Pazartesi, Mayıs 19, 2025

Kediler

Yaşadığım binanın arka cephesinde yağmur sularının tahliye edilebilmesi için bahçe boyunca yeraltından giden bir boru döşenmiş. Borunun bir ucu binanın ön tarafına kaldırıma çıkıyor. Aşağı yukarı otuz metre yerin altından giden bir borudan söz ediyorum. Bunu niye anlattım, apartmanın kedi kolonisi borunun bir ucundan girip diğerinden çıkmayı bütün gün boyunca sürdürüyor.

Kediler biliyorsunuz, dışarıdan seyretmesi hoş bir biçimde avcı pozlarına girerler. Boruya girerken çıkarken onların gizlenme tripleri yapıyorlar, ona bayılıyorum. O borunun içinde gelip giderken kendilerini güvende hissediyorlar, bu çok anlaşılıyor. İçerisi sıcak da olabilir, termal bir konforu sevdiklerini biliyoruz.

Arada çevreden insanlarla konuştuğum oldu, birisi, kedilerin bu borunun kullanımı ile ilgili bir güç hiyerarşisi oluşturduklarını söyledi. Mutlaka yaparlarmış filan. Normalde kendilerine ait alanlar olmasını isterlermiş ama bu boruların kolektif kullanılması için birbirlerine tolerans gösterirlermiş... Ama buna içlerindeki en güçlü olanı karar verirmiş şu bu... Kim önce kim sonra girer gözlemek iyi olabilirmiş... 

Böyle şeyler benim pek aklıma gelmiyor, ben sadece onların rutin seviciliğine odaklanıyorum galiba... Kediler, değişiklik sevmiyorlar ve hoşlandıkları hareketleri tekrar edip duruyorlar. 

Bunu yapmak onların anksiyetesini azaltıyormuş, bir arkadaşım öyle söyledi. Hepimizin mutlulukla kafayı bozduğu bir çağda kedilerin anksiyetesi olmaz mı yahu...

Pazar, Mayıs 18, 2025

Döner durur v2

Hepimiz bu dünyadaki mutsuzluğu, acı çekenleri, yoksulları, katledilen masumları gördükçe onlara yaşatılan zulmü durdurmak, en azından ıstıraplarını dindirmek isteriz.

Ama buna gücümüzün yetmeyeceğini biliriz. Acizliğimiz karşısında şunu düşünürüz: Benim hissettiğim acı ve kederi, insan olan herkes hisseder.

[Judith Butler, bu ortak acı hissini “başkasının kırılganlığını kendi varlığımıza dahil etme” biçiminde tanımlıyor. Acıya tanıklık etmek yalnızca bakmak değil, ahlaki bir sorumluluğu üstlenmek demektir diyor.]

Üstleniriz ve hissederiz ama acı ve keder kesilmedikçe, zülüm bitmedikçe bu düşünceden giderek uzaklaşırız. İnsanın insan tekini sevmediğini, rekabet ettiğini, kendini bir diğerinden üstün gördüğünü biliriz, öğreniriz.

[Toplumlar, zamanla öğreniriz ki “günah keçisi mekanizması” ile yaşarlar. Toplumda gerilim büyüdükçe, bu gerilimi soğuracak bir hedef aranır ve bulunur: bir kişi, bir grup ya da figürün yok edilmesiyle geçici bir düzen sağlanır. Bu, linçin antropolojik esasını oluşturan bir mekanizmadır.]

Eğer inanıyorsak, hissettiklerimizi Allah’ın da gördüğünü, er ya da geç bu haksızlığı gidereceğini, olup bitenlerden sorumlu olan kimlerse onları cezalandıracağını kabul ederiz. 

[Oysa Allah “sessizdir.” Simone Weil, Tanrı müdahale etmez çünkü “insanın özgürlüğünü kutsar” derken tam da buna işaret eder. Çünkü Allah’ın sessizliği insanı harekete geçmeye zorlayan ahlaki bir boşluk üretir.]

Tabii ki bu bir temennidir; gerçekte, başka tür bir cezalandırmadan yanayızdır. Parçası ve faili olduğumuz, hemfikir olduğumuz bir cezalandırmayı isteriz.

[Martha Nussbaum’a göre intikam, geçmişte yaşanmış bir acının gelecekte telafi edilme hayalidir. Ancak bu telafi, çoğu zaman yeni bir haksızlık üretir. Hukuk öfkeye teslim olduğunda, adalet duygusunun yerini kana susamışlık alır.]

Suç bizim yakınımızdaysa, bizim hayatımıza dokunuyorsa cezanın şimdiki zamanda, bu dünyada çekilmesini, verilmesini isteriz.

[Robert Cover, hukuk yalnızca kurallar bütünü değildir, şiddet uygulama biçimi derken bunu vurgular. Yani birine ceza verildiğinde sadece kural işletilmez; o kişi gerçek anlamda canı yanan biri haline gelir.]

Linç, tam da böylesi bir mantıkla nefes alıp verir.

[Girard’a göre linç, adaletin değil, kolektif şiddetin törenselleşmiş hâlidir. Linç edilenin suçlu olup olmaması önemli değildir; önemli olan onun şiddeti taşıyacak figür haline gelmesidir.]

Peki ya kanunlar?

Eğer biz istiyorsak, intikamcıysak, kanunların bizden yana olmadığına inanırız. Ya da kanunların yeterli olmadığına, yetmediğine…

[Derrida, hukukun “mistik bir temele dayandığını” söyler. Kanunlar güçlerini, mantıklı oluşlarından değil, gücün meşrulaştırılmasından alırlar. Bu yüzden kanunlar, bizim duygularımızla çeliştiğinde bize “yabancı” gelir.]

Zulmü durdurmak isteyen bilincimizi de Allah’ı da kolayca unuturuz. İntikamı hepimiz istiyorsak haklıyızdır; hepimiz istiyorsak meşruyuzdur.

[Sara Ahmed, öfkenin kolektif meşruiyet üretme gücünü vurgularken grup olarak aynı öfkeye sahipseniz, o öfkeyi “doğal” ve “haklı” saymaya başlarsınız der. Linç, tam da bu duygusal yapışkanlıkla meşrulaşır.]

Zaman, insanın insana zulmettiği bir devranda döner, durur. Döner, durur…

Cumartesi, Mayıs 17, 2025

Vipi





 Yapay zeka programlarında yaptığım bir karakter tasarımı, Vipi isimli "vampirim"

Cuma, Mayıs 16, 2025

Mıstık Abinin Muhasebe Defteri


Psikodinamik ve bağlanma kuramları, bireyin çocuklukta yaşadığı deneyimlerin kişilik yapılanmasında temel belirleyiciler olduğunu savunur. Özellikle John Bowlby’nin geliştirdiği bağlanma kuramına göre, erken dönem bakım ilişkileri —özellikle de anne-çocuk etkileşimi— insanların ileriki yaşantısındaki duygusal ve ilişkisel örüntüleri belirler.

Benim terapist arkadaşlarımdan duyduğum şahane bir deyiş var, “anasının doyuramadığını biz nasıl doyuralım” diyorlar. İlk duyduğumda tam anlamamıştım, mecazen ana sütünden mahrum kalmış biri, yani çocukken şefkati ve temel güven duygusunu alamamış birey, siz ne yaparsanız yapın, eksik kalan o boşluğu dolduramaz. O boşluk mıh gibi kalıcıdır. Çocukluk mühimdir. Mutsuz çocuklar, çoğu zaman mutsuz yetişkinlere dönüşür.

Mıstık abim, insanları kendince ikiye ayırır, borçlu mu alacaklı mı derdi… “Sen önce bana onu söyle”

Alacaklı gibi yaşayanlar, erken dönemde yeterli şefkat, ilgi ve koşulsuz kabul görememiş olanlardır. Winnicott,  çocuğun ihtiyaçlarının uygun şekilde karşılanamaması, bireyin “gerçek benliğinin” gelişimini engeller diyordu. Böyle bireyler, yetişkinlikte yaşadıkları ilişkilerinde sürekli onaylanma, takdir edilme ve farkedilme ihtiyacı duyarlardı. Hep “eksik bırakılmış” gibi hissettiklerinden; kendilerini duygusal olarak sürekli alacaklı bir konumda görüyorlardı. Ne ki doyurulamayan geçmişin açığı kapanmıyor, genellikle kırgınlık ve hayal kırıklığıyla sonuçlanıyordu.

Diğer uçtaki “borçlular” ise, varoluşlarını meşrulaştırma ihtiyacıyla hareket ediyorlardı. Kendini hayata, ailesine ya da geçmişine karşı sürekli bir telafi yükümlülüğü içinde hissediyorlardı. Bu kişilik yapılanması, Kohut’un “kendilik objesi” eksikliğiyle tanımladığı narsisistik kırılmalarla yakından ilişkiliydi. Böyleleri, içsel bütünlüğü koruyabilmek ve sağlam kalabilmek için çevrelerine sürekli hizmet ediyor, aşırı uyum gösteriyorlardı filan. Bu vericilik, kaybetme korkusundan kaynaklanıyordu.

Her iki durum da —alacaklılık ve borçluluk— ilişkisel dengenin bozulması demekti. Jessica Benjamin’in “tanınma” kuramına göre, sağlıklı bir ilişkide öznellikler karşılıklı olarak kabul görmeliydi. Ancak alacaklı ya da borçlu pozisyondaki bireyler, bu tanımayı engelleyen bir tekrar döngüsüne saplanıyorlardı. Alacaklı birey başkalarının onu anlamasını beklerken, borçlu birey kendini bastırarak başkasının varlığını yüceltirdi Her iki durumda da karşılıklılık zedelenirdi.

Yaşadığımız şimdiki zaman, mutlu olamazsam endişesiyle istiflendiği için insanlar sürekli olarak “ben kimim?” sorusunu duyuyor ve kendilerine soruyorlar. Borçlu muyum? Alacaklı mı? İnsanın kendi ilişki dinamiklerini fark etmesi bekleniyor, geçmişin eksiklerini bugüne taşımak yerine bu eksikleri tanıyıp anlamlandırmamız isteniyor, iyileşmek istiyoruz.  Yeni bir öznel deneyim inşa etmemiz falan filan…

Bu kadar yükle pek olmuyor tabii, ruhumuzu geren ve gevşeten bir sürü şey arasında salınıp duruyoruz, kolay olsaydı bu kadar çok antidepresan olmazdı ya da o ilaçlar bize yeterdi… Eve selam Mıstık abi…

Perşembe, Mayıs 15, 2025

Muhabbetle kandırmak

Eve yakın bir yerde her ayın ilk pazar günü bir sahaf ve antika pazarı kuruluyor, aralıklarla da olsa gidip dolaşıyor, denk düşerse bir şeyler alıyorum. Geçtiğimiz aylarda komik bir şey oldu...

Daha önce görmediğim bir satıcıda çeşitli çizerlerin orijinal çizimleriyle karşılaştım. El hak, uygun bir fiyat söyledi ve dedi ki, "normalde kimseye bu fiyatı söylemem, size niye söyledim bilmiyorum" filan...E bunlar, ticarette sarfedilen klişe laflardandır... Haliyle üstünde durmadım, teşekkür ettim ve istediği parayı verdim.  

Adam, parayı aldı ama eli de havada kaldı, parayı alacak, orijinalleri verecek, bir duraladı, anlamıyorum da... Gözümün içine bakarak "en iyi parçamı verdim"  "doğru kişiye mi sattım" diye sordu. Kendimi tanıtmak zorunda kaldım, "içiniz rahat olsun, bu işleri seven ve ilgilenen biriyim" dedim. İsmen tanıyormuş filan...  Aradaki tereddüdünü saymazsak, alışverişimiz iki dakika bile sürmedi aslına bakarsanız... Bu kadar kısacık yani.

Ertesi ay, pazara gittiğimde, aynı satıcıyı gördüm, selamlaştık, "yok mu yeni bir şey" diye sordum. Öyle işleri Ankara'ya getirmeyeceğini, "benim muhabbetle kendisini kandırdığımı, ucuza kapattığımı, internette daha yüksek fiyatlara satacağını" söyledi. Aa demişim, "peki" dedim, gittim...
 
İnsanlarla bu sertlikte konuşamıyorum, beyfendinin bana yaptığını ben herhangi bir insana yapamam, kendim gerilirim, anlamsız bir husumeti yüklenmiş olurum, kaçınırım demek istiyorum. Galiba diyorum, orijinalleri ilgili biri alınca ucuza sattığını düşündü, içine oturdu, kendine kızdı... 

Bilişsel çelişki (cognitive dissonance) diyorlar buna, hem satarak memnun olmak istiyor hem de kendini kandırılmış hissediyor... Pişmanlığını bana öfke olarak sunuyor.... Orijinallere duygusal bir bağ da kurmuş olabilir. 

İnsan ilişkileri zordur ama tek derdi, tek işi, tek meselesi olan insanlar her zaman daha zordur. Tek meselesi olan insanlar, o meseleye tutunarak varolurlar. Onu kaybedince sadece o şeyi değil, kendilerini kaybetmiş gibi yoksunluk hissederler.
Related Posts with Thumbnails