Hepimiz
bu dünyadaki mutsuzluğu, acı çekenleri, yoksulları, katledilen masumları
gördükçe onlara yaşatılan zulmü durdurmak, en azından ıstıraplarını dindirmek
isteriz.Ama
buna gücümüzün yetmeyeceğini biliriz. Acizliğimiz karşısında şunu düşünürüz:
Benim hissettiğim acı ve kederi, insan olan herkes hisseder.
[Judith
Butler, bu ortak acı hissini “başkasının kırılganlığını kendi varlığımıza dahil
etme” biçiminde tanımlıyor. Acıya tanıklık etmek yalnızca bakmak değil, ahlaki
bir sorumluluğu üstlenmek demektir diyor.]
Üstleniriz
ve hissederiz ama acı ve keder kesilmedikçe, zülüm bitmedikçe bu
düşünceden giderek uzaklaşırız. İnsanın insan tekini sevmediğini, rekabet
ettiğini, kendini bir diğerinden üstün gördüğünü biliriz, öğreniriz.
[Toplumlar,
zamanla öğreniriz ki “günah keçisi mekanizması” ile yaşarlar. Toplumda gerilim
büyüdükçe, bu gerilimi soğuracak bir hedef aranır ve bulunur: bir kişi, bir
grup ya da figürün yok edilmesiyle geçici bir düzen sağlanır. Bu, linçin
antropolojik esasını oluşturan bir mekanizmadır.]
Eğer
inanıyorsak, hissettiklerimizi Allah’ın da gördüğünü, er ya da geç bu
haksızlığı gidereceğini, olup bitenlerden sorumlu olan kimlerse onları
cezalandıracağını kabul ederiz.
[Oysa Allah “sessizdir.” Simone Weil, Tanrı müdahale
etmez çünkü “insanın özgürlüğünü kutsar” derken tam da buna işaret eder. Çünkü Allah’ın
sessizliği insanı harekete geçmeye zorlayan ahlaki bir boşluk üretir.]
Tabii
ki bu bir temennidir; gerçekte, başka tür bir cezalandırmadan yanayızdır. Parçası
ve faili olduğumuz, hemfikir olduğumuz bir cezalandırmayı isteriz.
[Martha
Nussbaum’a göre intikam, geçmişte yaşanmış bir acının gelecekte telafi edilme
hayalidir. Ancak bu telafi, çoğu zaman yeni bir haksızlık üretir. Hukuk öfkeye
teslim olduğunda, adalet duygusunun yerini kana susamışlık alır.]
Suç
bizim yakınımızdaysa, bizim hayatımıza dokunuyorsa cezanın şimdiki zamanda, bu
dünyada çekilmesini, verilmesini isteriz.
[Robert
Cover, hukuk yalnızca kurallar bütünü değildir, şiddet uygulama biçimi derken
bunu vurgular. Yani birine ceza verildiğinde sadece kural işletilmez; o kişi
gerçek anlamda canı yanan biri haline gelir.]
Linç,
tam da böylesi bir mantıkla nefes alıp verir.
[Girard’a
göre linç, adaletin değil, kolektif şiddetin törenselleşmiş hâlidir. Linç
edilenin suçlu olup olmaması önemli değildir; önemli olan onun şiddeti
taşıyacak figür haline gelmesidir.]
Peki
ya kanunlar?
Eğer
biz istiyorsak, intikamcıysak, kanunların bizden yana olmadığına inanırız. Ya
da kanunların yeterli olmadığına, yetmediğine…
[Derrida,
hukukun “mistik bir temele dayandığını” söyler. Kanunlar güçlerini, mantıklı
oluşlarından değil, gücün meşrulaştırılmasından alırlar. Bu yüzden kanunlar,
bizim duygularımızla çeliştiğinde bize “yabancı” gelir.]
Zulmü
durdurmak isteyen bilincimizi de Allah’ı da kolayca unuturuz. İntikamı hepimiz
istiyorsak haklıyızdır; hepimiz istiyorsak meşruyuzdur.
[Sara
Ahmed, öfkenin kolektif meşruiyet üretme gücünü vurgularken grup olarak aynı
öfkeye sahipseniz, o öfkeyi “doğal” ve “haklı” saymaya başlarsınız der. Linç,
tam da bu duygusal yapışkanlıkla meşrulaşır.]
Zaman,
insanın insana zulmettiği bir devranda döner, durur. Döner, durur…