Pazar, Nisan 30, 2023
Herkes gibi
Bir arkadaşım, reklamı görünce sıradan insanlar yanlış yazabilir ama e arada ajans var filan gibi şeyler söyledi, ilgisi yok dedim, ajans majans hak getire... İyi bildiğimden sanatçı sayılan karikatürist ve çizgi romancıların çok çok önemli bir kısmının bu yanlış yazımı yaptığını anlattım, hatta örnekler gösterdim. Çoğunun hata yapmasını kaligrafistler önlüyor hatta... Yakınlarda bir arkadaşım önemli bir çizgi romanımızın gazete ilavesi olarak yayın hazırlığını yapmıştı da, yanlış yazımlarla nasıl uğraşmak zorunda kaldığını şaşırarak anlatmıştı.
Çocukken çizgi romanlara o gözle bakamıyoruz, serüvene ve çizgilere kapılıp gidiyoruz. Üstelik, hele o yıllarda çizgi romanlardan kimse edebilik, özgünlük ve sanat beklemiyordu... Üreticileri Türkçeyi bilmeme eleştirisiyle hiç karşılaşmıyordu. Zaten karşılaşsaydı, nitelikle ilgili zorlayıcılık çok daha önce kurulabilirdi.
Laf dağılmasın, de/da meselesi Türk'ün Türk'e eziyeti gibi duruyor, bunun farkındayım, bir yandan Türk'ün Türk'le eğlenmesi gibi olabiliyor, onun da farkındayım, benim meselemse şu, herkesin yorulduğu yere han kurulmuyor, kamusallığın içinde sanat, edebiyat, reklam veya başka türlü zamazingo yapacaksanız, o ortak dile riayet edeceksiniz, uygulayıcısı ve geliştiricisi olacaksınız.
Cumartesi, Nisan 29, 2023
Nah (2)
Şu nah işaretiyle ve yaygınlaşmasıyla alakalı bir iki kez yazdım... Merak edenler şuraya ve şuraya bakabilir... Bunu kıkırdayarak söylüyorum, daha uzun ve ayrıntılı yazarım diye bildiklerimi de saklıyorum. Artık ne yazacaksam (!)
Yine de kısacık notlar düşeyim. Dünyaya kapalı bir toplum olduğumuz için bu nah işaretini bize özgü bir şey sanıyoruz, ben de öyle biliyordum, bu nerden çıkmış diye düşünüyordum. Karikatürlerde, resimlerde gördükçe farklı kültürlerde kullanıldığını anlıyorsunuz. Avrupalı kaynaklar genellikle Rus kültürünün etkisiyle ilişkilendiriliyor, belki Slav etkisi demek daha doğru... Yani bu mantıkla bize balkanlardan gelmiş gibi görünüyor. Oysa bunu bir Kore veya Güney Afrika filminde görünce pek de öyle değilmiş diyebiliyoruz.
Muamma sürüyor ama kimi muammalar eğlencelidir. Aşağıya Drifter'in paylaştığı resmi de bırakayım, yazı linkte ... Doktorun elinde sidik şişesi var, muayene sonrası fikirlerini paylaşıyor olmalı, arkadaki çocuğun el işaretine bakarak sahneyi nasıl yorumlamalıyız?
Cuma, Nisan 28, 2023
Son Okuduklarım 70
Perşembe, Nisan 27, 2023
Mavi Zıya
İlgisi yok tabii... Mavi Işık/Ziya demek istenmiş. İlginç olan o yılların dil tercihiyle ilgili, dikkat ederseniz, Ziya derken "i" kullanılmamış, "ı" demişler, içerde de öyle... Mavi ile Zıya'yı karşılaştırırsanız, daha iyi anlarsınız.
Biz bugün zıya'yı yitik, kayıp anlamında kullanıyoruz, ışık anlamındaki ziya ise "i" harfiyle yazılıyor, nasıl değişmiş, o gün neden öyleymiş merak ettim.
Nat Pinkerton, dil değişimine karşı!
Çarşamba, Nisan 26, 2023
Çizgilere Derkenar 27
Salı, Nisan 25, 2023
Pazartesi, Nisan 24, 2023
Bozkır soruları
[İlk sezonla ikinci sezon arasında ne fark var?] Beş yıl var öncelikle esprisi yapacağım. İkinci sezonda daha katmanlı bir hikaye anlatmaktı niyetim, içiçe geçen ve tamamlanan bir şimdiki zaman resmi vardı aklımda. Şehirde geçmesini istiyordum. En temel fark bu diyebilirim.
[Nuri Pamir niye yok?] Ekin’in ailevi dertleri vardı, öyle de olmayabilirdi, mesleki olarak başka bir meselesi de olabilirdi, hakkıdır anlamında söylüyorum bunu, oynamak istemedi, ben de başka bir karakteri Payidar’ı kattım. Değişikliğe gittik.
[Katili neden en baştan gösterdiniz?] Bu hep soruluyor ama finale geldiğinizde başka bir şey görüyorsunuz, bir twist yapmak istedim. Bazen katilin kim olduğunu merak ettirirsiniz, bazen katili bilir nasıl yakalanacağını izlersiniz. Polisiye klişelerini kullanıyorum ama ben asıl olarak bir ruh hali, bir dönem panoraması anlatıyorum.
[Polisiye] Eski polisler, şimdi cinayet çözmek öyle kolay ki diyorlar, her yerde kameralar var, her temas artık bilimsel olarak tespit ediliyor filan. Bizde çözülmüş cinayet dosyalarını okuyorum, bizim polisler ya sahiden rastlantılarla bir şeyleri fark ediyorlar ya da zanlıyı saatlerce sorguluyorlar filan... E hikayede başka zorluklar gerekiyor bize... hem kolay olmaması lazım hem de o sorgu seyirciyi sıkıyor. Benim kurmak istediğim gerçeklik vehminde hiçbirinden geri durmadım, hepsini kullandım. İlk sezon daha slow burn bir işti, ikinci sezonda özellikle son üç bölümde daha yüksek tempo ve o temponun içinde polisiye bir çözülüş kurdum.
[Nordic] Yıllardır suçlu profillerini okuyorum, aynı katil hakkında o kadar değişken hikaye ve yorumla karşılaştım ki, neden sonuç ilişkisi zihin açıcı olsa da verili "gerçekten" şüphe etmem gerektiğini anladım. Amerikan polisiyesi daha net şeyler söylemekten yana, Nordic tahkiyesi bana daha yakın geliyor. Seyfi'nin finaldeki sözleri profilci Amerikan basitleştirmesine yönelik bir eleştiri.
[Alevileri neden hikayeye katma gereği duydunuz?] Özel bir şey yapmadım, cami görünce bu soru sorulmuyor mesela, Aleviler hayatın içindeler, hiç yoklarmış ki gibi davranılıyor, varlar… Mesaj vermeye çalışmıyorum, bu kadar basit bir meselenin arkasında başka bir niyet yok… Alevi değilim. Ha şu var, bizim hikayelerimizde deprem veya covit de yok. Sakıncalılar listemiz epey uzun…
[Akif Emre kim?] Özel birisini işaret etmiyorum, taşrada yaşayan, metropolde taşralı hallerini sürdüren epey akademisyen ve yazar tanıyorum, onların bir ortalaması diyelim.
[Göndermeler] Yapıyorum ama bunları konuşmak istemem, oyunbozanlık gibi geliyor bana. Kolay anlaşılan bir tanesi, ilk bölümün isminde var, Aliço’nun Dirliği… Fakir Baykurt’un Irazca’nın Dirliği romanına gönderme mesela…
[Ailenin iç ilişkilerini neden göstermediniz] Ben popüler kültürün imkanlarını kullanarak yaşadığımız zamana muhalefet ediyorum. Göstermek üzerine kurulu bir sistemin içindeyim, her şeyi açıklamanızı istiyorlar. Bu faslı anlatmamayı, insanların hayal gücüne bırakmayı tercih ettim. Kaldı ki epeyce done verdiğimizi düşünüyorum.
[Netflix’e iş yapsanız keşke…] Benim “keşkem” farklı… keşke HBO olsa da onlara çalışsaydım, iki Amerikalı arasındaki farkı bilenler bilmeyenlere anlatsın…BBC de olur… Mavra yapıyorum elbette, arada geçişler olsa da her platformun hikâye tercihleri var, kimisi hamburger yapıyor, kimisi masada oturmayı gerektiren yemek… Netflix’e senaryo yazabilirdim, üç kere teklif geldi, baştan reddettim, birinde sözleşmem gereği olacaktı, onda da ben huysuzluk ettim, film senaryomu geri çektim, seyretmeyecektim çünkü… Benim açımdan mesele, hikayeme ne kadar müdahil olunacağı ve ne anlatabileceğim, neye ne kadar izin verileceği ile ilgili…Kahramanlık hikayesi gibi anlaşılmasın, şartlar benim lehime değişirse yazarım, Netflix’e iş yapamadım diye üzülüyor filan değilim yani. Bugüne kadar bana özgürlük sağlayan-ihtimam gösteren insanlarla çalıştım ayrıca. Bu işlerde günü yaşıyorsunuz, sonraki günlere dair bir endişem yok. Hayat kısa, mutlu olacağım işler yazmak ve gerçekleştirmek istiyorum. Yapamazsam da dünyanın sonu değil, kendime yeni patikalar bulabilirim.
[Geniş maddi imkanlar elinizde olsaydı neler yapardınız?] Gerçekten bilmiyorum, Amerikalılar, geçenlerde yerli bir dizinin sadece prodüksiyonuna 17 milyon dolar harcamışlar filan. Çok da şaşırıyorum bu kadar para harcanmasına. Birlikte çalışacağım insanların hayatını kolaylaştırabilir ama motivasyonum para değil, sahiden sadece hikayeyle ilgileniyorum. O kadar para nasıl harcanır bir fikrim yok ayrıca. Ben böyle deyince senin hayal gücün yok filan diyerek çevremdekiler gülüyorlar bana...
[Neden yönetmenlik yapmak istediniz?] Benim bu türden bir arzum vardı diyemem, BluTv “Showrunner” olarak çalışmamı istiyordu, o beni düşünmeye sevk etti, bizde pek bilinen bir çalışma biçimi değil, önce cesaret edemedim, örneğin bunu Yeşilçam’da da yapabilirdim, yapımcılar da yönetmenler de böyle bir çalışmaya alışkın değiller. Bir dirençle karşılaşacağımı, set tecrübesi olmayan biri olarak bana karşı bir refleks göstereceklerini, mutsuz olabileceğimi düşünüyordum. Bozkır daha uygundu benim için, daha özgür olabileceğimi bildiğim bir ortamdı. Başta iki bölüm yönetmek istediğimi söyledim, 1 ve 8’i çekerim gibi geliyordu. Oyuncu programlarının karmaşıklığı, hızlı çekmek zorunda olmamız, önhazırlık yapamamak filan derken bölümleri içiçe çekmek durumunda kaldık, öyle olunca baştan sona içerde kaldım.
[Nedir showrunnerlık?] Yapımda benim onaylamadığım herhangi bir şeyin olmaması üzerine kurulu bir sistem düşünün, itiraz hakkım da var, baştan sona içerdesiniz. HBO esasen böyle bir sistemi istiyor ve uygulattırıyor, yazarlarla ilerleyen yeni bir eğilim. Biz, yönetmenin tek adamlığına inanan, idari yapımcıların kolaylaştırıcı gibi çalıştığı, asıl olarak ışık ve ses grubunun kontrolünde gelişen bir sistemle ilerliyoruz. Senaristlerin sette hükmü var denemez. Onlara arada sorular sorulur, genellikle mekanla ilgili, maliyet düşürücü detaylardır bunlar. Aslına bakarsanız özel bir sözleşmeyle sınırların belirlenmesi gerekiyor, benimkisi bütün tarafların varlığımı ve seçme hakkımı onayladığı bir sözlü anlaşmaydı. Ben seçimler yapmak üzere oradaydım, itiraf edeyim önce biraz turist gibiydim ve sadece sahne istifi ve oyunculara nasıl oynamaları gerektiğine dair yorumlarda bulundum. Benim konumum herkes için zordu, bir gerilim olduğunda yönetmen ne diyor diye bakmaya alışmış bir kalabalık var. Eğer işinizi seviyor ve herkes kadar çalışıyorsanız, set size daha kolay alışıyor.
[Showrunner olmak ve yönetmenlik yapmak size ne kattı?] Asıl amacım, auteur alanımı genişletmekti… Dijital platformlarda bir şey üreteceksem bana bu alanı açacak insanlarla devam etmek istiyorum. Ne yapabileceğimi göstermek istedim. Onun dışında bu deneyimin senaryo yazarken katkıları mutlaka olur.
[İlk sezonla ve başka dizilerle karşılaştırılmak…] İnsanlar ikili-dualistik ayrımlarla düşünürler, biri iyi diğeri kötü derler, ben sahiden böyle şeylere kafayı takmam, önemli olan üzerine koymak. Bozkır beş yıl sonra yayınlanabildi, seyirci istemese ve seyretmese ikincisi çekilemezdi. Üçüncüsü olursa ikincisi başarılı olmuştur, çok basit aslında. Başka dizilere gelince, popüler kültür böyle işler, herkesin bildiği popüler olduğu için popüler olanla karşılaştırılırsınız, True Detective taklidi deniyor mesela, polisiye onunla başladı sanılıyor çünkü… Bozkır’ı ilk yazdığımda ünlü bir televizyoncu okudu ve beğenmeyerek bana dedi ki, ben True Detective arıyorum… Herkes bir şey söylüyor aslında. Çevreden ve sektörden yorumlar duyuyorum ama sosyal medyada diziyle ilgili yazılmış herhangi bir şeyi okumadım, çok doğrudan bana yazılmış ve gönderilmiş bir şey değilse görmüyorum yani.
[Bir senaryom var, okur musunuz?] Hayır, bu işe başladığım ilk günden itibaren bir başkasının yazdığı senaryoyu ilke olarak okumuyorum, değil bana kimseye göstermeyin, çalışmalarınızı doğrudan yapımcılara gönderin derim. Ortada bu kadar para ve popülerlik olunca, dedikodusu ve haseti bol bir çevrede çalışıyorsunuz demektir, “asla okumam” bununla ilgili bir önlem.
[Senaryo ekinizde sizinle birlikte çalışabilir miyim?] Bir ekibim yok, üstelik işlerimi kolaylaştırıcı biri bile olsun istemiyorum artık, denemedim değil, piyasa madden belirsiz olduğu için birlikte çalıştığım insanların geçim sorumluluğunu düşünüyorsunuz, üstelik yaratıcı insanların narsizmi de var, aşılmayacak şeyler değil ama zor oluyor. Dijital platformlara çalıştığım için kabul edilebilir ve üstesinden gelinebilir uzunlukta işler üretiliyor, tek başıma yazabilirim demek bu. İlk zamanlarda yazarken-çalışırken biriyle konuşmam gerekiyor gibi hissediyordum, çok az insan gördüğüm bir hayat sürdürüyorum çünkü, sonra anladım ki, ihtiyacım olan şey, mesai arkadaşı değil, sosyalleşmekmiş …
Pazar, Nisan 23, 2023
Kıyıda bir masa
Cumartesi, Nisan 22, 2023
Vicdan Adlı Bir Kedinin Hikâyesi
Birgün Kitap, 10.7.2010
Cuma, Nisan 21, 2023
Ya evde yoksak...
Perşembe, Nisan 20, 2023
Düğün Dernek
Bu da düğünden bir fotoğraf. Düğüne gelenler eve doğru yürüyorlar. |
Anneannem Ayşe Hanım, en fazla yirmi yaşındayken... |
Düğünden bir fotoğraf. Ön sıradakiler Annemin anneannesi ve bababannesi |
Başka bir nikah resmi, çeyrek asır sonrasından, annemle babam evleniyorlar. Düğün yapamamışlar, yoksul Hacettepe'deler...Bir taksi tutup nihah salonuna giderken çekilmiş bir fotoğraf... |
Annem Nejla Hız ile babam Metin Cantek nişan resmi...1963 olmalı... |
Nişandan bir resim...Dayım Ali Nihat, Annem ve Babam... |
Çarşamba, Nisan 19, 2023
Gaslighting ve diğer bezdirici şeyler
Salı, Nisan 18, 2023
Yürüyüş rotasında
Pazartesi, Nisan 17, 2023
Hayırlı Ölü
Geçen birisi "Abiii sen ölünce n'olcak" dedi. E dedim, "gidici gibi miyim?". Karşımdaki gevşek ve kurnaz bir ortanadolulu olunca "maşallahın var" filan diye çevirip, "sen ölünce satarlar bunları biliyon di mi?" diye asıl gelmek istediği yere getirdi lafı.
"Hayırlı ölü olurum" dedim. Anlamadı.
Etobur arkadaşımıza "dananın osuruğu dışında her şeyinden faydalanılmıyor mu?" dedim, aklına yatınca "Hah, işte o hesap, ben ölünce, benimkiler bunları satar, alanı vereni, sahafı, meraklısı, hastası mutlu olur, üçtü beşti, herkes nasiplenir, ne güzel işte" diye devam ettim.
Haa dedi. Gitti.
Pazar, Nisan 16, 2023
Eşcinsel Kızından Eşcinsel Babaya Grafik Roman
Sonra birden, hayır birden değil, o müze evden, ebeveyn baskısından kurtulduğu, üniversitede kendini bulduğu sıralarda elbette, Alison Bechel lezbiyen olduğunu kendine itiraf ediyor. Ailesine yazarak, kendi deyişiyle “mesafeli bir yolla, mektupla” açıklıyor durumunu. Bir şok, büyük bir infial beklerken babasının da gizli bir eşcinsel olduğunu öğreniyor annesinden. Daha da sonra babasının bir kamyon çarpması sonucu öldüğü haberini alıyor. Hikâye asıl yoğunlaşmasını bu sürpriz ifşaat ve ölümle gelişen dramatik eşikle artırıyor.
Kıstırılmış, kendi olamamış, tercihlerini yaşayamamış bir eşcinseli, eşcinsel olan kızının tasvirleriyle okumak, çarpıcı demek istemiyorum ama gerçekten ilginç. O keşifle babasına yakınlık duyan, onu daha çok seven veya bize de sempatiyle aktaran bir yazar olmamış Alison. Anlattığına göre baba çok açık etmiyor kendini, sadece bir kez, kısaca karşılıklı konuşuyorlar o kadar. Bir iç dökme, itiraf ya da kontrol dışına çıkan bir kriz olmuyor, albümü sahici kılan da bu. Otobiyografik olması, kimi hassasiyetleri belli ki gerektirmiş. Ya da sahiden öyle yaşanmış, Alison bize bunu inandırıyor.
Cumartesi, Nisan 15, 2023
Çolak Sendromu
Sadece ben değil, mesela benden beş yaş küçükler veya on yaş büyükler de görmüşlerdir. Yaşları 11 ile 14 arasında değişen küçücük şuncacık çocuklarız. Karşımıza çıktığı her yerde bize tebelleş olacağını, birimizin illa ki dayak yiyeceğini bilirdik, neşemiz kaçar, dehşetle korkar, onu koridorda görünce yolumuzu değiştirir, göz göze gelmemeye çalışırdık. Birini sınıftan alıp, ders sırasında, koridorda, tuvalette, herkese duyurarak, bağırarak ve bağırtarak döverdi. Teneffüse çıktığımızda yerde kan damlaları görürdük.
Bir gün, bir sınıf arkadaşımızı hepimizin gözü önünde kafasını kalorifere çarptırarak dövmüştü, bir iki kere de değil, gerçekten defalarca yapmıştı bunu, şimdi düşünüyorum da aklım almıyor, eğitimci olmaması gereken biri, kaç kuşağa dayak attı ve bildiğimiz kadarıyla tek bir soruşturma ve şikayet almadan emekli oldu.
Adamı bu yaşımda hatırlamamın iki sebebi var, ilki, "suç yoksa suçlu da yoktur" derler ya onu ispat eden bir şey.... Yaptıkları suç sayılmalıydı, meslekten atılmalı ve hapis cezası almalıydı, tek bir şey olmadı, akla dahi gelmedi. Çünkü, kimse adamın yaptıklarını suç olarak görmüyordu. Hep aklımda olan bir örnektir bu. İkincisi, adam emekli olduktan sonra, süt ürünleri satan bir dükkan açtı, taze ve uygun fiyatlı bir yerdi ama tutunamadı ve kısa sürede ticari olarak "battı". Mahallede, yaşıtlarımla sonradan bu meseleyi konuştuk, hiçbirimiz adamın dükkanına gidememiş, gitmek istememiştik, ortada alınmış bir karar yokken, birbirimizi bilmeden yapmıştık bunu. Adam sevilmediği, korkulduğu hatta nefret edildiği için dükkanını kapatmak zorunda kaldı, bana sorarsanız, o çocuklar, o yeniyetme ergenler kolektif bir biçimde intikam almış oldu. Birer birer dükkana gitmeyerek batırmıştık onu. Geçerken bakıyordum, sinek avlıyordu ve o esnaf çaresizliğini gördükçe hoşuma gidiyordu. Adam suçlarından dolayı cezasız kalmıştı ama biz onunla hesabımızı görmüştük. Herkes kaderini yazar mı demeli, sevilmemek kadar ağır bir ceza bilmiyorum.
Yazının başlığı neden Çolak Sendromu derseniz, adamın soyadı Çolak'tı, soyadıyla konuşulurdu, ömrüm boyunca böyleleriyle yazarak uğraştım, uğraşmak isterim, bendeki karşılığı böyle bir sendrom...