün star-fan ilişkisinde, rolünü oynamayı daha ilk andan itibaren reddediyor. Çizgili Tişört’ün çizgileri bu yüzden fotorealistikler. Sandık İçi’yle kıyaslanırsa sert, bazen sevimsiz ve başka bir kıvamdalar.
Peki, bu yeterli mi? Hikayecilikte gerçek dedikçe, gerçeği sorgulatıp hikayenizi sekteye uğratabilirsiniz. Sonuçta bir tür aldatma-kaçamak hikayesi anlatıyorsunuz. Ne dersek diyelim, ortada bir melodram üçgeni var; iki kadın ve bir erkeği, sadakat sorgusunu, aşkın hezeyanlarını ve mağdurların hiddetini okuyoruz. Tam bu noktada, Ersin farklı bir yola girmiş, herkesi çok konuşturmuş, sürekli bir durum değerlendirmesi ve psikolojik tespitler içeren diyaloglar kullanmış. Suçlayıcı bir ton, sürekli kendisini haklı gören, tahkir edici bir dil var anlatımında. Ersin, bunu yaparak gerçekliği başka bir biçimde kuruyor, herkesin çok konuştuğu, herkesin birbirini haklı ve haksız bulduğu bir şimdiki zaman aurasına başvuruyor. İyi bildiğimiz, her gün şahit ve bazen de tarafı olduğumuz, haberlerin, insanların, olguların tartışıldığı bir söyleme biçimine dahil ediyor okuru. “Kim haklı?” sorusu önce önem kazansa da bu kadar tespitten sonra gereksizleşiyor. Ersin’in iç sesiyle izliyoruz olup bitenleri; iki ya da üç kısa sahne dışında, hikaye Ersin’in devinimiyle yürüyor: Hışımla iç döküyor, biriyle konuşuyor veya mesaj yazıyor vs. Geleneksel çizgi romanda bu devinimin karşılığı, kahramanla özdeşleşmektir. Okur, kahramanı izler, onun eylemlerini kabullenerek tahkiyenin bir parçası olur. Oysa Ersin, bu tür bir özdeşleşmenin mantıksızlığını öfkeyle ifşa eden biri gibi dolanıyor hikayede: “Çizdiğim tip başka, ben başkayım,” diyen birisi kendisine geleneksel bir okur aramıyor demektir.
Albüm bittiğinde pek çok soru kalıyor geriye; hayranı karşısında
kurbana dönüşen Ersin karakteriyle bize ne anlatıldı dedirtiyor veya
Ersin, hayalle gerçeği, dergideki işlerle sergideki işleri, popüler
sanatla yüksek sanatı, aşkla seksi, sıradanlıkla olağanüstülüğü,
sakinlikle öfkeyi niye karşılaştırdı? Hiçbirinin tek bir cevabı yok,
bana kalırsa, olsun da istenmiyor veya Ersin pek de öyle net cevaplara
inanmıyor. Albüme yazdığı sonsözde, hikayeyi çizerken hissettiklerini
artık hissetmediğini söyleyerek bir “twist” daha yapıyor, işinin kölesi
haline geldiğini, sevilen bir şeyi tekrarlamaktan ve yeni şeyler
yapamamaktan dolayı kendisine ve sevilen işine öfkelendiğini anlatıyor.
“Çok şükür ki” artık kendisine ve sevilen işlerine kızmadığını
vurguluyor. Sandık İçi’nde çok gördüğümüz, samimi bir itiraf
bu. Ya da yazarı tarafından bir kez daha istiflenmiş yeni bir oyun!
Samimiyetin veya öfkenin nerede başlayıp nerede bittiğini nasıl
anlayacağız? Ersin, Çizgili Tişört’ün Ersin’i gibi bir kez daha “yalan” mı söylüyor yoksa? Sevgili Günlük’te
arzunun, bastırılamayan egonun negatif ve sıradan çehresini resmetmişti
bize. Amatör’ün kahramanı Yalçın'ın arzuları hitama eremedikçe ikna ya
da yalanla kendisini yeniden tanzim ediyordu. Çizgili Tişört’te yalanlarla egosunu kollayansa, bizatihi çizerin kendisi oldu.
Popüler sanatlarla uğraşıyorsanız, yaptığınız iş sosyal olarak ilgi görüyor ve karşılık buluyorsa, izleyicinin sempatisi kadar nefretine de muhatap olursunuz. Mutlaka tartışılırsınız, üstelik tartışmanın galibi de bellidir, sosyal medya bu mağrur galiplerin kontrolünde nefes alıp verir: İzleyiciler. Ersin, Çizgili Tişört’te bir kahraman ve bir çizer olarak kendisini tartışmaya açıyor, pembe dizi abartısıyla, kazanma ihtimali olmayan bir kavgada kendisini mağlup ediyor. Çizer Ersin, en çok korktuğu şeyin kurbanı oluyor, hayranı tarafından gerçek yüzüyle teşhir ediliyor. Tuhaf bir grafik roman Çizgili Tişört, ağır ve konuşkan, tek kelimeyle şizofren; öte yandan, hakkını teslim edelim, kendisini farklı biçimlerde okutabilen iyi hikayelerin gücünü taşıyor.
Sabit Fikir, Haziran 2016
Cuma, Temmuz 22, 2016
Perşembe, Temmuz 21, 2016
Şimdi Ne Yapmalı?
Olağanüstü Hal ilan edildi, son bir yıl içinde yaşananları düşünürsek, gidişat kaçınılmaz biçimde bu yöndeydi, aksi olsun, hiç olmasın istiyorduk ama bu mesele konuşulmaya başladı mı, her olayda, her kasiste yinelenir olur ve iş mutlaka oraya varır. İstanbul'u ve diğer metropolleri çok bilmiyorum, uzunca bir zamandır Ankara'da bir olağanüstü hal uygulaması zaten vardı. Şehir merkezine giren, bazen beyaz arabaların, bazen plakası 06 ile başlamayan her aracın çevrilip arandığı günleri yaşıyorduk. Atatürk Bulvarında daimi polis kontrol yerleri oluşturuldu, yayalar çevriliyor, kimlik soruluyordu. Güvenpark'ta belli saatlerde polisler geniş çaplı aramalar yapıyordu, dolmuşa, otobüse gelenlerin çantaları didikleniyordu.
Geriye, geçmişe gideceğim.
12 Eylül'de, saat 24'ten sonra sokağa çıkma yasağı vardı, öncesinde askerler arabaları, otobüsleri çevirir, tek tek bagaj araması ve kimlik kontrolü yaparlardı, yetişkin erkekler dışarı çıkartılır, üstleri aranırdı. 24 sonrası ise askere ateş etme-vurma hakkı tanıyordu. O saatten sonra dışarı çıkan suç işlemiş oluyordu. Üç-dört yıl sonra, parlementer rejime geçildikten sonra, bu uygulamayı polisler yapmaya başladılar, şehirler arası yollarda, iş Jandarma'ya devrediliyordu. Trenler bile durdurulup arama yapılırdı. Rutin sözcüğünü ilk kez zaman duyduğumu hatırladım. Amcalar, teyzeler aramanın gerekçesini sorduklarında polisler-askerler "rutin arama" derlerdi.
Rutindi, alışmıştık, polis her yerde çevirip kimlik sorabiliyordu, kahvelerde, birahanalerde ve hatta lokantalarda, birdenbire içeri girip, üst araması yapar, kimliklere bakarlardı. Kimlik almadığımızda eve geri dönerdik. Kimliği unutmak, hepimizde tedirginlik yaratırdı. Seksenli yılların sonuna doğru bir gevşeme oldu, sıkıyönetimden olağanüstü hale geçildi filan ama mevcut hal değişmedi, üstelik, durum bize normal geliyordu. Aradaki farkı bile anlamamıştık.
Doksanlı yılların ikinci yarısında CMUK filan çıkmış, polis size kimlik soramaz dendiğinde doğrusu durumu kavrayamamış, inandırıcı bulmamıştık. Polisler, arama yaparken, haklarımızı söylerken, kendi kimliklerini gösterirken marazi bir sıkıntıyla yaparlardı işlerini. Polislerin, CMUK'tan hazzetmemeleri fıkra gibi anlatılırdı. Polislerin bir eylemde "Kahrolsun İnsan Hakları" pankartı taşıdığını hatırlıyorum, onu da ömrüm boyunca ben fıkra gibi anlatacağım.
Güneydoğu hariç, olağanüstü hal, 2000'lerde kalktı. Bu kimlik kontrolleri filan metropollerde unutuldu, bugün, yirmili yaşlarda olan gençler, son aylara kadar böylesi bir durumla pek karşılaşmadılar.
Şimdi, bundan sonra ne olacak? Elbette bunun cevabını bilmiyorum. Polisin, aylardır Ankara'da ve diğer metropollerde fiilen yürüttüğü uygulamalar bütün Türkiye'de meşrulaşmış durumda olacak, aramalar, çevirmeler günbegün artacak bir bildiğim o. Sosyal medyaya yönelik baskı şiddetlenecek, ihbarlar artacak, kutuplaşma daha da yükselecektir. Korku ve tedhiş, ister istemez, insanları etkileyecektir.
Manzaranın çok farklı yüzleri var, küçük bir örnek vereyim, yaşadığım sokakta çok sayıda yabancı yaşıyordu, bir ya da iki yıl içinde Amerikalılar gittiler, sonra Japonlar, şimdi bir İspanyol nüfus var. Çok tedirginler, bence onlar da ayrılacaklar ülkeden. Böyle zamanlarda milliyetçi bir farfara yükselir, gitsinler, hepsi gitsin, defolsun gitsin tadında tepkiler olur. Biz bize dinleriz bunları. Türkiye'yle ilgili bizim hissettiğimiz endişeleri, dışarıdan bakanlar başka türlü hisseder ve buraya gelmemeyi, burada yaşamamayı tercih ederler.
Normal olmadığımızı, normalleşmemiz gerektiğini fark etmemiz, rutine dönüşmemesi için ifade özgürlüğünü, çoğulculuğu, insanların eşit ve elinden alınamaz hakları olduğunu hatırlatmamız gerekiyor. Biliyorum, aktüel tartışmalar içinde saçma, naif ya da gereksiz geliyor söylediklerim, oysa değil, yinelemek, ısrarla altını çizmek, özgür yaşama ve mutlu olma hakkımızdan feragat etmememiz gerekiyor. Tam da böyle zamanlarda bu temel ilkeleri, iyicililikle, yeniden ve yeniden konuşmalıyız.
Sürekli düşmanlaştırma, sürekli intikam ve hesap sorma, sürekli ihbar, sürekli tehdit, ne desek boş, olacaktır, olağanüstü halin olmazsa olmazı gibidir. Bu halin uzaması da istenecektir, çünkü herkes, alttan alta, bu dönemin mağdurlarının, hayat normalleştiğinde, hukuk yoluyla haklarını geri alacağını bilir.
Fotoğraf: Yusuf Sevinçli
Çarşamba, Temmuz 20, 2016
İntikama İndirgenmiş Adalet
Demokrasi Şöleni derken, bir yoruma öfkelenmek, derginin dağıtıma çıkmasını engellemek, kimse görmesin istemek...tek kelimeyle abesle iştigal. Aksine, yasaklanacak kadar tehlikeliyse eğer, o yorumu çoğaltmak ve yaygınlaşmasını kolaylaştırmak da demek. Aklıselim bunu söyler ama o bile hesap edilmiyor.
LeMan, bunca yıl cemaat karşıtı olmuş filan bununla da ilgilenilmiyor. Böylesi dönemler, balık hafızasıyla yürür, militarist bir ruha dayanırlar. Varsa yoksa, kin ve intikama indirgenmiş bir adaletle bakılır hayata. Böyle bakıldığında da aklıselim, hoşgörü, demokrasi, çoğulculuk kendine yaşam alanı bulamaz. Bunu yapıyor olmak, muhakemeyi, dinlemeyi, farklı bir fikre kulak vermeyi, bir fikri tartışarak savunmayı gerektirdiği için bunun aktörleri bu dönemlerde konuşamazlar, konuşturulmazlar.
Kapağı beğenmemek, doğru ya da yanlış bulmak, bunu konuşmak ve tartışmak çok önemli değil bu bakımdan.
Ne yapıp edip, hayata hukukla bakan insanları uyarmak ve ısrarla yinelemek gerekiyor, intikama indirgenmiş adalet kimsenin yaşamasına izin vermez çünkü.
Pazartesi, Temmuz 18, 2016
Meğer Okumuşlar kimmiş?
Biz değilmişiz, neyse canım, oh be, rahatladım mı desem yoksa eh be kardeşim, nerden çıktı bu elitizm ezberi diyerek girişsem mi? Veya gusra galman imam efendi, yimeyeydik iyiydi de oldu bi kerre, hakkını yidik mi desem, Angaralıyım ya...
Kimsenin kimseyi dinlemediği, dinleyenlerin de bir an evvel konuşmak için kös kös dinlediği... Deliler gibi yaftaladığı, küfrettiği bir zamandayız.
Bu gevezelikle ben başedemem. Başka şeylerden söz ediyorum, vicdan diyorum ben.
Velev ki öyle, imam, başka bir şey söylüyor da ben yanlış anlıyorum, eğitimlileri değil de başka bir azınlığı kastediyor, bu durumu değiştiriyor mu, bu jargonu herkes bilmek zorunda değil, o linçci kalabalığın bunu bildiğini düşünüyor musunuz? Bunu tefrik edecek mantığı taşıdıklarına inanıyor musunuz? Ne anlıyorlar okumuşlardan? Amin diyerek onaylarken kimlere öfkeleniyorlar? İmam, hangi vicdanla söylüyor bunu? Nurcu desin, Fettullahçı desin eğer diyebiliyorsa, illa demesi gerekiyorsa, niye demiyor? Diyemez, dememeli, çünkü "suçlu" kim/kimler belli değil. Yekpare mi bunlar? Hangi hakla, hangi kalple tektipleştiriyor.
Mesele Müslümanlık değil, yeri geliyor bayrak, yeri geliyor demokrasi şu bu... O imam siyaset yapıyor, nerede yapıyor? Cenazede yapıyor, cenaze namazı kıldırıyor, teskin edecek, tamir edecek yerde tutuyor adres gösteriyor. Senin işin acıları dindirmek, birleştirmek, sağaltmak, iyileştirmek. Senin siyasetin bu olacak, ötesi yok.
Pazar, Temmuz 17, 2016
Okumuşların Şerri
Darbe girişimini önemsemeyip, linçci kalabalığa odaklanmaları, başta tuhaf gözüküyor ama oradaki gündelik algı, kültüre ve eğitime dayalı birikime göre çok da normal bunlar. Üstüne, IŞİD eylemlerinin getirdiği korkuyu ekleyin, tek tek soğukkanlıklıla katledilen sivilleri hatırlayın. O görüntülere bakarken IŞİD'i hatırladıklarını anlayacaksınız.
Veya...
Türkiye'de darbecileri, ite kaka ekranlara çıkarmak, hırpalandıklarını, dayak yediklerini sakınmadan göstermek "yüreklerin yağını erisin" diye yapılıyor olabilir ama bu bir Avrupalıyı, bir yabancıyı dehşetle düşürür.
Beni de düşürüyor, ben bunun için eğitim aldım, Türkiye'de öğrettiler bana bunu. Okullarda, kitaplarda, camiilerde vicdanı ve aklı eğitirken bana bunun yanlış, ayıp, günah, yakışıksız olduğunu, suç olduğunu söylediler. Tartıştırdılar bana bunu. Ders aldığım gibi ders de verdim bu konuda.
Geçenlerde bir iki nedenden ötürü sayısız kavga videosu izledim, genç kızlar, genç erkekler, yoksullar birbirlerini dövüyor, küfrediyor, kahrediyor, arkadaşları da feyse koymak için onları kaydediyorlardı. Öyle üst üste geldi ki, tankların üzerinde selfie çeken, askerleri döverken kayıt yapanlar çok benzeştiler.
Bugün, çatışmalar sırasında talihsizce ölenlerden ikisinin cenaze namazında imam, cemaate, Türkiye'ye, bize, okumuşlara, okumamışlara afur küfür seslendi: "Allah'ım bizi okumuşların şerrinden koru".
Ne diyelim, cahilmiş, tek kitap okumuş, onu da anlamamış, heyhat, adam imam, o dediğinden nefret çıkıyor, ayrımcılık çıkıyor, cehalet çıkıyor, aktüele oynuyor, umurunda değil. Sorumsuzluğunun farkında bile değil.
İmamın aksine okumuşların tüylerini diken diken eden şeyse şu, görüntülerdeki linçci kalabalık pek okur yazar ve ne yaptığını bilen bir kalabalık gibi durmuyor. Yapıp ettiklerinin, kaydettiklerinin suç, günah ve vicdansızca olduğuyla ilgilenmiyorlar, vurup kırarken feysbukta alacakları beğeniyi hesap ediyorlar. Kendilerini önemli hissettikleri bu hayati zamanın resmini, kaydını istiyorlar. Biri çektikçe, kamerayı gördükçe coşuyorlar.
"Eğer yeryüzündekilerin çoğuna uyarsan, Seni Allah'ın yolundan saptırırlar."
Şer gelecekse bana, yeryüzü nedir, çoğunluk nedir, kitapta ne yazıyor bilen, okuması olan birinden gelsin, hiç olmazsa hasbihal ederiz, birlikte utanırız bu vasatlıktan.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)