Cuma, Mayıs 31, 2024

Konuşan Katır "nasıl" Türkçe konuştu?

Bir dili biliyor olmak çeviri için haliyle yeterli değil, edebi ve entelektüel ölçülerde ana dile hakim olmak, hatta farklı dillerde yapılmış çevirilerden karşılaştırmalar yapabilmek gerekiyor. Cidden külfetli, sabır istiyor ve kolay değil. Nasıl herkes öykü-roman yazmamalıysa, çeviri de yapmamalı...

Çeviri işi eskiden daha trajikmiş, "daha iyi oluyor", "bizim okura göre değiştirilmeli", "kuru kuru olmasın" falan denerek epeyce "serbest" ve "kafaya göre" tercüme tornistanları yapılıyormuş. Gazetelerde iyi okullardan gelen stajyerlere şıpın işi tercümeler yaptırılıyor, sonra o metinleri  dilimize hakim olduğuna inanılan birine teslim ediyorlarmış. Yani o stajyer doğru mu çevirmiş önemsenmiyormuş, ucuz olması yeterliymiş, asıl telifi "Türkçeleştiren" "Türkçe söyleten" alıyormuş. Moda deyişle anlatmış olayım, "yapay zekaya" işin hammaliyesi yaptırılıyor, asıl cilayı bir ustaya attırıyorlarmış.

Defaatle yazdım, çizgi romanlar epeyce zaman böyle tercüme edildi diyecektim, vazgeçtim, uyduruldu demek daha doğru çünkü. Asterix'in çevirmeni olarak Halit Kıvanç'tan söz edilir, çok da övülür filan oysa yaptığı şey çeviri değil, zamane ölçüsünde popüler bir uyarlamadır, çünkü o dili-Fransızcayı tercüme edecek kadar bilmez. 

Bir başka örneği yukarıda görsel olarak paylaştım, Aziz Nesin İngilizceden bir çeviri yapmış, kitap olarak 1957 yılında çıkmış... Nesin'in bir yabancı dili çeviri yapacak kadar bildiğini sanmıyorum, ne ki kapakta aksi yazıyor. Tahminim, birisi çevirmiş o da üzerinden geçmiş ve  piyasa ortalamasına uyarlamış, "komikleştirmiş",...

Bugün bunu yapamazsınız, abes bulunur, utanılır, kabul edilmez, "cringe" hissi yaratır. Peki o zaman, nasıl oluyor da böylesi bir cesaret gösteriliyordu? Galiba herkese "normal" geliyordu, cesaret gerektirecek bir şey değildi. Kimse bunun yanlış olduğunu düşünmüyordu. Normal görülmese, o çalıntı, uydurma ve haksızlık başka türlü nasıl meşrulaşabilirdi ki...

O normalleşmenin dışında kalan, çeviriye sadakat gösteren, "Türkçe söyleyeceğim" filan gibi mavallarla uydurmaya kalkmayan birileri var mıydı? Başka bir türden entelektüel-akademik hassasiyet ve sorumluluk taşıyan bir azınlık mutlaka vardı.  

Tersten gidelim, yukarıda "herkese normal geliyordu" dedim, e kimdi o herkes? Bence, aktüel dili kuran, popüler kültür üreticileri olan, gazete-dergi telifiyle geçinen (geniş anlamıyla) gazetecilerdi. Ve yine bence çevirilebilir-uyarlanabilir diyenler ve o normali belirleyenler aslında bir yabancı dili tam anlamıyla bilmeyenlerdi. Bunu yapmayanlar da "bilenler"...

Kültür-sanat dünyasındaki normaller ve o normallerin değişimi zihin açıcı bir tartışma ekseni. Bu çerçevede azgelişmiş ülke entelektüalizmi, kolektif vasatlık, yarı-aydın tartışmaları da yapılabilir elbette... Özellikle kişilere indirgenmemesi gerekiyor sanki, bunu  memleketin uğraşan, çırpınan bir entelektüeli, eylemcisi olan Aziz Nesin'i korumak adına söylemiyorum. Koşullar mı aktörleri yaratıyor yoksa aktörler mi koşulları belirliyor gayet karışık çünkü.

Perşembe, Mayıs 30, 2024

Sisli Rumuzuna

Elime bir miktar mektup geçti, aslında özel bir merakım yok, nerdeyse hiç ilgilenmem eski mektuplarla... Bu mektuplar 1973 yılında bir flört köşesine gönderildikleri için ilginç geldi bana... 

Şöyle anlatayım, o dönem -ki aşağı yukarı otuz yıl kadar daha devam etti- gazetelerde flört ve evlilik köşeleri olurdu. Evlenmek ve tanışmak için kadınlar ve erkekler mektuplar gönderir, yazışır, buluşur, meseleyi ilerletirlerdi. Sahiden çok popülerdi, hatırlayanlar olabilir, Oktay Arayıcı'nın Rumuz Goncagül oyunu da o yıllarda ilk kez sahnelenmişti. İrfan Tözüm de aynı oyunu sinemaya uyarlamıştı,  talipleriyle uğraşan Türkan Şoray'dı filan...

Bu mektuplarsa, "Sisli" rumuzuna (nickname) yazılmış, erkeklerden gelen mektuplar... Anladığım kadarıyla Sisli'nin yazdıkları gazetede çıkmış, taliplileri gazeteye mektuplar göndermiş, gazetede onları topluca Sisli'ye akarmış... Sahafları düşmesi ise muhtemelen Sisli'nin vefatıyla olmuş, terekesinden çıkmış...

Sisli'nin ne yazdığını bilmiyorum ama okuduğum mektuplarda bütün erkekler "çiftlik hayatını çok sevdiklerini" belirtiyorlar, demek ki hanımefendi, böyle bir talepte bulunmuş... Onu seven bana yazsın demiş olmalı... 

"Neden olduğunu bilmemekle beraber, çiftlik hayatını severim", "Çiftlik ve yaşamına karşı duyduğum merak ve özleme doğaya karşı olan tutkumdan ileri gelmekte", "Tam aradığınız çiftlik hayatını seven beyim", "çiftlik hayatı ve hayvancılık bakım ve değerlendirilmesi hususunda bir hayli ömür çürüttüm", "çiftlik hayatını seven modern bir beyim" gibi açıklamalar yazılmış...

Kastedilen çiftlik hayatı ne bilmiyoruz, köydeki tarla mı, bostan mı belirsiz... Ama çiftlik hayatının tınısı sanıyorum o yıllarda romantikti... Temiz hava, taze gıda, uçan kuşlar, şırıl şırıl akan çeşmeler... Dürüst ve samimi insanlar falan filan...

Erkeklerin hepsi özene bezene kendini anlatmış, tanışmak istiyorlar, fotoğraf o denli yaygın değil... Mektuplara iliştirilmemiş... İçlerinde on beş yıllık memur da var, Mercedes arabası olduğunu söyleyen de, Led Zeppelin dinleyen de... O rakınrol abimiz o köye gitmemiştir diye umut ediyorum...

Şimdi stalklıyor ya insanlar birbirlerini... O tarihte fiziken birini görmek bile mesele...Beyfendilerin kibar kibar kıvranarak yazdıklarını görünce o yıllarda kadınlarla karşılaşmak, ilişki kurabilmek çok daha zahmetliymiş, bu görülüyor... 

Diğer yandan mektupları okurken tuhaf bir biçimde rahatsız oldum, nedenini de önce anlayamadım, galiba geçmişe saçma bir masumiyet atfediyorum, o masumiyetin içinde insanların mahremini ve mambo jambosunu görmek beni huzursuz etti. 

Salı, Mayıs 28, 2024

Annesinin doyuramadığını...

https://www.deviantart.com/nonparanoid/art/family-portrait-661129446
Bir söz var, doğru buluyor, seviyorum, "Annesinin-anasının doyurmadığını biz nasıl doyuralım"... Annesi doyuramamış, "ana sütü", şefkati, desteği yetmemiş biz ne yapsak nafile gibi bir şey bunun açılımı... Malum, çocukluk mühim, mutsuz çocuklar eninde sonunda mutsuz insanlar oluyorlar.

Bazı insanlar, ne yapsanız değişmez, bütün ilişkilerinde "alacaklıdırlar", sızlanır söylenir, gözyaşı döker, ilgi isterler, hep onlar mağdurdur, hep onlar haklıdır, konuşulmak, konuşmayı bitirmek, en güzel sözü söylemek, takdir edilmek vs vs... Vallahi tillahi bir türlü bitmez istekleri...

Bir  de borçlu hissedenler vardır, fedakarlık ve perhiz hissi o borçlu olma hissinin meşrulaştırılmasından doğar. Çırpınır dururlar...

Hayatımız, yakın çevremiz, ruhumuzu gerenler ve gevşetenler mi demeli, bu borçlularla alacaklılar arasında geçiyor... Biri daha iyi, diğeri daha kötü filan demiyorum. Mutluluk ve hayatla başedebilmek başka şeyler çünkü... 

Ha bir de alacaklı ya da borçlu olup olmadığını keşfedebilmek var, bunu yapmak  (bence başarmak) insanı iyileştiriyor olabilir...

Pazartesi, Mayıs 27, 2024

Adalet, devletin esasıdır


Sahaftan aldığım, Ülkü Tamer'in hazırladığı Büyük Sözler (Varlık, 1968) kitabını "dallıyorum". Kitabı benden önce okuyan her kimse artık, üşenmemiş kendince yanlışlar bulmuş, notlar çıkarmış... Görselde dikkatinizi çekecektir, o meraklı okuyucu, mahkemeler ve adliyeler başta olmak üzere pek çok yerde rastladığımız Atatürk'ün sözü olarak bilinen cümlenin üstünü çizmiş...

"Adalet mülkün temelidir" şiarı adaletin, devletin esası-kökeni oluşturduğunu, bu temel düşünce ile hemhal olduğunu hatırlatmak için kullanılır ve doğal olarak Atatürk'le anılması yanlış ya da eksik olur, adalet ve devlet fikrinin tartışıldığı her kültürde bu sözün bir karşılığı vardır. Atatürk sahiden bu cümleyi söylemiş midir, söylemişse bile sahiplenmiş midir, emin değilim. Müslümanlar bunu Hazreti Ömer'e atfederler ama ticaretin tarihiyle birlikte düşünülmesi sanki daha doğru olur, bir başlangıç noktası aranacaksa  "mahkemelerin" ve "yargı vermenin" başlangıcına kadar gitmek gerekir. 

Mülkiyet ve sahip olma kavgaları adalet tartışmalarının temelidir, ne dersek diyelim savaşların sebebi ve devlet olmanın belirleyenidir.

Peki, bu sözü biz neden Atatürk'ün söylediğini düşünüyoruz? Doğal olarak bu da bir mülkiyet (ve mülk) kavgasının ve hesabının sonucu galiba...

Pazar, Mayıs 26, 2024

Sinir Uçları


Bunca zaman içinde benim anladığım şu. İnsanlar, makalede cümleye, cümlede sözcüğe takılıyorlar, ancak o kadar okuyorlar. Öğrenmek ve anlamak için değil, bildiklerini teyit etmek için okuyorlar.

Haklı çıkmak için, haksız çıkarmak için okuyorlar. Okur gibi yapıyorlar.

Okuduklarının sinir uçlarına iyi gelmesini istiyorlar. Okuduklarına sinirlenmeyi seviyorlar, yok sinirlenmezlerse, yok sinirlenmeyip neşelenirlerse, okuduklarına birilerinin illa ki sinirleneceğine inanıyorlar, birilerine kapak olmuş filan diyorlar.

Geçiyor ömrümüz...

Cumartesi, Mayıs 25, 2024

Midas'ın Kulakları


Gazetelerimiz esasen İstanbul merkezli olduğu için olabilir, "Ankara" çeşitli gerekçelerle olumsuzlanarak nitelenir, bağnazlığın, yeknesaklığın, hantallığın, bürokrasinin sembolüdür. Daha da önemlisi gelişmenin ve iyileşmenin önündeki engel olarak görülür. Özellikle şehir olarak kendisine atfedilen "öncülük "kutsiyetini" yitirdiği ellili yıllardan sonra sürekli kritize edilir.

Yukarıdaki bant, elimde orijinali olduğu için gazete tarihini bilemiyorum, muhtemelen seksenli yıllarda Cumhuriyet'te çizilmiş... İsmail Gülgeç, bir vesileyle Ankara'ya gelmiş, Mehmed Kemal'le konuşuyorlar... Esprili bir dille sözünü ettiğim Ankara eleştirisi yinelenmiş. Midas'ın kulaklarına benzetilmiş...daha önce görmediğim için ilginç geldi.

Bugün, hoş gazete kalmadı ama böylesi bir Ankara olumsuzlaması artık yok, eleştiriler kaybolmadı ama biçim değiştirdi... Saray deniyor, Tayyip deniyor veya ne bileyim ters köşeden Cehape filan denmekle birlikte bir şehirle beraber anılmıyor o eleştiriler...

Cuma, Mayıs 24, 2024

Ya Devrimdir Ya Hırsızlık


Cemal Nadir çizmiş, arkadaki yatan, yayılan, dünyayı umursamadan büyüklerinin yakınında sigara telllendiren gençler, babalarının deyişiyle sanatçıymış: "Biri şair, biri ressam, öbürü de musikişinas".

Yaşlı babanın arkadaşı ah vah ediyor: "Allah yardımcın olsun birader... demek üçünü de sen besliyorsun".

Sanat, karın doyurmaz, anca aileye yük olursun. Hükmü verdik, işin gereği görüşüldü, mahkememiz tanıkları dinledi, oy birliğiyle karar verildi, bitti gitti.

Sorabilseydik, muhtemelen, sanata değil pozörlüğe, tembelliğe karşıyız filan derlerdi herhalde. Ne derlerse desinler, bir önyargıyı pekiştirmişler. Anti-entelektüelist bir hissiyat varsa, ki var, buralardan çıkıyor işte....

MFÖ'ün şarkısını hatırlarsınız: "Bütün kabile kızar bana. Derler bu adam çalışmaz mı? Bu adam hep düşünür mü.? Bir kuş ölmüş diye üzülür mü?"

Sigara içmek, ayakkabıyla oturmak, sohbete katılmayıp okumak, kıçını dönüp yatmak... Tek tek düşünülünce rahatsız edici şeyler... ama bir tarafıyla da varolana, süregelen ahlak ve hiyerarşiye bir isyan içeriyor.  Sanatçıyı büyüklerinin yanında sigara içen densize indirgeyince iş zaten karikatüre dönüşüyor, karikatürünün çizilmesine gerek kalmıyor. 

Karikatür, muhaliftir filan ...İş nutuğa gelince gelince bir dünya lakırdı...Bence asıl muhalefet ve muhalifler, bu türden nişlerde kendini gösteriyor. Vatan millet, demokrasi laiklik filan bunlar zaten büyük laflar veya işin kendisi cesametli...Ne desen büyük laf etmiş oluyorsun...

Halbuki iki durup ters köşe yapsana, sigarayla saygı mı ölçülür, iki dumanla terbiye mi üfürülür desene...Diyememişler...Devir öyleymiş, zamanı anlayalım deyip geçiyoruz, o dönem aksini diyenler var mı peki...Var elbette...

Derler ya, sanat ya devrimdir ya hırsızlık... Çoğunluğa sadakat gösteren anca hırsızlık yapıyor...

Atarlandım.

Perşembe, Mayıs 23, 2024

Sahte Hatıralar ve Bir Evden Kaçma Hikayesi


Babamın işi gereği iki yıl kadar Adana'da yaşamışız... ilkokula başlayana kadar soranlara Adanalı olduğumu kostaklanarak söylerdim, Ankaralı aileme komik gelmiş olmalı ki, bunu gülerek anlatırlar... Adana hafızamda her zaman tatlı bir yer olarak kalacak, zaten mutfağını severim, o sıcakta yaşayamam ama uzaktan uzağa daima cilve yapacağım ... Kalp kalp...diyorum her defasında...

Adana'yla ilgili, yazıya vesile olan "dehşet" bir hatıram var, bunca sene sonra, hele ebeveyn olduktan sonra daha iyi anlıyorum,  bizimkilerin "aklını çıkartacak"  garip ve korkutucu bir "halt" etmişim... En fazla üç yaşındayım, bizimkilere kızıp ben Ankara'ya, dedeme gidiyorum diyerek gizlice evden "kaçmışım". Annem, komşularda dolandığımı, evden eve girdiğimi düşünüyor, ablalardan, teyzelerden biri beni almış sanıyor ama bir bakıyor "yokum". Beş dakika önce ortada olan çocuk yerle yeksan olmuş... Bütün sokak, başlıyor beni aramaya... yok yok...Perişan oluyorlar.

İnsanın altı yaş öncesini hatırlaması esasen mümkün değil... Hatıra dediğimiz şey de kolaylıkla eğilip bükülüyor, konuşmalardan, benzer hikayelerden, rüyalardan, telkin ve uyarılardan, edebiyattan ve sinemadan illa ki etkileniyor. Bu kaçma hikayemi hatırladığımı iddia edemem ama yıllar içinde anlattıkça, evde konuşuldukça bölük pörçük de olsa "hatırlamış" gibi "lafazanlık" edebiliyorum. Evet, lafazanlık ve hikayecilik...

Loftus, "sahte hatıra" diye bir kavramsallaştırma yapar, hatırladığımızı sanırız, o olayı yaşamasak bile -pek çok başka hatıradan kopyalayarak- teferruatla anlatarak "uydurabiliriz". Psikolojide geçen bir adlandırma "sahte hatıra". Galiba ben de bunu yapıyorum ya da anlata anlata pekiştirdim, hatırlamasam bile o tekrarla "hatırlar gibi" car car hikayeleştiriyorum.

Tren yolunda yürüdüğümü, rayları izleyerek bir istasyona vardığımı, bilet almaya çalıştığımı, memurların bana bilet satmadığını, aynı yolu izleyerek eve geri döndüğümü anlatabilirim. Ama mesela şu fasıl hiç yok, eve döndüğümde etraftaki insanların ve annemin sevincine dair bir resim anımsamıyorum... Ben bunları anlatırken annem heyecanla neler hissettiğini anlatıyor ilave olarak, o yüzden yok galiba... Birbirimizin hikayesini tamamlıyoruz...

Yanımda mahalleden bir çocukla bir serüven yaşamışım...Hepi topu üç dört saatlik bir "kaybolma"... Sahiden bunları yaptım mı,  yoksa kaçma hayaliyle bir yerlerde dolandım da en fazla üç yüz metre uzağa mı gittim hiç bilemeyeceğim, ne desem boş...

Tabii şu oldu, hadiseden sonra (çocuk özledi diyerek) Ankara'ya dedeme gittik...Onu görmeyi çok istediğimi, döne döne giden yolun bir türlü bitmeyişini filan... evden kaçma hatıralarımın bir parçası gibi aklımda tutuyorum. 

Bir psikolog arkadaş, benim bu kaçma hikayemi, kişiliğimin oluşumundaki temel taşlardan biri olarak görmüştü de onu ciddiye almamış, "portakal ağaçlarını hatırlıyorum da şalgam filan sanki hiç görmedim" diye bir cevap vermiştim.

Yazar dediğin yalancıdır, uydurur...

Çarşamba, Mayıs 22, 2024

Salı, Mayıs 21, 2024

Dracula Müzikali

Dün akşam Drakula müzikalini seyrettim, genel olarak zihin açıcı olduğuna inandığım için farklı türleri seyretmeye çalışıyorum. Serüveni tiyatroya taşımak bence zor, üstüne bir de bizim pek yapmadığımız müzikal türünü ekleyelim, riskli bir iş seyredeceğimi biliyordum. 

Tiyatrolar, aşağı yukarı bir on yıldır, televizyon dizilerinden besleniyor, ekrandan sevdiği oyuncuları görmek isteyen seyirci, tiyatroya rağbet ediyor. Drakula müzikalinde popüler olmuş herhangi bir oyuncu yoktu, bu oyunu daha da ilginçleştiriyordu bence...

Laf uzamasın, ses düzeni iyi değildi, bazı oyuncu tercihleri yanlıştı, kimi sahnelerde oyun düşüyor ve cringe ölçüsünde "olamıyordu", bazen çok çeviri duruyordu veya finali itibarıyla yeni bir yorum yapmışlar ama oyun metni buna göre kurulmadığı için tuhaf durmuş,  hafif tebessümle "senaryo zaafiyeti" diyerek geçiyorsun... Veya Van Helsing yanlış yorumlanmış, yapmayın dedirtiyor filan... Tüm bunlara rağmen, işi cesur buldum,  Drakula ve kadınları, oyun ve performans olarak gayet başarılı ve ilginçtiler. 

Pazartesi, Mayıs 20, 2024

Deve'nin hesabı

Deve,  az sayıdaki sağcı mizah dergilerimizden biri... Reha Oğuz Türkkan'ın yayın yönetmenliğinde hazırlanmış, iki sayısını gördüm. Tarihsiz ama yetmişli yılların sonu gibi duruyor. "Sollamadan, sallamadan hem nalına hem mıhına" şiarıyla çıkmış. Pek parlak bir yayın denemez, o yılların mizahi ortalamasının altında, nasıl desem, on yıl önce çıkmış olan denemeleri andırıyor. Tabii ki başarısız ve ömürsüz olmuş bir yayın. İlginçliği, sol(cu) karşıtlığı elbette...

Öztürk Serengil, Nejat Uygur, Cenk Koray gibi sahne-magazin simalarına yer vermişler, sağcılıkları bilindiği için bile isteye destek verdikleri tahmin edilebilir. Rauf Tamer yazmış, Necmi Rıza ve Bülent Şeren gibi karikatürcüler katkıda bulunmuşlar... Ecevit'i ve Erbakan'ı eleştiriyor, Demirel'e sempati gösteriyorlar, gel gör ki, Türkeş'i hiç çizmemişler. Liderin karikatürü yapılmaz yargısından etkilenmiş olmalılar... Ya da partililer hazır olmayabilir! diye çekinmişlerdir...

Söylemesem olmaz, mizah dergiciliği ne desek boş, genç işidir... Reha Oğuz, o tarihte 60 yaşına yakın... Onun güldüğü şeylerle o yıllarda genç olan birinin güldükleri arasında "dağlar" olduğu aşikar... Denemiş-denenmiş de... 

Gelelim yukarıdaki kapağa... Sallamadan deseler de Ecevit'i "foto-montaj" ile bilemiyorum, galiba eşcinsel olarak göstermeye çalışmışlar... Niye karikatür değil de fotoğraf kullanılmışlar diye düşündüm, içerde var çünkü... Yaşar Kemal'e salladıkları İpince Memed çizgi romanında  hicvedilenlerden biri olmuş Ecevit... Kapakta fotoğraf olunca galiba diyorum, daha gerçek gibi görünsün istemişler, belki daha sahici, daha etkileyici...Mizah gibi durmuyor, aşağılama arzusu daha baskın çünkü.

Ve galiba Hurşit dedikleri de David Bowie... Farkındalar mıydı merak ediyorum. 

Cumartesi, Mayıs 18, 2024

Zengin bir koca bulursam...


Sahaflardan aldığım dergiler içinden gazetelerden kesilmiş erotik kadın fotoğrafları çıktı. Anladığım kadarıyla seksenli yıllarda bir "delikanlı" gazetelerden beğendiği resimleri kesip "arşivlemiş"...

Aynı yılları yaşamış bir ergen olduğum için resimlerdeki kimi kadınlara aşinayım. Büyümek, karşı cinsle karşılaşmak kolay değil... Traji komik bir merhale olduğu için "geçelim".

Resimlere bakarken, resimlerden çok resimaltında yazılanlara takıldığımı fark ettim.

Eskiden bu yazıları, mizaha yeteneği olanlar yazardı. Hani herkes, yazılanların palavra olduğunu bildiğinden olmalı, iş onlara bırakılmıştı. Karikatürist Ferit Öngören  uzun yıllar "Tan" gazetesinde başta resim altları olmak üzere sayısız asparagas haber yazarak geçinmişti mesela. Ömrünün son döneminde tanışmış, sohbet etmiştim. Akıllı, ne yaptığını bilen donanımlı bir sanatçıydı.

Geçim sıkıntısıyla böyle bir iş yapmak?...

Düşünün, ne iş yapıyorsun? "Çıplak kadın resimleri için komik yazılar yazıyorum." Reel hayatta bir karşılığı yok bu işin... Gazeteciyim diyorsun... İmzanı atamıyorsun... Yoksun. Üstelik çok okunuyorsun.

Bir yandan da eğlenceli sanki... Tuhaf.

Edebi ya da sinematografik açıdan çok iştah açıcı bir "meslek".





Cuma, Mayıs 17, 2024

Sabahlara kadar

Epeyce ilginç bir kapak, 1939 tarihli, Atatürk öldükten sonra yayınlanmış. Akbaba'nın patronu Yusuf Ziya Ortaç, bu kapak için çok düşünmüş, çok tereddüt etmiş olmalı. Deyim yerindeyse zar atmış, riske girmiş çünkü. 

Dikkat edilirse imza yok. Cemal Nadir çizmiş gibi duruyor, öndeki garsonlar kopya olduğu hissi de veriyor. Arka plan kalabalıkken tenhalaştırılmış bile olabilir. 

Mesaj, Atatürk dönemi Ankara'sına yönelik, iki garson aralarında konuşuyorlar: "Her gece sabahlara kadar eğlenirdik, ne eğlenirdik: kadehler kırılır, naralar atılır, döğüşler edilirdi. Nerde eski o hovardalar". 

Enteresan, Akbaba, resmi ilanlarla yaşadığı için İnönü iktidarına methiyede bulunuyor, yeni döneme adapte ve angaje oluyor diyelim.
 

Perşembe, Mayıs 16, 2024

Çaylak

Türkiye'de sağcıların mizah dergiciliğine önemli katkıları olmuştur diyemeyiz, popüler bir mecranın içinde az satışlı denemeleri oldu demek daha doğru, ancak maddi destekle ayakta kalabildiler... Mizahın, ister istemez yasaklı alanlardan (argo ve cinsellikten) beslenmesi, seküler bir gelenekten gelmesi bu başarısızlıklarının nedenleri olarak gösterilebilir. 

Mizah diyorum, karikatürle karıştırmayalım, karikatürün bir gazetecilik sanatı olarak manşet ve siyasetle ilişkisi, muhafazakar mizahçıları "mizah" yapıyorlar gibi gösterilebilir, her zaman ilgili olmadığını, çoğunlukla siyasal romantizmin içinde kahırlanıldığını hatırda tutmamız gerekiyor. Üstelik, Türkiye'yi genellikle sağcılar yönettiği için "muhalif" olmakla ilgili bir alışkanlıkları da yok. 

Alışkanlıktan kastım, liberterlikle ilgili bir eleştirellik... yoksa bugün de yaşıyoruz, sağcılar kendilerini bir mağduriyet ve azınlıkta kalma haliyle tanımlamayı seviyorlar, gel gör ki oradan ironi ve espri çıkmıyor, çıkan şey kahır ve ilenme, felaket çağrısı ve narsistik bir methiye...

Çaylak, mizah dergilerinin yüksek satış rakamlarına ulaştığı, bu sebeple de yüksek telifler ödediği, yetenekli gençleri kadrolarına dahil ettiği bir dönemde çıkıyor, yıl 1977... O etki ve moda içinde varolmakla birlikte çok amatör duruyor, çok çok az isim, çizgici olarak yoluna devam etmiş mesela...  Siyasi aidiyet ile yetenek, haliyle farklı şeyler, bir ölçü ve enerji tutturamamışlar, Çaylak naif kalmış diyelim.

Akbaba'yı çağrıştıran biçimde niye "Çaylak" sembolünü kullanmışlar, bilemiyorum. Ortaç da sağcıydı, görseydi,  Çaylak'ın sağcılığını muhtemelen köylü ve kaba-saba bulurdu.

Demirel ve Erbakan'ın Başbakanlık yaptığı koalisyon döneminde çıkmış Çaylak, CHP ve Ecevit'e yönelik eleştirellikleri, Türkeş'e ve Ülkücülere sempatileri var... İki kapaklarını seçtim, ikisinde de muhalefet partisini eleştiriyorlar, birinde Türkeş, Ecevit'in kulağını çekiyor, ikincisinde CHP içinde azgın sol diye karikatürize edilmiş, ağzından kan damlayan bir köpek çizmişler...

Milli mizah için ta o senelerden bir üslup iddiası ve miladı arandığı söylenebilir. 

İki kapak
 

Salı, Mayıs 14, 2024

Yeni Bir Söylenen Adam


Prekazi saçlar, gömlek cebinde plastik tarak, Seiko saat, yalancı Levis, Nike air... Karikatürlere bakarak yazıyorum bunları. Doksanlı yıllarda Leman'da karşılaştık bu kadar çok teferruatla. Seleflerinin, Gırgır ve Hıbır'ın lümpenlerini ve alt sınıflarını başka türlü yorumlamışlardı, daha küfürbaz ve daha yakından anlatıyorlardı şehrin kenarlarını. Karikatürist Ahmet Yılmaz, penceresinin önünde çayını yudumlarken duyduğu her sese küfreden Kıllanan Adam isimli bir karakter yaratmıştı. Döneminin en popüler tiplemesiydi desek sanırım çok fazla itiraz almayız. Odun yüklü balkonların, kararmış binaların, İpe dizilmiş biber ve bamyaların arasında, sakaletin içindeydi Kıllanan Adam. Terli fanilasıyla pencerenin önünde oturuyor, etrafa bakıyor, uygitsinciliği ve boşvermişliği diline doluyor,  öfkelenir gibi yapıyor, küfrederek söyleniyor ama hayatına devam ediyordu. 

Geçtiğimiz on yılda, Kıllanan Adam ya da Ahmet Yılmaz dünyasıyla kıyaslarsak daha naif bir mizah öne çıktı. Kıllanan Adam, genellikle konuşmuyor, nafile bir hayıflanmayla düşünüyordu. Haklı olmanın dayanılmaz yalnızlığına ya da öfkesini dile getiriş biçimine o uzun düşünce balonlarını okuyarak gülüyorduk. Oysa bugün, Yiğit Özgür'ün yaygınlaştırdığı espriler, fıkrayı andırır biçimde diyaloglara dayanıyor. İki kişi karşılıklı konuşuyor, birbirine laf yetiştiriyorlar. Söz oyunları, yanlış anlamalar, saflık derecesinde bönlük, hödüklük, zevzeklik ironiyle naif bir dille fıkralaştırılıyor. Göbekli, ensesi kalın, kulağı kıllı erkekler, cinsellik, futbol ve para dışında hiç birşeyle doğru düzgün ilgilenmeyen lümpenler unutuldu demeyeceğim ama moda olan mizah, pofuduk, steril ve cool orta sınıf reflekslerine dayanır oldu. Ahmet Yılmaz, Leman'da takdim edilirken ya da sinemada bizatihi kendisini tipleştirirken vakti zamanında yaptığı tezgahtarlık tecrübesi vurgulanıyordu. Son on yılda benzer bir geçmişin çok da fazla bir önemi kalmadı. Okur yazar, iyi eğitimli, şehirli genç (ve sınırlı) bir okura hitap ediyordu dergiler. Hiç bir üretici bu biçimde takdim edilmedi; artık lümpenleri değil mahremiyeti, insani itirafları, süratle değişen hayata direnen nostaljik ayrıntıları merak ediyordu okur. Belki şu söylenebilir: lümpenler, bu yeni evrede, sanki daha haberdardılar pek çok şeyden, saldırgan değillerdi, ontolojik sorunları olan tipler olarak yeniden tanımlanmışlardı. 

Bir toplumun neye güldüğüyle ilgili dönemselleştirmeler yapmak kolay değil ama şu var: mizah dergileri, cinsellik ve argoyla daha kolay ilişki kurabildiklerinden, yine medyaya göre nitelikli bir izler kitleye sahip olduklarından ve okurları tazelendiğinden öncü niteliklere sahiplerdir. Suyun yüzeyindeki çırpınışları değil dipteki akıntıyı temsil ederler ya da mizah evrenini bir piramide benzetirsek, onların vazgeçtikleri espriler, aşağıya doğru inerken yaygınlaşır. Yani mizah dergileri belli tarzda esprilerden uzaklaştıklarında bile bu, o tarzın sönümlendiğini göstermez. Toplumda ya da popüler kültürün farklı mecralarında o espri tüketilmeye devam etmektedir, örneğin tv yoluyla yaygınlaşmaktadır. Bunun avantajı da vardır, mizah dergileri yıllar sonra, o unuttukları espri izleklerine geri dönüp revizyon yapabilirler. 

Uykusuz'da yayınlanan, Cihan Ceylan'ın Sami tiplemesi, Kıllanan Adam'ın bir çeşitlemesi. Doğal olarak yeni ve farklı yönlere sahip: Her şeyden önce Sami, Kıllanan Adam'a göre konuşkan biri, içine atmadan pervasızca düşündüklerini söylüyor. Büyük meseleler hakkında konuşmuyor ama Leman'ın "söylemeyen söylenen" adamları gibi değil. Kendi doğrularını, küfür ve kibirle, karşısındaki küçümseyerek dillendiriyor. Kıllanan Adama göre muhafazakar biri. İslami referanslara ve mukayese ölçütlerine sahip olmakla birlikte güdük bir Müslümanlığı var. Kız arkadaşları ve ilişkileri resmedildiğine göre pek çok referansı huysuzlukla ya da millici bir refleksle yapıyor. Yanındaki afro saçlı kadın: "Ölmeden önce görülmesi gereken yerlerin başında kesinlikle Paris geliyo bence Sami! Hımm Paris aşkın şehri" dediğinde "Kabe orda mı" diyebiliyor veya parkta gördüğü aşık çifte bakıp "Yasin suresini bilen biri olsun oğlum bunu boşver... Supanekeyi bile bilmez lan bu" uyarısı yapabiliyor. Dini referanslar şu bakımdan ilginç, eskiden Atatürk mitini kullanarak "baş şu öküzlere Atam" türü komik şikayetler yapılırdı; Ceylan, döneme uyarlamış, kahramanını milliyetçi-muhafazakar biçimde anlatıyor. Diğer yandan Kıllanan Adam'a benzer biçimde romantizm karşıtı. Aşk acısıyla kavrulan arkadaşlarına epeyce kinik ve gerçekçi cevaplar veriyor: "Nası yaşanmaz oldu ya? Otobüsler mi çalışmıyo elektrikler mi gitti?", "sanki Ferhat'la Şirin ayrıldı" vs. Mizahın edeb ve edebiyatla dertleri olur hep. Edebiyat, güzellikten dudaklardan, kalem kaşlardan, yanağa kondurulan yalancı ben'den söz ederken mizah gaz çıkarmaktan, apse yapmış dişten, pörtlemiş sivilcelerden bahsedilebilir. Romantik bir sahne ona göre değildir, hemen yapıyı bozacak, ters yüz edecek bir ifade çıkartır torbasından: "Semra'sız olmuyo yapamıyorum be abi. Yönümü kaybediyorum, önümü göremiyorum" diyen birine "Navigasyon aleti mi mına koyim bu?" denebiliyor mesela. Sami'nin Kıllanan Adam'a göre tespitleri çok daha kısa. Twiter yıllarındayız, kimsenin vakti yok bilmişliğiyle yorumlanıyor hayat. Solaklığa imrendiğini söyleyen bir kadına "İbrahim Üzülmez" diyebiliyor Sami. Beşiktaşlı olmasıyla ilgili metinlerarası bir espri. Orta sınıf vurgusunu bu yüzden yaptım, okur yazar bir okura yönelik bir espri bu. 

Cihan Ceylan, neredeyse on yıldır mizah dergilerinde çalışıyor. Kemik, Fermuar ya da bugün çalıştığı Uykusuz'daki üretimleri hep birilerine benzetildi, Umut Sarıkaya, Yiğit Özgür ya da Uğur Gürsoy'la aralarında hısım akrabalık kuruldu. Yukarıda ben de Kıllanan Adam'la Sami arasında bir bağ kurdum ki pek çok zaman Düz Adam Sami diye anılan bir tiplemeden söz ediyoruz. Benzerlik bütünüyle kötü bir şey değil, mevcut espri aurasını iyi anlayıp yansıttığını da gösteriyor çünkü. Yanlış anlaşılmasın, adına ister piyasa diyelim ister paradigma, adı herneyse o olan "görünmez el" üslubu belirler. Popüler kültür, her zaman ve her yerde, hakim olandan beslenir, onun çeşitlemesini yapar. Özgünlük de o benzerler toplamından çıkar, hem benziyordur hem başkadır. Cihan Ceylan da böyle bir kıvamla üretiyor, son kertede komik mi, evet komik. Gırgır, bir iki istisna dışında tek adamın elinden çıkmış gibiydi, herkes Oğuz Aral gibi çiziyordu, dergi çok satıyordu, unutmayalım. 

Radikal Kitap, 14.12.2012

Pazartesi, Mayıs 13, 2024

Ölümde Birleşenler

Sahaflara düşmüş, Ömer (Ayhan) haber verdi, hemen satın aldım. Ölümde Birleşenler, yirmi iki sayfalık bir gazete tefrikası, görmemiştim. Birisi gazeteden kesmiş ayırmış... Yıllar önce Tercüman'ı tararken (1993) aldığım notlara baktım, atlamışım. Öyle önemli, kaçınılmaması gereken bir çalışma filan olduğu için değil, meraklıyım, ya ilginçse diye illa ki görmek isterim... Yirmi yıl sonra okumak nasip oldu diyelim.

Niyazi Ispartalı, bildiğim bir yazar değil, şöyle bir bakındım, erişebileceğim bir kitabı varmış ama bu hikayeye bakarak söylüyorum, ilgimi çekmedi. Şahap Ayhan ise rahmetli, insan olarak sevdiğim,  tatlı bir deliydi, serüven tutkusu, erotizmi, işçiliği sahiden çok çok ilginçti. Zaten o çizdiği için okudum Ölümde Birleşenler'i...

Tahminen 58-65 yılları arasında çizilmiş...İsminden de anlaşılacağı gibi "ölümlü-öldürmeli" bir hikaye...Yeni evli bir çiftle açılıyoruz. Düzenleri, eve ihbarname ile gelen bir polisle bozuluyor. Artık onlar kimse "kafir bir yerlerde yine başkaldırmış", çocuk o sebeple ihtiyatı asker olarak bir kere daha göreve çağrılıyor ve askere giderek karısını bir başına bırakmak zorunda kalıyor. Hikayemizin asıl amacı erkeğin şehre dönüp intikam alması olduğu için, kadının başına bir şeyler gelmesi, intikamın meşru sayılması ve kanun koyucuya hak vermemiz için o kötülüklerin "fena halde fena" olması gerekiyor. 

Bu fasıl, pek parlak değil, sansür korkusu da var galiba, kötülüğün şiddetini bir türlü "hissedemiyoruz." Kadın intihar ediyor... Kışlada haberi gazetelerden okuyan askerimiz şehre geri dönüp, askıntı olan bakkalı ve bohçacı kadını öldürüyor, karısını kandıran, içkisine ilaç katıp yapacağı yapan beyfendiyi ise durumu öğrenen adamın karısı öldürüyor. Polis de ihtiyati askerimizi öldürüyor. Ölen ölene yani...

Mesaj nedir diye düşünelim? Pulp estetiğini  konuşalım demek istiyorum. Birincisi, tek başına kalan, evden dışarıya çıkan ve çalışmak zorunda olan kadın mutlaka tecavüze uğruyor. İkincisi, o kadınlar için intihar meşru bir kurtuluş yolu... Üçüncüsü, intikamcı erkeğin "öldürme hakkı" diye bir hakkı var. 

Dağılabiliriz.

Pazar, Mayıs 12, 2024

Karaoğlan Hakkında


Karaoğlan’ı diğer çizgi romanlardan ayıran özellikler nelerdir? 
Galiba en önemli özelliği uzun yıllar çizilmiş olması. Ticari başarı kazanması, sinemaya uyarlanması, kısa sayılabilecek bir süre bile olsa yurt dışında yayınlanması sanıyorum Karaoğlan’ı diğer yerli çizgi romanlarımızdan ayırıyor.  O çoklukta ve nitelikte Karaoğlan’la kıyaslanabilecek bir başka çizgi romanımız Abdülcanbaz olabilir, hemen sayılabilecek bir başkası yok. 

Karaoğlan çizgi romanının 1960-70 yıllarının siyasi ve kültürel ortamıyla ilişkisi nasıldır? 
Her popüler anlatı, yayınlandığı dönemle ilgilidir. Zamanı ve dönemin beklentilerini yakalayamazsa popüler olamaz, yaşayamaz, kaybolur gider. Bu bakımdan bir ilişkisi var elbette. 

1960-70 yıllarındaki Akşam gazetesinin yayın politikasıyla Karaoğlan arasında bir paralellik görüyor musunuz? 
Bir gazete ya da dergi, içeriğini oluştururken bir tercihte bulunur. O tercihlerin toplamı gazeteyi var eden bir politikadır. Bu politika sansürle, siyasetle ve doğal olarak ticaretle ilgilidir. Akşam gazetesi, Karaoğlan’ı yayınladığına göre bir tercihte bulunmuş. Şunu unutmayalım: Karaoğlan, gazetenin siparişiyle üretilmiş bir çalışma. En baştan üretim kodları belirleniyor ve ortaya çıkan çalışma inceleniyor, ancak o şekilde telifi ödeniyor. Paralellikten çok ardışıklık, yayın politikasının parçası olmaktan söz etmemiz gerekiyor. Gazete yönetimi ne istemiş olabilir? Geçmiş on yılın tecrübesine dayanarak, çizgi romanlar okunuyor, tarihi kahramanlık hikâyeleri seviliyor, tarihi çizgi roman yaptıralım, bir çeşitliliktir, yeniliktir, gazeteyi farklı gösterecek bir başkalıktır demişlerdir. Muhtemelen bunu düşünmüş ve buna göre hareket etmişlerdir. 

Milliyetçiliğin Türkiyedeki gelişimi göz önünde bulundurulduğunda Karaoğlan eseriyle Suat Yalaz’ın bu gelişimdeki yeri hakkında neler söyleyebilirsiniz?

Bir etkiden söz edemeyiz. Suat Yalaz bir entelektüel değil. Yazıp çizdikleriyle bir siyasi ya da kültürel bir tartışma yaratmış birisi değil. Karaoğlan, erotizmiyle öne çıkan aksiyona dayalı bir serüven çizgi romanıdır. Gazete okuru hesap edilerek üretildiği için yetişkinlere yöneliktir. Cinsellik, iddet ve siyaset bakımından çocukların okuyabileceği bir anlatı değildir. Siyasetle ilişkisi esasen dolaylıdır, ilk anda Türklük üzerinden milliyetçilik yaptığı söylenebilir ama vurgu bu her zaman belirgin değildir. Orta-Asyacı bir milliyetçiliği vardır, radikal sağla ilişkisi erotizmi nedeniyle mesafelidir. Dinin hiç bir zaman anlatıda ağırlıklı bir yeri olmamıştır. Dizinin yaratıcısı Suat Yalaz, 1932 doğumlu. Onun eğitim aldığı yıllarda resmi ideolojide Osmanlı, cumhuriyetle karşıtlık içinde kurgulandığından olmalı, Osmanlı'yla neredeyse hiç ilgilenmemiştir. Karaoğlan'da bilerek ve isteyerek Müslümanlık öncesi evreye yöneliyor... Başka bir tarih anlatmak istemiş, tabii ki bu bir iddia. İşin esasına bakarsak Karaoğlan tarih-dışı bir fantezidir. Tarih bir arka plandır.Tarih bir ahlâkî kategori olarak ele alınır, geçmişin bugünden daha iyi ya da bugünün geçmişten daha kötü olduğu gibi bir ahlâkî argüman vardır. İlk Türkler, hayalî bir evrende yarı-mistik karakter özellikleriyle anlatılır, geçmişin iyi ve temiz olmasının nedeni olarak gösterilirler. Bu çerçevede sizin sorunuza daha doğru cevap verebilirim: Karaoğlan, 27 Mayıs sonrası seküler milliyetçilikten etkilenmiş bir anlatıdır ama bu etkilenme ve bağlantılandırma arzusu sonradan kurulmuştur. Başlangıcı salt serüven hikâyesidir, yabancı çizgi romanlardan ve romanlardan etkilenerek üretilmiştir. Toplum değiştikçe buna uygun hikâyeler anlatıldığı olmuştur.  

Karaoğlan’da öteki olmak için hangi niteliklere sahip olunmalıydı?
Öteki olmak için Türk olmamak yeter bir sebeptir. Türk olmamak zaten ahlaken ve fiziken bütün olumsuz nitelikleri içerebilmektedir. Bir yabancı, hele asker, hele asilzade, hele ‘sevişen bir kadın’ fıtratı gereği kötüdür. 

Karaoğlan’da bir karakterin ‘bizden’ veya ‘dost’ tanımına girmesi için hangi özellikler gerekiyordu?
Türk olması, Türkleri sevip güvenmesi, Karaoğlan’a aşık olması denebilir… 

Karaoğlan’daki kadının erotik rolünü bir kenara bıraktığımızda, kadın hangi açılardan ötekileştirilmiştir ve bu ‘kadın’ı ötekileştirmede güdülen amaç nedir? 
Önce yayın mecrasının ticari beklentilerine bakmamız gerekiyor, erotizm satar çünkü. Sonra fotoğrafın yaygınlaşmadığı dönemlerde çizgi, popüler kültürün erotizm membaı idi. Çizerler bu tür erotik çizgiler kullanırlardı, madden bir karşılığı vardı bunun. Bir de kişisel olana bakmak lazım. Suat Yalaz, hayatı boyunca erotik çizgi romanlar yaptı, sevmese, ilgi göstermese bu kadar yapmazdı.  Şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Karaoğlan, Türkiye’de yayınlanan yerli ya da yabancı tüm çizgi romanlar içinde cinsel ilişkinin en fazla resmedildiği anlatıdır. Şunu demek istiyorum, kadın (bedeni) ticari olarak ötekileştirilir, Karaoğlan bu bakımdan farklı değil. Karaoğlan, çıplak görünen-su kenarında yıkanan her kadınla sevişti. Bunlar genellikle yabancı kadınlardı ya da Türk olduklarının üzerinde hiç durulmadı. Burada yabancı toprağı fethetmeyi andıran mest ederek üstünlük sağlamak gibi vülger bir milliyetçilik var. Türk erkeğinin gücü gibi son derece naif bir iddia... Poz ve narsizm açıkça görülüyor. Kadın vesile ediliyor yine. Serüvenlerde başka da bir işlevleri yok aslında. 

Karaoğlan’da Türk tarihinde yeri olmayan düşman figürlerine rastlıyoruz. Sizce Suat Yalaz’ın bu düşmanları seçerken amacı neydi, tarihte aslı olmayan bu düşmanlarda hangi ögeleri temel aldı? 
Özel bir garezden çok serüven için ihtiyaç duyulan kötü adamlar gibi düşünmek gerekiyor o düşmanları. Çünkü hikâyede aslı astarı olan tarihi bir arkaplan yoktur, uydurulmuş bir geçmişten söz ediyoruz, uydurulmuş milletlere bile rastlanır. 

Suat Yalaz dönemin güncel olaylarına Karaoğlan’da yer vermiş midir, verdiyse buna örnek verebileceğiniz bir seri var mıdır? 
Verdi diyemeyiz. Karaoğlan’ı çizemez olduğunda aktüel siyasete dair yorumlar yapıp konuştuğu oldu ama dizinin aktif yayın sürecinde bu türden yorumlara hiç girmedi. Handiyse apolitik tavırlar gösterdi. Müşteri taleplerine göre Ramazan sayfası veya erotik çizgi romanlar yapan birinden söz ediyoruz. Tutarlı bir pragmatikti. Geçtiğimiz yıl, Karaoğlan’ı şimdi çizseydi iyi bir Müslüman olarak çizeceğini filan söyledi. Tam ona uygun bir açıklamaydı. Sokağı ve takvimi izliyor. Gazeteci gibi ufku sabah doğup akşam batıyor ama iyi bir esnaf gibi malını pazarlıyor, çoğunluk değerlerine oynuyor vs. 

Karaoğlan’ı bir propaganda metni olarak nasıl yorumlarsınız? 
Ticari bir ürünü propaganda metni olarak göremiyorum. Karaoğlan satması ve okunması için başka şeyler yapan bir yaratıcının elinden çıktı. Suat Yalaz, propaganda çizgi romanları çizdi, Karaoğlan bunlardan biri değil. 

Sizi Karaoğlan üzerine bir kitap yazmaya iten ne oldu, kitabınızı yazarken neyi amaçladınız, amaçladığınız hedefe ulaştınız mı?

2002 tarihli eski bir kitabımdan söz ediyoruz. O tarihte iki kitap yazmayı düşünüyordum. Çizgi roman üreticileri başka sanat dallarında olduğu gibi eleştiri müessesesine alışkın değiller. İkinci kitabı yazmaktan o sebeple vazgeçtim. İkinci kitap Abdülcanbaz'la ilgili olacaktı. Onun adının da Ulusalcı ve Erotik Bir İkon olmasını tasarlamıştım. Birlikte düşünülmüşlerdi. İlgimi kaybettim. Karaoğlan kitabımın yeni baskısını bile yapmıyorum. 

“Erotik ve milliyetçi bir ikon: Karaoğlan” adlı kitabınız yayımlandıktan sonra Suat Yalaz’dan bir dönüş aldınız mı, aldıysanız bu dönütü nasıl değerlendirirsiniz? 
Kitap çıktıktan sonra nahoş yazılar yazdı, ucuz yazılar… Sonra telefon açıp özür diledi. Ne yapmaya çalıştığımı anladığını sanmıyorum. Sürekli olarak ben çok sattım, filmlerim hasılat rekoru kırdı yalan yazıyor gibi başka şeylere takılıp durdu çünkü. Aralıklarla lafım geçtiğinde bana kahırlanıyor, duyuyorum. Bir tv programında kitabı hiç duymadığını bile söylemiş. Yok saymış. Bunlar sahiden mühim değil. Pulp fiction anlatılarının yazarları böylesi tepkiler verirler, güçlü narsisttirler. O kadar şey anlatıyorsunuz o “ben çok sattım” fikrinde dolanıyor, hâlbuki iflas etmiş bu işlerden. İcralar, borçlar gırla…  Pragmatiktirler diyorum ya. Beni yok sayıyor ama bir kitabı çıkarsa mutlaka bana imzalayarak, övgüler yazarak gönderiyor örneğin. Kızarak anlatmıyorum, vakıa bu, onu aktarıyorum.

Bu söyleşiyi Bilkent Üniversitesinden bir grup öğrenci, bir ders kapsamında yaptılar. Kasım 2014
Related Posts with Thumbnails