Çarşamba, Ocak 31, 2018
Pazartesi, Ocak 29, 2018
Pazar, Ocak 28, 2018
Cumartesi, Ocak 27, 2018
Çarşamba, Ocak 24, 2018
Ursula
Fotoğraf: Krene
Salı, Ocak 23, 2018
Seyrüsefer Defteri En İyiler 2010 - 2013
Listem şöyle, meraklısına
Cashback
(2006)
De Rouille
et d'os (2012)
Hasta la
Vista (2011)
Hodejegerne
(2011)
Jôi-Uchi:
Hairyô Tsuma Shimatsu (1967)
La
Notte (1961)
Lawlless
(2012)
Le Mari de
la Coiffeuse (1990)
Les
Valseuses (1974)
London
(2005)
Revolutionary
Road (2007)
Silver
Linings Playbook (2012)
Snabba Cash
(2010)
Submarine
(2010)
The Master
(2012)
The Words
(2012)
Une vie de
Chat (2010)
An
Education (2009)
Chico
& Rita (2010)
Flickan Som
Lekte Med Elden (2009)
I saw the
Devil (2010)
Joheunnom
nabbeunnom isanghannom (2008)
Los
cronocrímenes (2007)
Nowhere Boy
(2009)
Vicious
Kind (2009)
Pazartesi, Ocak 22, 2018
Müzeler, teşvik ve çizgi roman
Türkiye'de, sadece bu tür teşviklere değil, akademik üretime dahi angajmanla baktığımız için böylesi çalışmaları bir türlü çıkaramıyoruz. İç bayıcı hamaset ve ihyacılıkla, ancak zevahiri kurtarıyoruz. Asıl üzülmemiz gereken bu duruma hiçbirimizin şaşırmıyor olması.
Son çeyrek asırda çeşitli bakanlıklar, resmi devlet kuruluşları ve genelkurmay, rakam olarak yüze (100) yakın çizgi roman yaptırdı, sahiden çok ama çok yüksek, dünya ölçüsünde iyi telifler ödedi, düşük etiket fiyatlarıyla o kitapları ya sattı ya da bedava dağıttı. Buna rağmen bir tanesi bile konuşulmadı ve bugüne kalmadı. Bir teki bile yabancı bir başka dile çevrilip, oralarda satılmadı. Çizgi roman okurlarının bile ilgisini çekmeyen sayısız kitaptan söz ediyorum.
Eskiden bu işlere para ayrılmazdı, şimdi ayrılıyor, bir davayla ilgili bilirkişilik yaptığım için bir Atatürk çizgi romanına ne kadar telif ödendiğini biliyorum. 2005 yılı filan olmalı, o günkü kurla 60 bin Euro eden bir telif ödenmişti. de Crecy ya da Typex'in yukarıdaki albümler için o telifi aldıklarından emin değilim. Yaşar Kemal'in son yazdığı kitaptan bu telifi aldığını sanmıyorum. Yok eğer, mesele para değil de, telifin kime verileceği ise o kısımdan ancak vatandaş olarak şikayetçi olabilirim. Bu kadar zamandır bu hikayeler ve bu çizgilerle oluşturulmuş kitaplar konuşulmuyor ve bilinmiyorsa, ortada bir niteliksizlik vardır. Bu telif yanlış insanlara ödeniyordur, bu kadar basit.
Louvre veya Rijks Müzesi, o albümleri birilerini ihya etmek için değil, sanatı ve tarihi konuşulur kılmak için sipariş etti. Biz bugün o albümleri okuyor ve beğeniyorsak, bunu başarmışlar demektir. Türkiye'de kapalı kapılar ardında alınıp verilen, çıkıp çıkmadığını bile bilinmeyen kitaplara bu kadar telif ödenmesi en zarif ifadesiyle vicdansızlıktır. Vergi verenlere, sanata ve geleceğe karşı işlenmiş bir suçtur.
Sabah sabah içimi döktüm. Hadi eyvallah.
Pazar, Ocak 21, 2018
Ankara’da 'kaybolan' bir İstanbullu
Önce siz senaryosunu yazarak işe başladığınız için ilk
olarak sorayım, neydi 1951’in çıkış noktası?
Levent Cantek- Çıkış noktası asla bir tane olmuyor
galiba, sonsözde yazdım bir şeyler ama yazmadığım bir tanesini anlatayım.
Macera filmlerinde sık olur, yabancı bir ülkede, dilini bilmediğiniz insanlar
arasında başınız belaya girer. Derdinizi bir türlü anlatamazsınız. Ben o
hengâmede yakın birini kaybetmiş bir yabancıyı düşündüm. Yabancı derken Yakup
Kadri’nin kastettiği bir anlamda yabanlığı düşünün. 1951 yılında Ankara’da ne
var ki? Hele bir İstanbullu için? Üç bina üç heves… Kardeşi ölünce Ankara’ya
gelmek zorunda kalan bir İstanbullu düşündüm.
Hiç bilmediği bir yere, evinden uzağa gidiyor, kardeşi ölmüş, yasla dolu
o sürecin içinde kardeşinin hiç bilmediği yönleriyle karşılaşıyor. Onun intihar
ettiğine inanmıyor. Bir şeye inanmazsanız mutlaka bir hikâye geliştiriyorsunuz.
Herkes yapıyor bunu. Vedat da o hikâyenin peşinden gidiyor işte.
Vedat ile Nedim ikiz kadar benziyorlar birbirlerine… Onu
neden tercih ettiniz?
L.C- Benzerliği bir edebi oyun olarak ilginç buluyorum,
birisinin yerine geçebiliyorsunuz, kaldığı yerden devam edebiliyorsunuz. Vedat,
kardeşinin ölümünü araştırırken onun yerine geçmeğe kalkıyor. Muammayı pekiştiren
bir oyun diyelim buna. Gönderme yapıyorum, bu benzerlik işini, bu ikiz kardeş
meselesini serüven edebiyatı çok sever.
1951 için siyasi bir polisiye diyebilir misiniz?
L.C- Polisiye bir devamlılığı var ama polisiye demek
doğru olmayabilir. Ben bir dönem aurası anlatmayı seviyorum. Siyaseti, kültürü,
çatışmayı o auranın içinden anlatmak hoşuma gidiyor. Vedat, kardeşinin intihar
etmediğini düşünerek onun geçmişini ve ilişkilerini araştırıyor, bunu yaptıkça
birileriyle karşılaşıyor. Muktedirlerle konuşmak çok zordur, onlar isterse
sizle konuşurlar, onlarla konuşmaya çalışan siz olursunuz. Vedat, siyasetten,
kardeşinin hayallerinden çok uzak birisi… Hiç bilmediği biçimde sürüklenmeye
başlıyor.
Burada grafik roman vurgusunu soracağım. 1951 neden bir
grafik roman?
L.C- Bu soru bana çok soruluyor, hatta öyle ki grafik
romanı benim uydurduğumu iddia edenler bile çıkıyor. Sadece son beş yılda
Amerika’da ve Avrupa’da grafik romanla ilgili yüzlerce kitap ve makale
yayımlandı. Şöyle anlatayım, çizgi romanlar bir kahramanın serüvenlerine
odaklanırlar, tahkiyeleri iyilerin ve mutlaka ana karakterin zaferine
dayalıdır. Her şeyin çözüldüğü, okurun rahatladığı bir finalleri vardır.
Gerçekçilikle ilgileri bu tahkiyeye bağlıdır. Sert ve şiddet dolu olabilirler,
dilleri argoya dayalı olabilir vs. ama Batman grafik roman olamaz örneğin.
Ayrıksı bir serüven yaşaması bu durumu değiştirmez. Yazarı
çizeri o kitabı kendi imkânlarıyla yayınlıyor diye, küçük bir yayınevi
çıkarıyor veya tek albümde bitiyor diye bir kitap grafik roman olamaz. Çoksatar
kitap olmak, bir mantığı gerektirir, içeriği ta baştan belirler, satar ya da
satmaz o ayrı bir şey. Çizgi romanlar, içerikleri ve finalleri gereği
ticaridir. Grafik romanlar bu bakımdan bir tepkidir ve zaten o refleks, edebi
bir dilin taşıyıcısı olmayı gerektirir. 1951, sürüklenen bir kahramanı, muğlak hikâyesi,
siyasetle kurduğu ilişki ve edebi tavrı nedeniyle grafik romandır. Önemsiyor,
sahipleniyor ve kendimce gürültüsünü çıkarıyorum grafik romanın.
Çizimle ilgili sormak istiyorum, bir şehir ve dönem
atmosferi kuruyorsunuz. Bildiğim kadarıyla Adanalısınız, Ankara’da geçen bir
öykü çizmek kimi açılardan sizi zorlamış olmalı…
Sefa Sofuoğlu- Evet Adanalıyım, Adana’da yaşıyorum… Dönem
atmosferi kurmak her zaman zordur. Adana-Ankara olması fark etmiyor… O döneme
ait belge ve görsellere ulaşıp ulaşamayacağınız ile ilgili işin zorluğu veya
kolaylığı daha önemli. Ankara olması avantajdı bizim için. Levent zaten
Ankara’yı çok iyi bildiği için hikâyenin atmosferinin oluşmasında baş aktör o
oldu. Kendi özel arşivinden çok görsel desteği sağladı, internetten sık sık
faydalandık.
Nasıl başladınız tasarıma? Karakterleri nasıl
belirlediniz, mekânları nasıl seçtiniz? Bir öncelik sırası oldu mu?
S.S- Bu hikâye Levent Cantek’in kurguladığı bir hikâye. Hikâyedeki
karakterler, mekânlar, müzikler, eşyalar onun yönlendirmesi ile şekillendi.
Karakterlerin görsel anlamda oluşturulması sırasında epeyce karalamalar,
eskizler yapıp, tartıştık, geliştirdik, değiştirdik. Karar verdikten sonra
devam ettik.
L.C- Ben araya gireyim, ilk olarak Nezihe’nin evini
çalıştık. Senaryonun önemlice bir kısmında orayı kullanacaktık, eski bir Ankara
evinin, yanlış olmasın Nazım Çerkeş’in eviydi galiba onu modelledik. İlk
uğraştığımız o oldu. Ben çalışırken her karakterle ilgili aklımdan geçen görsel
referanslar veririm çizer arkadaşlara. Sefa ile de öyle çalıştık. Sefa onları
yorumladı, hemfikir olduktan sonra çizimlere geçtik.
Ne kadar zamanda tamamladınız çalışmayı?
S.S- Benden kaynaklanan nedenlerle çok uzun sürdü.
Yaklaşık üç sene falan sürdü. Çok sayfalı grafik roman çizmenin ezici zorluğunu
bir kenara ayırıyorum, o herkes için gerçekten zor bir süreç. Benim durumum vahameti
grafik romanı normal işimin dışındaki saatlerde çizmek zorunda olmamdan kaynaklanıyordu.
Yani; Adana’da bir reklam ajansımız var ve yoğun çalıştığımız ajans
işleri var gün içerisinde. Geceleri ve hafta sonları kendi hayatımdan, eşimin,
kızımın, oğlumun, kardeşlerimin dostlarıma ayırmam gereken sürelerden
çalarak bitirmeye çalıştım. Onun için çok uzun sürdü bitmesi. Tek başıma
olsaydım belki de bitiremezdim. Levent çok büyük şanstı benim için.
L.C- Bence benimle ilgisi yok, Sefa istediği için bu iş
tamamlandı. Yine araya girip serzenişte bulunayım. Türkiye’de çizerler çok
sayfalı işlerden kaçıyorlar, üretimi tamamladıklarında alacağı telifi söyleyip
ben o kadar zamanda kiramı nasıl ödeyeceğim diye kestirip atıyorlar. Çizgi
romanı yapmadıklarında nasıl geçiniyorlarsa aynen onu yaparak geçinecek ve
sahiden istiyorlarsa bunun üzerine koyarak başka bir iş yapacaklar.
Edebiyatçılar nasıl yazıyor sanıyoruz ki… Binlerce edebiyatçı bu mantıkla hiç
yazamayacaktı o zaman. Yazarlar romanlardan aldıkları telifle mi geçiniyorlar?
Hepsi başka işler yapıyorlar. Akşamları oturuyorlar, sabahları erkenden
kalkıyorlar azar azar yazıyorlar. Şu da söyleniyor, işte Avrupa’da adam bir
albüm yapıyor, o gelirle bir yıl geçiniyor, o çalışmanın karşılığını alıyor
filan. Doğru değil bu. Geçti o günler. Yüzlerce önemli üretici sayabilirim
başka işler yapan. Neyse bu çok uzun tartışma (Gülüşmeler)
Pek çok çizgi romancı tek başına çalışmak istiyor, daha
verimli olduğunu düşünüyor. Siz Levent Cantek’le çalıştınız, bu sizin işinizi
kolaylaştırdı mı? Veya birlikte çalışmanın zorluğu ne? Süreç tamamlandıktan
sonra ne kazandığınızı düşündünüz?
S.S- Ben yıllar önce Dıgıl
vb dergilere, benim yazdığım bir iki sayfalık kısa öyküler çiziyordum. Sonra
çok uzun bir süre üretimde bulunmadım. Yoğun bir şekilde reklamcılık hayatım
oldu, hala da devam ediyor. Yıllar sonra Dumankara
projesinde Levent ile birlikte çalıştık. Senaryo ile o zaman tanıştım (gülüşmeler) Daha sonra yine Levent ile
birlikte Kafa dergisi için İrem’i Beklerken ve Alayına İsyan çizgi romanlarını yaptık. 1951 için konuşuyorduk, ben de çok
istiyordum uzun soluklu bir hikâye çizmeyi. Benim için müthiş bir avantajdı
Levent ile çalışmak. Reklamcılıktan aşinayım, ekiple birlikte çalışmaya
alışkınım ve çok severim öyle çalışmayı. Birilerinden her gün yeni bir şey
öğrenebilmek, beslenmek çok değerlidir.
Sürecin en ağır kısmı, sizi en çok zorlayan kısmı neydi?
S.S- Off.. Az önce bahsettiğimiz gibi dönem hikâyesi
çizmek, devamlılık, ayrıntılar, planlar… Maraton koşucusu olmadan, maraton
koşmak gibi bir şeydi benim için...
Edebiyata yakın bir hikâyeyi görsel olarak kurdunuz.
Mizah dergilerinden geliyorsunuz, tarz olarak farklı bir hikâye 1951. Eskiden
böylesi hikâyelere başvurulmazdı. Daha hızlı, daha çarpıcı, daha sürprizli
çizgi romanlar olurdu. Bir karşılaştırma yaptım ama siz ne düşünüyorsunuz merak
ettim.
S.S- O dönemlerde Kara Murat, Tarkan vb. çizgi romanların
yanında mizah dergilerinde yapılan kısa ve sürprizli hikâyeler yeni bir şeydi
okuyucular için. Galip Tekin, Gırgır’da çizerken bu tarz hikâyeleri dergiye
koymak için Oğuz Abiyi zorla ikna ettiğini hep anlatırdı. Sonrasında bu
tarz hikâyeler sevildi. Hala bu tarzı sürdürenler var. Şu anda Avrupa’da ve
dünyada dergi yayıncılığından çok çizgi roman albümleri, edebiyat lezzeti
taşıyan grafik romanlar üretiliyor ve okuyucusunu da buluyor. Ben de bu tarz
çıkan kitapları, albümleri elimden geldiğince zevkle takip ediyorum...
Yeni çalışma var mı sırada, yoksa dinlenecek misiniz
biraz…
S.S- Bir daha böyle çılgınlık yapar mıyım bilemiyorum (gülüşmeler)
[Hürriyet Kitap'a verdiğimiz söyleşinin tam metni.]
Cumartesi, Ocak 20, 2018
Çizgilere Derkenar 9
Etiketler:
101 Yorum,
çizgi roman,
Derkenar,
günlük
Cuma, Ocak 19, 2018
Ankara'da "kaybolan" bir İstanbullu
Perşembe, Ocak 18, 2018
Çarşamba, Ocak 17, 2018
d GRUBU
Ben şuna dikkat çekeceğim, hareketin içinde kısa süreli de olsa Cemal Nadir de olur. Mizah dergilerinde d GRUBU'nun nasıl algılandığı, nasıl karikatürize edildiği konuşulmuş ve anlatılmış değil. Mizahçılarımızın ressam/resim/sergi algısına karşı takındıkları tutum ve gösterdikleri anti-entelektüelizmin incelenmesi de gerekiyor. Halktan kopuk olmak-halka gitmek, popülerlik-seçkincilik, emekçilik, entellik vs vs D grubu bunun için iyi bir örnek teşkil ediyor bence.
Nezihe'nin Evi
Sefa (Sofuoğlu) 1951 ile ilgili bir mekan çalışmamızı
paylaşmış, aşağıda ondan alıntı yapacağım ama ben de bir iki söz edeyim
isterim. Senaryoda evde geçen sahne sayı olarak çok olduğu için mekanı iyi
tasarlayalım istiyordum. O yıllarda şehirde bir konut sorunu olması nedeniyle
evlerde pansiyoner-kiracı kalan çokmuş. Edebiyat severlere Esendal hatırlatması
yapmaya gerek yok sanıyorum. Ev için Nazım Çerkeş'in evini temel aldım, 1945
yılında evle ilgili bir çalışma yapılmıştı. O
evi modelleyerek ilerledik. Bir dönem
mimarlar ve şehir tarihçileri eve çok ilgi göstermişler.Tipik Ankara evi olarak
anlatılmış, ben şaşalı buluyordum ama hikâyede Nedim'in (Ve Vedat'ın elbette) yalnızlığını vurgulayan
bir genişliği vardı, o bakımdan işlevseldi.
Sefa (Sofuoğlu) sosyal medyada paylaştı, alıntılıyorum:
"Levent Cantek hikayenin önemli karakterlerinin yaşadığı ve olayların geçeceği Nezihe’nin evini tam bir Ankara evi gibi olmasını istemişti. Bu konuda bana referans olabilecek (1 No'lu) görseli ve farklı acılarını yollamıştı. Ben de mimar kardeşim, dostum Cihan Can Türker’den rica ettim. Sağolsun o da beni kırmayıp, o kadar işinin gücünün içerisinde Levent Cantek'ten gelen görsel ve benim nasıl istediğimi belirten ayrıntılarla yolladığım taslağa göre benim işimi çok kolaylaştıracak basit 3D modellemeler yaptı. (2-4 ve 5 nolu görsel)) Cihan Can Türker’den gelen modellemeler üzerinde Levent ile bahçenin nasıl olması gerektiği konusunda çalıştık. Taslak üzerinde Levent önerilerini ve istediklerini yazdığı notlarla belirtti.(3 No’lu görsel). Bir kaç eskizden sonra Levent ile mutabık kalıp, Nezihe’nin evini bu şekilde kullandık. (6 No’lu görsel)"
Salı, Ocak 16, 2018
Pazartesi, Ocak 15, 2018
Disney Prensesleri
Şöyle ilginç tabii, tek tek bakınca, hele bugünden bakınca bir teki bile prenses gibi durmuyor. İletişim araçlarının yaygınlaştığı ilk dönemlerde, 19.Yüzyıl sonunda diyelim, sıradan insanların, farklı bir renk, farklı bir kumaş ya da kesimle dolaşan birini gördüğünde o kıyafeti giyen kişiyi hatırladığını, konuştuğunu, dönüp dönüp baktığını, imrendiğini biliyoruz. Saraylıların kıyafetleri uzun uzun anlatılır, yazılır ve konuşulurdu. Bunu niye anlatıyorum, prenseslerin kıyafetleriyle bir başka görünmeleri beklenirdi. Belki artık prenseslik inandırıcılığını yitirdi. Biraz da kıyafetler ulaşılabilir oldu, bir ayrıcalık olmaktan çıktı vs
Disney, her zaman çoğunluk değerlerine oynayan, popüleri kullanan ve popüleri belirleyen bir şirket oldu. Bu kadar zaman ayakta kalmasının sırrı da bu zaten. Belki de prenseslerin ulaşılabilir, taklit edilebilir ve aşılabilir modeller olduğunu da hissettirmek istedi çocuklara. Sonuçta, anneler babalar, çocuklarını güzelce giydirip, sarıp sarmalarken "prensesim" "prenses gibi oldun" filan derken çok da abartmıyor oldular böylelikle.
Cumartesi, Ocak 13, 2018
Cuma, Ocak 12, 2018
1951
Kardeşinin intiharı üzerine Ankara’ya gelmiş bir İstanbullu. Yel midir,
toz mudur anlamıyor şehrin hırgürünü, siyasetin imlasını, upuzun hutbelerini.
1951,
çok eski ve çok uzak durmayan bir muammanın, her şeyin kullanılıp atıldığı bir
dünyanın hikâyesi. Tenhaları, geceleri, muktedirleri... “Kahrolasın Ankara! Ne
yaptın benim kardeşime?”
Levent Cantek’in senaryosu ve Sefa Sofuoğlu’nun sakin
çizgileriyle 1951,usul usul koyulaşan bir yenilginin grafik romanı.
Perşembe, Ocak 11, 2018
Salı, Ocak 09, 2018
Pazartesi, Ocak 08, 2018
Pazar, Ocak 07, 2018
Yıl Dönümü-İş Dökümü
Geçen yıl iki kitabım çıktı, biri portrelerden oluşan,
bol mecazlı, hafif ve serçe boyundaki Kuş Eppeği. Bir daha böyle bir şey
yazar mıyım bilmiyorum. Elim hep böyle şeylere gidiyordu, nefsimi körelttim
galiba. Resimli Türkçe edebiyat Takviminde yer doldurmak için yazıp durmuştum,
Mizah Mahallesinin devamı gibi oldu. İkinci kitap, Levent'le (Gönenç) ile birlikte
yazdığımız yazıları toparladığımız, yeni bir yazı eklediğimiz bir derleme
oldu, Muhalefet Defteri: Türkiye'de Mizah Dergileri ve Muhalefet adıyla YKY'den çıktı. Mizahla devam edersem,
biri yıl başında biri yine Levent'le birlikte yıl sonunda olmak üzere iki
makale yazdım. İlki, geçen yıl, mizah dergilerini hedef alan bir rapora cevap
niteliğindeydi. İkincisi, mizah dergilerinin geleceği hakkında Levent ile
birlikte yaptığımız bir konuşma metninin yazıya dönüştürülmüş, revize edilmiş
haliydi.
Geçen yıl Sefa (Sofuoğlu)
ile Alayına İsyan ve İrem'i Beklerken isimli çizgi romanları yaptık.
İlki biraz daha uzun sürdü, on yedi ayda bitmişti, ikincisi daha kısa, beş ayda
tamamlandı.
Payidar'ı Berat (Pekmezci) ile birlikte Fitbol için hazırlıyorduk, telif
sıkıntısı oldu, albüm yapalım dedik. Ben uzun ilave öyküler yazdım, henüz 13
sayfalık bir tanesi tamamlanabildi. Berat, yurt dışına taşınınca planlarımız
biraz aksadı. Bakalım nereye varacak?
Benzer bir sorun, Murat (Başol) ile yaptığımız Bozkır'da yaşandı, 221B
için çiziyorduk, ne yapalım-albüme dönüştürelim dedik ama arkasını henüz
getiremedik. Bu arada ben Bozkır'ı başka bir hikayeyle internet dizisi olarak
senaryolaştırdım, onun da akıbetini bekliyorum.
Senaryolardan devam
edeyim. Türkiye'de çizgi romanın gelişimini anlatan, senaryosunu ve
danışmanlığını yaptığım Çizginin Kahramanları çalışması, Türkiye
Gazeteciler Cemiyeti En İyi Belgesel Ödülü aldı.
Funda Ödemiş'in yapımcılığını Ömür Atay'ın yönetmenliğini yaptığı senaristlerinden biri olduğum Kardeşler filminin çekimleri tamamlandı. Eurimages desteği aldığı için Avrupa'daki büyük festivallerden birinde gösterilecek, merakla bekliyorum.
Düzenli olarak her ay Sabit Fikir'e çizgi romanla, daha çok grafik romanla ilgili yazı yazdım. Grafik romanla ilgili bir yazım Mart sayısının kapağındaydı. Grafik romanla ilgili hafiften misyonerlik yaptığımı, ısrar ettiğimi, iştah gösterdiğimi itiraf ediyorum.
Geçen yıl, değişik bir şey denedim ve ilk kez bir yazı/yazarlık atölyesi yaptım. Bana göre olup olmadığından emin değilim ama her editörün bunu deneyimlemesi gerektiğini düşünüyorum.
Funda Ödemiş'in yapımcılığını Ömür Atay'ın yönetmenliğini yaptığı senaristlerinden biri olduğum Kardeşler filminin çekimleri tamamlandı. Eurimages desteği aldığı için Avrupa'daki büyük festivallerden birinde gösterilecek, merakla bekliyorum.
Düzenli olarak her ay Sabit Fikir'e çizgi romanla, daha çok grafik romanla ilgili yazı yazdım. Grafik romanla ilgili bir yazım Mart sayısının kapağındaydı. Grafik romanla ilgili hafiften misyonerlik yaptığımı, ısrar ettiğimi, iştah gösterdiğimi itiraf ediyorum.
Geçen yıl, değişik bir şey denedim ve ilk kez bir yazı/yazarlık atölyesi yaptım. Bana göre olup olmadığından emin değilim ama her editörün bunu deneyimlemesi gerektiğini düşünüyorum.
Bu yıl, dördüncüsü oldu ama artık
bir yenisi olmayacak, Edebiyat Takvimini bir kez daha yapmayacağım. İşi
gençlere devrediyorum, jübile yapıyorum diyeyim. Çok zor işler, öldürmüyor,
canlı canlı gömüyor derler ya, öyle zor iş... Dördüncü yılın sonunda
bırakıyorum.
Funda, kuaförlerle ilgili bir kitap yapıyordu, bir kadın çizerle bir kadın
berberini anlatmamı istedi. Ece (Zeber) ile Cankoç isimli bir hikaye yaptık, Aynanın Önünde Cımbızın Ucunda (İletişim Yayınları) kitabında yer aldı.
Bunlar da devam eden işler alt solda Hüseyin'in (Soylu) çizdiği 70'lerde geçen
bir futbol simsarı hikayesi Çengel, sağdaki ise Taner'in (Duran) çizdiği Fakir Şükrü.
1930'lardan bir kabadayı hikayesi diyelim. İkisi de Ankara öyküleri...
2017'de sayı olarak 28 kitabın editörlüğünü yapmışım, sonuçta işim bu.
Zorlayıcı ve hep önden gitmeye zorlayan bir iş editörlük. En sevdiğim tarafı
yeni yazar ve ilk kitap çıkarmak. Yaşım gereği ben bıraksam bile onlar devam
edecekler, ilk yol arkadaşlığını benimle-bizimle yaşamış olacaklar. Hoşuma
gidiyor bu his. Bu yıl beş tane ilk kitap çıkmış bizden.
Kaç sayfa okudum, kaç mail yazdım, kaç telefonla konuştum sayamam.
Yakınlarım biliyor, Ankara dışına pek çıkmıyorum, sevmiyorum ve istemiyorum ama
ona rağmen dokuz kez İstanbul'a, iki kez İzmir'e, bir kez de Eskişehir'e gitmişim.
Bu dökümü hiç yapmazdım, şu yüzden istedim. Günler ve işler geçip gidiyor, hep
bir yenisi geliyor, hep bir başkası hazırlanıyor. 2018'de hayatımla ilgili bir
değişiklik yapmak istiyorum. Buna hazırlık belki de, kendime bir manzara
göstermek...
Bu yıl Funda, KHK ile mesleğinden, severek yaptığı işinden, akademisyenlikten
uzaklaştırıldı. Tuna, okul değiştirdi vs...Yeni koşullara adapte olmaya
çalıştık. Umut ekmeğimiz, "geçer bunlar" sakızımız, meşgale iyidir
şiarımız oldu.
Cuma, Ocak 05, 2018
Münir Özkul
Günahkâr şehrin yeryüzü tarifine
lanet. Münir Özkul, rindlerin sahnesinde kelebek çırpınışı. Arzu Filmin
rüyasında bir halkın yüreğine düşen gözyaşları. Sadık Şendil’in eli, Kel
Hasan’ın Kavuğu. Rakı şişesinde kayıp ruh, derviş hırkası ve uzun cümlelere
yenilmiş hayat yorgunu. Yakasında zamanın kiri, kozasında yaralı aşklar ve
yüreğinde terkedilmiş bir ev. Ve perdeee! Cennete çağıran.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)