Bir arayışı anlatıyor 1951… Cumhuriyet Tarihi’ndeki
önemli bir kırılma dönemini ele alıyorsunuz. Bu dönemi seçmenizin özel bir
nedeni var mı?
1951 değil ama 1950 bugün dahi çok konuşulan, yaşanan
iktidar değişimiyle memleketin iyiye ya da kötüye gittiğine inanılan, hakkında
tartışmalar olan bir geçiş yılı. 1951 ise sol tarihte bilinir, büyük bir
tutuklama yaşanır solculara karşı. Benimkisi iyi bildiğimi düşündüğüm bir
dönemle ilgili aura anlatmak, manzarayı resmetmek aslında. Belgeselci bir
tutumla anlatmıyorum. Öncesi ve sonrasıyla bir dönem panoraması çiziyorum demek
daha doğru.
Dönemin ruhunu yansıtan birçok öğeyi içinde barındıran
bir anlatı 1951… Geçmişi anlatmanın zorlukları nelerdir?
Bugünü anlatmakla geçmişi anlatmak arasında çok ama çok
fark yok. Veya olmamalı. Yazarken bir gerçeklik vehmi kuruyorsunuz, bu hikâye
geçmişte geçiyorsa, “evet, o günler öyleydi” dedirtmeniz, okuru inandırmanız
gerekiyor. Mekânları, dili, zihniyeti iyi çalışmanız, nasıl bir mantık var, ne
önemseniyor, neler hiç hatırlanmıyor bilmeniz şart. Zorluk demeyelim de zanaat
olarak bu külfete katlanmanız işin bir parçası. Biz, grafik romanda görsel bir
tasarım da sunuyoruz. Parçaları birleştirmeniz, yan yana getirmeniz, geçmiş
algısını yinelemeniz önemli. Yanlış olmasın, aslolan hikâyedir, okuru
sürükleyen hikayedir, gerisi ne de olsa biraz makyaj.
Ağbi- kardeş mefhumu üzerinden ilerleyen bir hikâye ile
karşı karşıyayız ve bu süreci siyasi bir atmosfer takip ediyor. Vedat ile Nedim
arasındaki ilişki için iktidarın ailedeki yansıması diyebilir miyiz?
Böyle bir niyetim ve göndermem olmadı. Aile ve gelenek
vurgusu büyük değişkenlikler içerir. Dışarıya karşı sert ve katı görünebilir
ama içerde hoşgörülü olabilir veya tam tersi, çok sert bir hiyerarşi
içerebilir. İki kardeşin aralarındaki ilişkileri siyaseti görünür kılmak adına
araçsallaştırmadım. Benim yaptığım, tahakkümden kaçamadığımızı anlatmak. Nasıl
yaşarsanız yaşayın, neyi tercih ederseniz edin gün geliyor, tosluyorsunuz
duvara. Vedat’ın başına gelen bu. Adımını atmayacağı bir şehre gitmek zorunda
kalıyor, umurunda olmayan, görmek ve tanımak istemediği insanlarla, muktedirlerle
karşılaşıyor.
İstanbullu karakterimiz, Ankara’da yaşayan kardeşinin
şüpheli ölümünü araştırıyor. Buradan bakarak şehirlerin insan karakteri
üzerindeki etkisi üzerine ne söylemek istersiniz?
Biliyorsunuz ben Ankaralıyım, bir iş için geçen hafta
İstanbul’daydım, hepi topu 14 saat süren günübirlik bir şey… Kronometre tuttum,
330 dakikam arabada şehir içinde yolculuk ederek geçmiş… İstanbul’a
bayılıyorlar ya ben de buna bayılıyorum. Şaka yaptım sayın bunu. Yaşadığımız
yerlerin beşeri münasebetleri, algısı ve temposu farklı, bu bizi de belirliyor.
Tek başına kötü bir şey değil üstelik. Her şehrin birbirine benzediği ve
İstanbul’a benzemeye çalıştığı bir hayat yaşıyoruz. Bir yandan da “ikea etkisi”
deniyor, global dünyada her yer tektipleşiyor. Şehirler arası farklılıklar olması-kalması
bir güzellik bence. 1951’de şimdiki gibi bir keskinlik yok. Yeni Ankara’yı inşa
edenler İstanbullular. İşe İstanbul’u reddederek başlıyorlar ama onu da ayan
beyan özlüyorlar. İstediğiniz kadar romantize edin bir yoksunluk var Ankara’da,
ne olsa taşradasınız, konforunuz yok. Şehrin yerlileri başka, şehre gelen
kurucu göçmenler başka türlü bakıyorlar yaşananlara. 1951’de bir karşılaşma vurgusu yapıyorum,
kardeşi öldüğü için Ankara’ya gelmek zorunda kalan bir İstanbullu hayal ettim.
İsteyerek bir yerde değilseniz, o yerin her şeyi size nahoş gelir. O tuhaflığın
içinde endişe vardır, bıkkınlık, korku, hoşnutsuzluk, kaçma arzusu, görev icabı
orada olma hali…
Bir yanda politik Ankaralı bir kardeş, diğer yanda
İstanbullu apolitik bir abi… Türkiye bugün hangisidir?
Çehov olsaydı, gerçek ikisinin arasında bir yerde derdi. Vedat
için apolitik değil anti politik demek daha doğru. “Bu ortamı biliyor ve bu
haliyle reddediyorum” diyen biri. Türkiye, bugün, yaşam tarzı üzerinden ikiye
yarılmış durumda, umarım, ileride bugün yaşadığımız günleri “o günler, daha iyi
günlerimizdi, neler neler oldu sonra” diye anlatmazlar.
İçinde bulunduğumuz politik iklim, 50’li yılların
sancılarıyla paralellik gösteriyor. Bu atmosfer benzerliği sizi ne kadar
etkiledi?
İnsanlar yaşadıkları çağın mağduru ve failleridir, etkileniriz,
etkileriz. Geçmişe ya da geleceğe bakarken, nasıl bir iddia taşırsak taşıyalım
bugünden yola çıkarız. 27 Mayıs
sonrasında o kadar çok Kurtuluş Savaşı romanı yazıldı ki… Tesadüf müydü? Daha
önce o kadar yazılmamıştı. 1951’de anlattıklarımın bugün olduğunu veya yarın olabileceğini
biliyorum.
Yazar çağına karşı sorumlu mudur? Neden?
Zor soru, klişe bir cevap çıksın istemiyorum. Sorumluluk
hakkında konuşma faslını ebeveynlere, öğretmenlere bırakmaktan yanayım.
Uzun zamandır Türkçe edebiyata önemli katkılar sağlamış
bir editörsünüz. Edebiyatın mutfağından birisi olarak kendi metninize nasıl
yaklaşıyorsunuz?
İkisi farklı mecralar. Grafik romanlarımda edebi bir tat
olabilir ama ben senaryo yazıyorum, söz sanatlarını kullanmakla birlikte
edebiyatçı değilim. Kendimi öyle görmüyorum. Roman yazmak gibi bir niyetim yok
örneğin.
Sonsöz kısmında “Bir muamma anlatmayı istedim ama
yaşadığımız dünyada herhangi bir muammanın çözüldüğüne şahit olmuş değilim”
diyorsunuz. Sizce edebiyatın insanlık üzerindeki etkisi nedir?
Edebiyat ve sanat, bu hayata katlanmamızı kolaylaştırıyor
gibi geliyor bana. Uygarlık tarihinin en güzel nişlerinden biri olduğunu
düşünüyorum. Hikâye konuşmak kadar şahane olan çok az şey var.
Grafik roman başlı başına özen ve emek isteyen bir iş.
Sefa Sofuoğlu ile yakaladığınız uyum aşikar… Bu uyumun sırrı nedir?
Ortak çalışmalarda pek hesap kitap yapılmıyor. Sonuç
alıyorsanız, yürütebiliyorsanız, mutluysanız sürüyor. Demek ki üstesinden
gelmiş, başarmışız. Çok genel bir şey söylemem gerekirse, tutku ve iştah paylaşılmazsa,
güven ve sabır olmazsa uyumlu bir çalışma çıkmıyor diyebilirim. Biri kaybolsa,
biri eksilse iş yürümüyor.
Üzerinde çalıştığınız yeni projeleriniz var mı?
Var, iki ayrı grafik roman üstünde çalışıyoruz ama
görünen o ki ancak seneye biterler. Diğer yandan bu yılı dizi ve film
senaryoları yazarak geçirmeye niyetliyim. Hayatımı ona göre düzenliyorum.
GazeteDuvar için Anıl Mert Özsoy'le konuştuk.