Perşembe, Mart 31, 2022

Fevkalade Kötü Filmlerin Televizyonla Serencamı

Mizah dergileri, hele yetmişli yıllarda, popüler kültür eleştirilerini televizyon üzerinden yaparlardı. Televizyon dizileri, hataları, programları, sunucuları, sansürüyle konuşulur, parodileştirilir, dergiler mutlaka onlara sayfalar ayırırdı... 

Yukarıdaki kapağı kendisi de bir televizyon yıldızı olan Altan Erbulak çizmiş, televizyonda gösterilen filmlerin niteliksiz oluşuyla, seçimlerin zevksizliğiyle ilgili bir abartı yapmış. Hoş, Erbulak tam da ti'ye aldığı türden "fevkalade kötü" hikayeleri (bence kıkırdayarak) çizmeyi severdi...

Benim ilgimi çeken, film üreticilerinin televizyonu bir kazanç kapısı olarak görmeleri... 

İster istemez insan merak ediyor, TRT yerli filmleri hangi koşullarda, hangi sürelerde ve nasıl satın alıyordu? Ödenen bedeller gelir kalemi olarak film maliyetinin ne kadarını karşılıyordu, ilk zamanlar nasıldı sonra nasıl değişti, video kasetler çıkınca ne oldu, özel televizyonlar neyi ne kadar değiştirdi filan...

Çarşamba, Mart 30, 2022

Gençlik başımda duman

Ofiste resmi bir evrak arıyordum, bulamadım, hiç şaşmıyor, ne zaman bir şey arasam bulamıyorum, ha şu oluyor, unuttuklarımla karşılaşıyorum, hatırlıyor ve şaşırıyorum, bazen de geçmişte aratıp da bulamadığım başka başka şeyler geçiyor elime, sanki sırıtarak çıkıyorlar ortaya.... 

Neyse yukarıdaki görsel, Boris Vian'dan etkilenerek yazdığım pulp novellamdan bir sayfa, bugün buldum, "Esra(r)" gibi bir şeydi adı...Pw diye bir program vardı, Word öncesi, daktilo gibi bir şeydi, onunla yazmıştım, sonra word'e aktarım programıyla çevirmiştim. Gülümseyerek karıştırdım yazdıklarımı, bir dil kurmaya çalışmışım, pozcu biçimci bir deneme... Yaş 19... Şarap içerek yazmam gerekirmiş gibi bir hisle, bilinç akışıyla, iki gecede filan langır langur...

Editör olduğum yıllarda dosya olarak gelseydi, burayı gülerek yazıyorum, onay vermez "uygun olmadığını münasip bir dille" bildirirdim.  

Salı, Mart 29, 2022

Yeniobalı

Kitap haliyle Nihal Yeniobalı ismi nedeniyle ilgimi çekti, mahlasla yazılmış bir kitap sandım, hayaller kurdum, aa bak görüyor musun dedim, Yeğinobalı imzası yerine "Yeniobalı" yazmış da falan filan diye kafamda kurdum, heyecan yaptım...erotik bir roman olması da cabası dşye hallendim... Hemen satın aldım...

Meğerse yanlış yazılmış, çevirmenle yazarı karıştırmışlar... Ayıp ama...

Pazar, Mart 27, 2022

Kadının harareti az olunca...

Ahmedi Bican'ın "Yaratılmışların Acaibleri" adlı kitabından bir alıntı yapmak istedim, kitap hayli ilginç, on beşinci yüzyılda yazılmış, aslına bakılırsa El Kazvini'den yapılan serbest bir çeviri olduğu söyleniyor... Bugünden bakılınca deli saçması diyen çok çıkar, iddiacılığı, büyüklenerek yaptığı kestirimleri, özetle hikayeciliği benim hoşuma gitti...

Diyor ki, işte kadınla erkek seks yaparken ateşli olursa ve Allah da izin verirse çocuk erkek olurmuş... Yok, ilişki sıcak rüzgarlarla sıcak havalarda olursa, işte kadınla erkek "ehtiyar" olursa filan çocuk kız oluyormuş...

Asıl önemlisi, ilişkide kadının harareti az olursa çocuk hünsa olurmuş... Kitapta yayın tarihi yok ama doksanlı yıllarda yayımlandığını tahmin ediyorum. Yayına hazırlayan hünsa için parantez içinde açıklama yazarak (hem erkek hem dişi olur) demiş ve Ahmedi Bican yerine devam etmiş, "günümüzde ameliyatla cinsiyet değiştirenlerin vücut yapılarının aslı bundan ibarettir" diye eklemiş. 

Neresinden tutsak dökülüyor da, cinsiyeti belirleyen hararet ve ateş(lilik) vurgusu komik, hünsalığın sebebini kadının isteksizliğine bağlamaksa trajik diyelim...
 


Cumartesi, Mart 26, 2022

Ardışıklık

Yelpaze dergisinde yayımlanmış bir İtalyan çizgi romanından sayfa... Kaligrafisi henüz yazılmamış, ne olduğunu, neler anlatıldığını okuyamadığımız için haliyle bilmiyoruz ama şöyle bir bakınca da ne olduğu gayet rahat anlaşılıyor, çünkü  kareler (paneller) arasında ardışıklığın ne kadar önemli olduğunu gösteren iyi bir örnek...

Senaryo gereği, bir kadınla bir erkek arasında geçen bir sahneyi "seyreyliyoruz"... Çizgi romanların genel hareketliliği düşünülürse durağan bir sahne olduğu söylenebilir, tek mekandalar falan filan...Duyguyu iyi anlayarak o sıkışmanın üstesinden gelmişler. 

Gel gör ki, genç kadının artık o her ne ise (muhtemelen aşkı) istemediğini, erkeğin ise ısrarla ikna etmeye çalıştığını anlıyoruz, çünkü mimikler-jestler bu yönde çok iyi verilmiş...Sayfadaki duygusal itiş kakışı rahatlıkla anlıyoruz, asıl maharet burada başlıyor... Çizgiler, senaryoyu görsel olarak betimler ama öyle bir betimlemelidir ki, yazılar olmadan da kareler (paneller) anlaşılabilmelidir. Akışkanlığı sağlayan temel şartlardan biridir bu...

Ortalama bir çizer, kadının gergin yüzüne veya erkeğin yalvaran, af dileyen ya da ikna etmeye çalışan yüzüne çat diye geçer, bize kafalar gösterir, üst yazıya yüklenirdi, ancak yazıyla duyguları ifade ederdi..."Genç subay, karşısındaki öfkeli kadını ikna etmek için kararlıydı, derin bir nefes alıp sakin bir dille yeniden konuşmaya başladı" filan gibi vasat açıklamalar cabası...

Geçtiğimiz günlerde çizdiği sayfaları bana gösteren bir grafik romancı arkadaşa şunu söylemiştim, "sayfanız öyle bir kurulmalı ki, yazılar çıktığında da hikaye akışını anlayabilmeliyiz, o derece uyumlu ve doğru istiflenmeli hem ilk kare hem de onu takip eden diğerleri" "Öncesi ve sonrasını düşünmeden bir kare istiflenmez."

Cuma, Mart 25, 2022

Seviyorum

Maskelileri,

kedileri,
ilkokul müsamerelerini,

meraklıları,

yağmurda bisiklete binenleri,

yavaş uçan yaşlı şeyleri,

güzel hatıralarla göçen adamları,

huysuz sakallıları,
bize iyi ki yaşıyoruz dedirten yaratıcı zekaları,
dünyanın en matrak duruşunu,

koltuğumda uyumayı seviyorum.

Perşembe, Mart 24, 2022

Ümüğünü Öptürüyor

Aslında öncesi de var ama bence şahikası Haldun Simavi gazeteleridir, hem en çok satan yayınlar oldular, hem de bir model olarak çok taklit edildiler çünkü. Muhabirsiz gazetelerdi, arşivden faydalanılıyor, masa başında, fotoğrafa göre mizahi bir üslupla haber uyduruluyordu, asparagas bunu ne kadar karşılıyor çok emin değilim. İnandırmak gibi bir gayeleri yoktu, daha çok "gırgır geçiyorlardı" ve sahiden de mizahçıları "yazar" olarak çalıştırıyorlardı. 

Yukarıdaki haberi (!) iyi bir örneği olduğu için paylaşayım istedim, saçma ve komik kategorisinden... Anlaşıldığı kadarıyla Bülent Ersoy ile orkestra şefi gösterilerinin bir parçası olarak bir biçimde "öpüşmüşler". Fotoğraf, yazarlarımıza ilginç gelmiş olmalı ki, döşenmişler. Fotoğrafın alt yazı başlığı: Ümükçü Muzo..."Her gece assolistini boynuna kondurduğu öpücükle sahneye çıkaran Muzaffer Özpınar, Bülent Ersoy'un deyişiyle 'bu işi biliyor'"

Bülent hanım böyle sever, Ümüğünü Öptürüyor... haber başlıkları kullanılmış..."Başbakan Turgut Özal'ın Bulgarların ümüğünü sıkma yolundaki çabaları şu sıralar ne aşamada bilemiyoruz, ama İzmir Fuar'ında sahneye çıkan Bülent Ersoy'un ümük öptürme sefası her gece sahne almadan önce kuliste tekrarlanıyor. Sahneye çıkmadan önce maestrosu Muzaffer Özpınar'a eski 'ümüğünü' yeni 'gıdısını' öptüren Bülent Hanım 'Muzaffer bu işi  biliyor. Öpücüğünü kondurmasıyla birlikte ta kuyruk sokumuma kadar içimi ürpertiyor' şeklinde konuşuyor."

Adlandırma, yakıştırma, siyasi gönderme ve erotik bir komiklik filan, eksiği yok...Etik, empati hak getire elbette... Kibir sanılmasın, herkes bir iş yapıyor, hayat da kolay değil ama bu haberi yazana "ne iş yapıyorsun" dendiğinde ne cevap veriyor acaba, bir hikaye olarak merak ediyorum...

Salı, Mart 22, 2022

Yel Yeperek Yelken Kürek

Bir süredir yazdığım senaryo gereği mizah edebiyatımıza dair metinler okuyorum. Metinlerden bende kalan tortu şu, acayip gevezeyiz, hiç susmadan, şöyle manidar bir es bile vermeden zar zar konuşuyoruz. 

Seneler önce Türk mizahının Forrest Gump’ı yoktur ya da Chauncey Gardener’i demiştim. Güldiken'de yazmıştım, sonra belki başka bir yazıda yineledim. Bizim komiklerimizin hemen hepsi geveze ve meraklı, saf, yer ile yeksan, küçük-cin adamlar. Kırlangıç nasıl çırparsa kanadını güleç dedikçe güleç. Neşeli, taşkın, yüce gönüllü ve toprak gibi işlenmişler. Mutlaka gürültücüler. 

Kavuklu, Karagöz, Keloğlan, Bektaşi veya Nasrettin Hoca hepsi tek tek büyük zangırtı çıkarıyorlar. Naşit, Turist Ömer, Ali Uyanık ve Varsayalım İsmail, yel yeperek yelken kürek konuşuyorlar; ne yalnızca kutlamak ya da bağışlanmak, ne de rahatlamak ve boşalmak sözcüklere basa basa. Hepsi birden, hepsi var eylemlerinde... 

Konuşarak kurtuluyorlar, alttan alarak, laf ebeliği yaparak, kandırarak-kandırmaya çalışarak, kurnazlığı öğrenmeye çalışarak, katlanarak, söylenerek, merak ederek, bilmiyor gibi yaparak, ricalar ederek ve her zaman sevimli görünerek... 

Tohumu bence en çok Kavuklu’dan. Ruhların duvarında afili bir resim, ilk gevezeliğin el vermesi.

Pazartesi, Mart 21, 2022

Yine dış güçler

Temür’le Beyazıt’ın savaş meydanlarını öğreniyordum. Bugün Ankara’nın güney doğusunda Hüseyin Gazi isimli dağa tırmandım. Kızılhisar’dan bir köylü dedi ki: ‘Niye buralarda dolaşıyorsun. Birisi seni yakalar da öldürür’. Ben de ‘Öldürürse ne yapalım. Ben Temür’le Beyazıt arasındaki savaş yerini görmek istiyorum’ dedim. ‘Ha biraz şu tepeye çıkalım’ dedi ve oradan Çubuk ovası denilen yerdeki savaş yerlerini uzaktan gösterdi. ‘Bunları kitaptan mı öğrendin?’ dedim. ‘Hayır, bizim köyümüz Horasan’dan gelmiş, Temür’ü severiz. Zaten Beyazıt’ı Temür’e karşı kışkırtanlar Türkler değildi, Sırplardı’. (…) Ben daha yukarılara, sonra dağın zirvesine çıktım. Hava epeyi soğuktu. Taşlar arasında tezekleri toplayıp ateş yaktım.

[Zeki Velidi Togan, Hatıralar, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 1999, s. 527.]

Pazar, Mart 20, 2022

Up Up da Nereye Kadar?


El artırmak diye bir şey var. Siyasetten spora her yerde rastlıyorsunuz buna. Maç bitiyor, kazanıyorsunuz ama o kazanmak kimseye kafi gelmiyor. Birilerinin haddinin bildirilmesi şart oluyor. Sadece sevinmek yetmiyor, birine küfretmek de gerekiyor. Kural böyle. Up up!! tadında bu böyle gidiyor. O yüzden aslında ne tam seviniyoruz ne tam öfkeleniyoruz. Öfkemizde bir sevinç, sevincimizde bir öfke  eksik olmuyor. 

Up up!! deyişim de şundan. Amerikan filmlerinden argomuza geçti. Giderek yükseliyorsunuz ya, bir önceki "level" sizi kesmiyor artık. 

Rakibimiz İrlanda değil, içimizdeki İrlandalılar oluyor. İrlanda vesile, maç vesile, galibiyet vesile... O öfkenin içinde öyle bir mağduriyet var ki... Yahu dur bir konuşalım desen, adam yumruğu çakacak suratına. Sen de İrlandalı olacaksın çok konuşursan. 

Ben çok seviyorum bu deyişi mesela "ekmeğine yağ sürüyorsun" diyorlar. Ya ne desen ne yapsan fark etmiyor, düşmana fayda sağlıyorsun çünkü. Ya sev ya terket deniyor ya, hah işte onu, ruhen diyelim, sağcısı solcusu çok seviyor.

Siyaset nedir, tefrik etmektir. Yola bakarsınız, yolcuya, yoldaşa, kendinize, gidilecek yere... Bütün dinlerin ve bütün ideolojilerin tarihini kazıyın, altında mutlak bir pragmatizm görürsünüz. Koşullara göre Marksizm, Müslümanlık ya da Milli Kurtuluş Hareketleri pragmatik davranmış, özgürlükle ve yaşam alanlarıyla ilgili sınır(lar) belirlemiş, bazen gerilemiş ve bazen ilerlemişlerdir. 

Siyaseti ve siyasetle ilişkiyi, el artırmaya çevirirseniz, siyaset yapamaz, sürekli slogan atar hale gelirsiniz. Hainler, dönekler, alçaklar, şunlar bunlar... Ne deseniz yetmez gelir insanlara... En başta kendinize yetmez gelir... Öfkelenmeniz gerektiği yerde şaşalar, sadece günah keçinize döner, sadece ona konuşur olursunuz, rakibinizi karıştırırsınız. 

Haklı bir öfkeyi değil ezberlenmiş bir öfkeyi yineleyen biri olur çıkarsınız. [2013]

Cuma, Mart 18, 2022

Yasası Yanardağların...

Zorbanın dili betonarmeydi, Allah’a yaslanmış gecekondu mesellerinde. Mucize rastlantılar, Abdulvahap’tan. Muharrem Gürses’in eli, Muhterem Nur’un gözyaşları. Beyoğlu’na boşaldılar. Yaban yeşili, kan kırmızısıydı kirli donlu bebeler özlemleriyle kenarların. Çatlak ve irinli deri. Sarımsaktan soluklarıyla geldiler. Başkasına ait bir mevsime karıştılar. 

Ama yasası bu yanardağların. Kanadıkça akar, pıhtılaştıkça hemşehrisi olur şehrin. Tarih bir baştan çıkarmadır; yan sokakta çalkalanan bir kokteyl, terasta sevişmeler, çıkışta dizili bahşişçiler. Bir gün soracaklar nerede senin cenk hançerlerin? Kasıklarında ağrılarla uyanacak dağınık yatakta şairler ve çizerler. Evet ya!! Cinsel kimlikler, post kolonyalizm ve post modern “an”lar. 

Tarkan olmak isteyen hayatlarla çiftleşiyor yazanlar. [2000]

[22 yıl önce yazmışım, dil oyunları, romantik bir öfke filan ama bir şeye kızmışım, kızdığım şey anlaşılmıyor değil ama beni hoplatan özel bir şey olmalı, işte onu hatırlamıyorum.]

Perşembe, Mart 17, 2022

Adımı nerden bildiniz?

Çizgi romanların, özellikle bant karikatürlerin kendi kurdukları gerçekliklerini bile isteye bozmalarını seviyorum, beni kim okuyor demeleri, "ben çizgiyle mi çizilmişim" diye şaşırmaları, ontolojik bir sıkıntıyla kalakalmaları filan bana eğlenceli geliyor. 

Yalçın Didman çizmiş, biri kahramanı Fatoş'a ismiyle hitap edince genç kadın şaşırıyor, soruyor ve bankta oturan hanımefendi "e nerden bileceğim, seni Günaydın gazetesinden tanıyorum" diyor. 

Sonrası nasıl olur acaba, Fatoş bir bant kahramanı olarak günbegün anlatıldığını öğrenerek  mahreminin ortaya dökülmesinden dolayı öfkelenir mi? Muzipçe soruyorum elbette... 

Diğer yandan şunu da merak ediyorum, buradaki espri nedir? Bizim, okurlar olarak şaşırmamız mı, yoksa Günaydın'ın reklamı mı yapılıyor... Fatoş'un tepkisini öğrenemiyoruz çünkü... 

Salı, Mart 15, 2022

Türkü yarışması

Ben Dil-Tarih’te öğrenci iken Veysel [Aşık Veysel, Şatıroğlu] Ankara’ya hemen her yıl geliyordu.  Hergele Meydanı’ndaki Kırşehir Hanı’nda kalıyordu. Bu Hergele Meydanı, şimdiki Opera Meydanı’nın adıdır. Kırşehir Hanı’nın da solcu arkadaşların hayatında önemli bir yeri vardır. Hanın genişçe bir odasında arkadaşlardan Laz Naci, Köylü İbrahim sürekli kalırdı.  Galiba Yaşar Kemal de bir ara orada kalmıştı. Ankara’ya yeni gelen gariban için  yere bir şilte veya ot dolu bir yatak daha atılır, böylece yersizlikten kurtulunurdu.  Bu odada bir türkü yarışması yaptığımızı hatırlıyorum. Yarışmada sesi en kötü olan bendim.  Benden sonra Yaşar Kemal geliyordu.

[İlhan Başgöz, Gemerek Nire Bloomington Nire, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2017, s. 103.]

Pazartesi, Mart 14, 2022

San'nat Münakaşaları

İnsanlar hoşlarına gitmeyen örüntüleri diyelim, içine filmleri, şarkıları, romanları ve türlü türlü anlatıları katalım, sanat saymamak hususunda güçlü bir iştah gösteriyorlar. Genel eğilim, aşağılamak-tahkir etmek olduğu için cennet-cehennem dualizmini, iyi-kötü zıtlığını kurarak kötü, vasat ve bayağının karşısına bir merhumu-merhumeyi koyuyorlar. Nihayetinde ölünün arkasından kötü konuşmak pek doğru bulunmadığından korunaklı da galiba veya ölen kişi artık yaşayarak "herhangi bir yanlış" yapamayacağı için sabitlenmiş oluyor, onu bir raptiye gibi iyi ve güzel olanın, sanatın yanına pıt diye iliştiriyorlar 

Doğal olarak bu tür kıyaslamalar derinliksiz bir romantizmdan fazlası olamıyor, olsa olsa insanın günlük kahretme haddini besleyen vesilelerden biri oluyor, daha da kötüsü ancak o kadar oluyor, ertesi gün unutuluyor çünkü... Hayat zor, kahretmek de bir ihtiyaç, baş etmemizi sağlıyor, onca vasat şey arasında ne kadar nitelikli olduğumuzu düşünmek bize iyi geliyor, "herkes ne kadar salak ve pespaye, çok şükür ben farkındayım" demek istiyoruz... 

Gülşen bir şarkıcı, sahne performansıyla öne çıkan bir icracı,  sadece sesini dinletmiyor, kendini seyrettirmek de istiyor... Meseleler mutlaka hayat tarzı üzerinden tartışıldığı için onu sevmeyenler, karşısına Neşet Ertaş'ı koyuyorlar, aslına bakarsanız Ertaş yaşadığımız dönemde sanatçı örneği olarak o kadar çok kullanılıyor ki... Tevazuyu, geleneği, kutsiyet atfedilecek güçte kirlenmemiş (muhtemelen aseksüel) bir aşkı, sadakati, melankoliyi, şöhret karşıtlığını, fedakar erkekliği, sabırla beklemeyi temsil ediyor. Popüler bir ikona dönüştüğü için sevme nedenleri günbegün artıyor ve çeşitleniyor, sahipleneni sahiden çok...

Ben de seviyorum, dinliyorum. Hatta, on iki yaşımdayken, Ankara'da Anafartalar caddesinde bir sazcı dükkanında canlı canlı kim olduğunu bilmeden dinlemiştim onu. Kendisi çağırmıştı, gel delikanlı demiş, yanındaki sandalyeye oturtmuştu, üç beş kişi vardı içerde, kulakları çınlasın Mıstık Abi ile birlikteydik, sesinden türküsünden çok, içtiği kalın sarma sigara ilgimi çekmişti, koyu bir dumanı vardı. Türküsünü bitirince galiba rakısını da içmişti, bizim öğlen tatilimiz olduğuna göre gündüz vaktiydi. Dışarı çıktığımızda Mıstık abi, kim olduğunu söyledi, ilk kez duymuştum, hemen aklımdakini, sigarasını sormuştum. 

Hayatımda esrarlı sigara içerken gördüğüm ilk insan Neşet Ertaş'tır. What if sorusu soralım, bugünün ebeveynleri, şimdiki zamanın kamusallığı, on iki yaşındaki bir çocuğun yanında esrar içen bir ünlüye ne derdi? İçerken yanıbaşına oturtmasına ne söylerdi? Benim için güzel bir hatıra ama bu durum nasıl yorumlanırdı lütfen bir düşünün... Gülşen için sadece ses icracısı değil demiştim, biliyorsunuz Neşet Ertaş, bizatihi babası Muharrem Ertaş tarafından köçek olarak çocuk yaşta dans ettirilirdi. Babası söyler o oynardı...Sadece sese-söze değil göze de hitap etmek istiyorlardı. Hadi bunu yorumlayalım... 

Ertaş'ı azımsamak gibi bir niyetim yok, insanların tartışma biçimi bu yönde geliştiği için bir karşıtlık kurmaya çalıştığım sanılabilir. Oysa değil. Türkan Şoray, masumiyetin, saflığın karinesi olarak hatırlanıyor, kullanılıyor oysa kendi zamanında bir arzu nesnesiydi. Nasrettin Hoca, edeple edebiyatla, kıssadan hisseyle anlatılır, oysa grotesk fıkraları da vardır, karısına-sevdiğine gündelik dilde "emcüğünü siktiğim" diyen biri olduğunu okumak bizi nasıl etkilerdi?

Popüler kültür kahramanlarını sabitlemek mümkün değildir demek istiyorum, siyasi kamusallık daimi bir dikkatle onu tanzim etmeye çalışır ama bir türlü başaramaz, tarifleyemez ve indirgeyemez. Bu kadar değişken bir şeyle başetmek mümkün değildir ve sadece siyasi erkin değil, tek tek insanların aklını karıştırır. Bu kadar çok insanın sevdiği ve sevmediği, izlediği ve "asla" izlemediği ama üstüne konuştuğu örüntüleri tek bir biçimde anlamlandıramazsınız, üzerinde fikir birliği sağlayamazsınız.

Dikkat edilirse, siyasi ve kültürel kamusallık, tek tek sanatçılar, eleştirmenler, takipçiler yeri geldikçe, sıtkı sıyırılırcasına bir sanat tarifi yapıyor, konuşmasına, sevdiği şeylere, geçmişine (ya da o geçmişten ayrıştırarak kendisine) itibar katmaya çalışıyor. Orada da mukayeseler oluyor, işte operadan tiyatrodan, anlaşılır olmaktan, ticari olmamaktan bahsediliyor filan... 

Günümüzde sanat ve sanatçı nitelemeleri  yapanlar, sanatın ve sanatçıların tarif edilemez ve bir tek şeye indirgenemez bir halde olunduğunun farkında değiller. Popüler ikonlar nasıl tartışılıyorsa öyle tartıştıklarının, ortalamayı yinelediklerini göremiyorlar... Sanat ve sanatçı tarifi yapmak, bana arkaik geliyor, hatta bir pop retorik gibi geliyor. Endüstri devriminden sonra doğan ve yaşayan her sanat, teknolojinin imkanlarıyla çoğalır, piyasa koşullarında yaşar ve çeşitlenir. Bu kadar üreticisi, tüketicisi, piyasası, tarihi, nostaljisi, arkeolojisi, amatör ve profesyonel eleştirisi olan örüntülere sanat değil-sanatçı değil demek bana zaman kaybı geliyor. 

Pazar, Mart 13, 2022

Ezik satır

Eskiden kitaplar satır satır dizilir, bu sebeple de basımı çok uzun sürerdi, öyle ki, baskı forma forma (16 sayfa) basılır ve hatta baskının sonuna yapılan hatalarla ilgili not düşülürdü. Yukarıda Reşat Enis'in "Ağlama Duvarı" kitabının arkasına düşülmüş not var.

"Ezik basılmıştır" cümlesini görünce çocukluğum aklıma geldi, ilk gördüğümde hiç anlamamıştım "ezik" sözcük olarak gündelik dilde pek kullanılmıyordu belki de... Düz anlamıyla "Ezik (ezilmiş) domates" vardı ama, birbirimizi küçümsemek için mecazen "ezik" (kişiliksiz) demiyorduk mesela... 

Ezik, burada içe dönmüş, diğer satırlara göre bir parça aşağıya kaymış-yassılmış anlamında kullanılmış,  ne demek istediğimi, paylaştığım (alttaki) görselden anlayacaksınız...düzelti notuna gerek duyulan satır silik çıkmış...

Bir kitabın ezik satırları...ilginç geliyor kulağa...


Cumartesi, Mart 12, 2022

Vampir İstanbul'da

Vampir İstanbul'da 1987 yılında Tan gazetesinde çıkmış bir çizgi roman, seneler önce not almışım ama ayrıntı yazmamışım... Veya aradan geçen yıllar içinde bildiğim ayrıntıları unutmuşum. Ne Vampir'i diye notlara boş boş bakınca, merakım depreşti ve örneklerini sahaflardan topladım. Tabii ki bu Vampir, bildiğimiz Vampir değil...

Killing fotoromanını temel alarak çizilmiş, kopya bir çizgi roman, tek tek kareler başka yerlerden alınarak antiskoptan geçirilmiş... Öyle ki, sayfanın ilk karelerindeki genç kadın çok acemice apartılmış, görür görmez "Faruk Geç çizdi beni" diye bağırıyor.

Bu kopya işi bana oldum olası tuhaf gelir, nedense o yıllarda pek umursanmıyor, hemen tüm çizgi romancılara normal geliyordu. Kopya çekenlere bakılırsa, "çizemeyenler boş boş konuşuyordu" filan. Otuz yılı geçti, o tarihlerde Türkiye Çocuk dergisinin müdürüyle konuşmuştum, çizgi romanlarının yabancı örneklerden birebir alınmasıyla ilgilenmediğini söylemiş, yapabiliyorsan sen getir, senden de alayım filan diye meydan okumuştu, ses kaydı olarak elimde duruyor olabilir...

Lafa gelince kopya çekmek zorundaydılar çünkü zaman azdı, ücret düşüktü, ihtiyacı karşılamak gerekiyordu, herkes çekiyordu ve saire tek tek sayılıyor, hep bir bahane "haklı gerekçe" oluyordu. Ünlüce bir çizer şöyle demişti, "E işte Suat Yalaz'la tanıştım, o kötü oldu, bana kopyacılığı öğretti" filan...Ben kopya çekiyorum, çünkü bana öğrettiler bahanesi... 

O zamanlar "öyleydi" diyerek yapılan meşrulaştırmayı da çok anlamıyorum. Çocukken okuduğum ve sevdiğim kimi çizgi romanların birebir kopya olduğunu keşfettiğimde büyük hayal kırıklığı yaşadığımı iyi biliyorum. Tabii ki doğru değil, etik değil ve hatta kanunen cezası olan bir şeyden bahsediyoruz. 

Ha evet, anlamaya çalışabiliriz, katılmak ve kabullenmek gerekmiyor anlamak için... İnternet yoktu, dünya şimdiki kadar global değildi, daha rahat hırsızlık yapılıyordu falan filan da...Yapmayanlar vardı ama...Özgün işler de üretildi, hiç üretilmedi değil...

Cuma, Mart 11, 2022

Ne kadar Nazi olabiliyoruz?

Fotoğraftaki bir kül tablası, kime göstersem imalı imalı güldü, trajediye, salaklığa, ergen zekasına, vasatlığa işte artık her neyse ona güldü. Salakça buluyorum bu kül tablasını, neyi düşünerek ürettiklerini hayal ediyorum, anlamaya çalışıyorum diyelim, zihniyetlerini, rahatsız olmamalarını filan... Hatırlayanlar olabilir, bir süre önce ahşap bir kül tablası paylaşmıştım, orada da çıplak bir kadın vardı, sigaranızı o bedene bastırarak söndürüyordunuz, e ona da gülen çıkıyordu...

Ürün olarak dikkat çekeceğini bilerek böylesi bir tasarıma başvurulduğu, erotik vurgunun ürünün benzerlerinden ayrılmasını kolaylaştırdığı filan tahmin edilebilir şeyler. Anlamıyor değilim. 

Bu türden işleri üretebilmek, satabilmek "şimdiki zaman koşullarında" pek kolay değil artık. Ayıplanıyorsunuz, doğru bulunmuyor, hoş karşılanmıyorsunuz. Farklı varyantları olsa da durum bu... Bir feminist ya da İslamcı meseleye farklı yerlerden bakarak bu kül tablasına karşı çıkarlar.

Ben çocukken, mahalledeki Ülkücü gençlerden biri yanımızda dolanan sevimli bir sokak köpeğine Stalin adını koymak istemişti, anlamamıştık. Biz yedi sekiz yaşlarındaydık, o ise taş çatlasa on beş filan... Bunu yaparak kendini önemli hissedecekti muhtemelen. Yıllar sonra, asistandım, kütüphanede gazete taraması yaparken, kırklı yıllarda köpeğine Stalin ismini veren bir gencin komünist suçlamasıyla yargılandığını okumuş, o Ülkücüyü hatırlamıştım. Nefretin çeşidi bol... 

Yazmıştım, yineleyeyim: yaşadığımız dönemin en büyük ayrımcılığı kadınlara yönelik nefret... Hani arada kadınlarla ilgili bir facia oluyor ve "anormal" olması nedeniyle kahrediyoruz ya... Asıl mesele, normalliğin altındaki marazlarda, onları gün yüzüne çıkarabilmekte... 

Şöyle düşünelim, o kül tablasında yarı çıplak bir kadın yerine Müslüman din adamı olsa veya bir Yahudi... belki bir Arap, belki transfer olarak takımdan ayrılan bir yıldız futbolcu...Trump, Putin veya işte o kişi...  Nasıl olurdu, neye kızardık, ne bizi güldürürdü? 

Abartarak şunu kendimize soralım, ne kadar Nazi olabiliyoruz?

Perşembe, Mart 10, 2022

Gelenek


Sabah, New Yorker'ı görünce kimbilir kaç tane buna benzer kapak gördüğümü düşündüm. İnsan, yeter artık, bıkmadınız mı bu espriyi yinelemekten demek istiyor, sahiden öyle hissettim. Sonra biri de hep aynı şeyi söylemeli diye caydım.

Dergi, 1925'ten beri yayınlanıyor, kesin olan, sabır ve inat edilmiş bir editöryal tercihleri var. Bence hayli mufazakarlar, belli esprileri, örneğin doğa özlemini, nostaljik güzellemeleri sıklıkla yineliyorlar. [Elbette ben iyi bir okur örneği değilim, müşkülpesentim, dergiler taze okuru isterler, benim gibiler, huysuzlanır, farkeder, homurdanır. Dergileri yaşatan eski değil, yeni okurlarıdır. ]

Sonra şunu düşündüm, biz bu kadar tekrar edemiyor, dergilerde belli temaları yineleyemiyoruz, mesele dergilerimizin uzun yaşamaması değil. Biz hep eskidiğimizi düşünüyoruz, yenilenmek istiyoruz. Tekrara düşmek bizi korkutuyor. Gelenek iyi bir şey gibi gelmiyor bize, böyle bir eğitim alıyoruz, geleneği yıkmak istiyoruz. Gelenek deyince aklımıza köhnemişlik geliyor. Gelenek bizim zihniyetimizde sürgüne yollanmış durumda, alenen camii önüne bırakılmış hatta... Gelenekle işimiz olmasın, biz geleceğe bakalım istiyoruz.

Bir hissiyattan söz ettiğim anlaşılıyordur umarım.

Sürekli gelenek, tarih, ecdad diyenlerin de bir farkı olmadıklarını hemen söyleyeyim. Ankara'da, dört-beş asırlık camilerinin kapılarını tıs tıs'lı mağaza kapılarına çevirenlerin aklı da aynı biçimde çalışıyor. Bize daha büyük, daha gösterişli daha yeni bir şey lazım diye düşünüyorlar. Yeni'yi konuşmak daha çok ilgi çekiyor. Konuşulur olmak istiyoruz.

Bu kadar gökdelen boşuna dikilmiyor.

Çarşamba, Mart 09, 2022

Nasılsın yaramaz?

Tenten'in yerli kopya serüvenlerinden biri olan Esrarengiz Sirk'ten iki kare... Kaptan, Tenten ile karşılaşınca neşeyle takılıyor: "Nasılsın yaramaz? Bizi arayıp sormuyorsun. Aşk olsun yani". Konuşma biçimi çok tatlı, bir yetişkin ilkokul çağındaki çocuğuyla konuşuyor sanki... "N'aber keraneci?" demediğine şükretsek mi acaba... 

İkinci karede bu defa Tenten soruyor "Gene çok içiyor musun?". E bu da tam Türk usulü gevezelik, serüvene mi çağırıyorsun, dert dinlemeye mi? Artık kopyayı kim yaptıysa Kaptan bu kadar içmesin istiyor, kahramanı kendi adına  konuşturuyor. Zaten Kaptan da "bu kadar içmeyeyim, alkolik olup çıkacağım, kendimi oyalamalı, akşamları eğlence yerlerine gitmeliyim" gibi bir özeleştiri (!) yapıyor.

Yukarıda tatlı dedim, okuduğumdan beri dilimde bir "nasılsın yaramaz?" var, her konuştuğuma anlatıyorum.

Salı, Mart 08, 2022

Kadınlar Uyanıyor


İsim ilginç, kapak saçma... E ama pulp biraz da böyle bir vasatlık ve ucu açıklık içerir,  haddinden fazla önem verdiğimiz de oluyor, hiç farkına varamadığımız da... Kadınlık Uyanıyor kitabı ismiyle günün anlam ve önemine dair bir "gönderme" olsun...

Pazar, Mart 06, 2022

Ayrık Bacak














Çocukluğumdan beri bana komik gelir, filmlerde kamera, önde duran kadının ya da erkeğin bacaklarının arasından ileriye bakar. Biri geliyordur, düellodur, karşıda duran diğerini bekliyordur vs...

Anlaşılan o ki, bu açı yönetmenlerin hoşuna gitmiş, iştahla tekrarlanmış, dikkat edilirse trash sinemasında daha fazla görülür ve giderek onlara bırakılır. Kişisel olarak ben kameranın kendini bu kadar hissettirmesini, özel bir amaç yoksa anlamsız bulurum. Yönetmen, ısrarla ben buradayım derse ve tuhaf açılarla sahne kurarsa, hikayenin önüne geçmeye başlar. Ben hikaye anlatan ve anlatırken kendini unutturan auteurları severim.

Tabii bu ayrık bacak sahnelerinin grotesk bir erotizmi de var ama grotesk işte...Lüzumsuz...

Cumartesi, Mart 05, 2022

İstanbul Turu

1950 yılındayız, Mahmut Makal "Bizim Köy" anlatısını yayımlamış, soruşturmalar olmuş, yereni de öveni de çok, her gazetede hakkında bir şeyler yazılıp çiziliyor, enikonu konuşuluyor...Dönem, CHP iktidarının sonu, özgürleşme hayaliyle senelerin bıkkınlığı karışmış durumda...Demokratlar, liberter iddialarda bulunuyorlar, CHP'nin ak dediğine kara demenin iştahı var, epey karışık... Kim ne kadar özgürlükçü o günlerde anlamak çok kolay değil, palyatif ve konjentürel tartışmalarla geçiyor günler...

Melih Cevdet, Makal'ın gazeteciler eliyle İstanbul'da gezdirilmesine "huylanmış" diyelim, alıntılayım: "Önce, ünlü bir genç yazara gösterilen bu ilgiye sevinecek oluyorsunuz; ama yazılarını okuduktan sonra canınız sıkılıyor. Yok Makal vapuru görünce şaşırmış, telefonda bağıra çağıra konuşmuş, sandala binmeğe korkmuş. Sanırsınız ki Zaro Ağa Amerika'da. Açıkçası gazetecilerin Makal karşısındaki durumunu beğenmedim. Ne kadar cevherli olursa olsun köyden yetişeni, büyük şehirlerimizin hala hafif bir gülümseme karşıladığına yeni bir örnek. Büyük şehrin verdiği o yalancı büyüklük duygusundan bir türlü kurtaramıyoruz."

Biliyorum, biraz "What If" gibi olacak ama o tarihte "oryantalizm" fikren biliniyor olsa Makal'ın gezdirilmesi başka türlü yorumlanabilirdi veya Melih Cevdet daha eleştirel bir tartışmaya girebilirdi...Yazısını "bakalım Makal nasıl anlatacak bu ilgiyi" diye bitirmiş, "kim kimle eğlenecek" demeye getirmiş, bir başka deyişle köle, efendisini nasıl anlatacak diye merak etmiş... E yani, çok değil yüz elli yıl önce, pek çok "vahşi-insan", büyük ve modern şehirlere getirilir, müzelerde, salonlarda gezdirilir, bir sirk hayvanı gibi teşhir edilir, şaşkınlıkla korku arası tepkilerle konuşulurdu. 

Oryantalizmin katmanları var, sadece Batılı'dan Doğulu'ya doğru değil, Batı'yı kendisine modelleyen Doğulu'dan Doğuluya, yerli-otantik modernden yerli-otantik modern olmayana, yani kendi toplumuna yönelebiliyor, malumunuz "Self-Oryantalizm" deniyor buna... Makal, elbette ki Darwin'in Tierra del Fuego'lu vahşilerinden biri değil ama ne olsa metropol uygarlığı karşısında taşralı ve köylü, az okumuş biri, doktor ya da mühendis değil bir köy öğretmeni...Diğer yandan kitabı var, entelektüel ve siyasi bir ilgi yaratmış, merak ediliyor, şaşkınlık uyandırıyor... Belki de bildikleri tanıdıkları birilerine benzemediği için (en bilinmedik ve tehlikeli düşman safından) komünist sayılıyor...

Meraklısı için not, yazıya Yaprak gazetesinde rastladım, o tarihte Melih Cevdet 35, Makal ise 20 yaşında...

Cuma, Mart 04, 2022

Tefrikalar


İnsan eski gazetelere bakınca unutulan yazarları, bugün hatırlanmayan romanları daha kolay farkediyor. Vakti zamanında ne yazsa yayınlanan yazarlar var: Simenon, Istrati, Guareschi vd. Yazdıkları her şeyin ilgi çektiği hemen anlaşılıyor.

Sonra konuşulan isimler var: Bitlisli William Saroyan, Kayserili Elia Kazan gencecik yetenek Françoise Sagan...Nobel kazanan Sartre... Veya Faulkner... Bir teki bile eskisi kadar konuşulmuyor, niyesi belirsiz...Yerlilerden Peride Celal, İlhan Tarus veya ne bileyim Burhan Arpad o günlerdeki ilgiye bakarak sanki daha çok "bugüne kalırlardı" gibi geliyor. Kalmadılar. Nahid Sırrı Örik, daha çok biliniyor bugün, oysa o günlerde çok da önemsenen biri değil...

Biraz da romantik bakıyoruz  galiba, örneğin Oğuz Atay ya da Tanpınar'ın hiç bilinmediğini, yüz verilmediğini söyleyerek sempatimizi çoğaltıyoruz. Halbuki biliniyor ve takdir ediliyorlar, o kadar değil, abartmayalım.

Bazen şöyle şeyler söylenir, iyi roman geleceğe kalır şu bu... Tam bir palavradır. 

Başka bir yerden lafa gireyim.

Bazıları iyi hikaye anlatır, bazıları iyi edebiyat yapar, ikisi birbirinden farklıdır ama ikisinden de iyi kitap olabilir.

İyi edebiyatsa o kitap geleceğe kalır'ın garantisi yoktur, iyi hikaye de geleceğe kalabilir ama bu onu iyi edebiyat yapmaz.

Bir kitabın geleceğe kalabilmesi sadece edebi niteliğiyle ya da iyi hikayesi olmasıyla da ilgili değildir, siyasetle ve zamanla da bir bağının olması gerekir.

Örneğin Suzan Sözen, kim bilir, 27 Mayıs olmasaydı, Türk Sagan'ı olarak uzun seneler çok satacak ve okunacaktı...Köy Enstitülü yazarların esamesi okunmuyor, çoğunluğu bence iyi değildi ama hepsi de kötü değildi ya...Kaybolup gittiler. Sahiden öyle, kayboldular.

101 Temel Eser adı altında yaşayan romanlar var ama o listede ona rağmen bilinmeyenler de mevcut... Mükerrem Kamil Su, yaşadığı dönemin büyük tefrikacısıdır, çok satar bir yazardır, 101 içinde o da var, hatırlanmıyor.

Hatırlanmak, satışı artırıyor...Satış, hatırlanmayı kolaylaştırıyor, o da tamam ama geleceğe kalmak, anlatılabilir değil...Birbiriyle çelişen çok örnek var.

Uzun meseleler...
Related Posts with Thumbnails