Salı, Nisan 30, 2024
Pazartesi, Nisan 29, 2024
Susuz Şehir
Pazar, Nisan 28, 2024
Işıklı sayfalarda ergen öfkesi
Cumartesi, Nisan 27, 2024
Sofranın sahipleri
Hani diyorum, bu okuma işi bir eğlence olabilir, bir entelektüel faaliyet sayılabilir, eskiden şiir matineleri filan da var, hiç mi hiç okunmuyor değil... Yanlış olmasın, benim de Ananeme, Babaneme roman okumuşluğum vardır, meseleyi anlamıyor değilim...
Ya insan, yazdığı şiirleri birine niye okutur, yazdığı bir romanı "dinlerken" niye gözleri dolar? İşte bunu anlamıyorum. Kimseye garip gelmemesi de tuhaf... "Şiirlerimi okusana" veya "abi romanını okuyacağım"... Sahiden niye? Hayır demek kimsenin aklına gelmiyor. Nasıl bir narsizmse... sofraya hükmediyor, "yalnızca ben konuşulacağım" hissiyle sandalyesinde kaykılıyor... Sadece garip de değil, ayıp sanki...
Böylesi nüanslar yazarları-sanatçıları güzel anlatıyor aslında... niye bağırdı, nasıl unuttu, niye fikrini değiştirdi... diye sorular soruyoruz ya bence epey cevap buralardan çıkabilir.
Nasıl anlatsam, sofranın sahibi, konuşanı, dinleyeni, seyircisi, en güzel mezesi ve hatta masanın kendisi olmak istiyorlar. Yetmiyor çünkü.
Cuma, Nisan 26, 2024
Bizi birarada tutan şey pozculuğumuz
Büyüdükçe, yarın korkusu da büyüyor, sınavlar, meslekler, geçim derdi şu bu katlanıyor...Ebeveynleri taklit ediyor, birbirimize büyükleniyoruz. Yarınla ilgili kıyamet senaryolarına ergenlikte başlıyoruz. Hele erkeklik, her şeyi bilmemizi ve büyüklenmemizi şart koştuğundan daha da coşuyoruz. İddialı felsefi çıkarımlarla Türkiye batıyor, dünya batıyor demeye o ergenlik safhasında dahil oluyoruz...
E ergenlik biten de bir şey değil ki...Sürdükçe sürüyor.
Batıyor, bitti, her şeyin sonu filan demek de fiyakalıdır, gençsin, kestirip atarsın...ilgi çekersin... Bağıra çağıra, söylene söylene, haykıra haykıra... Türkiye yolun sonuna geldi demek güzel gösteridir.
Siyasetle ilgilenen bir okur yazar olarak bu gösterilere hem çok şahit oldum hem de ucundan kıyısından dahil olup ben de oynadım.
Tabi şu var, zamanla anlıyorsun, "yolun sonuna geldik" derken haklı çıkmak istiyorsun. E olmuyor...
Bir yaştan sonra "lan bu kadar kötü şey oluyor, e niye batmıyoruz, nasıl oluyor da oluyor, devam ediyoruz" demeye başlıyorsun.
Kendime şunu sormaya, "bütün bu kötü şeylere rağmen bizi birarada tutan şey ne?" demeye başladım. İtiraf edeyim, memlekete bakarken hele bu yaşımda en çok bu soruya cevap arıyorum.
Anladığım şu, biz bir şeyin pozunu yapmayı çok seviyoruz. Siz de takdir edersiniz ki, poz dediğim şeyin içinde palavracılık da vardır, kurnazlık da...
Ne demek istiyorum? Deli gibi seviyorum diyoruz mesela aslında "deli gibi sever" gibi yapıyoruz. Bir iş yapıyoruz mesela, bağıra çağıra haklı olduğumuzu iddia ediyoruz ama eş dost arasında fısıl fısıl aslında o kadar haklı değiliz, "mecbur yapıyoruz" diye geçiştiriyoruz. Hakim, bir karar verecekken, "seçimleri bi görelim" diyebiliyor mesela. Herkes, adalet ve vicdan üzerine konuşuyor ama oğlu için kızı için torpil isteyebiliyor. Sağcılar solcularla, solcular sağcılarla gizli saklı çalışabiliyor ama lafa geldi mi çalışanları ayıplıyorlar.
Yanlış anlaşılmasın, ayıplamıyorum, yanlışlamıyorum. Bir tarafıyla iyi ki öyle diyorum, çünkü nefes alacağımız aralıklar, nişler, küçük patikalar da bulabiliyoruz böylelikle...Herkesin bağırdığı yerde oksijen azalır.
Batıyoruz diyorduk ya... Bu palavracılığımız bizi batırmıyor, su yüzeyinde tutuyor mu demeli... Bu palavra ve yalan dolanla "level" da atlayamıyoruz, anca atlar gibi yapıyoruz.
Demokrasi, ifade özgürlüğü, çok seslilik, hoşgörü hepsini konuşuyor ama inanmıyoruz diyemiyorum. İnanır gibi yapıyoruz, yerine göre inanmaz gibi yapıyoruz. Bazan bağırarak, bazen samimi bir fısıltıyla günü kurtarıyoruz. Zamana ve mekana göre pozunu yapıyoruz.
Perşembe, Nisan 25, 2024
Ne Güzeldi O Günler Tüh Tüh...
Çarşamba, Nisan 24, 2024
Pazartesi, Nisan 22, 2024
Muhterem hanımefendi
Pazar, Nisan 21, 2024
"Varım"
Mesele İlhan Berk veya Devlet Ana romanının niteliği değil... İnsanın, dünyada varolma biçimi, "varım" deme arzusu... Sanat ve sanatçılarda bu his ve tavır meşru sayılıyor ama sanki (artık) onlara özgü filan diyemiyorum.
Vasıfsız çalışanlardan nitelikli iş gücü sahiplerine varıncaya kadar bütün insanlarda, yanılıyor da olabilirim, bana gittikçe öyle gelmeye başladı, kendileri dışında bütün insanları "salak" ve "cahil" bulma iştahı ve gösterisi var. Kimle konuşsanız, kendileri dışındaki herkese bir saydırıyor..."Bu millet" veya "biz" diye başlayan kestirimlerde bulunuluyor, üstelik bu kestirimler erkeklerin (ve erkeklerden öğrenen kadınların) "her şeyi bilme", "öğretme", "doğru olanı seçme" iddiasıyla da karışıyor... Gününü gösteriyoruz, kendimizi gösteriyoruz... Falan filan işte... Performans sanatlarımızdan "o ne yaa..."
Şov mast go on yaşıyoruz.
Cumartesi, Nisan 20, 2024
Döner Durur
Ama buna gücümüzün yetmeyeceğini biliriz, acizliğimiz karşısında şunu düşünürüz. Benim hissettiğim acı ve kederi, insan olan herkes hisseder.
Sonra acı ve keder kesilmedikçe, katledilenler bitmedikçe bu düşünceden giderek uzaklaşırız, insanın insan tekini sevmediğini, rekabet ettiğini, kendini bir diğerinden üstün gördüğünü biliriz, öğreniriz.
Eğer inanıyorsak, hissettiklerimizi Allah'ın da gördüğünü, er ya da geç, bu haksızlığını gidereceğini, olup bitenlerden sorumlu olan kimlerse onları cezalandıracağını kabul ederiz.
Tabii ki bu bir temennidir, gerçekte, başka tür bir cezalandırmadan yanayızdır. Parçası ve faili olduğumuz, hemfikir olduğumuz bir cezalandırmayı isteriz.
Suç, bizim yakınımızdaysa, bizim hayatımıza dokunuyorsa cezanın şimdiki zamanda, bu dünyada çekilmesini, verilmesini isteriz.
Linç, tam da böylesi bir mantıkla nefes alıp verir.
Peki ya kanunlar?
Eğer biz istiyorsak, intikamcıysak, kanunların bizden yana olmadığına inanırız.Ya da kanunların yeterli olmadığına, yetmediğine...
Zulmü durdurmak isteyen bilincimizi de Allahı da kolayca unuturuz. İntikamı hepimiz istiyorsak haklıyızdır, hepimiz istiyorsak meşruyuzdur.
Zaman, insanın insana zulmettiği bir devranda döner, durur.
Cuma, Nisan 19, 2024
En İyi Jenerik Ödülü
Bozkır-Kırıkhayıtlar, New York
Festivali Tv-Film Ödüllerinde En İyi Jenerik ödülünü aldı. Yarışma öncesinde
benden tasarım sürecini anlatan-açıklayan bir metin istemişlerdi. Yazdıklarımı
paylaşıyorum.
Bozkır, Türkiye
taşrasında geçen bir polisiye. İsmini seyrek bodur ağaçlardan oluşan,
kurakçıl otlarla dolu ekolojik bir bölgeyi niteleyen coğrafi adlandırmadan
alıyor. Sosyal hayatın metropollere göre çok daha sınırlı olduğu
muhafazakâr küçük bir şehirde geçiyor. Yıllardır seri cinayetler işleyen bir
katil ailenin etrafında gelişen bir sezon hikayesine sahip
Jenerikte gördüğünüz, hikaye
akışını ve karakterlerini içine kattığımız gerçek bir duvar halısı… Senaryoyu
yazarken halıyı jenerikte ve hikaye akışında görsel olarak kullanmayı hayal
etmiştim. Hatta o halı, daha senaryo fikir olarak aklımdayken dahi elimdeydi ve
o abartılı pulp estetiği bana ilham vermişti.
Çok değil çeyrek asır önce
dahi, Türkiye taşrasında ve metropollerin göçmenlerin yaşadığı kenar
mahallelerinde duvar halıları mutlaka kullanılıyordu. Halılardaki desenler hem
ruhen bir güzellik unsuruydu, göç edilen ve özlem duyulan toprakları
çağrıştırıyordu hem de madden ısıyı-sıcaklığı koruyordu. Duvar halısı, Bozkır
hikayesi için bu bakımdan işlevseldi, modernlik ile geleneksel arasında gezinen
bir nostaljik unsurdu. Dizinin gerçeklik vehmini ve sahiciliği
artıracaktı.
Bir katil aile anlattığım için
duvar halısını onlarla da ilişkilendirmek istiyordum. Seçtiğim halının
deseninde meydan okuyucu, pervasız ve saklanmayan kadınlar vardı. Bu pulp ve
naif erotizmi, katil ailemize bağladım. Ailenin genç erkekleriyle marazi bir
yakınlığı olan hala, yıllar yıllar önce, bu duvar halısının önünde onları
tahrik etmek amacıyla sayısız kez dans etmişti. Halaya aşık olan ergenler
büyüyüp cinayet işlemeye başladıktan sonra bu halıyı bir sembol ve cinayet fonu
olarak başka bir biçime dönüştüreceklerdi.
Jenerikle ilk kez karşılaşan seyirci, duvar halısını Bozkırı imleyen bir hoşluk olarak görecek ve geçecekti ama hikaye ilerledikçe, jeneriği daha farklı okuyabilecek, öne çıkartılan karakterleri ve gelişmeleri tek tek keşfedecekti. Jenerik sadece üreticilerin isimlerin sıralandığı bir bölüm değil, kendi senaryosu ve estetiği olan bir hikaye unsuru olacak, bize güç katacaktı.
Perşembe, Nisan 18, 2024
jaxintaiwan
https://www.deviantart.com/jaxintaiwan/art/Frip-and-Menny-1038235101 |
https://www.deviantart.com/jaxintaiwan/art/Gobbo-and-Qet-1037889214 |
https://www.deviantart.com/jaxintaiwan/art/Hitter-now-1037888426 |
https://www.deviantart.com/jaxintaiwan/art/Refused-and-alone-1037888838 |
https://www.deviantart.com/jaxintaiwan/art/The-heart-needs-more-1037889548 |
Çarşamba, Nisan 17, 2024
Tıpkı
Bilenler için güzel espri, üstelik Delisle'nin bir üretici olarak ne yapmaya çalıştığını da anlatıyor. Çizgi romanlar bir anlatım aracı olarak ömürlerinin neredeyse tamamını erkek çocuklara adadı, harcadı... Sadece onlara yönelikti. Arada tek tük okuyanlar olurdu ama istisnaydı ve kız çocuklarının ilgisini çekecek içerikleri yoktu...
Yani grafik romanlar sadece edebiyata ve daha derinlikli hikayelere değil kadın okura da "yaklaştılar." Yanlış anlaşılmasın, mesele kadın kahraman olup olmaması değildi, "anne ve sevgili" klişelerinin dışında kadınlar yoktu çizgi romanlarda. Böyle bir sorunu yoktu, aklına dahi gelmiyordu yayıncıların ve editörlerin. Kahramanların duygusal krizleri, yenilgileri, insani zaafiyetleri hiç olmuyordu, her bakımdan muktedirlerdi ve bu durum erkek ergenliğine "iyi" ve "yeterli" geliyordu.
Manganın dünyada yaygınlık kazanmasıyla okur profili gençleşti, cinsiyet dağılımı değişti filan, yoksa çizgi roman, saklamaya lüzum yok, yaşlı ve göbekli erkeklerin nostaljiyle kucaklaştıkları, hatırladıkları ve özledikleri için birbirlerini kutsadıkları bir "vesile" olmuştu. Halen de öyle... yok yok, haksızlık falan etmiyorum.
Salı, Nisan 16, 2024
İstenmeyen tüyler
Her dönemin estetik kriterleri haliyle farklı, bir dönem herkese güzel gelen bir saç modeli, bir kıyafet biçimi veya yakışıklı bulunan bir erkek, ikona dönüşen cazibeli kadın... o dönemin ertesinde hatırlanmayabiliyor, "ıyyhh" ölçüsünde beğenilmeyebiliyor. Bunları biliyoruz. 70'li yılların seksi erkeklerinden Burt Reynolds'un göğüs kılları bugünün gençlerine olsa olsa kıkırdama vesilesi olabilir.
Biraz bugüne bakalım, herkesin fikrini duyurabildiği bir çağdayız, hep yazıyorum, herkes her gün sayfasında-duvarında bir "gazete" çıkarabiliyor...Yazdıklarıyla bir şeyleri taparcasına seviyor, öldürürcesine yeriyor, birini göklere çıkarıp bir başkasını yerin dibine sokabiliyor. Öyle bir "bugünden" söz ediyorum. Ancak aşırılıkların dikkat çekebildiği bir iklimde yaşıyoruz.
Özellikle instagramda çok güzel, çok cazip, çok fit, çok çekici kadın ve erkekler görüyoruz. Ünlü olmaları da gerekmiyor, ünlülerle rekabet edecek kadar ilgi çekici insanlara rastlıyoruz, tek tek bakınca makyaja, çekime, kıyafetlere, ambiyans ve tasarıma uğraşıldığı-uğraştıkları anlaşılabiliyor. Bu kadar çok insanın, bu kadar çok mutluluk ve başarı an'ı paylaşması, bu kadar güzel ve çekici görünmesi bana bütün toplumları kötü etkiliyormuş gibi geliyor, ruhen yaralandıklarını düşünüyorum, o güzellikle rekabet edemeyeceklerinin farkındalar çünkü.
Ajda Pekkan ve Filiz Akın'ın güzel, çekici, cazibeli olduklarını biliyoruz, herkesin beğendiği "oyunculardı", peki bugün genç olsalar, yeni yeni ünlenen yıldız namzetleri olarak o istenmeyen tüylerle nasıl karşılanırlardı. Bence geniş bir çoğunluk tarafından alaya alınır, ancak muhalif bir azınlık tarafından desteklenirlerdi. Estetiğin ticarileştirilmesi özelinde kapitalizm, beden siyaseti üzerinden feminizm ve cinsiyet politikaları tartışılırdı diye tahmin edebiliriz. Meramımı anlatabilmek için bir parça karikatürize ettiğim sanırım anlaşılıyordur.
Niye saldırılıyor, niye savunuluyor, daha doğrusu neden kavga çıkıyor? Ben işi espriye vurup, çünkü etoburuz, avlanmak ve öldürmek istiyor, öldüremiyoruz (!) diyorum.
Hep verdiğim bir örnektir, ben asistanken Ülkücüler, saçlarına jöle süren erkek öğrencilere "ibne" muamelesi yapıp yumrukluyor, hiç olmadı silkeliyorlardı, mecazen söylüyorum o sütü bozukları "öldürmek" istiyorlardı, ne oldu, çok değil beş yıl sonra, kendileri de jöle kullanmaya başladılar. Bu ahmakça zamana kapılma meselesi kitle psikolojisinin, haliyle sosyal medyanın temelinde var.
Öldüremediğimiz için mi bu kadar çok konuşuyoruz derseniz eğer...Doğru-yanlış, çekici-itici, estetik ve gayri estetik gibi tercih ve kararlar çoğunlukla dönemseldir, illa ki kişiseldir ama insanlar kendilerine ve iddialarına itibar katmak adına bunu "zamansız-zamanlar üstü" bir ahlak tartışmasıymış gibi kurar ve sürdürürler. Tartışma dediğimiz şey ise bağlamla ve ana meseleyle değil taraflarla anlaşıldığından hepsi karışıyor aslında...Maksat birilerini "öldürmek", istenen ve istenmeyen tüyler meselesi değil yani...
Pazartesi, Nisan 15, 2024
Son Okuduklarım 90
Pazar, Nisan 14, 2024
Perviz'in Yanmayan Adası
Eski yazı öğrenirken kitabı okuyabilir miyim diye kurcalamış, dili bana ağır gelmiş, daha kolay bir kitap bulmuş, Reşat Nuri'den bir romanla çalışmıştım. Ama şunu hatırlıyorum, İlk cümlede karşımıza çıkan yer, Yanmayan Ada değildi, Norveç'e bağlı Jan Mayen adasından söz ediliyordu. Hoş, hafızam beni yanıltabiliyor, iddiacı olamıyorum.
Takıldım işte... Kitabın ilk baskısının bir kopyasını bulamadım ama Mustafa Kurt'un Celal Nuri İleri'nin Romanları (2012) kitabını aldım, yanılmamışım, çevrimyazıda hata yapılmış, yukarıda ve aşağıda ilgili sayfaları paylaştım, Yan Mayn ismi Yanmayan olarak okunmuş, öyle aktarılmış...
Cumartesi, Nisan 13, 2024
Kahrolsun Rakı!
Cuma, Nisan 12, 2024
Son Okuduklarım 89
Perşembe, Nisan 11, 2024
Luis Pessoa
https://www.deviantart.com/impaireddigitalart/art/Cc-09-1037844282 |
https://www.deviantart.com/impaireddigitalart/art/Mo-11-1037844912 |
https://www.deviantart.com/impaireddigitalart/art/Mo-07-1037845777 |
https://www.deviantart.com/impaireddigitalart/art/Mo-06-1037845773 |
https://www.deviantart.com/impaireddigitalart/art/Mo-03-1037844843 |
Çarşamba, Nisan 10, 2024
En Önemli Sorun
Bence memleketin en önemli sorunu yaşlılar. Hayatın arsız bir temposu var, yaşlılar bu temponun dışındalar, bizim dertlerimizin dışında bir ritimle yaşıyorlar. Çoğu duymuyor, çoğu artık hatırlayamıyor, çoğu konuşmalara katılamıyor...Gün dolduruyorlar. Biz onlara bakıyoruz, bakmak dediğim bazen bakım, bazen sadece bakmak... İleride onlar gibi olacağımızı bilerek bakıyoruz onlara. Annemiz, babamız, dedemiz, ninemiz, akrabamız, komşumuz, yakınımızlar ama bize hep geçmişi hatırlatıyorlar. En çok da ölümü...
Kaybetmekten, yalnız ve eksik kalmaktan da korkuyoruz.
Yaşlanan insanlarda ilgimi en çok çeken şey, gezme-görme, bir yerlere gitme arzusu... Etraftakiler, çoluk çocuk da bunu yapmak istiyor: "Teyze, gezdirmiyorlar mı seni?" Bir yere gitmek, evden çıkmak, başka bir manzara görmek... Rutinlerinden çıkmak onlara iyi geliyor, halbuki düşününce, iyi göremiyorlar, iyi duymuyorlar... E niye ordalar, niye istiyorlar? Bir yere gitmek, ilgi gösterilmek demek çünkü...
Gençken, yaşlı turistler görüp, "bu yaştan sonra görsen ne görmesen ne" derdim, bunu söyleyen onlarca insan olurdu etrafımda. Galiba diyeceğim, en azından ben böyle düşünüyordum, turistik bir seyahatin "cinsel" bir güdüsü de olmalıydı, hani bunları yapamayacaksan, ne diye yollara düşüyordun... Etrafımdaki yaşlı erkeklerin kadınlardan söz etmesine, cinsellikle ilgili espri yapmasına bakıyorum da bu güdü, erkeklik ezberinden kolay düşmüyor, ötelenmiyor...Geziyorlar, çünkü "görüyorlar" başka yerler kadar, gençleri, başka bedenleri izliyorlar. Tanışmak ve tanışma ihtimali, hayli etkili bir motivasyon hâlâ.
Bir de cinselliğin yerine ikame edilen yemek yeme arzusu var... Garip bir hazla yemek düşünüyorlar, ilerleyen yaşlarda çıkan hastalıklar, pek çok besini kısıtladığından, ilaçlarla sürdürülen bir hayat yaşadıklarından, yemeklere yönelik marazi bir arzu duyuyorlar...
Yaşlılık, kadın ve erkek geçmişlerinden izler taşıyan başka bir tür.
Çocukken örneğin bayramlar harçlık demekti, büyüdükçe saçma biçimde bir evden bir diğerine sürüklendiğim gezmeler oldu... Şimdi yaşlıların eylenmesi gibi geliyor bana...Onlara yönelik saygı, sevgi, sempatinin en yoğun yaşandığı zaman aralıkları...
Salı, Nisan 09, 2024
Burnunu
Pazartesi, Nisan 08, 2024
YanyanaŞamata
Çeyrek asır önce, başka bir iş için gazete taraması yaparken-çalışırken, oyunbazlıklarına rastlamıştım. Editöryal olarak yazı işlerinin buna izin vermesi bana ilginç gelmişti, yakınlarda gördüğüm bir başka örneği paylaşarak dert ettiğim meseleyi anlatayım.
Yukarıda Cafer ile Hürmüz bantının sonunda komşu bantın çizeri olan Oğuz Aral'a mesaj yollanmış, aralarında süren atışmayı bilmediğimiz için espriyi anlamıyoruz.
Oyunbazlık dediğim bu zaten, serüvenler sürerken, Aral ya da Erbulak, hikayeyle ilgisi olmayan bir biçimde bir diğerine mesaj yolluyor, bu bir cevap da olabiliyor, cevaba zorlayan başka bir şey de...yani hem banttaki serüven hem de "atışma" tefrika olarak sürdürülmüş oluyor. Aralıklarla bunu hep yapmışlar, eğlenmişler.
İki bantın gerçeklik vehmiyle kurulan kendine dair bir hikaye evreni var, tefrika edildikleri için asıl güçleri ve motivasyonları bir sonraki günü merak ettirmek üzerine kurulu... Oysa Erbulak ve Aral, bunu pek umursamamışlar....
Başına ne geleceğini bilmediğimiz Cafer, tekinsiz bir serüvenin ortasında geriliminin dışına çıkarak şaka yapıyor...Anlıyoruz ki yaşayacak, o tehlikeyi atlatacak... Merakı sönümlendiren, serüven gerçekliğini-gerilimini bozan bir müdahalede bulunmuş...
Bir iki kez daha yazdım, Erbulak ve Aral, içinde bulundukları çizer kuşağı içinde kendilerini en çok çizen isimler, anlattıkları hikayelere mutlaka bir karakter olarak dahil oluyorlar. Okura, o hikayenin yaratıcısı olduklarını daima gösteriyorlar. Şurası çok açık ki, hikayecinin, okurla hikaye arasından çekildiği bir tarzdan hoşlanmıyorlar. Bunu sadece kişiliklerine değil, tiyatroyla olan ilişkilerine, mesleki olarak tutunma gayretlerine bağlamak mümkün.
Pazar, Nisan 07, 2024
Yalnızlık
https://www.deviantart.com/lustmordandwargasm/art/Snoopy-rough-11116918 |
Tek başına yaşayan insan sayısının sadece İstanbul'da bir milyona yaklaştığı iddia ediliyor. Memlekette istatistik denilen şeye güven olmasa da, insan ömrünün uzaması, ailenin küçülmesi, boşanma oranının artması gibi nedenlerle metropollerde böylesi bir yükseliş olduğu tahmin edilebilir.
Mesele sadece yalnız yaşamak da değil, yalnız hissetmek... Yapılan araştırmalara göre eşine, ailesine, hayat arkadaşına rağmen kendisini yalnız hisseden insan sayısı çok daha fazla çıkıyormuş... Amerikalılar, yalnız yaşamayı ve yalnızlık hissinin yükselişini bir kamu sağlığı sorunu olarak görüyorlar. Biz "bizim daha sahici dertlerimiz var" tadında bakıyoruz bu duruma...
Derttir-değildir, doğrudur-yanlıştır o fasla hiç girmeyelim... Benim ilgimi çeken, bu mesele ne zaman konuşulsa, sosyal medya arkadaşlıklarıyla gerçek hayata (ve yüz yüze iletişimle kurulan ilişkilere) yönelik karşılaştırmalar yapılması. Mutlak bir doğru gibi, hemen herkes, sosyal medya ilişkilerini azımsıyor hatta kahrediyor. "Nerde o eski Ramazanlar" tadında yeni medya düşmanlaştırılıyor.
Haliyle epeyce yaşlı bir tonu var bu eleştirinin, poz mu desem, boş beleş mi, tam öyle bir şey. Yalnızlığın ya da yalnızlık hissinin bir sonucu değil sosyal medya, hatta nedeni bile olamaz. Her birimiz, yazarak, konuşarak, karşılaşarak, yaşayarak biriyle ne yaşayabileceğimizi öğreniyoruz. Devam ediyoruz ya da etmiyoruz, ara veriyoruz, hayat gailesi içinde başka birine dönüşüyoruz ya da ilişkide olduğumuz birisi başka birine dönüşüyor. Yanılıyoruz, yanıldığımızı sanıyoruz vs vs...O kadar çoklu bileşkeler ki bunlar... Tü kaka edince bitmiyor yani. Bir medium, sadece iyi veya sadece kötü olamaz, hepimiz buradayız, ve "hiç olmadı öyle bir Ramazan!"
Cumartesi, Nisan 06, 2024
Çizgilere Derkenar 35
1996'da bir hatıra para çıkarılmış, meraklısı-koleksiyoncusu bilir, Merkez Bankası bu tür seriler çıkarıyor, ben bu parayı bilmiyordum, hoş, o yıllarda bilsem, alır mıydım, alabilir miydim emin değilim. Ne ki, ilgimi çeker, aklımda kalırdı, ondan eminim. Bu hatıra paranın özelliği, Turhan Selçuk'un imzasına yer verilmiş olması, o çok ilginçmiş, pek rastlanır bir şey değil çünkü.