Pazartesi, Kasım 27, 2017
Pazar, Kasım 26, 2017
Son Okuduklarım 21
Perşembe, Kasım 23, 2017
Nostalji oldu
Merak eden yazıya şu linkten bakabilir.
Yazı şu sebeple ilgimi çekti, doksanlı yıllarda garip bir gazeteci kuşağı zuhur etmişti, Can Kozanoğlu, ünlü kitabı Pop Çağı Ateşi'nde güzelce anlatmıştı bu yeni seçkinleri, yeni hayat tarzlarını... Ertuğrul Özkök'ten Serdar Turgut'a, Mine Kırıkkanat'tan Güneri Cıvaoğlu'na bir sürü yazar, başka bir gezegende yaşıyor gibiydiler. Her gün "pazar yazısı" yazar gibi tuhaf bir şey yumurtlarlardı... Elitizm, hazcılık, Beyaz Türklük şu bu...Markalar, mekanlar, pozlar, gusto'lar, sloganlar, yuppiler...
Tiyatro eleştirmenini okuyunca onları hatırladım. O yıllarda kalmış, o yıllardan bugüne mumyalanmış gibi... Veya al koy o yılların Sabah gazetesine, Yeni Yüzyıl'ına kimse bu yazar gelecekten geldi demez...
Aradan yıllar geçmiş, hayır yahu, üzerimizden silindir geçmiş, siyaset değişmiş, Gezi yaşanmış, Ohal'deyiz, ortalık cayır cayır yanıyor... Yok, o sekiz vasıta değiştirerek tiyatroya gitmemeliymiş derdinde...Sahiden zaman durmuş bu arkadaş için....Yeni Yüzyıl kapanmış, Sabah el değiştirmiş filan söylemek lazım.
Çarşamba, Kasım 22, 2017
Perşembe, Kasım 16, 2017
2017'nın En İlgi Çekici Romanları
Her sene olduğu gibi, İdefix'ten yine sordular, yine oflaya puflaya bir liste çıkardım. Meraklsı için uyarayım, benden kaynaklanan iki nedenle
eksik bir liste bu. Birincisi, bu tür listelemelerde çalıştığım yayınevinden,
İletişim'den kitap almıyorum. İkincisi, Türkçe edebiyat editörlüğü yaptığım
için Türkçe edebiyatla ilgili bir seçim yapmıyorum.
Ian McEwan- Fındık Kabuğu- YKY
Jean-Louis Fournier- Kuzeyli Annem –YKY
Zaven Biberyan- Meteliksiz Aşıklar - Aras
Ursula K.Le Guin- Anlatış- İthaki
Isabel Allende-Japon Sevgili- Can
Margaret Atwood - Cadı Tohumu- Doğan Kitap
William Maxwell- Hadi Yarın Görüşürüz- Jaguar
Tanizaki-Bir Kedi, Bir Adam, İki Kadın- Jaguar
Eduardo Galeano-Hikaye Avcısı- Sel
Paul Auster -4 3 2 1 - Can
Çarşamba, Kasım 15, 2017
Çizgilere Derkenar 7
Serteller ve Tan ile ilgili bir Cemal Nadir karikatürü. Tan gazetesi,
özellikle son büyük savaş sırasında demokrasi taraftarlığı yapmış, memleket
tarihinde sıklıkla tekrarlandığı üzre komünist olarak yaftalanmıştır. Karikatür,
Akbaba’da çıkmış, her devrin adamı olan Yusuf Ziya Ortaç’ın dergisinde. Espri
ona ait olabilir ama altında Cemal Nadir'in imzası var. Cemal Nadir’in solcu
karşıtlığı, anti-komünistliği nedense pek hatırlanmıyor. CHP’li Cemal Nadir ile
DP’li Ramiz Gökçe’nin solcular karşısında tek bir farkı yok halbuki. Laf uzamasın, Tan gazetesinin devlet eliyle
linççi bir kalabalık tarafından tahrip edildiği, çıkamaz hale getirildiği,
yerle bir edilmesine karşın “halkı tahrik ettiği” iddiasıyla karşı davalar
açıldığı bir süreçteyiz. Bu karikatür o
süreçte çıkmış, taraf olmuş. Şu veya bu nedenle, Cemal Nadir, Babıali'de esen
linçci rüzgara kapılanlardan biri olmuş...
Zekeriya Sertel soruyor, "Nereye gidiyoruz Sabiha?", cevap
"altımdaki ata sor"... atın kuyruğunu tutmaya çalışan ise cimriliği
ile tanınan gazete ortaklarından Halil Lütfi Dördüncü... Kızıl at, nereye
götürürse oraya gidebilirler ancak... Kendi tavır ve düşünceleri olabilir mi
ki...
Atın cinsiyetine dikkat edin diyerek lafı bağlıyorum.
1959 yılında Demokrat Partinin basın üzerinde sansürü artmış, kimi
gazeteler boş sütunlarla çıkıyorlar. Karşılıklı bir inatlaşma yaşanıyor,
kimilerinin bu boş sütunlarla gururlandıkları da görülüyor. O dönemde Altan
Erbulak yukarıdaki karikatürü çiziyor. Alt yazı-lejand ne kadar okunuyor
bilemediğim için aktarayım, karikatürist yazı işlerine gidip önceden
hazırladığı karikatürlerini veriyor ve “Al Şef! Ben seyahate çıkıyorum. 10 tane
zamma, 7 tane pahalılığa, 9 tane et davasına ait karikatür yaptım, gün aşırı
kullanırsınız” diyor.
Karikatürün o günlerde yaşanan hava ile bir ilgisi olup olmadığını
düşünüyor insan ister istemez. Erbulak, birinci sayfa karikatürleri çizse de
aslında siyasetle sınırlı ilgisi olan karikatürcülerden. Gündemle doğrudan
ilişkisi yok desem ona haksızlık etmiş olmam, Erbulak biraz mesleki bir
bıkkınlıkla, çokça da hayatın değişmezliğine ilişkin bir eleştiri yapıyor
karikatürde. Gündelik gazetelerdeki siyasi karikatürün ister istemez tekrara
dayandığını da vurguluyor.
Saçma ama neden olmasın? Sanırım Fellini söylemişti, “fikir güzelse
mantığı pencereden dışarı atarım”. Yukarıdaki kapağı ilk gördüğümde ister
istemez gülümsemiştim, “yok artık” mealinde. Sonra “Kazanın doğurduğuna
inanıyorsun da…” misali Süpermen’in uçtuğuna inanıyorsun da şu gözüpek pilotun
süratle giden uçakta, tek elle tutunup geriye, kendisine kurşun yağdıran düşman
uçağına altıpatlarla saydırmasına niye inanmıyorsun dedim. Her hikâye bir dünya
inşa eder ve biz “mimarın” maharetine bağlanarak seyreyleriz. Güzelse eğer
mantığı çöpe attığımızı fark etmeyiz bile.
İçinde doğup büyüdüğümüz kültürel aura, kanarak sevdiğimiz popüler hikâyeler ve mevcut anlatım biçimleri saçmaya ya da inandırıcı olmayana dair kodları belirler. Luke Skywalker, ata biner gibi kullandığı uzay aracının üzerinde benzer bir gösteri yapabilir ama biz bu pilota bakarken “hadi canım” diyerek burun kıvırabiliriz. Çünkü o uçak eskimiştir, bugünün popüler belirleyicilerine ve hayatımıza denk düşmez. “Gerçeğin” kodları herneyse onu çağırırız hemen.
İçinde doğup büyüdüğümüz kültürel aura, kanarak sevdiğimiz popüler hikâyeler ve mevcut anlatım biçimleri saçmaya ya da inandırıcı olmayana dair kodları belirler. Luke Skywalker, ata biner gibi kullandığı uzay aracının üzerinde benzer bir gösteri yapabilir ama biz bu pilota bakarken “hadi canım” diyerek burun kıvırabiliriz. Çünkü o uçak eskimiştir, bugünün popüler belirleyicilerine ve hayatımıza denk düşmez. “Gerçeğin” kodları herneyse onu çağırırız hemen.
Barry Gifford, David Lynch’in Wild at Heart (Vahşi Duygular)
filmiyle popüler olan bir romancı. Lynch ile sonraları da çalışan Gifford
radikal Amerikan edebiyatının bilinen isimlerinden. Ayrıca sinemaya da
uyarlanan Perdita Durango, Wild at Heart filminde Isabella Rosselini’nin
canlandırdığı yan tiplemelerden biriydi. Perdita Durango’nun Wild at Heart,
True Romance ya da Natural Born Killers gibi popüler filmlerin suçlu Romeo-Juliet’lerine
benzer bir hikâyesi var. Hollywood gibi anaakım bir mecra dışında
hikâyeleştirildiği için daha sert ve marjinal bir içeriğe sahip. Perdita
Durango hemen her şeyi yapabilecek ölçüde tehlikeli bir kadın, yoluna
çıkan erkekleri harcamak da üstüne yok. Üstelik çok da hak verilebilir bir
geçmiş hikâyesi yok. Kısa süreli sevgilileri oluyor, hikâyede karşılaştığı her
erkeğe seks öneriyor örneğin. Belli amacı olan seri katillerden sayılamaz.
Amerikan ahlakından ve Ortodoks alışkanlıklardan rahatsızlık duyduğunu açıkça
söylüyor ama yaptıklarını bir rövanşizm olarak görmek abartılı olur. Perdita
Durango, günü yaşayan bir suçlu. Ona sempati duymamızı gerektirecek bir
tutarlılık taşımıyor. Siyah bir erkekle birlikte olduğu için kabilesi
tarafından öldürülen Kızılderili kız hikâyesini duyduğunda hemen gidip bir
Kızılderili erkeği önce baştan çıkarıyor sonra kafasını kesiyor. Duyduklarının
doğru olup olmamasından çok onun o an için hissettikleri önemli.
Scott Gillis memleket okurunun alışkın olmadığı çizgilere sahip. Bob Callahan’ın yan hikâyelerle gelişen senaryosunu güçlendiren kareleri var. Anlatılan hikâyeyi imleyen (derinleştiren) imgeler kullanıyor. Çizgisindeki farklılık çiniyi kullanma biçiminde. Deseninden çok çinisi dikkat çekiyor. Geçmişi hatırlatan “fotoğraflar”, halüsinasyon ve rüya illüstrasyonlarıyla uğraştığı çalışmanın bütününden anlaşılıyor. Gillis, “ya sev ya terk et” türü çizerlerden; soğuk, mesafeli, kendini okurdan uzak tutan üreticilerden. Perdita Durango, Türkçede yayınlanan ilk grafik romanlardan. Az bulunur olması, okunmasını şart koşuyor.
Scott Gillis memleket okurunun alışkın olmadığı çizgilere sahip. Bob Callahan’ın yan hikâyelerle gelişen senaryosunu güçlendiren kareleri var. Anlatılan hikâyeyi imleyen (derinleştiren) imgeler kullanıyor. Çizgisindeki farklılık çiniyi kullanma biçiminde. Deseninden çok çinisi dikkat çekiyor. Geçmişi hatırlatan “fotoğraflar”, halüsinasyon ve rüya illüstrasyonlarıyla uğraştığı çalışmanın bütününden anlaşılıyor. Gillis, “ya sev ya terk et” türü çizerlerden; soğuk, mesafeli, kendini okurdan uzak tutan üreticilerden. Perdita Durango, Türkçede yayınlanan ilk grafik romanlardan. Az bulunur olması, okunmasını şart koşuyor.
Salı, Kasım 14, 2017
Yazı Atölyesi 4.dönem
Pazartesi, Kasım 13, 2017
Dağların Adamı Barnabo
İtalyan Kafka’sı, İtalya’nın Varoluşçu yazarı, büyülü gerçekçi edebiyatın simgesi gibi biçimlerde takdim edilen Dino Buzzati (1906-72), Türkçede en çok Tatar Çölü (İletişim Yayınları, 1991) romanıyla tanınıyor. Farklı adlarla defalarca yayınlanan hikâyeleri (ör. Colombre, Can Yayınları, 2007), bir masal kitabı (Ayılar Baskını, Milliyet Yayınları, 1995) ve bir başka romanı (Bir Aşk, Günebakan Yayınları, 1975) daha var ama hiçbirisi Tatar Çölü kadar konuşulmuş, ilgi çekmiş değil. Bu konuda yalnız değiliz, Tatar Çölü otuza yakın dile çevrilmiş durumda. Buzzati, dünya edebiyatında Giovanni Drogo karakterinin sürüklediği romanıyla hatırlanıyor. Dağları Adamı Barnabo, Buzzati’nin 1933 tarihli ilk romanı (Timaş, 2010, Çev.Elçin Kumru) .
[Bu yazı, ilk kez 28 Mayıs 2010 tarihli Radikal Kitap sayısında yer almıştı.]
Cumartesi, Kasım 11, 2017
Crumb, Tekvin’i Niye Çizdi?
The Guardian birkaç yıl önce Crumb’ı ayrıntılı olarak anlatan bir yazı dizisi yayınlamış ve şu spotlarla sunmuştu: “60’ların hippilerinden 90’ların film yapımcılarına ve 21. yüzyıl küratorlerine, her nesil seks saplantılı, beşeriyet düşmanı Rober Crumb’ı yeniden keşfediyor”. Aynı sayfalarda eleştirmen Simon Hattenstone, “Crumb kırk yıldır en aşağılık arzularımızı çiziyor. O profesyonel bir sapık, çizgilerinde boy gösteren utanmaz bir canavar” diye yazmıştı. Kendisi gibi çizer olan karısı Aline’e göre, gülerek söylediğine bakmayın, “cinsiyetçi, ırkçı, Yahudi, kadın düşmanı” olan birinden söz ediyoruz. Altmışlı yılların ortasından beri çiziyor, bir aralar LSD bağımlısıydı, her türlü otoriteye karşı çıkan çalışmalar yayınladı. İri kıyım kadınlar, abazan erkekler, edebsiz edebiyat, grotesk olan her şey hikâyelerinde yer aldı. Kendinden sonra gelen kuşakları -bizdeki çizerleri dahi- derinden etkiledi. Bugün Grafik Roman adlı bir ardışık sanattan söz ediliyorsa Crumb’ın sahiden katkısı büyüktür. Samimiyetle saplantılarını, açmazlarını resmetti. Devlet, kilise, bürokrasi, polis, politikacılar, ebeveynler, aile başta olmak üzere bütün emredenlerle alay etti. Küçük bir anekdot aktarmalıyım, çizgilerini ve neler anlattığını bilenleri şaşırtmayacaktır: Janis Joplin ve Robert Crumb birbirleriyle tanışmak istiyormuş, ortak bir dostları varmış. Davulcu Dave Getz de Crumb’ın onlar için bir albüm kapağı yapıp yapamayacağını merak ediyormuş. Ortak dostları konuyu Crumb’a açınca Crumb, “Tamam, albüm kapağınızı yaparım, ama tek şartım, Janis’le tanıştığım zaman göğsünü mıncıklamak istiyorum” demiş. Albüm çıktıktan sonra verilen bir partide Joplin’le Crumb tanıştırılmış. Crumb, Joplin’in göğsüne yönelmiş ve arzusunu aynen dediği gibi hitama erdirmiş. Joplin, Crumb’a bakıp “Ah, tatlım” demiş. Bu Crumb’ın çok hoşuna gitmiş. Başa dönelim, evet böylesine ergen zekâlı, arzularına gem vuramayan ve ne yalan söylemeli komik, hınzır ve “ahlaksız” biri Tekvin’i çizgi romana uyarlıyor. Vallahi neden diyeceğim, ama kesin cevabını bilmiyorum.
Geçen yaz başlarında ilk kez, Crumb’ın böylesi bir uyarlama üzerinde çalıştığı haberi çıkmıştı. Kendi adıma ironik, eleştirel bir hikâye olacağını düşünmüştüm. Neredeyse eş zamanlı olarak yayıncısı, benim gibi düşünenleri ters köşeye yatırdı: Hayır, Crumb bütünüyle aslına sadık bir uyarlama yapıyordu. Doğrusu kitap çıkana kadar bu sadakat iddiasını ciddiye al(a)madım. Üstelik Tekvin, epeyce zürriyet meselesiyle ilgili olduğu için başka çizer ve mizahçılar tarafından hicvedilmiştir. Velâkin, albüm çıktığında gördük, Crumb yaratılışın ilk 50 bapını bire bir uyarlamış. Bol isim ve aile seceresi vardır, onları dahi o sevimli kaligrafisiyle aktarmış. Âdem ile Havva’nın kandırılmaları, ağaçtaki meyveyi yediklerinde çıplak olduklarını fark etmeleri, örtünmeleri, utanmayı öğrenmeleriyle başlıyor albüm. Habil’in cinayeti, İbrahim’in İsak’ı kurban etme ritüeli, Lut’un kızlarıyla sevişmesi, Sodom ve Gomorra üzerine yağan kükürt ve ateş, Rebeka, Yakup, Hacer, Nuh vd. Gerçekten iddia edildiği gibi sadakatle anlatmış yazılanları. Yine de bir ilginçlikten söz edilebilir: Tekvin’de geçtiği biçimde aktarayım “Tanrı adamı yarattığı günde, onu Tanrı benzeyişinde yaptı”. Crumb, asıl olarak Tanrı’yı çizmiş, öfkelenen, cezalandıran, akıl veren ve plan yapan biri olarak resmetmiş onu. Hakkını yemeyelim, cinsellikle ilgili ölçülü davrandığı, hele geçmiş işleriyle kıyaslandığında hayli sakınarak çizdiği iddia edilebilir ama bu uyarlama yine de her ülkede yayınlanamaz.
Crumb’ın bu uyarlamayı yapmak istemesi, sadakat göstermesi dilimizdeki klişe karşılığıyla “hidayete erdiğini” mi gösteriyor. Bir yaşlanma emaresi, pişmanlık içeren bir hezeyan ya da af dileme mi? Global ölçekli bir din ilgisinin sonucu olarak değerlendirilebilir mi veya. Sanıyorum, Crumb’ın ilk olarak ilgisini çeken şey, sapkın şöhretini bilerek yapılan uyarlama teklifi olması. Bunun cezbedici ve meydan okuyucu bir yönü olduğu muhakkak. Sadakati, profesyonelliğin bir parçası olarak görerek sorun etmemiş, bu da anlaşılıyor. Kafka ya da Bukowski uyarlaması yaparken de benzer bir itina göstermişti. Crumb, albüm hakkında konuşurken agnostik olduğunu söylemiş, anlattıklarından anlayabildiğim kadarıyla dinlere olmasa bile Tanrıya inanan biri. Israrcı da değil, hep öyleydi zaten, başka yönlere ilgi gösterdi çoğu zaman. Yoğunlaşmalardan sıkıldı, “Tanrı”yı uzun uzadıya konuşabilecek biri olmadı. Belki bu konu açıldığında yine ailesinden söz edebilirdi veya dönüp dolaşıp Amerika’ya olan nefretini anlatabilirdi, konuyu başka taraflara çekerek bile isteye dağıtırdı.
Crumb, Tekvin'i resimleme
nedenlerinden biri olarak anlatılan hikayelerin ilginçliğini göstermiş, işe
başlarken-ki bunu sonradan söylüyor, cinsellik ve şiddet dolu bir hiciv
çıkarmaya niyetliymiş ama çalıştıkça bunu yapmasına gerek kalmadığını metinde
bu ögelerin ziyadesiyle yer aldığını fark etmiş filan. İnsan, ister istemez
Crumb’un üretimlerine bakıyor ve Tekvin’le kıyaslıyor, gözle görülebilir bir fark
olduğunu hemen anlıyorsunuz. Tekvin, geçmiş işlerine kıyasla hayli “politically
correct” bir çalışma. O sebeple epeyce yuvarlak ve ihtiyatlı konuşmuş dememiz
gerekiyor.
Başka bir soru: mesele, Tekvin’i asla okumayacak ya da önemsemeyecek
Crumb okurlarına Tekvin’i okutmak veya bir biçimde Tekvin’i konuşulur kılmak
olabilir mi? Olmaz demiyorum ama bunun çok etkili olduğunu düşünmüyorum. Neyi
amaçlarsanız amaçlayın bir popüler kültür ürününün nasıl tüketildiği önemlidir,
amacı ne olursa olsun, başka bir bağlama sapılması mümkündür çünkü. Tekvin
çizgi romanıyla ilgili yorumlarda Crumb’ın geçmişinin belirleyici olduğu
anlaşılıyor. En çok Tekvin’de resmedilmiş kadınlardan söz ediliyor örneğin.
Okurlar devraldıkları ve alışkın oldukları hınzırlıkları yeniden
belirginleştiriyorlar.
[Bu yazı ilk kez Birgün Kitap’ın 29.5.2010 tarihli yazısında yer aldı, blogta tekrar yayımlarken bir kez daha elden geçirdim. Yazıda yer alan alıntı ve anekdotları Serüvenci arkadaşlarımdan Şenol (Bezci) ve Can'a (Yalçınkaya) borçluyum.]
Etiketler:
Birgün Kitap,
çizgi roman,
Kitap,
mizah
Perşembe, Kasım 09, 2017
Gececi
Çarşamba, Kasım 08, 2017
Çizgilere Derkenar 6
Şimdi soru şu: bu sayfa anlatım olarak uzatılmış mı yoksa görselliğe yüklenerek güçlendirilmiş mi?
Bizim çizgi romanımız yakın zamana kadar yazı ağırlıklı oldu, bir başka deyişle Hal Foster'in bol yazılı üretimlerine benzer bir nitelikte çalışmalar yayımlandı. Resimle zaten gösterilen sahneler ayrıca yazıyla da anlatılıyordu. Aşağıdaki Tarkan sayfasını incelerseniz, sayfanın o üst yazılar olmadan da anlaşılacağını görebiliyorsunuz. Sezgin Burak, okurun anlamayacağını düşünerek o yazıları "pekiştirmek" adına eklermiş. Suat Yalaz, "bakılıp" geçilmek değil "okunmak" istediğini söylemişti bana. Sonraki yıllarda Karaoğlan'ı metin ağırlıklı başka bir formatta da yayımladı. Kendi deyişiyle "resimli roman" değil "Yaşar Kemal havasında bir roman" yapmak istedi Karaoğlan'ı.
Cumartesi, Kasım 04, 2017
Sinemanın İstanbul'da İlk Yılları
Sinemanın memleketteki ilk günleri, karmaşası, temaşası,
şayia ve iştahı… Kalabalığı ve seyrekliği, ara durakları… Mekânlar, işletmeler,
ilk gösterimler, isimler ve teferruatlar…
Nezih Erdoğan, sinemanın İstanbul’daki ilk günlerini anlatıyor, arkeolojik
bir kazıyı andıran titizlikle, sabır ve emek isteyen bir tutkuyla kayıp bir
geçmişin izinden gidiyor.
Sinemanın İstanbul’daki İlk Yılları, modernleşme tarihimizin seyir ve
sinemayla gelen büyük dönüşümünü resmediyor. Bir başvuru kitabından fazlası.
Cuma, Kasım 03, 2017
Temel Reis ve Safinaz
Mannion, başka türlü bir Safinaz çizmiş, büyük buluş değil ama bana ilginç geldi. Niye ilginç geldi diye düşündüm, Çizgi güzel-kıvrak ve sevimli. Eskiyle yeniyi güzel harmanlamış ama aslına bakarsanız bambaşka bir şey yapmamış. Kadınların güzel, erkeklerin çirkin çizildiği genel bir aura vardır, hafif erotik ve erkek gözlü, tam da ona uyarlanmış.
Bana ilginç gelmesinin nedeni galiba bir parça nostaljiye kapılmam, o ters köşenin farkına varmam.
Bir ilüstrasyon nasıl ilgi çeker? Güzel çizilmesi, bir cazibe yaratması filan onları elde bir sayalım. Olmazsa olmazları hemen geçelim. Galiba biraz zihin açıcı, biraz esprili, biraz ironik olması gerekiyor, konuşulabilmesi gerekiyor. Mannion bunu başarmış.
Avuntular
Yalnız yenilen yemekler, kuytular, bulanık camlar,
parçalı bulutlu havalar. Kalabalıklardan geriye kalan sessizlikler, beton
tepelerin iniltisi.
Ömer Arslan, sessizce geçip giden insanları anlatıyor, her gün bir
şeylerle avunan insanları… Günün yorgunluğunu.
Avuntular,
taze bir iç dökme öykümüze, tutsaklık parçaları, unufak.
Perşembe, Kasım 02, 2017
Seyrüsefer Defteri 87
Atomic Blonde (2017)
beklediğimden iyi çıktı, eli yüzü düzgün aksiyon olmuş, narsistik kahraman
edasını da iyi vermişler (31 Ekim).++ Jungle (2017)
bir doğa hikayesi ama üstüne sos olsun diye bir şeyler katılmış, onlar da
hikayeyi düşürmüş (30 Ekim). ++ Mindhunter Sea1
Ep.3 ve 4'ü seyrettim (29 Ekim). ++ Maudie (2016)
ressamın hikâyesi şaşırtıcı, iyi oyunculuk var, iddiası da o zaten (28 Ekim). ++ Leatherface (2017) bir kalabalığı var,
şaşırtmaya ve dehşete koşuyor (27 Ekim). ++ Les
Innocents (2016) kimi sahnelerin duygusal eşiği çok başarılı ama
geneli Sezar ödülü klişeleriyle dolu (26 Ekim). ++
Mindhunter Sea1 Ep.1 ve 2'yi seyrettim (25 Ekim). ++Killing Ground (2016) öyle kafana göre
ıssıza, doğaya, ormana gidersen seni öperler paranoyasının bilmem kaçıncı
bölümü (24 Ekim). ++ İstanbul yolculuğu (23
Ekim). ++ Puncture (2011) bir tempo
sorunu var, finali itibariyle başka türden bir gerilime girmeliymiş (22 Ekim). ++ Preacher Sea2 Ep.5 ve 6'yı seyrettim (21
Ekim). ++ Room 104 Sea1 Ep. 9, 10, 11
ve 12'yi seyrettim (20 Ekim). ++ L'amour Fou (2010)
Yves Saint Laurent belgeseli, ileri geri sıçrayışları, topu çevirişi değişik
(19 Ekim). ++ Keşanlı Ali Destanı (1964)
oyun güzel filmi kurtarır denmiş, hızlı çekildiğinden sinematografisi zayıf (18
Ekim). ++ Ich und Kaminski (2015) film
ilerledikçe sarkastik tutum kayboluyor, bence bu tutum ta baştan o kıvamda
tutulsa film büyürmüş (17 Ekim). ++The
Intervention (2016) bir naifliği var, ne et ne balık ama sakince
seyrediyorsunuz (16 Ekim). ++Maaile Cingöz Recai'ye gittik, Guy Ritchie nefesi, Onur
Ünlü'nün sallanan yakın çekimleri, Lapitak topuk çatlak kremi (15 Ekim). ++ The Invisible Woman (2013) ilginç ama bi
şey eksik, ne eksik bilemedim, çok mu "belge" aşkına kapılmışlar (14
Ekim). ++ L'ombre des femmes (2015) bana
hikâyesi, iddiası, rengi sahici gelmedi (13 Ekim). ++ My Cousin Rachel (2017) finaldeki twist klişeyi bozmuş (12
Ekim). ++ Funda ile Darbereye Elly'e (2009)
gittik, güzel film (11 Ekim).++Preacher Sea2
Ep.3 ve 4'ü seyrettim (10 Ekim).++ Le Journal D'une
femme de Chambre (2015) Fransızların sevdiği romanlardan, kaçıncı
uyarlaması bilmiyorum ama Bunuel uyarlamasının (1964) çok gerisinde (9 Ekim). ++ Blanka (2015) dokümanter havası var, bir yere
varmıyor, çocuklar ve yoksulluk, Filipinlere Capon bakışı (8 Ekim).++ Words and Pictures (2013) yaşlanıyorum,
başarılı bir aşk hikayesi, edebiyat magazini de iyi (7 Ekim).++ Mal de pierres (2016) güzel film, ilham verici
bir tutku hikâyesi (6 Ekim). ++ The Thomas Crown
Affair (1968) benzer filmlerde artık Cruise oynuyor ve ne kadar
silikon kalıyor. Meraklısı için "böyledir gişe filmleri" reçetesi,
kurgu, eş zamanlı sahneler vs... yine de güzel sahneler var (5 Ekim).++O Lobo atras da Porta (2013) kararsız kaldım,
gerilimle başlıyor, düz yola iniyor, Brezilya'dan kara film (4 Ekim).++ Glory /Slava (2016) iyi film, bir ucu Coen
Kardeşlere bir ucu Aziz Nesin'e teyellenir, Bulgaristan'dan (3 Ekim). ++ Sonsuz Bir Aşk (2016) çok şey söylemek isterken
sahne sahne irtifa kaybeden film (2 Ekim).++
Koblic (2016), Arjantin filmi, potansiyelli hikayeymiş (1 Ekim).
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)