Kentleri betimlerken
kimi mecazlara başvurmak sohbeti başlatmak için kolaylaştırıcı olabiliyor. Bu
görüşme için de bu oyuna başvursak, Ankara’nın kent-şahsiyeti kadın mıdır,
erkek midir?
Ben bu gibi şeyleri
çok sevmiyorum ama tabi eğlenceli bir tarafıyla. Ankara’nın kent-şahsiyeti dönemine
göre değişir. Eğer bir kimlik atfedeceksek başlangıçta kısa saçlı, makyajsız,
erkeklerin arasında rahat çalışabilen bir kadın düşünebiliriz. Dönemin bir
kurumu olarak Köy Enstitüleri’yle özdeş, perhizkar, cumhuriyet misyonu peşinde
idealistçe çalışan bir kadın tahayyül edelim. Kemal Tahir’in Bozkırdaki Çekirdek romanında
betimlediği gibi. Fakat bu iyimser ve romantik simge sonraki yıllarda sert bir
realiteye tosladıkça değişiyor. Şimdi Melih Gökçek’in Ankara’sında yaşıyoruz ve
bu Ankara, artık başka bir kent. Çok daha Orta Anadolulu bir Ankara, bugünün Ankara’sı...
Türkiye’nin değil Orta Anadolu’nun başkenti. Bu nedenle daha erkek, hayat
gailesi, konuştuğu dil çok daha farklı. Günü kurtarmaya çalışan. Bir tür
hemşerilik kimliğiyle övünen ama bu aidiyeti Çorum, Kaman, Kırşehir, Yozgat
gibi çevre Orta Anadolu taşrası üzerinden kuran bir hissiyat var.
Peki, bu hissiyat
Ankara’nın Cumhuriyet’ten önceki kimliğine dair değil mi?
Çok öyle diyemeyiz.
Benim ailem Ankaralıdır. Hacettepe Hastanesi yapılacağı zaman istimlak edilen
aile evimiz handiyse 100 yıllıkmış. Şimdi bizimkiler Ankara havası diye çalınan
şeyleri duyduklarında, ki dıngırtı derler, “Ankara havası böyle çalınmaz” diyorlar.
Çevresinden aldığı şimdiki nüfusunun belirginleştirdiği bir Ankara var artık.
Havaalanı yolundan Ankara’ya gelirken gördüğümüz Ankara, Fidayda’nın
Ankara’sı değilmiş gibi geliyor bana. Bu da dönemle ilgili bir şey. Yapacak
bir şey yok. Her kentin şahsiyetini belirleyen, gündelik hayattan ve popüler
kültürden beslenerek gelişen semboller vardır ve o şehri anlamak adına önemlidirler.
Bu sembollerin belirlediği bir iklim olur, kentler de şahsiyetlerini o iklimde
kazanır. Elektro sazla ve darbukayla icra edilen, bir eğlence unsuru olan,
Boğazda tur atan teknelerde dahi çalınan Ankara’nın
Bağları’nın temsil ettiği bir Ankara artık söz konusu olan. Eskiden haliyle
böyle değildi. Bir dönem, 1950’lerin ikinci yarısından sonra Mülkiyelilerin
temsil ettiği bir Ankara vardı. 1970’lerde, o dönemin siyasallaşmasıyla
birlikte, ODTÜ’lüler öne çıktı. Ne bileyim, 1980’lerde, ben 18-19 yaşındayken
Ankara’da Eylül ayı, Barış Günü için düzenlenen, binlerce kişinin katıldığı
konserlerle bilinirdi. Şimdi nerede sol tınılı o konserler. Kalmadı. Böyle bir
dönemsellik söz konusu Ankara için. Ama madem bu mecaz oyununu oynuyoruz; Reşat
Nuri’nin Feride’siyle başladık diyelim, sivri pabuçlar ve parlak ceketler
giyen, lalı konuşan, Ankara’ya Angara diyen bir erkeğe geldik. Behzat Ç. de var bu erkeğin içinde
Ankaralı Turgut da, hatta Flash Tv de.
Bu dönemsellik vurgusu
önemli sanırım. Kuşkusuz her kent için geçerlidir ama Ankara, Türkiye gibi bir
ülkenin başkenti olduğu için dönemselliklerden daha çok etkileniyor belki. Ankara’nın
gündelik hayatını dışarıya çok belli etmeyen bir yapısı da var. Katmanlı bir kent. Yahya Kemallerden, büyük
iddialara sahip kasvetli bir başkentten, Melih Gökçeklere, yarım kalmış bir
projenin Anadolu’nun ortasında unutulmuş başkentine, kadar Ankara’nın
dışarıdaki temsilleri kentte dair önemli birçok şeyi gölgeliyor gibi. Söz
gelimi, Murat Germen’in sergisinin adı: “Ankara: Öncü Modernizmden Öykünmeci
Mimesis ve Sahte Fütürizme.” Başkent olarak Ankara’nın makûs tarihini özetleyen
bir başlık evet ama bu kentte akan hayata çok değmiyor. Bu Ankara’nın pek
bilinmeyen bir yanı. Mecazları bir kenara bırakırsak Ankara’yı neresinden
tutarak konuşmaya başlamak lazım.
Bir tarafından tutarak
konuşabilmek çok mümkün değil. Burası bir metropol artık, çok hikaye var,
nerden tutsan oradan dağılır… Öncelikle Anıtkabir Ankara’da. Burası,
Türkiye’nin her köşesinden insanların anma için, ziyaret için, protesto için
gelip ziyaret ettikleri, dünyanın en büyük anıt-mezarlarından biri. Ankara’nın
bir simgesi bu mekan. Ankara’nın Ankaralı olmayanlar için de böyle bir anlamı
var. Devam edelim. İşte İstanbul’a gittiğimizde sorarlar, “İstanbul’u neden
sevmiyorsunuz?” “Ben Ankaralıyım, genlerimde var,” diyorum. Bir tavır var burada.
Bunun farkındalar. Ama hasmane, belki oryantalist diyelim, yukarıdan bakan bir
tavra karşı gelişmiş bir tavır bu. Türkiye’de gündelik hayattan siyasete kadar
pek çok şeyi İstanbul yönetir. Ama olumsuz ne varsa “Ankara böyle istedi” diye
açıklanır. Bu bir algı, bir tavır. “Ankara’da bir numara yok, ne anlatıyorsunuz
bu kadar?” diye soruyorlar mesela. Ama diğer yandan da dönüp Ankara’nın
pavyonlarıyla ilgili yazı istiyorlar. Bir güldürü konusu olarak. Oryantalist
bir arayış. Niye benden istiyorlar, Ankaralıyım diye. Ankaralıysan sen bilirsin
gibi bir algı. Pek çok koldan yürüyen bir tavır bu. Buna alternatif bir
İstanbul karşıtlığı oluyor ve bu İstanbulluları rahatsız ediyor. Düşünün, kim
İstanbul’a güzel değil diyebiliyor… Bir diğer mesele de Ankara’nın içinde
farklı yerellikler var. Bizim zamanımızda “Tunalı Bebesi” derdik mesela.
Küçücük bir cadde ama kendi kimliğine sahip. Bizim için bir anlamı var. Buna
karşı, Havaalanı Yolu’nda “Tebessüm Şehri Pursaklar” var. Benim gençliğimde
şirin küçük bir köydü Pursaklar. Şimdi biz bakıyoruz ne kadar kitsch diyoruz ama orada yaşayanlar bu
haliyle övünüyorlar. Diyorum ya, Orta Anadolu’nun başkenti olan bir Ankara var.
Bunları hep birlikte düşününce Ankara’yı bir yerden anlatabilmek biraz zor. Bu
nedenle de tarif etmeye kalkanlar İstanbul’a, İzmir’e bakarak tarif ediyorlar. Niye
böyle, bence, biz âşık olmak nedir bilmiyoruz, biz nefret etmeyi ya da bunun
pozunu yapmayı biliyoruz. Ne olursa olsun, bir şeyi açıklamaya neden
sevdiğimizle değil neden sevmediğimizle başlıyoruz. Ankara konusunda da böyle.
Ben üniversiteye gidene kadar böyle bir gündemim yoktu. Sonra İstanbul’dan
İzmir’den gelen arkadaşlarla, onların Ankara algılarıyla karşılaştıkça bir
susuyorsunuz, iki susuyorsunuz sonra siz de cevap vermeye başlıyorsunuz. Sonra
bu tavır sizin kimliğinizi belirliyor.
Ankara’nın özellikle
bizim gibi insanlar için bir yereli olmadığı da söylenir. Kamunun,
bürokrasinin, devletin bastırdığı bir yerel. Hepimiz geçiciyiz algısı. Bir
nedenle geliriz, kalmamızı gerektiren bu neden gereği kadar ikamet ederiz,
sonra da gideriz gibi bir algı. Ama diğer yandan baktığımızda ise bir şeyler de
kalıyor. Tüm siyasi parti merkezlerinin burada olması, sivil toplum
örgütlerinin bu kentte örgütlenmiş olması, üniversitelerle. Bunu nasıl
konuşabiliriz.
Önce şunu söyleyeyim,
ben buralıyım, buraya sonradan gelmedim. Burada tutunmak gibi bir arzum olmadı.
Anam, babam, atalarım epeyce Ankaralı. Burayı sonradan sevmedim. Bizim evde
fidayda çaldı mı herkes gülmeye başlar. Geçicilik ve geçişkenlik bahsinde doğru
bir adres olmayabilirim. Ama evet Ankara’nın söylediğiniz anlamda bir geleneği
var ve bu gelenek yaşamaya devam ediyor. Kültürel üretimin İstanbul’da
olmasının nedeni sermayenin orada olmasıyla ilgili. Para orada. İnsanların
oraya göç etmesinin nedeni bu. Hepimiz hayatımızın çeşitli dönemlerinde bu
tercihle karşılaşıyoruz. Ben de İstanbul’a geçmem için teklifler aldım ama bunu
tercih etmedim, şartlar başka türlü olsaydı, ekmek parası diyerek
gidecektim. Ankara, İstanbul’a göre daha
küçük ve sakin bir şehir. Burada üniversiteler çok etkili olabiliyor. Hep
olmuş. Ankara kimliğinin kuruluşunda önemli kurumlar bunlar ve önemli bir
gelenek kurabilmişler. Ankara’da her türlü üretimin yapılabileceğini
düşünüyorum ben. Yapılmaması için hiç bir neden yok. Akacak mecrayı bulmakla
ilgili bir mesele.
Dışarıdan görülmeyen
yanlarından biri de bu diyebilir miyiz?
Hemen her Ankaralı bu
tavırla karşılaşmıştır, Ankara’dan bunun yapılabilmesi çok ilginç filan derler.
Halbuki, nerede olursanız olun, nerede iş yapıyorsanız yapın içinde
bulunduğunuz ortamda sığınabileceğiniz bir kabile varsa orada üretim
yapabilirsiniz. Ben Gazi Üniversitesi’nde çalıştım bir süre, vasat ve baskıcı
bir ortamdı ama ben çalışmaya devam ettim, çünkü bir kabilem vardı.
Benzerlerinizi buluyorsunuz ve dayanışma içinde çalışmaya devam ediyorsunuz. Bu
her yerde aynıdır diye düşünüyorum. İstanbul’da da kabileler var. Şehir
güzellemeleri güzeldir, romantik şeyler bunlar ama aslolan üretim. “Nazar etme
ne olur, çalış senin de olur” mu diyelim şimdi. Şaşıracak bir şey yok, nerede
olursanız olun güçlü olan, belirgin olan bir anlayışın dışında duruyorsanız
onunla hesaplaşmak zorunda kalıyorsunuz.
Ama Ankara’nın kabileleri besleyen bir iklimi olduğunu
söyleyebiliriz.
Evet diyebiliriz. İstanbul’da
da kabileler var tabii… Belki burada farklı olan şey şu, orada bir yere
gittiğinizde, insanlarla bir araya geldiğinizde “Nereye gidiyoruz?” derler.
Ankara’da ise “Kime gidiyoruz?” diyorlar. Burada insanlar hâlâ ev gezmesi
yapabiliyorlar. Birbirlerine vakit ayırabiliyorlar. Burada mesafeler daha kısa.
Burada hoyrat olmayan bir ilişki biçimi var. Ya da ben yanılıyorum, benim
etrafımdaki ilişkiler böyle…Yok hayır, burada o denli vahşilik yok…
Biraz bunu kast etmek
istiyoruz. Söz gelimi, İzmir’den kimi biliriz diye düşünsek, ister edebiyat
olsun ister akademi olsun, çok az isim sayabiliriz. Ama Ankara bu anlamda çok
farklı değil mi?
Anladım, o zaman,
biraz geriye gidelim, burası planlanmış bir şehir. 1916 Yangını’ndan sonra
şehirde Türkler ve Yahudiler kalıyor. Bir de bastırılmış Ermeniler var. Burası
vitrin şehir olduğu için buraya her şeyi getiriyorlar. Örneğin, Tercüme Ofisi açılıyor, orada
istihdam etmek üzere edebiyatçılar getiriliyor. Şimdi Garip Şiiri İstanbullu
mudur?
Bir aşağı sokak.
Ankaralıdır. Orhan
Veliyi getiriyorsun, Melih Cevdet’i getiriyorsun, Tercüme Ofisi var, Parti’nin
gazetesi var. Kültürel bir üretim olsun isteniyor, teşvik ediliyor. Bir
aydınlanma hayali bu. Modernizmin sıkıntıları diyelim, başarısız oldu şu bu
diyelim demesine de, sadece şunu düşünün, teşvik etmek önemli. Teşvik etmişler.
Yaptığım işin, editörlüğün basit bir kuralı var. Bir kitap gelir, bakarım
buradan bir yazar çıkacak ama bu kitapta tam olmamış. Basacaksın ki yazmaya
devam etsin, kaybolmasın. Bir sonraki kitapta kendini bulsun. Destek olmak
zorundasın. Yazmaya devam ederse o yazarı bulacak, yazmazsa kaybolup gidecek.
Çünkü hayat başka türlü devam ediyor. Üretmek için mecraya yakın yerde durman
lazım. O mecranın koşullarını, beklentilerini bilmen lazım. Bu ikisini
başarabiliyorsan her yerde dâhil olabilirsin akan suya. Teşvik etmek,
üretilmesini sağlamak bir gelenek yaratıyor. Bizim entelektüellerimiz iktisat
değil kültür ve edebiyat temellidir. Kültür entelektüellerini bu şehre
topladığınızda onlar da buranın hikayesini anlatmaya başlıyorlar. Şiir ve roman
başlıyor. Siparişle yazılan romanlar ve oyunlar var. Bunlar bir gelenek
oluşturuyor, misyon bir gelenek oluşturuyor. Ankara’nın kültür adamlarının
şehri olması istenmiş. Hoş görülmüşler, desteklenmişler, istihdam edilmişler,
el üstünde tutulmuşlar. Türkiye’nin başka hiç bir şehrinde böyle bir şey
olmamış. Bu nedenle İstanbul karşısında diğer şehirlerden farklı kalan, edebiyat
üreten bir tek Ankara olmuş.
Fakat bu misyon bir
noktadan sonra sivilleşiyor ve yaşamaya devam ediyor. Sevgi Soysallar
kuşağından sonra mesela.
Evet, bir sivilleşme
yaşanıyor ama bu gelenek kaybolmuyor, devam ediyor. İlber Ortaylı diyor ki,
mealen söylüyorum, “Ben Ankara’da yetiştim çünkü eğlenceli hiç bir şey yoktu.”
Protestan etiğini Ankara’nın sevimsizliğine borçlu olduğunu söylüyor. Olabilir.
Burada çalışabilmek için belki daha çok vaktimiz var. Ters köşe yapalım,
İstanbul’a gitmek için, orada rekabet etmek için de çok güçlü olman gerekiyor.
Hem edebiyat hem de akademi için böyle. Ankara’dan İstanbul’a geçen akademisyen
bir arkadaşımızın, gülerek söylüyorum bunu, “Akademi’nin podyumuna gidiyorum”
demesi mesela buna işaret ediyor biraz. Ama İstanbul’da çok acayip bir üretim
oluyor mu peki? Ondan da şüpheliyim. Yok, hayır olmuyor.
Bu bahsettiğimiz
iklim, İstanbul’un taşralaştıramadığı bir durum değil mi? Ankara İstanbul’un rüzgârına
savrulmadan kendi hikâyesini anlatmaya devam edebilmiş.
Özcülük de yapıyor
olabiliriz burada tabi. Başka yerlerde nasıl yürüyor çok bilmiyorum. Ben
üniversitede öğrenciyken, nerede neşeli bir kız varsa ya İzmirli ya Kıbrıslı
çıkardı. Çok dışa dönüklerdi. Orta Anadolu’nun insan mizacı ise tutkuludur. Olumlu
ve olumsuz anlamda. Hep sınıf atlamaya çalışırlar. Büyük konuşurlar çünkü
taşrada hep büyük laflar edilir. Daha aşağısı kimseyi kurtarmaz. O yüzden solun
da sağın da önemli simaları Orta Anadolu’dan çıkıyor. Bu toprağın bir mizacı
var. Safranbolu’ya gidiyorsun mimari değişiyor. Süslemeler gelişmiş. Neden? Bir
sermaye birikimi olmuş çünkü. O sermayeyle çocuğunu İstanbul’a okumaya
göndermiş. Ama Çorum’daki düz damlı evde yaşayan adam ancak karnını doyurabiliyor.
Çaresi yok, asılacak hayata…
Edebiyata nasıl yansır
bu mizaç?
Yazardan yazara,
dönemden döneme göre değişiyor. Tek bir şeyden bahsetmek mümkün değil. Ankara
dediğimizde akla ilk ne geliyor diye baktığımızda belirgin temalar çıkıyor
karşımıza. Mesela Kurtuluş Savaşı, bir ideal uğruna fedakarlık, perhizkarlık,
misyonerlik, canı pahasına savunmak, korumak, yoldaşlık etmek. Fakat, hemen bir
sonrasında bu iş olmadı duygusu geliyor. Yakup Kadri’nin kitaplarını okurken bu
geçişi görürsünüz. Edebiyatçılar bu durumun hemen farkına varmışlar. O naif,
iyimser, idealist dönemin ardından Ankara’yı bir tür hayal kırıklığıyla
anlatmışlar. Çünkü baştaki iyimserliği çok sahiplenmişler. 1960’lara geldiğimizde
1923-50 arasındaki itibarını yitirmiş bir şehir var. Çünkü İstanbul’un itibarı
Demokrat Parti tarafından iade ediliyor. 27 Mayıs’tan sonra bir İkinci
Cumhuriyet duygusu oluşuyor. Bu dönemde çok fazla Kurtuluş Savaşı romanı
yazılıyor. 1923-1960 arasında yazılandan çok daha fazla bir üretim var bu duygu
üzerine. Bu da çok etkili olmuştur Ankara algısında. 27 Mayıs olmuş, 555K gibi
bunu popülerleştiren siyasal söylemler çıkmış, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin
bu dönemde öne çıkması, sonra ODTÜ’nün kuruluşu. Bunların hepsiyle Ankara’ya
dair politik bir mekân duygusu gelişiyor. Sevgi Soysal’ın Yenişehir’de Öğle Vakti bu mekân duygusunun, yetmişli yıllar
siyasileşmesinin edebi olarak en başarılı örneği. Uğur Mumcu’nun Ankara’sını düşünün. Kuvayı Milliye
ruhu isterken Ankara’da kalmak isteyen bir gazeteci, bir siyaset adamıdır. O da
başka bir örnek aslında. Barış’ın (Bıçakçı) romanları, yine Ankara’da kalmak
isteyen bir ruh taşır, yakın
arkadaşlıkların kurulduğu, küçük dayanışmaların yaşandığı, küçük cemaatlerin
var olabildiği, daha minimal, İstanbul karşısında haddini bilen, hatta İstanbul
tarafından küçümsendiğinin farkında olan ama İstanbullu olmamayı da tercih eden
bir duygu taşır. Ben bunu bir metaforla anlatıyorum, bir dağ var. Dağın
gürültüsünü duyuyorsun ama o dağa çıkmamayı ve yamacında bir yerde yaşamayı
tercih ediyorsun. Az ya da çok, öyle ya da böyle, Ankara’nın ruhunda, bu meydan
okuma var, reddediyorsun, istemiyorsun İstanbul’u. Bu duygudaki insanların yeniden
istiflediği bir şehir Ankara.
Bu da politik bir mekân
mı?
Evet, tabi bu mekân da
politik bir mekân.
Betimlediğiniz şey bir
tür inzivayı çağrıştırıyor. Münzevi bir politik mekân mı artık Ankara?
Soysal’ın Ankara’sı
ile Barış’ın Ankara’sı çok farklı. Dönemler çok farklı. Bir gazeteci ile bir
edebiyatçı benzer şekilde dünyaya bakıyorsa bence durum fenadır. Kişisel fikrim,
aktüel siyasetin içinde kalan edebiyatçının ufku gün geçtikçe güdükleşir. Dağ
metaforunu yineliyorum, farkında olmak, bilerek dahil olmamak, yazarak hayatta
kalmak. Hasan Ali (Toptaş) abi de burada Eryaman’da yaşıyor, içindeki taşrayı
burada yaşatabiliyor. Hayat yine değişti tabi. Son 10 yıl içerisinde Türkiye
çok politikleşti. Bizim büyüdüğümüz 1980’lerin Ankara’sında solcular arasında,
haliyle 70’lerden devralınan şöyle bir tavır vardı: magazin okunmaz, futbolla
ilgilenilmez. Neden? Çünkü manipülatiftir, siyaset daha önemlidir. Yine öyle
bir sertleşme var. “Burada insanlar ölüyor, sen nelerle uğraşıyorsun” demeye
başladı insanlar tekrar. Şimdi öyle baktığın zaman Barış’ın romanlarında böyle hard-core bir şey göremiyor olabilirsiniz
ama var. Barış’ın hayat tarzı medyaya konuşmamakla kuruluyor. Şimdi o da bir
Ankaralılığın parçası haline geldi. Emrah (Serbes) Ankaralı değildir ama Ankaralılık
ona soruluyor. O da soranlara daha sert
ve daha genç bir solculukla konuşuyor. Ankara’dan Behzat Ç. gibi bir figür çıkardı ve bu figür, popüler kültürde uzun
bir dönem etkili olacak. Ve o da Ankaralılığın bir parçası. Münzevilik yok
mesela orada, perhizcilik yok, daha hazcı daha konuşkan daha kavgacı bir dil
var. Daha Orta Anadolulu bir dil. Biri edebiyatın diğeri televizyonun dili.
Bu konuya da
gelecektik aslında. Şöyle geriye dönüp bir düşündüğümüzde 1970’lerde kısa bir
dönem Kaynanalar, 1990’larda Ferhunde Hanımlar, senaryosunu sizin
yazdığınız Ankara’nın erken dönemlerine bakan bir sezonluk Mor Menekşeler dışında Behzat
Ç. istisna bir durum olarak görülebilir. Bir dönemin ağa dizileri gibi
İstanbul’un rüzgârına kapılmamış, İstanbul’dan konuşmayan bir Ankara dizisi
olarak görebilir miyiz?
Televizyon açısından
tabi öyledir. Sadece dizilerle ilgili değil ama bu. Hayat İstanbul’a doğru
akıyor. Mutlaka İstanbul’dan akıyor. Ali Kırca’nın İstanbul’a kar yağınca “Yeterince
buğdayımız var mı?” diye telefon bağlantısı kurduğunu hatırlıyorum. Yüzyılın
karı yağıyor ama sanki sadece İstanbul’a yağıyor. Bir olağanüstülük katmak
gerekiyor konu İstanbul olunca. Ben çocukken hava durumunda her ilin adı
geçmezdi. Kendi şehrinin adı geçince insanlar sevinirdi. Ankara’nın bir istisnası
Meclis olurdu. Ankara’dan sadece Meclis haberleri geçilirdi, halâ da öyle.
Bütün haberler İstanbul üzerinden kurgulanıyor. Bakın bu tahakküm edici,
herkesi etkileyen bir şey. Şimdi Gırgır’ın
çok popüler olduğu dönemlerde Türkiye’nin her yerinden karikatür gönderiyorlar.
Kars’tan karikatür gelir, adam otobüs durağı çizmiş üstüne İETT yazmış.
Eskişehir’de Mor Menekşeleri
çekiyoruz. Tarihi bir semti var. Odun Pazarı. Belediye Başkanı ile konuşuyoruz,
“Bizim burada yapay bir gölümüz var. İstanbul’dan da ada vapuru getirttik. Gerekirse,
İstanbul sahnelerinde bu vapuru kullanabilirsiniz” dedi. Nerde kaldı senin
hemşehriliğin? İstanbul dışında her yer taşra ve her yer İstanbul’a benzemeye
çalışıyor. Ama İstanbul da Paris’e, Berlin’e, New York’a benzemeye çalışıyor.
IKEA mobilyaları bütün dünyayı fethediyor. Şunu anlatmaya çalışıyorum. Sonuçta
zaten bütün yerellikler ortadan kalkıyor. Orada “Hey dude” dediğin şeyi burada
“La bi bakınsana” diye söylüyorsunuz. Bir glokalleşme var burada. Dizi
dediğimiz şey, gerçeklik vehmi yaratarak kurulur. Nasıl kurarsın bunu? Dille,
atmosferle-mekânla ya da hikâyeyle, şiddetle, aktüelle. Diziyi farklı gösteren
şey Ankaralılık değildi bence. Diliydi, küfürlü olmasıydı, aktüelle
ilişkisiydi, şiddeti, erkekliğiydi. Diziyi bunlar gerçekçi gösterdi. Mesele
Ankara ise, dizideki Ankara nasıl bir Ankara’ydı. Bence biraz İstanbul’un
yarattığı bir Ankara’ydı. Ankaralıların hoşuna gidiyor olabilir ama bu
İstanbul’dan görünen bir Ankara. Başka türlü de olamaz. Benden pavyon yazısı
istemeleri gibi bir şey bu. Boğazdaki teknelerde Angara’nın Bağları’nın çalması gibi bir şey. İstanbul, popüler
kültürün merkezidir, oraya dahil olacaksan, oraya benzemek zorundasın, yoksa
dahil olamazsın…
Behzat Ç. hayranları için bu biraz ağır bir yorum gelebilir.
Bilemiyorum, azımsamak
adına söylemiyorum bunları. Behzat Ç.
bölümü bittiğinde insanlar hikâyeyi değil erkekler arasındaki diyalogları
konuşuyordu, varsa eğer, politik göndermeleri konuşuyordu. Bunlar dizilerde
konuşulmadığı için yeni ve farklı geliyordu. Düğün
Dernek’i düşünelim. Onlar da Orta Anadolulu bir Ankaralı anlattılar. Anlatılıyor
muydu böylesi, hayır. Ama mizah dergilerinde bütün karakterler uzun uzun
konuşuyorlardı öncesinde. Popüler kültürün işleyiş biçiminden söz ediyorum.
Mizah dergilerinde eskimişti, televizyona yeni geldi… Bu yeni Ankara imgesi
yoktan var edilmedi, dahil edildi demek istiyorum.
Buradan bakınca
sanırım haklısınız. Bizim Büyük
Çaresizliğimizin sinemaya uyarlanmasında da bu sorun vardı. Biraz önce
betimlediğiniz o politik mekân betimlenememişti yeterince. O hikâye Türkiye’nin
herhangi bir yerinde geçiyor olabilirdi. Hikâyenin Ankara ile olan ilişkisi
kurulamamış gibiydi. Diğer yandan Yeraltına
baktığımızda sanki o duygu orada verilebilmişti. Peki, Ankara Edebiyatı diye
özgün bir türden bahsedebilir miyiz?
Farklı mecralarda olan
veya farklı temellere dayanan hikâyeleri konuşuyoruz. Yeraltı bir Rus romanından uyarlanmış, bana kalırsa bir Rus romanı
bir şehirde geçecekse rahatlıkla Ankara’da geçebilir. Ankara’nın böyle bir
imgesi de var çünkü. Soğuk, mesafeli, az konuşan, gri ve entelektüel, kibirli
vs… Televizyon konuşkanlığıyla ilgisi yok bunun değil mi? Televizyonda susan,
konuşmamayı tercih eden bir karakter olamaz. Herkes car car konuşur. Oysa
sinemada, hele sanat sineması dediğimiz tür içinde bunun aksini rahatlıkla
yaparsınız. Bizim Büyük Çaresizliğimiz,
Seyfi Teoman filmiydi, auteur filmiydi, evet bence pek Ankaralı değildi… Ama
Ankara imgesine katkıda bulundu… Daha önemlisi Barış’ı popüler kültüre takdim
etti… Sorunuza gelince Ankara edebiyatı diye bir türden söz edebilir miyiz?
İddialı gözüküyor ama evet, çok Ankaralı yazar var… Çünkü bu şehirde bir
edebiyat geleneği var… Bu şehre yazarlar gelmiş, bu şehre şairler çağrılmış…
Hep söylüyorum, her yazarın bir Çukurovası olmalı, herkes iyi bildiği yeri anlatmalı…
Bu kadar yazar varsa Ankara edebiyatı da olmalı - ki var, daha çok olmalı, Ana-akıma
meydan okumalı…
Peki, son olarak
tavsiye bekliyoruz sizden. Ankara’ya yeni başlayanlar için hemen ilk aylarda
yapmalarını tavsiye edeceğiniz 3 şey ve Ankara’yla ilgili 10 kitap.
Liste gibi olmasın. İlk
olarak bir Ankara döneri yesinler. Güvenlik’teki Mutlu Lokantası olabilir,
Hoşdere’deki Çankaya Lokantası olabilir. Ulus’ta Uludağ’da İskender yesinler.
Göksu’da rakı, Net Piknik’te bira içsinler. Orhan Veli’den Altındağ, Ahmet
Arif’ten Karanfil Sokağı şiirini okusunlar. Kale’ye çıkıp gecekondulara
baksınlar, “Lan Ankara ben geldim” desinler, Tunalı’da geleni geçeni seyretsinler.
Aylaklık yapsınlar. Eski Ankara apartmanlarına bakınsınlar, hepsinin birer
kedisi vardır, oradan bilsinler. Her yerde akasya görecekler, dikkat kesilip
üzerlerindeki saksağanları izlesinler. Cinnah Caddesini yürüyerek çıkıp bana
küfretsinler. Ayaş domatesi nedir bir sorsunlar. Romanlardan Yakup Kadri’nin Ankara’sı, Nahid Sırrı Örik’in Tersine Giden Yol, Esendal’ın Ayaşlı ve Kiracıları’nı, Sevgi Sosyal’ın Yeni Şehirde Bir Öğle Vakti’ni okusunlar. Çok genç yazar var, yazıp
çizdikleri var, onları arayıp bulsunlar… Fidayda oynasınlar… “Ya yok Ankara’da bi
numara” demeye şimdiden alışsınlar…
Söyleşiyi Solfasol için Besim Can Zırh ve Tanju Gündüzalp ile yaptık.