Cumartesi, Ağustos 31, 2024

Poz, Palavra ve Futbol


i- Futbol kardeşliktir, centilmenliktir, hoşgörüdür filan denir ya, palavradır. Elbette, öğretmenler, ebeveynler, yöneticiler, eğitim kurumları bunu değişmesi için cebelleşirler. Tersi olsun diye uğraşır, didinirler. Beyhude bir gayrettir. Rekabetin olduğu her yerde nahoşluk, fırsatçılık, kuralları kötüye kullanma vardır, yalan, dolan, hile olur. Yenilginin olduğu her yerde üzüntü, kahır ve intikam hissi yükselir... Oksijeni gibidir.

ii- Futbolun sahada değil arsada oynandığı zamanlarda da bunlar birebir yaşanırdı, endüstriyel futbol geldi, bu işler bozuldu filan diyorlar ya... o da palavradır. Futbolun oynandığı her ortamda haksızlık, kavga ve gerginlik yaşanır ve yaşanacaktır.

iii- Futbolda hakedilmiş galibiyet ve yenilgi yoktur, haksızlık, tahrik, hakem yardımı, kural ihlali, şansızlık vardır (!). Oynayanlar, seyredenler ve anlatanlar uzun uzun bunları konuşurlar.

iv- Müsabakaların eşit ve adaletli bir ortamda oynanması için konulan kurallar bu sebeplerle geliştirilir. Kurallar, biliyoruz ki kazananlar ve kaybetmeye tahammül edemeyenler tarafından manipüle edilir, lehlerine değiştirilir... Sürekli ihlal edilir, sürekli yeniden yorumlanır.

v- Futbol taraftarlığı eninde sonunda militan olmayı gerektirir. Hayatı futbola göre yaşarsınız. Önce o takımın taraftarısınızdır, daha sonra solcu, sağcı, dindar, yazar, doktor, mühendis olursunuz. Hayat, futbol oynanmadığı zamanlarda yaşanan kısa zaman aralıklarıdır. O aralıklarda solcu, sağcı, dindar, yazar, doktor, mühendis olursunuz.

vi- Futbol kavgası, dünyanın en sahici ve insani kavgasıdır. İnsan, insanın kurdudur.

vii- Futbol kavgalarını saçma bulanlar, daha önemli davalar için kavga edilmesini isteyenlerdir.

Cuma, Ağustos 30, 2024

Edebiyat magazini

Denk geliyorum, Tanpınar'ın memleketle ilgili hayıflanmaları vardır, mealen yazıyorum, "yedin bitirdin beni" gibi bir şey söylüyordu galiba... Sıklıkla paylaşılır, hatırlatılır. Sadece Tanpınar değil, yazı çizi işleriyle uğraşan, sanata ve edebiyata meraklı herkesten benzer cümleler duyarsınız. "Başka bir ülkede olsaydı" bambaşka bir noktadaydı, değeri bilinirdi, el üstünde tutulurdu filan anlatılır durur.

Yazarlar söyler, okurlar onaylar ya da sevenleri över, yazarları kabullenir. 

Haliyle ispat edilebilir şeyler değil bunlar, yani Tanpınar Fransa'da  veya Yaşar Kemal Britanya'da doğsaydı ne olurdu cidden bilemeyiz, bunlar retorik türünden akıl yürütmeler, üzüm yemek değil bağcıyı dövmeye yarıyor... Bağcıyı dövelim (eleştirelim) elbette ama... Tersinden de düşünülmesi gerekiyor sanki... 

Belki de bu topraklarda daha az rekabet, daha  az yazar ve "sanatçı" var, hepimiz az ya da çok bu durumdan faydalanıyoruz. Tanpınar ve Yaşar Kemal de bu kıtlıktan faydalanmış olamazlar mi demek istiyorum. Yani söylenenin aksine şanslı olamazlar mı, başka bir ülkede olsalar-doğsalar o nitelikte daha fazla yazar olduğu için bizdeki kadar öne çıkamayacak, "meşhur" olamayacaklardı. Bilmiyoruz ki... 

Speküle ediyorum, bu da retorik ve bunun da sonu yok ama bu ters okuma pek akla gelmiyor. Hakkı yenmekle ilgili hayıflanmayı daha kolay paylaşıyoruz, çünkü biz de okur olarak değerli olanın farkında olan nitelikli bir seçici olduğumuza inanıyoruz. Kolektif bir gururlanma, tatlı ve nafile bir romantizm...Edebiyat magazini...

Çarşamba, Ağustos 28, 2024

Alparslan

Geçen yıl yeni doğan erkek çocuklarına verilen isimlerle ilgili bir istatistik yapılmış, harita üzerinden illere göre dağılımı çıkartılmış...Kaynağı bilmiyorum, isimlerle ilgili dökümler yapan çalışmalar mevcut... 

Siz de fark edeceksiniz, hemen her yerde aileler Alparslan ismini tercih etmişler... Yaptığım işler nedeniyle ben de bakınmıştım bir ara, bana sorsalar "Eymen ve Asaf" isimlerinin popülerliğinden bahsederdim, Ali Asaf ve Ömer Asaf beni daha önce de şaşırtmıştı.

Ailelerin tercihleri önemli, çocuk gelecekle ilgili bir umuttur ve ona konulan isim, o umuta ilişkin bir projeksiyon misyonu taşır...Yani Alparslan isminin çokluğu ülkenin siyasi manzarasını özetliyor.

Diğer yandan, televizyonun artık izlenmediği söyleniyor ya, oysa isim seçimleri üzerinde beyazcamın etkisi hemen anlaşılıyor, demek ki, televizyon halen evin ortasında yaşıyormuş, kolaycı bir yorum yapılıyormuş.
 

Salı, Ağustos 27, 2024

Pırno

Bir arkadaşım sosyal medyada çıkıntı yazılar yazıyor, sağa sola giydiriyor ve abarttığını düşündüğüm için beni "yaşlı" buluyor. Yıllardır, sosyal medyada yaşananları-gösterilenleri*seyrettiklerimizi "porno" olarak nitelendirir, bütün izleyicilerin-üreticilerin porno bağımlısı olduğunu iddia eder. Ona göre gençken seyrettiğimiz Alman pornoları kıyas götürmeyecek biçimde masumdu filan...Siyaseten el artırıyor diyelim...

Diğer yandan sosyal medya pek çok alanı açığa çıkardı, teşhir etti, lümpenliği hiç bu kadar açık görmemiştik, zenginlik hiç bu kadar gösterilmemişti... Tarikatları ilk kez bu kadar yakından gördük... Veganları da , kedileri de,  pavyonları da, Ülkücüleri de... Cehalet pornosu, kavga pornosu, servet pornosu gibi say say bitmeyecek "yeni ve tuhaf" şeylerle karşılaşır olduk. 

Adam haklı beyler dağılın, klişesini bırakıp çekiliyorum...

Pazartesi, Ağustos 26, 2024

Son Okuduklarım 94

Bir Kediyi Terk Etmek, Murakami'nin babasını anlattığı, Gao Yan'ın güzel çizgileriyle bezediği bir kitap. İsim yanıltmasın,  ismini vermekle birlikte "kedili" bir anlatı değil, çocuk yaşta epeyce uzağa bırakılan bir kedinin evlerine geri dönüşünü, başka bir aileye büyütmesi için verilen babasının iade edilmesine benzetmiş Murakami. Babasının evlilik öncesi biyografisine odaklanmış, askerliği, dindarlığı, şairliği derken yanılsamalar, tesadüfler, aile tarihindeki "what if"lerden söz ediyor. Babaya özlem metni gibi de durmuyor, hatta epeyce soğuk ve mesafeli yazdıkları, öyle ki nedenini açıklamıyor, yirmi yıl kadar hiç görüşmedikleri olmuş. Bir hayalim vardı, onu gerçekleştirmek için uzak durdum dese de bana sadece o değilmiş gibi geldi... 

Nahid Sırrı Örik'in Ankara Yazıları, yazarın kitaplaşmamış denemelerinden-köşe yazılarından derlenmiş...Örik, ne yazsa bana ilginç gelen yazarlardan. Ankara ile ilgili yazdıklarının şöyle bir ilginçliği var, şehrin geçmişinin (mimari ve kültürel kodlarının) muhafaza edilmesini hayal ediyor diyelim. Oysa bizim oldum olası böyle bir kültürümüz olmadı... Yıkıp yeniden yapalım istiyoruz. Ki Ankara, 1916 Yangınından sonra harap ve bitap bir şehirken, muhalif İttihatçı subaylar eliyle modern ve yeni bir şehre dönüştürülüyor. En azından iddiaları bu yönde. Süreklilik değil kopma inadındalar ve geçmişi andıran her şeyi düzlüyorlar. Örik, şehrin (günümüz Ankara'sında nostaljiyle yadedilen) kübik binalarla doldurulmasına (onları çirkin bularak) hayıflanıyor, yerleşim planının başka türlü geliştirilmesi gerektiğine inanıyor. Siyaseten romantik olduğundan kendince sesini yükseltiyor ama o dönem pek etkisi olduğunu sanmıyorum. Yazıların geneli estetik şikayetlerinden oluşuyor...Bir de bana hissiyat olarak ilginç gelen kısım şu, entelektüeller-gençler-bürokratlar Ankara'ya "gitmek" için geliyorlar. Vazife uğruna-İnkılap adına geliyorlar ama akıllarında yaşadıkları şehre İstanbul'a dönmek var, daha büyük hayal ise oradan Avrupa'ya görevli olarak gitmek... Ankara'nın kaderi, gitmek isteyenler, gitmek istediğini söyleyemeyenler ve gitmek isteyenleri hainlikle yaftalayanlar arasında salınıyor aslında. O kadar söyleniyor, muhalefet ediyor ama Örik de gidiyor sonunda... 

Uygur Türkleri, Ölüme Kafa Tutan bir Halk, ajitatif ismine karşın tipik bir gazetecilik kitabı, Türk hinterlandı dolayısıyla ucundan kıyısından bildiğimiz, siyaseten yakın ya da uzak durduğumuz bir meseleyi, bir Fransız gazetecinin gözünden anlatıyor. Çizgileri beğenmediğim için zorlanarak okudum, yaşlılıkla beraber kimi meselelerde "elitist" oldum galiba, ilgimi çekmeyen, hele vasat altı, oturmamış bir çizgiyle karşılaşırsam o çizgi romanı okuyamıyorum. Eserin kendisi ilginç mi derseniz, iddiasına karşın pek değil, ajitatif ve provakatif olmak istememiş, olabilir ve doğrusu da o bence, ne ki, mesafeli davrandığını düşünerek bana kalırsa asıl hikayesinden uzaklaşmış, albüm bittiğinde ne hikayenin odağındaki direnişi, ne soykırımı, ne de gazetecilik deneyimlerini tam olarak görmüş-okumuş olmuyoruz. 

Akademi İçin bir Rapor, Kafka'dan yapılmış bir uyarlama. Enerjik ve akıllı, iyi anlatılmış-iyi resmedilmiş bir albüm olmuş. Daha çok tiyatroya uyarlanan öykü, bana kalırsa Dönüşüm'den daha canlı bir anlatıdır, onun kadar bilinmemesini, insanın maymunla ilişkisinin popüler kültürde rağbet görmemesine, dinen tartışma yaratmasına, Darwin'in şaytanileştirilmesine bağlamak mümkün. Öyküyü, insanlaşmış bir maymun anlatıyor. Tatlı bir dile, akıllı mecazlara sahip, sınırları ihlal eden, insanlık (!) koşullarını parodileştiren, pragmatizmin işleyişini güzel betimleyen çıkarımları var. Gözden kaçmış bir grafik roman.

Pazar, Ağustos 25, 2024

Dijital Detoks

Akıllı telefonlar ve sosyal medya olmadan yaşayabilir miyiz? Soru matrak gibi duruyor ama mümkün olup olmadığı yıllardır konuşuluyor. İnstagram kapatılınca insanların yaşadığı iç sıkıntıyı bizzat gözlemledik, herkes birileriyle gırgır geçse de  yoksunluk çeken insanlara şahit olduk.

Bir süreliğine telefonlarını kapatan-hiç kullanmayan insanlar çok rahatladıklarından söz ediyorlar, psikoglardan da benzer tavsiyeler duyuyoruz Akıllı telefonların ve sosyal medyanın, hafızayı öldürdüğü, yaratıcılığı sönümlendirdiği, konuşmayı ve yüzyüze iletişim geberttiği filan anlatılıyor. 

Etrafınızda akıllı telefon kullanmayan, instagram ya da whatsup gibi mecralara bulaşmayan birileri vardır, azınlıktalar, ne kazandılar-kazanıyorlar belirsiz, Bana havuzdaki damlacıklar gibi geliyor... Kendimden örnekler vereyim, kredi kartı kullanmak istemiyorum ama iktisadi düzen buna göre işlemiyor, ne yapsanız, karşınıza çıkıyor, denedim biliyorum, limitini sınırlayarak yanınızda tutmak zorundasınız... Veya araba karşıtıyım, minimal bir hayat sürdürüyor, yürüyerek bir yaşam sürdürmeye çalışıyorum. Ne ki tatile gitmek, şehir değiştirmek, vakit kazanmak derken en azından yolcu olarak "araç" kullanmak zorunda kalıyorsunuz...

Çocuklar söz konusu olduğunda zarar ziyan bahsi çok konuşuluyor biliyorsunuz...Bir yaş sınırlaması getirilmesi, bir yasak konulması isteniyor filan... Her türlü yasağın arzuyu çoğalttığını biliyoruz... Oradan varılacak bir yer olduğunu düşünmüyorum.

Ama evet, dijital detoksun, azaltmanın, sınırlamanın farkındalığı artırmak bakımından faydası olabilir... Kullandığım mecraları iyicil ve olumlu yönleriyle sahiplenerek, gerisine muhalefet etmek bana doğru bir yön gibi geliyor.

 

Cumartesi, Ağustos 24, 2024

AlanDelon demişken

Sosyal medyada her birimiz öyle ya da böyle "gazete" çıkardığımız için hemen her konuda tepkimizi göstermek istiyor, günbegün bir şeyler "paylaşıyoruz". Aktüel siyasetin, küçük ve büyük faciaların, polemiklerin cenderesinde cebelleşiyoruz demek daha doğru. 

Ünlü biri öldüğünde ardından herkes kendi ölçüsünde iddialı ve romantik sözler sarfediyor, onu hayırla yadediyor ya da gerçek yüzünü ifşalıyor... Hiç şaşmadan, her ölünün arkasından bunları okuyor ya da tartışmanın aktörlerinden biri oluyoruz. 

İnternet öncesi popüler kültür daha uzun ömürlü olduğu için, o devirlerden kalma ikonlar daha derin ve ayrıntılı olarak "konuşuluyorlar". Yoksa istisnasız her şey bir hafta içinde unutuluyor.

Gündeme dair konuşmazsak, zamanı kaçırmış ya da yaşlanmış hissediyormuşuz. Bu konuda yapılan araştırmalar epeyce karışık şeyler söylüyor. Beğenilme arzusu duyarak çoğunluğa katılıyor ya da  dünyayla ilişkimize bağlı olarak o çoğunluğa muhalefet de ediyormuşuz. 

Popüler kültür ikonları, o kadar çok farklı kesim, sınıf, kültürel sermaye ve etnik toplulukça seviliyor ki, onlara gösterilen sempati ve hayranlığı tek bir nedenle açıklayabilmek mümkün olmuyor. Hele sinemada ve televizyonda ünlü olmuşlarsa... 

Geçtiğimiz hafta Alain Delon vefat etti, o da benzer biçimde tartışıldı, sosyal medya polemikleri içinde defnedildi. Neler yazıldı? İşte Delon, tipik bir sağcıydı, göçmen karşıtıydı, denyoydu, biseksüeldi, öküzün önde gideniydi, dünya kadar kadına haksızlık etti falan filan... Ama dehşet yakışıklıydı, şöyle jantiydi, mahallemizin abisiydi, hayvanları çok seviyordu şu bu... 

Delon gibi fiziken ayrıksı biri sinemada kaçınılmaz olarak star oldu, iyi adamı oynuyor, filmlerde etkileyici sözler ediyor, benzersiz aksiyonlar yaşıyor, güzel kadınlardan sevgilileri oluyor, iyilikle, aşkla gösteriyle pozla çarpıcı şeyler yapıyordu. Oysa hepsi sadece bir roldü, Alain Delon'un kendisi değildi. Herkesin bildiği bir şeyi anlatıyorum gibi geliyor değil mi? Ee diyeceksiniz, biz zaten bunu biliyoruz.

Bu filmleri çocukken kanarak izlediğinizi düşünün veya yine kanarak seyretmiş birilerinden dinlediğinizi... Onlarla büyüdüğünüzü... Alain Delon'un konuşulduğunu, fotoğraflarının dergilerde gazetelerde yayınlandığını, röportajlarını okuduğunuzu da ekleyin buna... Filmler, fotoğraflar, showlar, reklamlar vs hepsini ekleyin. Anlayacağınız Alain Delon, çoktaan kendisi değil gösterdiği-oynadığı olmuştur artık... 

Burada tuhaf bir körleşme, idrak kaybı yaşanır demek istiyorum. Seyredenler olarak o rollerle ilgili yaratılan haleye kapılır ve örneğin Delon'un tıpkı filmlerdeki oynadığı karakterler gibi birisi olduğunu sanmaya başlarız. Ayırt edemeyiz. 

Delon, gerçek hayatta tipik bir sağcı, illet bir denyo filan olsa da rol gereği bir devrimciyi, erdemli bir kahramanı oynadı, devrimci ya da ahlaken dürüst olması değil rolünü iyi oynaması yeterliydi. Yahu Adile Naşit'in bir cinsel hayatı yok muydu?

Şarkı güzelse, film iyiyse, rol etkileyiciyse, kitap şahaneyse... üreticileriyle onları ayırmak gerekiyor, ama bir türlü bunu yapamıyoruz. İyi baba rolünü iyi oynadı diye onun iyi baba olmasını beklemek zaten tuhaf...

Ha şunu kabul edebilirim, hayal ettiğimiz gibi olmadıklarını öğrendiğimizde hayal kırıklığına uğrayabiliriz. Ama babamız da, annemiz de, öğretmenimiz de sandığımız gibi biri değildir, şaşırırız,  büyüdüğümüz mahalle aslında boktandır, çocukken bayıldığımız roman pek de parlak değildir. İyi ki farkına varıyoruz ayrıca... Aslolan galiba zihni açık tutmak, idrak yollarında olana bitene dikkat kesilmek...

Cuma, Ağustos 23, 2024

Son Okuduklarım 93


Fabien Toulmé'nin son albümü Unutulmazlar, sıradan insanların kısa hayat hikayelerinden (an'larından) oluşuyor. İlk cildi olduğuna göre devamı da gelecek. Hikayeler, Toulmé'nin dünyayla kurduğu ilişkiye koşut biçimde iyimserler. Yanılgılara, hatalara, heba edilmiş zamanlara, kaçırılmış fırsatlara inat toparlanan, yeniden deneyen, daha doğru anlayan-farkına varan, başeden insanların hayat hikayelerini okuyoruz. Toulmé, yine sevdiği biçimde bu insanlarla tek tek konuşarak-görüşerek hikayelerini kurmuş. Emek verildiğini gösteren, işe sahicilik katan bir yöntemi var. Büyülü Gerzeklik, Tolga Hırsova'nın kısa hikayelerinden oluşan bir çizgi roman albümü. Sitkom havasında, iyimser, sakin kalmaya özen gösteren, iddiasızlık ölçüsünde bir iddiası olan değinmeler demek daha doğru. Çizgiyle anlaşılmayı kolaylaştıran pop-felsefi diyaloglar da denebilirdi....Albüm bittiğinde o yorum ve çıkarımlardan çok otobiyografik betimlemeler kalıyor geriye. Asıl o fasla yoğunlaşılması gerekiyormuş gibi geldi bana.

Pavil'in Sureti, Ursula Le Guin hikayelerini andırıyor, sakin ve yavaş akan fantastik bir dünya hikayesi okuyoruz. Kıyametvari bir gelecekten sonra kurulan yeni dinli bir toplumun gizemli temellerini keşfetmeye çalışan bir yabancıyı izliyoruz. Bir meraklı olmadığını, bir görevle geldiğini, bir "nebi-evliya" aradığını anlıyoruz filan. Vardığı yeri değil (bana sürpriz gelmedi çünkü)  ama akışı sevdim. Fırat Yaşa çalışmalarını seviyorsanız, nasıl bir grafik roman okuyacağınızı anlarsınız diyerek notumu bitireyim. ++ Frankofonlar, Napolyon'un Rusya Seferi'ni anlatmayı seviyorlar, bu trajik hezimeti güzel romantize ediyorlar. Hele üzerinden iki yüz yıl geçtikten sonra... Borodino Trompetçisi, sefere katılan masum yüzlü bir meleği andıran Vincent Bosse'nin hikayesini anlatıyor. Önemli bir farkla, Bosse yaşadıklarını, modern edebiyatın en güçlü yazarlarından birine, Tolstoy'a anlatıyor. Genel olarak kaotik bir sürükleniş görüyoruz, her defasında ölümün eşiğine gelip kurtarılan güzel yüzlü delikanlının farklı okumalara açık bir hikayesini okuyoruz. Akıllı ve dokunaklı bir grafik roman, renklerin ve "resmin" kullanılış biçimi eseri ayrıca derinleştirmiş. 

Perşembe, Ağustos 22, 2024

Seyrüsefer Defteri 162-163

++ Mou gaan dou (2002) potansiyelli, çok olaylı, karakterlere süre vermemiş derinleşmeleri için ama ilginç film (30 Temmuz).++ Twisters (2024) fırtınayı nasıl çekmişler diye izliyorsunuz, gerisi klişe zaten (29 Temmuz).++ The Decameron Sea1 Ep1 ve 2'yi seyrettim, güzelim hikayeleri bu hale getirenlere ahım var (28 Temmuz).++ Senaryo Kampı (21-28 Temmuz).++ Var Bunlar Sez2 Blm 11, 12 ve 13'ü seyrettim (20 Temmuz).++ The Deep End of the Ocean (1989) ilginç bir hikayesi var, o izlettiriyor, sonra derinleşemiyor (19 Temmuz).++ Die Nibelungen Kriemhilds Revenge (1924) Fritz Lang filmlerine devam, ilki kadar ilginç değil, ama sahne kurma mahareti ve devamlılığı devrinin çok çok ilerisinde (18 Temmuz).++ Die Nibelungen Siegfried (1924) devrinin iddialı filmlerinden, kılıçbaz türünün öncülerinden, kimi sahneler cidden başarılı (17 Temmuz).++ Var Bunlar Sez1 Blm 6, 7, 8, 9 ve 10'u seyrettim (16 Temmuz).++ Day Of The Outlaw (1959) son yarım saati dış mekan, bütün hikaye iç mekanda raconla ve vızvızla geçiyor, kış koşullarında kanunsuzlar diyarı (15 Temmuz).++ A Trip to the Moon (1902) filmi bilmekle birlikte seyretmemiştim, restore edilmiş versiyonu çok güzelmiş, mizahı abartısı şahaneymiş (13 Temmuz).++ Var Bunlar Sez2 Blm 1, 2, 3, 4 ve 5'i seyrettim (12 Temmuz).++ Taş Kağıt Makas Sez1 Blm 13 ve 14'ü seyrettim (9 Temmuz).++ Var Bunlar Sez1 Blm 11, 12 ve 13'ü seyrettim (7 Temmuz).++ Taş Kağıt Makas Sez1 Blm 11 ve 12'yi seyrettim (6 Temmuz).++ Var Bunlar Sez1 Blm 6, 7, 8, 9 ve 10'u seyrettim (4 Temmuz).++ Sleeping Dogs (2024) polisiye aurası gayet yerinde, finali çok belli ediyor ve finalde çözülüşü sağlayan ayrıntı saçma (3 Temmuz).++ Taş Kağıt Makas Sez1 Blm 9 ve 10'u seyrettim (1 Temmuz).++ Var Bunlar Sez1 Blm 1, 2, 3, 4 ve 5'i seyrettim (31 Haziran).++ Taş Kağıt Makas Sez1 Blm 7 ve 8'i seyrettim (30 Haziran).++ Senaryo kampı (22-29 Haziran).++ Taş Kağıt Makas Sez1 Blm5 ve 6'yı seyrettim (21 Haziran).++ Lohusa (2024) iyicil, kadın hikayesi olarak gayet başarılı, sınırlarını bilen bir film (20 Haziran).++ Yaşam Koçu (2024) tipik bir Doğu "skeci" olmuş (19 Haziran) ++Rimembeo: Adeul-ui Jeonjaeng Sea1 Ep3 ve 4'ü seyrettim (18 Haziran).++ Taş Kağıt Makas Sez1 Blm3 ve 4'ü seyrettim (17 Haziran).++ Tut Sözünü (2015) fikren bir holivut senaryosu aslında, potansiyeli varmış, başka türlü olabilirmiş, oyuncu enerjisiyle yürümüş (16 Haziran).++ Rimembeo: Adeul-ui Jeonjaeng Sea1 Ep1 ve 2'yi seyrettim (15 Haziran).++  Taş Kağıt Makas Sez1 Blm.1 ve 2'yi seyrettim (14 Haziran).++ Dom Zly (2009) başarılı bir kara film, polisiyesi, yerelliği, sıkışmışlığı gayet güçlü (13 Haziran).++ Hitman (2024) ilginç bir fikri var, o fikre yaklaştığında ilginçleşiyor, gel gör ki çok geveze ve şaşkın bir seyri var (9 Haziran).++ Mutluyuz (2023) garip bir Netflix kıvamı var, American mainstream komedisi gibi (8 Haziran) ++ Baby Reindeer Sea1 Ep.1 ve 2'yi seyrettim (7 Haziran).++ Wil (2o23) bir malzemesi var ama bir türlü ilerletemiyor, hikaye değil sahne anlatıyor (3 Haziran).++ Unfrosted (2023) patetik aslında, bu denli zeki bir yıldızın böyle bir "film" üretmesi insana dokunuyor, mesele vasatlık değil, kendisinin buna inanması (1 Haziran). + 



Salı, Ağustos 20, 2024

Nostalcisi İttihatçı

Münif Fehim çizgileriyle bir İstanbul hanımefendisi, otuzlu yıllarda çizilmiş, Yedigün dergisinin Eski İstanbul isimli bir yayınına kapak olmuş. Malum, nostalji, okuryazar ehli arasında gezinen, bir metropol ve modern zaman hissiyatıdır. Seküler Türkiye'nin, erken dönem cumhuriyetin kendine özgü bir nostaljisi var, o benim özellikle ilgimi çekiyor. 

Resmi ideolojide 1923 bir kırılma olarak görülür, geniş anlamıyla hilafet ve saltanat, dar anlamıyla Osmanlı epeyce dikkatli, bolca öfkeli, yer yer de hezeyanlı biçimde reddedilir. Ne ki, dil değişiminden sonra bizatihi rejimin inşacıları bir tür kayıp zaman, mazi özlemi çekmeye başlıyorlar. Yazdıkları dil kesin olarak değişiyor, düşünün o yöneticilerin çocukları ebeveynlerinin kültürlerini (babalarını-annelerini) anlayamaz hale geliyorlar. Sizi var eden kültürel sermaye berhava oluyor demek bu. Bizim entelektüellerimiz kültür temelli oldukları için bu değişim onları tahmin edilemeyecek ölçüde yaralıyor. 

Biliyorsunuz nostalji bir kayıp hissiyle-mazi özlemiyle başlar.  Yerine bir şey koymaları gerekiyor, Osmanlı'yı değil, İttihatçı modernleşmesiyle değişen İstanbul'u koyuyorlar. Hatırladıkları, yaşadıkları dönemden bir çeyrek asır öncesi aslına bakılırsa... 

Bir parantez açayım, ben modern ve yaygın nostaljinin, eğitim yoluyla resmileştirilmemişse,  hatırlama ömrünün, optimum ortalamasının yirmi beş yıl olduğuna inanırım, yani insanlar kırk yıl veya on yıl öncesine de özlem duyuyorlar ama bu daha sınırlı bir nostalji oluyor. Farklı kuşakların ortak paydası veya optimum ortalaması ise 25 yıl civarı çıkıyor, kesişim kümesi gibi düşünün. Geriye gittikçe insanların ilgisi ve bilgisi azalıyor çünkü. Popüler kültür de böyle işliyor. 

İttihatçı İstanbul'u ve gündelik yaşamı, gazetelerimizin nostalji mezesi olarak uzun yıllar kullanılıyor, pek dikkat çekmediğini düşünüyorum,  yetmişli yıllara kadar Ramazan sayfalarına bakılabilir örneğin. Konu çok uzunmuş, bu kadarla kalsın...

Not: Değinmesem olmaz, Münif Fehim kafes arkasındaki Osmanlı kadınını Batı Avrupa resminden etkilenerek çizmiş, düşeş ya da prenses resmi de olabilirmiş. Masum, temiz, asaletli, nezaketli, oturaklı bir havası olsun istemiş... Reşat Ekrem Koçu, "kafes arkası"nı şehevi biçimde arsızlık ve ahlaksızlıkla da anlatır. İki ucu var demek istiyorum. Bile isteye övülmesi istenmiş Fehim'den...

Pazartesi, Ağustos 19, 2024

Orhan Boran ve Yuki

Arada değindiğim olmuştur, bir süre Amerika'da da yaşayan portre karikatürcümüz Faruk Alpkurt'un Orhan Boran'a gönderdiği bir orijinal geçti elime... Bu türden hediyelerin sahaflara düşmesi, defalarca karşılaşsam da değişmiyor,  bir burukluk yaratıyor üzerimde. Yoksa, ne Boran ne de Alpkurt yaşıyor artık. Terekeleri dolanıyor ortalıkta.... Yazı çizi ile uğraşan herkesin başına gelecek olan da bu filan ama...

Alpkurt, Boran'ın radyoda popülerleşen, plakları çıkan, Altan Erbulak çizgileriyle çizgi roman dergisine dönüşen, sanıyorum bunu söylemek hiç yanlış olmaz, cumhuriyet tarihinin çocuklar için üretilmiş ilk kahramanı Yuki'yi de çizmiş... Yuki'yi yorumlamış demek daha doğru, çizimi Erbulak ile karşılaştırınca hafif ürkütücü gibi duruyor hatta. Boran'ın elindeki kadehten damlayan içkiyi içmeye çalışan hınzır ve hedonist bir cin sanki... 

Şahsen tanışıyorlar mıydı acaba, Orhan Boran'ın içki düşkünlüğü olduğunu biliyor muydu veya... Çünkü biliyorsa eğer, yan okumaları yapılabilecek bir yorum olmuş, Yuki ile yaratıcısı Boran arasındaki ilişkiyi, babasına karşı çocukluktan çıkmak isteyen bir çocuğun isyanı, çocuk kalmak istemeyen "oğulun" sınırları zorlaması, otoriteyi "yumruklaması" olarak okuyabiliriz. Efendi köle diyalektiği mi desem, oedipus kompleksi mi bilemedim... 

Alpkurt, düz bir yorum yapmış elbette, Yuki'nin bir kedi merakıyla içki damlalarıyla sarhoş olacağını hayal etmiş... Yaramaz çocuk ya... Ben abartıyorum diyelim. 
 

Pazar, Ağustos 18, 2024

Kulüp Rakısı

İhap Hulusi'ni ünlü reklam çalışmalarından biri, içki içmek yaşadığımız coğrafyada hayati bir çatışma ekseni olduğu için bu rakı etiketiyle de ilgili sayısız rivayet vardır. İçki içen iki beyfendiden biri Gazi hazretleri, diğeri de İsmet Bey olduğu iddia edilir mesela...Bu iki içki arkadaşı kimilerine göre elegantlığı kimileri için yozlaşmayı temsil eder, iyi ve kötü anlamlarda modernlerdir filan... 

Bilmeyenler olabilir, İhap Hulusi, kendisini ve yakın arkadaşı Fazıl Ahmet'i (Aykaç) çizmiştir. Lebon pastanesinde demlenirlermiş filan. En azından kendisi öyle söylemiş, hatta Fazıl Ahmet'i fotoğraflayarak çizmiş...


Gençliğimde rakı ile ilgili, rakıyı, masayı ve içicileri yücelten, narsistik sözleri ve çıkarımları dinlemeyi severdim. İşte "masada mal değil fikir beyanı yapılır" veya "masaya dansöz ve tef, gelirse eğer def edilir, zira orası raks yeri değildir" gibi şeyleri kastediyorum. Rivayete göre, ben hiç görmedim çünkü, Kulüp Rakısının üstünde bu türden dizeler, vecizeler yer alırmış. 

Rakı şöyle içilir, şunlarla içilmez, masada şu olur şu olmaz iddiaları...İnsanoğlu hep kural koymak, o kurallara uyanları itibarlandırmak istiyor. Pozu ve palavrayı ısrarla çoğaltıyor. Eğlenceli değil diyemem o ayrı...

Cumartesi, Ağustos 17, 2024

Grafik mizah derken...

Yakınlarda Turhan Selçuk'a ait bir evrak elime geçti, sanıyorum, dergilerden birinden kendisine yöneltilmiş bir soruya cevap olarak yazmış bunları.. Bağlamı ancak bu kadar biliyoruz, yazdıklarını aslına sadık kalmaya çalışarak aktarayım.

"Bu iki tanım arasında bir farklılık göremiyorum ben. Yalnız bir tanesi "durağanlığı" diğeri ise "eylem" ifadesini kapsıyor. Örneğin bir resimde veya doğadaki bir bir çizginin eğiliminde mizah unsuru görülebilir. Bu[rada] "çizgide mizah" var denebilir. Oysa çizgiyle mizah yapmak bir eylemin tanımıdır. Bunu da mizah çizeri gerçekleştirebilir. Batı'da "Grafic Humour" denir ki, karşılığı grafik mizahtır yaz da "çizgi mizah"tır. Tartışma konusu olabilir mi böyle bir şey? Ne değiştirilmek isteniyor?" 

Turhan Selçuk, yaptığı işleri karikatürden ve karikatürcülerden ayırmak istiyordu, onu anlıyorum ama bu meseleyi oldum olası karışık buluyorum. Bir farklılık vurgusu yapılıyor ama kastedilen grafik mizahın yerine karikatürü koyun ve metni bir kere daha okuyun...Karikatür, çizgiyle mizah yapmak değil mi? Sahiden daha net bir ayrımlara ihtiyaç var... 

Vesile oldu diyerek paylaştım, yoksa daha iddialı açıklamaları da oldu, aynı sorun oralarda da görülüyordu.
 

Cuma, Ağustos 16, 2024

Neo Osmanlı Yeni Türkiye

Abdülhamid ve Erdoğan, fes, semah, metropoldeki köyler, Ayasofya temaşası, okçular, Diriliş ve Payitaht dizileri, Osmanlı devlet arması, Milli İrade, İşyerine dönüştürülen camiler, Divan-ı Hikmet ve İskender Pala, cübbeler ve kaftanlar, Armine reklamları, bayraklar  ve bayraklar, dua ederken çeksene fotoğrafımı ricasıyla tekbirrrr kardeşlerim...

[Murat Bergi'nin Neo Osmanlı Yeni Türkiye fotoğraf albümünden ilhamla,,,Fotoğraf da onun çalışmalarından bir ayrıntı]

Perşembe, Ağustos 15, 2024

İkisibirarada

Çizgi: Berat Pekmezci

Brazz

Bedri Koraman'a ait olduğu söylenen eskizler aldım geçenlerde... Onun çizgileri ve üslubunu andırıyor ama yeğeni Mesut Yavuz da çizmiş olabilir. Bunu arkalı önlü çizilmiş sayfalardaki imzasına rağmen söylüyorum. 

Eskizlerin şöyle ilginç bir özelliği oluyor, çizimlerdeki arayışların yanında alınmış notlar görüyor-okuyorsunuz.. Bedri Koraman, bir iki kez daha yazdım, kategorik olarak bir Playboy-Dolce Vita çizeriydi, erotize ederek çizdiği kadınlarıyla, cinsellikle ilgili esprileriyle ünlüydü. Kenara not olarak ünlü bir porno video sitesinin adı yazılmış, kim yazmış yine bilmiyoruz. Olabilir elbette. 

İnsanlar ölünce, terekesi ister istemez dağıtılıyor, satılıyor...Terekeyi sahaflara devreden ailenin cesareti takdire şayanmış, silmek ya da sansürlemek yoluna gitmemişler.

Çarşamba, Ağustos 14, 2024

Son Okuduklarım 92

Gio'nun Türk Sinemasında 6 Yönetmen çalışması, format ve baskı olarak hoş bir kitapmış... O yıllarda o baskı ve estetiğe pek rastlanmıyor yayıncılıkta, muhtemelen geniş dağıtıma girmemiş, İstanbul'da sinemacı çevrelerinde paylaşılmış bir kitap olabilmiş. Okurken, Gio'nun kitaptaki cümlelerini sonraki sinema tarihi çalışmalarına taşıdığını anlıyorsunuz. Bu bakımdan yeni ve farklı değil kitap. Caveman, Tayyar Özkan'in ünlü çizgi dizisinin bir toplaması, koleksiyon cildi. Özkan, insanın temel içgüdüsünün seks iştahı ve şiddet olduğuna inanarak bu yönde espriler kullanan bir çizgicimiz. İnsanın insana, insanın doğaya ettiği zülüm hiç değişmedi türünden bir inanış taşıyor denebilir.

Bin Bir Buse, 1923-24 İstanbul'undan Erotik Bir Mecmua daha önce de yayımlanmıştı, bu kez baskısı yine iyi olmamakla birlikte görsel olarak daha zengin bir biçimde yinelenmiş... Kitabın özelliği, haliyle erotik edebiyatımızın sayılı örneklerinden birini derlemiş olması. Toplanan erotik hikayelerin müellifi belirsiz olsa da üslupve ilgileri nedeniyle Mehmet Rauf  tarafından yazıldığına inanılıyor. Irvin Cemil Schick kitaba iyi anlatılmış bir sunum yazmış, ufuk açıcı nitelikti bir önsöz olmuş. Erotik edebiyat, genel olarak ahlaksızlıkla özdeşleştirilir ama ben genel olarak türün toplumların ahlaken ferahladığı, siyasi ve ekonomik olarak güçlü olduğu zamanlarda üretildiğine inanırım. Hikayeleri birer fantezi sayarak geçmek eksik bir yorum olur. Aç mısın Kuzum, Donatın Masaları, Yeşilçam'ı-yerli sinemayı izleyerek, yeme-içme sahnelerinden sofralardan bir döküm yapmış... Fikir ilginç, çalışılmış ama derinleşmeyen-kolayca bağlamını yitirebilen bir "listeleme" olmuş. Şu filmde böyle bir sahne, bir diğerinde şöyle gibi yemekler üzerinden sıralanmış. Sosyal tarih, toplumsallık, dönemsel değişimler, yeme içme kültürünün değişimi filan her zaman akla gelmemiş, filmi anlatmak yeterli görülmüş. Editöryal olarak geliştirilmesi gerekiyormuş diyelim. 

Salı, Ağustos 13, 2024

Elinin körü

Yine Altan Erbulak'tan bir ayrıntı. Mizahçı yeniliğinden dolayı paylaştım, işte bir bilim adamı denekleri inceliyor, verdiği ilacın etkilerini karşılaştırıyor filan... Komik olan, ilacın argoyu çoğaltan ve küfürbazlaştıran etkisi. 

Şaşırtmak istemiş Erbulak, ters cevapları ve argoyu bu yönde kullanmış. Ciddiyetle, donuk,  herhangi bir şeyi söyler gibi, hatta robot gibi argolu-küfürlü konuşmak o yıllar için yeni bir espri... Ki bence halen öyle... Merhaba'ya "meraba" demek, sonuna "ulan" eklemek, veya kıpırtısız-mimiksiz duran kadının "elinin körü" demesi ellili yıllar için benzersiz bir "komiklik" taşıyor... 

Yanlış anlaşılmasın, tiyatroda o yıllarda var ama çizgicilerimizde yok.. Söz komiği ve kısmen hareket komiğine başvuruluyor ama böylesi bir tersileneme yapılmıyor demek istiyorum. Bizi gülmece bahsinde çok etkileyen feylesof olan Bergson, otomatikleşme gibi bir şeyden söz eder, gülmenin o mekaniğin bozulmasıyla gerçekleştiğine inanır, gülerken "makaraları koyvermek" denmesini buna bağlayabiliriz. Mizahın beklenmedikliği, bir gorilin "ulan" diye konuşması, ciddi bir "hanfendinin" elinin körü demesi gibi...

Ha bu arada "ulan" yazmak bile eleştirilerle karşılaşmak demek o yıllarda. Bu kısmı tahmin edebilirsiniz sanıyorum. Mizah yasak olandan beslenir, ulan'ı görmek-duymak-okumak, (otoriteye karşı) insanları güldürüyordu elbette...

Pazartesi, Ağustos 12, 2024

Kara Davut

Yukarıdaki görsel yüz yıl önce yayımlanmış popüler tefrika kahramanımız Kara Davut için yapılmış bir el ilanı...  İstanbul'da caddelerde dağıtıldığı anlaşılıyor. İlanda tefrikanın yazarı Nizamettin Nazif ile ilüstrasyonları kullanılan Münif Fehim'in resimlerine de yer verilmiş. 

Bugün Kara Davut'u kimse hatırlamıyor bile... Edebi vasatlığı, tahkiye olarak dağınıklığı bunda etken olabilir... Ama o günlerde özellikle gençlerin ilgisiyle yayınlandığı gazeteyi çok sattırdığı, serinin çok konuşulup takip edildiği biliniyor. Hatta çok anlatılan bir hikayesidir, Kara Davut, henüz "Fatih" olmamış şehzade Mehmet'e bir tokat atar da, neler neler olur, gazete önünde toplananlar, tehditler, bağırışlar çağırışlar yaşanır...

Benim ilgimi çeken dönemi için iddialı bir tanıtım yapılması oldu... Karşılığını bulmuş, Kara Davut çok satmış, gazetesini sattırmış çünkü... Bu reklamlar olmasaydı da bunu başarabilir miydi acaba... 

Bir tefrikanın popüler olabilmesi için bir networke dahil olması gerekiyor. Çok satan bir yayın bunun ön şartı, bir tanıtım sermayesi de bu paketin içinde yer alıyor. Tefrikanın konuşulması hayati bir koşul, bunu reklamla, çoğunluk değerleriyle uyumlu içeriğiyle sağlaması, merakın kışkırtılması, okurun manipüle edilmesi lazım... Kara Davut,  dönemi için hızlı ve iddialı bir hamasi hikayeydi, milliyetçi bir iştahı doyuruyordu. Popüler bir gazetede neşrediliyordu, e gördük, reklamıyla tanıtımıyla da uğraşılmış. 

Pazar, Ağustos 11, 2024

Avrupai

Ercüment Ekrem'in Güldüren Kitap isimli 1927 tarihli kitabının kapağı... Ratip Tahir çizmiş...Henüz yirmi üç yaşında... Kendine özgü çizgileri, görür görmez kim tarafından çizildiği anlaşılan üslubu oturmuş değil... O yıllarda Avrupa'da hakim çizgi biçemi neyse o havada bir şey çizmiş. Avrupai bulunmuştur mutlaka.

Bu havayı bir Alman ya da Fransız dergisinde de görebiliyorsunuz. Yirmili yılların ideal kadın ve erkeği böyle çiziliyordu diyorsunuz. Çağ estetiğini yakalamak-izlemek denebilir buna... Diğer yandan birörnekleştirici bir akıma kapılmak da vasatlaşmak demek. Piyasa üslubu belirliyor ama kendi olabilmek, kendine özgü bir tarzı piyasaya kabul ettirebilmek çok daha zor. Ratip Tahir bunu başarabilmiş...

Cumartesi, Ağustos 10, 2024

Efemine


Uzun yazmak gerekiyor, not düşmüş olayım, pantolon giyen ve sigara içen kadınlarla ilgili sayısız yazı ve karikatür var. "Kadınların erkekleşmesi" 1940-60 aralığında erkek yaratıcılarımızı epeyce meşgul etmiş olmalı ki biteviye konuşmuşlar, alay etmişler, eleştirmişler...

Tef'in kapağında iki erkeksi kadın, "kapak kızını" küçümsüyor: "Güzel olmasına güzel ama biraz efemine değil mi?"

Dünyaya farklı bakması ve muhalefet etmesi gereken bir mizah dergisi, kadınların görünürlüğünden ve meydan okuyuculuklarından, erkeklerle eşit olmalarından neden rahatsız olur ki... demek pek akıllıca değil. Başka bir zamanın mantığından ve iradesinden, tepkilerinden söz ediyoruz.

Mizah dergileri, çoğunluk değerlerine dayanarak varolurlar. Ellili yıllarda konuşulan ve kabul gören bir espriyi, tam da o zamanda kapağa taşıyıp yinelemişler.

Doğru ya da yanlış dediğimiz şeyleri iktidar üretir. Doğrunun ve yanlışın kaynağı olan iktidar, söylemi üretip çoğaltırken, meşrulaştırırken kendi varlığını da üretip çoğaltır, meşrulaştırır. Bir başka ifadeyle doğru ve yanlış, iktidarın parçasıdır, ihtiyacıdır. Tuhaf gelmesin, en az doğru kadar yanlış da iktidarın varlığını pekiştiren, yok edilmemesi gereken, ihtiyaç duyulan bir durumdur.

Popüler kültürse daha garip işliyor.

O gün için o kısa saçlı, sigara içen, pantolonlu kadın "yanlış", "düşman" ve doğru kadın modelinin karşıtıdır. Çoğunluk değerlerinin belirleyicisi olarak iktidar, hem o karşıtlığı onaylar hem de o karşıtlığın varolmasını ister.

Popüler kültürün garipliği de burada kendini gösteriyor. "Kötü" ve "yanlış" olan, arzu uyandırıyor ve ilgi çekiyor. O kısa saçlı erkeksi kadın zaman içinde normalleşiyor, ticaretin ve modanın parçasına dönüşüyor. "Kötü" ve "yanlış" olan, zaman içinde "iyi" ve "doğru" oluyor, forma değiştiriyor.

Kamusal alan tartışmalarında popüler kültürün işlev ve etkisi, "adam akıllı" akla getirilmiyor.

Pazar, Ağustos 04, 2024

Sıcak... Çok sıcak

Mıstık çizmiş, bir yaz karikatürü, 1959 yılından... Sıcaklarla "normal dışına çıkarak" ölmeyi-öldürmeyi ilişkilendirmiş... Çocukken sıcakların cinayetlerini artırdığına dair bize özgü inanış olduğunu keşfetmiş, ortaokulda günlüğüme filan yazmıştım. 

O yaşlarda bence asıl mesele iklim değil de kalabalıktı... İnsanlar çoğaldıkça kaynakları tüketiyor ve birbirleriyle yaşadıkları rekabeti ruhen kaldıramıyordu. Büyük laflar ettiğime bakmayın, taklit ediyordum, insan epeyce zaman taklit ederek öğrenir.

Cinayetin tek sebebi yok elbette, bir akademik disiplin olarak kriminoloji buna ciddi biçimde kafa yoruyor... Modern Psikoloji bunu zaten sürekli konuşuyor. Öldürme içgüdüsünü çocukluğa bağlayan da var, çevresel ve dönemsel koşullara dikkat çeken de... Polislerle konuşmuşluğum, "psikopat" diye kestirip atan epeycesini dinlemişliğim var...

Sıcakların cinayetleri artırdığını ispatlamak zor ama ömrü kısalttığı kesin...

Cumartesi, Ağustos 03, 2024

Marx Göğe Yükselirken


Kapital Manga’nın ilk bölümünde taşralı bir gencin, baba mesleği peynirciliği, zengin olma hırsıyla, endüstriyel bir üretime dönüştürme süreci anlatılıyordu. Kalfalıktan fabrika sahipliğine geçerken, çevresiyle ilişkileri değişiyor; rekabetçi piyasa koşulları karşısında inandığı değerlerin başkalaşması çeşitli yan hikâyelerle resmediliyordu. Örneğin çocukluk aşkının fahişelik yapmak zorunda kaldığını öğreniyor, gönlünü titreten bir başka kadının yatırımcı ortağı Daniel’in sevgilisi olmasını engelleyemiyordu. Babasıyla arasının bozulması, işçileri her defasında daha ağır koşullarda çalıştırmaktan hazzetmemesi, günbegün bozulan psikolojisinin eşliğinde ‘izleniyordu’. Doğrusu, politik bir hikâyede, hele ki Kapital uyarlamasında ‘hım hım eden bir öğreten adam’ yerine yan hikâyelerin kullanılmasını, soap opera kıvamını ve faş eden erkeklik krizini ilginç bulmuştum.

Bir devamlılık bekliyordum, yanılmışım. İkinci bölüm, yan hikâyeleri tamamlamayan ya da onları bütünüyle unutarak, bu bölüme özgü gerilimler çıkartan bir içerik taşıyor. İkinci bölümü, ‘bize’ bakarak Engels anlatıyor ki bu, Kapital özetinin tahkiyeyi alt etmesi anlamına geliyor. Örneğin kahramanın yaşadığı cinsel ve romantik gerilimler bu bölümde hiç hatırlanmıyor. Kadınlar hikâyeden bütünüyle çıkıyorlar. Mesele, erkekler arasında cereyan eden, ekonomi ve siyasetin konuşulduğu tipik bir Kapital prospektüsüne dönüşüyor. Tipik diyorum çünkü geçmişte ve yakın zamanlarda, Türkçede ya da başka dillerde yayınlanan Kapital uyarlamalarından pek bir farkı yok bu bölümlerin. Haksızlık etmeyeyim, bu kez Japon kırsalından (oysa Britanya’da geçiyordu hikâye) sıralanıyor tenakuzlar. Temel kavram ve yaklaşımlar gündelik hayatın içinden, basitleştirilerek ve mutlaka esprilerle betimlenir hep, yine öyle anlatılıyor. ‘Çocuklar veya halk anlayacak mı?’ gibi bir ebeveyn/öğretmen endişesiyle betimlendikleri için bu bölümleri çizgi roman değil resimli anlatım sayıyorum. Bir başka deyişle, ikinci bölümde uyarlamaya dair sadakat ve ideolojik hassasiyet kurguya galebe çalmış, barizleşmiş, niteliğini baştan ayağa eksiltmiş.

Yine de en azından finalde, sürekliliği olan, tansiyonu yüksek bir bölüm sahnelenmiş. İlk kitaptan tanıdığımız, suya daldırıldıkça ağırlığı artan paçavra gibi, yaşadıkça çaresizliği artan fabrika işçisi Karl, trajik bir cinayete tanık oluyor. Kıyametvari bir mali kriz esnasında, borçları yüzünden batmak üzere olan bir atölye sahibi, kasasındaki paralarla kaçmaya çalışan Banka sahibini bir sokak arasında öldürüyor. Karl, ölenle öldüreni umursamadan, katilden bankaya yatırdığı kadar parayı kendisine vermesini istiyor. Katil de bir sus payı gibi o paranın iki mislini kendisine uzatıyor. Böylelikle erdemli işçimiz, cinayeti görmezden gelerek ve parayı alıp kaçarak en önce dürüstlüğünü kaybediyor. Bu türden çelişkilerin resmedilmesi anlatıyı güçlü kılan nişler. Şaşmaz-sapmaz bir işçi klişesi olmaması gerçekçi. Diğer yandan Marx ve Engels’i göğe yükselen melekler gibi göstermek, endüstri öncesi üretimi ve ailevi dayanışmayı çözüm/kurtuluş yolu saymak gibi oldukça naif, saflığı sırıtan ve kolay zedelenebilecek bir son söz taşıyor kitap. Para kokan, müstehzi ve mağrur Daniel ile kendi kendine yeten, durgun bir yüzle dervişane konuşan Çiftçi/Peynirci Baba dışında herkesin mağlup olduğu bir hayat resmediliyor. Üstelik Marx, bize, kolektif değil açıkça bireyci bir mesaj vererek, kuşkuculuğu ve dirayeti elden bırakmamızı öneriyor. Kuşkuculuğa ve izaha diyeceğim yok ama uyarlama adına itirazlarım var.

Robin’in tehlikeli bir maceradan kurtulup babaevine dönmesiyle taçlanan, geleneği ihyacı bir iade-i itibar Kapital Manga’nın ana çizgisi olunca benim aklıma Marx’tan çok Polanyi geliyor. Ona göre, piyasa güçleri, ekonomiyi geleneksel toplumsal ilişkilerden koparınca insanlar cemiyet, etnik köken, din ya da dışlanmaya direnecek farklı kültürel temelleri esas alan bir dayanışma arayışına girerler. Polanyi, bireysel kazanç güdüsünün insan doğasının temel güdüsü olmadığını düşündüğü için maişetin çok farklı biçimlerde sağlanabileceğine inanır. Karşılıklı saygı temelinde toplumsal ilişkilerin ve medeniyetin değişebileceğini umut eder diyelim. Hal bu olunca, uyarlamayı yapanların her ne kadar Marksist kavramları refere etseler de başka saiklerle bir gelecek tasavvur ettiklerini düşünüyorum. Doğruluğunu hiç tartışmadan yazıyorum, hani Japonlar, geleneklerini yitirmeden modern olmayı başarabildiklerini düşünürler ya, uyarlama sahipleri bu resmi kanıya kendilerini kaptırmış görünüyorlar. Geleneklerimizi korursak, büyüklere olan sevgimizi, mesleğimize olan sadakatimizi yitirmezsek, bize hep çalışarak ve sırtını dönük vaziyette konuşan köylü gibi kapitalist arzulara direnebiliriz buna göre. Kapital söz konusu olunca öyle olmaması gerekiyor elbet. Edip Cansever’in dizesini hatırlatıyor ve yazıyı bitiriyorum: ‘Ben burada bir sıkıntıyım, atımdan iniyorum’.

[Bu yazı daha önce Radikal Kitap'ın 5 Şubat 2010 tarihli sayısında yer almıştı.]

Cuma, Ağustos 02, 2024

Ankara'ya yeni gelenlere

Liste gibi olmasın. İlk olarak bir Ankara döneri yesinler. Güvenlik’teki Mutlu Lokantası olabilir, Hoşdere’deki Çankaya Lokantası olabilir. Ulus’ta Uludağ’da İskender yesinler. Göksu’da rakı, Net Piknik’te bira içsinler. Orhan Veli’den Altındağ, Ahmet Arif’ten Karanfil Sokağı şiirini okusunlar. Kale’ye çıkıp gecekondulara baksınlar, “Lan Ankara ben geldim” desinler, Tunalı’da geleni geçeni seyretsinler. Aylaklık yapsınlar. Eski Ankara apartmanlarına bakınsınlar, hepsinin birer kedisi vardır, oradan bilsinler. Her yerde akasya görecekler, dikkat kesilip üzerlerindeki saksağanları izlesinler. Cinnah Caddesini yürüyerek çıkıp bana küfretsinler. Ayaş domatesi nedir bir sorsunlar. Romanlardan Yakup Kadri’nin Ankara’sı, Nahid Sırrı Örik’in Tersine Giden Yol, Esendal’ın Ayaşlı ve Kiracıları’nı,  Sevgi Sosyal’ın Yeni Şehirde Bir Öğle Vakti’ni okusunlar. Çok genç yazar var, yazıp çizdikleri var, onları arayıp bulsunlar… Fidayda oynasınlar… “Ya yok Ankara’da bi numara” demeye şimdiden alışsınlar…

İlüstrasyon: Uğur Erbaş

Perşembe, Ağustos 01, 2024

Son Okuduklarım 91

Junji İto, Japonya'da korku türünün önemli çizgi romancılarından biri. Çalışmaları dünyada hayli ilgi çekiyordu, bize de sirayet etti. Manga yerel piyasada ayrıca popülerleştiği-satar olduğu için çizgi romanları ardarda yayımlanıyor. Yakınlarda çıkan Osamu Dazai'den yaptığı bir uyarlama çalışması  bunlardan biri. Bizde İnsanlığımı Yitirirken ismiyle çıkan ünlü novella, bir insanın acılaşan, kötülüğe meyleden, yaptıklarından utanmakla birlikte başka türlüsünü de başaramayan, girdiği yoldan dönemeyen "düşkün" bir erkeğin hikayesini anlatır. İlk okuduğumda ismi "İnsan Müsveddesi" olabilirmiş diye düşünmüştüm. Romanın bu kadar uzun süre yaşaması ve giderek globalleşmesinde, iyilik-kötülükle ilgili kadim ve modern bir tartışma yapabilmesinin (bunu şehvet ve cinsel iştahla birarada anlatabilmesinin) büyük etkisi var gibi geliyor bana. Junji İto, romanı uyarlarken epeyce genişletmiş metni, anlatım biçimini ve tür sadakatini ziyadesiyle göstermiş, bana kalırsa romanın üstüne çıktığı bölümler de olmuş... Bunu fark ettiğim andan itibaren okuma seyrim değişti, ne yapmış-nasıl yapmış, nereye varacak diye merak ederek okudum. Albertin Temrini, isminden de tahmin edilebilir, Proust'un Kayıp Zamanın İzinde romanındaki Albertine karakteri hakkında.... Artistik bir deneme-yorum, zeka gösterisi, entelektüel bir mambo jambo da diyebilirdim. Albertine'in bir kadın ve lezbiyen değil, Proust'un şoförü olduğunu iddia ediyor mesela. Saçma bir başlangıç noktası gibi duruyor ama edebiyat magazini, şayia, malumatfuruşluk, dil oyunları ve etimoloji, gevezelik ve abartıyı güzel harmanlamış. Kendini okutan uçarı bir metin çıkmış ortaya. Meraklısına söyleyeyim, kitabı müzeden aldım...

Home to Stay, Ray Bradbury öykülerinden yapılmış çizgi roman uyarlamaları derlemesi, özel bir albüm. Seçkidekilerin tamamı, Çizgi roman tarihinde meydan okuyuşu ve hikaye anlatma biçimiyle radikal bir yeri olan EC Comics dergilerinde yayımlanmış. Bradbury ve EC Comics'in yanyana gelmesi şaşırtıcı değil aslında. Dünyaya benzer yerlerden bakan, zihin açıcı ve okurunu bilerek maruz bıraktıkları hikayelerle çığır açıcı yaratıcılar çünkü. Diğer yandan pek çok öykü, defalarca yorumlandığı için insana tanıdık geliyor, diğer yandan arkeoloji seviyorsanız, orijinin nasılmış görebiliyorsunuz, albüme ciddi bir emek verilmiş, güzel hazırlanmış, bizde bu düzeyde, bu zenginlikte kitaplar pek yapılamıyor. Şibumi, malum, serüven edebiyatının long seller klasiği, ülkemizde de çok okunan kitaplardan biri. Türe meraklı olup da gizemli yazarı Trevanian'ı konuşmayan  okur görmedim. Bugün çok anlaşılmayabilir ama Şibumi, serüven edebiyatını derinleştiren, kahramanları etlendiren bir kitaptı. Uyarlaması o ölçüde iddialı mı derseniz, evet cevabını vermemek haksızlık olur. Frankafon  havasını başta yadırgamıştım ama romanın yenilmez kahraman mitini, kendine hayran tarafını o çizgilerin yumuşattığını fark ettim. Sadakatli bir uyarlama olmuş ve hayli geniş-ferah anlatılmış... Bu yıl okuduğum en iyi edebiyat uyarlaması çizgi roman olabilir. 
Related Posts with Thumbnails