Cuma, Mayıs 30, 2025
Perşembe, Mayıs 29, 2025
Cuara
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
Çarşamba, Mayıs 28, 2025
Son Okuduklarım 105
![]() |
![]() |
Albüm, Latif Demirci'nin vefatından sonra yapılan bir sergi dolayısıyla yayımlandı, baskısı tükenmişti, bulunamıyordu, epeyce pahalı bir kitap, yayıncısı bir banka olmasa kaça satılırdı insan merak ediyor. Görsel açıdan zengin bir kitap, en azından alanın bir seveni ve meraklısı olarak görmediğim malzemelerle karşılaştım, hoşuma gitti. Diğer yandan metinler nasıl desem epeyce "soft" ve "light" olmuş, "merhumun arkasından yazılanlar" bir hava olarak çok baskın çıkmış, Demirci'nin ne yapmaya çalıştığını anlatan, değişimlerini izleyen, espri dünyasını irdeleyen en azından daha derinlikli bir ya da iki yarı akademik metinler olmalıymış. Bu konularda yazan biri olarak bir beklenti ya da kırgınlıkla yazmadığımı belirtmem gerekiyor. Ne yazık ki, insanlar dürtüsel tepkiler veriyorlar, böyle okunmak istemem. Oturur yazarım eğer istersem. Kitapla ilgili bir eksikliği paylaşmak istedim. Diğer yandan, yayıncı beklentilerini hiç bilmiyorum, belki zaten bu içeriği istediler-sipariş ettiler, bankalar bu konularda bazen çok cesur veya çok endişeli olabiliyorlar. Neyse, kitabın da hakkını teslim edelim. Bence benzeri olmayan bir derleme olmuş, daha önce bu ölçülerde Turhan Selçuk ile ilgili bir iki kitap oldu ama onlar da merhumun kendi seçiciliğinde gerçekleşmişti.
Hüüüüp
Salı, Mayıs 27, 2025
Tövbe et ve ter at
![]() |
Yoga ve fitness kültürünün yaşadığımız zamanın yeni dinleri olduğu düşüncesi aşağı yukarı kırk yıldır konuşulur-tartışılır. Biliyorsunuz onlar, bedeni arındırarak ruh huzuru bulanacağını iddia ederler. Sağlıklı yemekler, detoks (ruhsal arınma), yoga kampı (inziva), nefes çalışması (dua), hocalar (mürşitler), stüdyolar (mabedler), taytlar (cübbeler) desem biraz düşünürsünüz sanıyorum.
Ben çocukken, en azından benim gibi kenar mahallede büyüyen çocukları en fazla baskılayan (korkutan) meselelerden biri abdestsiz olmaktı, günah işlenince (!) bir an evvel arınmamız (gusül abdesti almamız), kurtulmamız gerekiyordu. Kur’an’da böyle bir şey yazmasa da hepimizi ürküten, abdestsiz olunca bizi dehşete düşüren, işlerimizin ters gideceğine inandıran bir kuraldı bu. Dinin üç temel aşamasıdır bunlar: günah, arınma ve kurtuluş.
İnsanlar “çok yedim” derken büyük bir suçluluk duyuyorlar. Hemen arkasından “yarın spor yapacağım” diyorlar, aslında tövbe ediyorlar. Ter atıp, spor yaparak detokslarını tamamlıyor, arınıyorlar. Spor sonunda “iyiyim dengeliyim” huzurunu (kurtuluşunu) yaşıyorlar. Kapa gözlerini iç sesini dinle…Mutlusun, huzurlusun…
Hadi dostlar hep bir elden kurtaralım şu ruhumuzu… Byung-Chul Han, şimdiki zamanın insanlarının ruhani huzurla çok da ilgilenmediklerini, kendilerini bedenleri üzerinden kurtarmaya çalıştıklarını söylüyor mesela. Beden nerde kurtarılır, fitness salonunda… “Üç ayda diri kalçalar bitanem…”
Yoga dediğimiz şey Hinduizm’in içsel bir disipliniydi, önce batı toplumlarına adapte edildi, başkalaştırıldı, sekülerleşti, sonra kişisel gelişim düsturlarıyla harmanlandı. Hindulardan instoş mabedine geçtik…“You are your only limit.” Yoga egoyu terbiye etmek filan değil egoyu “göstermeye” yaradı. Bir selfi huzuru ya Namaste…
Espriler yaptığıma bakmayın, bugünün orta sınıfları dine ve din adamlarına filan güvenmiyor ama hâlâ bir düzen, onu rahatlatacak bir yapı, bir ritüel arıyor, yoga-fitness kültürü de bunu hem maddi hem sembolik olarak sunabiliyor. Üstelik, her dinsel öğreti gibi suçluluk yükleme kabiliyetine de sahip. “Mutsuz musun? Kilon mu var? O zaman disiplinsizsin, zayıfsın, kötü kararlar verdin.” Tıpkı günah kavramında olduğu gibi: sorumluluk her birimizin omzunda.
Abartılı görünecek bir yorum daha yapayım, modern yoga-fitness inancı, cenneti bu dünyada vaat ediyor. Zayıf beden, esnek omurga, parlak cilt, iç huzur, seksi görünüm. E tabii ki bu paylaşılmak zorunda, paylaşılmayan mutluluk, yaşanmamış sayılır çünkü…
Paylaşımlarda ne olursa olsun gülümseyen yüzler var, itiraf ediyorum, o pozitifliği sahici sandığım da oldu, sonra anladım ki bu mutluluk “yeni beden-din”in en güçlü ritüellerinden biri. Sahiden “çalışılmış” bir gülümsemeyle bakıyorlar bize, bunun bir tür iman ifadesi, bir şükür performansı, hatta bir itirazsızlık yemini olduğunu anlıyorsunuz.
Hepimiz biliyoruz ki spor yapmak bizi özgürleştirmiyor, spor yapmış oluyoruz veya yoga huzur veriyorsa, neden bu kadar çok takıntılı ve rekabetçi insan var… Bu çelişkileri irdelemek, yoga ve fitness kültürünün gerçekten “din(i)” olup olmadığını değil, neden-nasıl bir boşluğu doldurduklarını anlamamızı kolaylaştırır.
Yoga matının bedenleri sadece esnemiyor, inancın yeni şekillerinden birine secde ediyor be Mıstık abi diyeceğim… “Tövbe et ve ter at” mı diyeceksin… Obristan’a selam.
![]() |
Pazartesi, Mayıs 26, 2025
İyilik ve eksiklik
İnsanı sürükleyen egosu… Ve belki de egonun iyiliğe karşı duyduğu bu kırılganlık, bazı ilişkileri sevgi değil utanç ve kızgınlıkla bitiriyor.
![]() |
Pazar, Mayıs 25, 2025
Yerim ama yemem
Yüz yıl önce Alman ve İtalyanların başı çektiği, güçlü vücut-güçlü millet imgesi, biz de dahil olmak üzere dünyayı etkiledi. Sporcu ve dinç bedenler, fit görünümler ve zayıflık yıllar içinde önce Hollywood’u sonra global popüler kültürü dönüştürdü. Bana öyle geliyor, beat kuşağının zayıflığı modayı ve güzellik algısını bir kere daha değiştirdi sanki. Onunla da kalmadı, “heroin chic” modeller, kadınlarda anoreksik beden, erkeklerde six pack filan son otuz yılda işler iyice başkalaştı, meşrulaştı. Yağsızlık ve kaslı olmak, arzulanan olmanın bir ölçütü olup çıktı.
Bugün biliyoruz ki, bedenimiz (nasıl göründüğümüz) bir projeye, bir başarı ve mutluluk estetiğine evrildi: “Mutluysan sağlıklısındır, sağlıklıysan yağsızsındır, yağsızsan başarılısındır.” Dağılabiliriz. Bir arkadaşım, iddialı bir biçimde şişman olmanın işten atılma sebebi olduğuna inanıyor, şirketlerde ilk kovulacakların “yağlılar” olduğunu iddia ediyor. Güzel kadınların ve yakışıklı erkeklerin, bunun da üstüne hiç “utanmadan” fitness yapanların dünyanın yeni işgalcileri olduğunu filan rakı içerken anlatıyor.
Komik mi? E dinlerken komik. Zayıflık ve fitness, mutluluğun değil; mutluluk performansının göstergesiyse traji komik demek daha doğru. Babam, zayıf ve fit görünmeye zihnen takmış biriydi, istisnasız her yemekte “yerim ama yemeyeceğim” derdi. Yemek yemeyerek gösterdiği özveriyi mutlaka belirginleştirmek isterdi.
Hepimiz biliyoruz ki, bugün, yemek yemek değil, yememek övülüyor. “Aa ben o kadar yemiyorum” demeyenimiz yok gibi. Herkes, birbirine “zayıfladın mı, kilo mu verdin” demeye bayılıyor. Kilo verdiysen mutlusun, kilo aldıysan mutsuz…
Günaşırı birileri benim yaşımı göstermediğimi söylüyor (!). Yaşımı söyleyince “aa inanmıyorum” filan tepkileriyle karşılaşıyorum. Şimdiki zamanımızda yaşlanmak değil, yaşlanmamak alkışlanıyor çünkü. Geçenlerde yeni yazdığım dizinin okuma provaları için İstanbul’daydım, yüzüme ve boynuma estetik müdahaleler yaptırıp yaptırmadığımı sordular, şaşırarak hayır filan dedim ama muhtemelen inanmadılar. Üç beş yıl önce böyle bir gündemim yoktu, hiç aklımda yoktu, günbegün gururlanmaya bile başladım. İyiyim, genç görünüyorum filan… Gülmeyin…
Mutluluk hissedilen değil, gösterilen bir şeye dönüştüğü için — genç ve fit beden bu gösterinin ana ekseninde yaşadığı için “ben gururlanmayayım kim gururlansın” yani Mıstık abi… Ya evet biliyorum, hamur işlerini kısmam gerekiyor, biraz ağırlık çalışsam filan…
![]() |
Cumartesi, Mayıs 24, 2025
Mutsuzluk ve yüzleşme
Gençken okuduğum Rollo May, kaygı ve sıkıntıları bir
olgunlaşma emaresi sayar, bunu bir özgürleşme sürecinin parçası olarak görürdü.
O yıllarda etkilenmiştim, mutsuzluk yaratıcı bir enerji verebilir diyordu. Sıkıntıdan
sanat çıkar gibi bir şeydi… Kendi hayatıma uyarlamış ve bunu epey düşünmüştüm, çalışmak
zorunda olduğum, sıkıntılı ve kendime vakit ayıramadığım bir gençlik yaşıyordum.
Adam Phillips, “bazen mutsuz olmak gerekir” diyor ya, babam “bazen” demiyordu
galiba. Acı çekmeden olgunlaşmak imkansızdı babama göre. Her yenilgi, her acı
ve her ölüm çocukları büyütüyordu filan. Philips, haliyle daha mutedil, mutsuzluk,
bazen insanın içinde bulunduğu yanlış koşulları fark etmesini sağlar diyor, bastırmak
yerine anlamak gerekir derken mutsuzluktan duyulan endişeyi normalleştirmeye çalışıyor.
Mutluluk bahsinde şu soru epeyce zihin açıcı aslında: Kim
mutsuz? Kişilik bozukluğu yorumunu terapistlere bırakalım, melankoliyi ve
sanatçıları başka bir bağlamda tartışmak üzere kenara ayıralım ve gündelik hayatımızda
mutsuzlarla özdeşleştirilen insanları düşünelim. Mutsuzluk, kötülükle epeyce
özdeşleştiriliyor, günahkar birisinin mutsuz olduğu düşünülüyor. Tövbe etmek,
doğal olarak mutsuzlukla ilgili.
Hazır günah demişken, Freud, sonradan Lacan, insan arzusunun
“yasak” olana yönelmesine vurgu yaparlar; onlara göre bu, suçluluk ve
mutsuzluğu beraberinde getirir. O yüzden Žižek, günahı “sistemin dışına çıkma
arzusu” olarak niteler. Mutsuzlar, meydan okuyanlardır ve “gerçek suç, arzuyu
bastırmaktır” der. Üçü için de insanlar arzularını bastırdıkları için
mutsuzdurlar diye düşünüyorlar diyelim.
İyi olmak, eksiksiz olmak değil; yüzleşmiş olmaktır,
ancak yüzleşenler, mutluluk ve mutsuzluğu normalleştirerek görebilir ve yaşayabilir…
Yüzleşmiş olmak, insanın kendi kırılganlıklarını inkâr
etmemesi demektir. Mutsuzluk da bu yüzleşmenin bir parçasıdır. Belki de
mutsuzlukla ilişkimiz, insan olmanın sınırlarını kavrama biçimimizdir. Lacan’a
göre arzu, “asla ve asla” tam olarak tatmin edilemeyecek bir eksiklikten doğar.
Žižek bu noktayı politikleştirerek, arzunun asla doyurulamayacağını bilmesine
rağmen kapitalizmin bu eksikliği ticarileştirdiğini-kâr nesnesine
dönüştürdüğünü söyler. Arzu, tatminle değil, eksiklikle işler — çünkü eksiklik,
insan öznesinin yapısal halidir.
Devam edeceğim.
Cuma, Mayıs 23, 2025
Uğur Böcü
Yıllar içinde karşılaştığım ziraatçiler ve ilgili kişilere bu hikayeyi ne zaman anlatsam, onlardan uğur böceklerinin böyle bir "yeme" halinin olmadığını duydum. Öyle oldu ki, onlara inandırmaya çalışırken buldum kendimi. Uğur böcekleri, bitkilere zarar veren yaprak bitlerini yiyerek yaşarmış ve sırf bu nedenle organik tarımda doğal böcek ilacı gibi kullanılıyorlarmış.
Bana inanmayarak (atıyorsun-yanlış hatırlıyorsun tadında) açıklama yapanlara göre, bizim böcekler, kara sinekleri tehdit olarak görerek onlardan uzak dururlarmış filan ... Yese yese, ancak küçük beyaz sinekleri yerlermiş... O da üzerlerinde yumuşak doku artığı ya da bitkilerden bulaşmış fanfinifonfon sıvısı olursaymış (ketçap ve mayonezle yiyebilir gibi yani)...
Önce akademik bir nanik yapayım, Foucault, "bilginin tarihi benzerliklerin değil farklılıkların ayıklanmasıdır" diyordu, sinek değil yaprak biti öyle mi, bilgi, doğru olanı seçiyor, benim dehşetli hatıramı dışarıda bırakıyor.
Yahu yedi işte, bir tane de değil, en az üç tane tek kanadı kopuk sineği gümletti. John Berger, "görmek, bilgiden önce gelir" filan diyordu. Ben besledim, ben gördüm, ben şaşırdım.
[Bunu yazmasam olmaz, bir arkadaşıma anlattığımda "David Lynch hikayesi lan bu" dedi. Of puff yaptım. "Charles Burns versem, olmaz mı?" demedim tabi... Susan Sontag, o zihin açıcı tespitlerinden birinde sıradan olanın içindeki tuhaf olanı keşfedebilmenin gözlemin en karanlık noktası olduğunu söyler. Sanat da estetik de buralardan çıkar diyerek bize gülümser. En azından ben, bana gülümsediğini hayal ediyorum.]
Her canlı için rutin dışına çıkma hali vardır, evet, uğur böcekleri sert kabuklu böcekleri yiyemezlermiş, bunu anladım, diğer yandan benim yarattığım "açlık koşullarında" büyük olasılıkla sineğin yumuşayan kısımlarını yiyip, gerisini de lime lime etmiş olabilirlermiş. Doğalarında olmayan ama benim sunduğun şartlar içinde gerçekleşen bir davranışmış bu... Umwelt diye bir kavram var, her canlının kendine ait çevresel bir dünyası var, cognitive map filan deniyor ya, biraz onu andıran bir algı evreni diyelim. Yani, o böcük, benim kutumda artık başka bir dünyada yaşamaya başlamıştı belki de...
Hayatım boyunca hep şuna inandım, koşullar bizi değiştirir, silahlardan hoşlanmıyorum ama askerde mecbur kaldım, çarşı izni alabilmek için hedefi onikiden vurdum. Normalde vuramazdım, vurdum, gözüm kapalı tüfek söküyor, insanlara neyi nasıl yapacaklarını anlatıyordum. Şu an zerre bi şey hatırlamıyorum, üzerinden otuz yıl geçti, bir daha elime silah almadım. İçinde bulunduğumuz "sistemler" bizim rollerimizi ve becerilerimizi biçimlendirir, genellikle bu durumu fark etmeyiz.
Benim uğur böcü, yemezmiş, ağzına sürmezmiş filan ama aç kalınca yedi işte... Kutuya giren bir başka böceği, kendisine saldıracak sanıp dürtüsel olarak normalin dışına çıkıp bertaraf etti. Gerçi, hatırlayanlar olabilir, Giorgio Agamben mealen yazıyorum, "hayvanların bir açıklık (yoksa belirsizlik miydi) içinde yaşadıklarını" söyler, "bu durum onları hem yönsüz hem de tepkisel (dürtüsel) yapar" diyordu. Yani sadece açlık değil, anlayamadığı şeyin tehdidi de davranışını dönüştürmüş olabilir...
"Uç uç böceğim, annen sana terlik merlik..." Yok Mıstık abi, şiirle ilgim yok, o okuduğun şiir değil...
Perşembe, Mayıs 22, 2025
Pızıtıf bik bik
Mutsuzsanız eğer “şunu yapmalısınız” ancak o zaman mutlu olabilirsiniz denebiliyor, inanıyoruz, mutluluk bireysel bir karara indirgenebilir bir şey değil ki cümlesi, bu kadar basit bir akıl yürütme akla dahi gelmiyor. Öyle çok tekrar ediyor ki, bir bakıyoruz, hepimiz aynı yolda yürüyoruz, “yahu bu adam külyutmazdı, nasıl düştü aramıza?” diyemiyoruz, şaşırmıyoruz, normal buluyoruz. Mutlaka mutlu olmalıyız.
Sevdiğim bir arkadaşım, matrak olsun diye, şekspiryen bir tonla “sinsiii kapitalizm” diye söze girerdi, bana Türkleri kandıran sinsi Çinli klişesini çağrıştırdığından yaptıkları daha da komik gelirdi. Sinsi ya bu kapitalizm, yoksa biz iyiyiz…Kanar mıyız yoksa biz? Haksız mıyım Mıstık abi?
Byung-Chul Han, modern insanın artık dış baskılarla değil, kendi içindeki başarı ve mutluluk zorunluluğuyla ezildiğini söylüyor. Bu yüzden her birimiz “özne” değil, birer “proje”yiz. Kendimize yatırım yapıyoruz. Sabah erken kalkıyor, spor yapıyoruz, çelik gibi irademizle şekersiz yaşıyoruz, gülümseyerek pozitif bakıyor, haftalık hedeflerimizi birer birer tamamlıyoruz… Ve en sonunda, “iyi hissetme hakkını” kazanmayı hakediyoruz. Ama kazanamıyoruz. Çünkü sistemin ödülü yok. Sadece ötelenmiş vaatleri var.
Bauman, yaşadığımız çağı geçicilik, istikrarsızlık ve zamanın akış hızıyla değerlendirir biliyorsunuz…Mutluluk da kaçınılmaz olarak devamlılık göstermeyen bir “aralıktır”, o yüzden onu kaçırmamak için cebelleşiriz, bu yüzden ticarileştirilir ve bir ödeve dönüştürülür. Oysa biliyoruz ki, mutsuzluk da mutluluk kadar insani, yaşamsal bir haldir. Hatta daha sahici ve daha öğretici bile olabilir. Hayal kırıklıkları bizi dönüştürebilir, içimize baktırabilir… Mutsuzluk olmasa mutluluğu da tanıyamazdık.
Mutluluk zalimleştirildi, sahiden olan bu… Her şeyin “iyi hissetmek” olduğu bir dünyada, kaçınılmaz olarak hissizlik başlar.
Siyaseten romantik çıkışları sevmiyorum ama “iyi hissetme” zorunluluğu, insanları yıkımına sebep olacak gibi geliyor bana… Delirdiğimizi düşünüyorum. Bir yandan aman “negatif” olmayalım, toksik ilişkilerden kaçınalım şu bu… Diğer yandan “verimli olma ve mutlu olma zorunluluğu” öz-yıkımdan başka nereye varabilir ki…
Kendimizi yönetiyoruz, doğru çalışıyor ve gülümsüyoruz, mutluluğu bozan kişi değiliz.. Çok güzel, aferin bize…
İleride, mutluluktan performans sanatı olarak bahsedilecek, ondan artık eminim.
Çarşamba, Mayıs 21, 2025
Tosann
![]() |
Salı, Mayıs 20, 2025
Mıtsızlık
![]() |
Çok değil, yirmi yıl önce mutlu olmak bu kadar mesele edilmezdi. Daha eskilerden aklıma çizer bir abimiz geldi, rahmetli de oldu, meğer bu çağın insanıymış, beni her gördüğünde, kolumu sıkarak tutar, gerçekten gözünü gözüme diker ve dublaj ciddiyetiyle “Levent mutlu musun? En önemlisi bu, mutluysan mesele yok” derdi. İlk duyduğumda teatralliği nedeniyle şaşırmış ve doğrusu nasıl cevap vereceğimi bilememiştim. “İyiyim abi, sevdiğim bir işi yapıyorum” şu bu diye gevelemiştim… Bu sahneyi defaatle yaşadım, cevabım ancak pozunu çoğaltmaya yarar, mutsuzluk hakkında “kişisel gelişimci” laflar ederdi. Arada mutsuz da olduğum oluyor abi diyemediğime üzülüyorum. Yahu bi de kolumu niye sıkıyorsun?
Geçen doğum günümde arayanlar oldu. Kutlayanlar, ne yapacağımı soranlar…Önce açık açık söyledim: “bir şey yapmayacağım, yalnızım.” Ama sonra fark ettim ki, bu cevap arkadaşlarımı tedirgin ediyor. “Aaa, tüh!” türünden tepkiler geldi hemen. Sanki mutsuz olmam başlı başına bir sorunmuş gibi üzüntüyle mırıldandılar… Anladım ki “mutlu bir kutlama an’ı” uydurmam gerekiyor. Yarı şaka, yarı ciddi, “akşam işte arkadaşlarla iki tek atacağız” dedim. Süpaneke amin, yalan söyledim. Ama işe yaradı, herkes bir rahatladı. “Demek ki neymiş, yalnız değilmişim, hayatım yolundaymış.”
Bitip tükenmek bilmeyen bir mutluluk arayışı içindeyiz. Çok huzurlu, çok keyifli, kendimizi bulduğumuz, nihayet “başardık” dediğimiz anları göstermeye çalışıyoruz . Instoş’a yakışacak bir gülümseme, bir filtreli kahkaha, bir motto, bir tatlı “pozitif” cümle… Gülümsediğin, başarıya ulaştığın, tatilde olduğun anları paylaşıyorsan “var”sın. Yoksa aa yoksun. E bu baskı insanları mutsuzluklarını saklamaya, dertlerini görünmez kılmaya, her daim pozitif olmaya zorluyor. Hemen çöz, hemen olumlu düşün, hemen “değiştir.” Mutsuzluk bir tür başarısızlık gibi algılanıyor. Mutluluk şimdiki zamanın obsesyonu. Mutlu olamayan, bozulmuş kabul ediliyor. İade edilmesi gereken kusurlu bir ürün!
Ama yahu insan hep mutlu olamaz ki! Günah işlemeden sevabı anlayamaz. Hayat düz akmaz. Muğlaklıklarla gelişir. İyiyle kötü arasında, kederle neşe arasında salınır durur. Melankoli, duraksama, keder ya da boşluk hissi, “iyileştirilmesi gereken kusurlar” gibi algılanamaz. Bunlar da insani deneyimin doğal parçalarıdır.
Devam edeceğim.
Pazartesi, Mayıs 19, 2025
Kediler
Kediler biliyorsunuz, dışarıdan seyretmesi hoş bir biçimde avcı pozlarına girerler. Boruya girerken çıkarken onların gizlenme tripleri yapıyorlar, ona bayılıyorum. O borunun içinde gelip giderken kendilerini güvende hissediyorlar, bu çok anlaşılıyor. İçerisi sıcak da olabilir, termal bir konforu sevdiklerini biliyoruz.
Arada çevreden insanlarla konuştuğum oldu, birisi, kedilerin bu borunun kullanımı ile ilgili bir güç hiyerarşisi oluşturduklarını söyledi. Mutlaka yaparlarmış filan. Normalde kendilerine ait alanlar olmasını isterlermiş ama bu boruların kolektif kullanılması için birbirlerine tolerans gösterirlermiş... Ama buna içlerindeki en güçlü olanı karar verirmiş şu bu... Kim önce kim sonra girer gözlemek iyi olabilirmiş...
Böyle şeyler benim pek aklıma gelmiyor, ben sadece onların rutin seviciliğine odaklanıyorum galiba... Kediler, değişiklik sevmiyorlar ve hoşlandıkları hareketleri tekrar edip duruyorlar.
Bunu yapmak onların anksiyetesini azaltıyormuş, bir arkadaşım öyle söyledi. Hepimizin mutlulukla kafayı bozduğu bir çağda kedilerin anksiyetesi olmaz mı yahu...
Pazar, Mayıs 18, 2025
Döner durur v2
![]() |
Ama buna gücümüzün yetmeyeceğini biliriz. Acizliğimiz karşısında şunu düşünürüz: Benim hissettiğim acı ve kederi, insan olan herkes hisseder.
[Judith Butler, bu ortak acı hissini “başkasının kırılganlığını kendi varlığımıza dahil etme” biçiminde tanımlıyor. Acıya tanıklık etmek yalnızca bakmak değil, ahlaki bir sorumluluğu üstlenmek demektir diyor.]
Üstleniriz ve hissederiz ama acı ve keder kesilmedikçe, zülüm bitmedikçe bu düşünceden giderek uzaklaşırız. İnsanın insan tekini sevmediğini, rekabet ettiğini, kendini bir diğerinden üstün gördüğünü biliriz, öğreniriz.
[Toplumlar, zamanla öğreniriz ki “günah keçisi mekanizması” ile yaşarlar. Toplumda gerilim büyüdükçe, bu gerilimi soğuracak bir hedef aranır ve bulunur: bir kişi, bir grup ya da figürün yok edilmesiyle geçici bir düzen sağlanır. Bu, linçin antropolojik esasını oluşturan bir mekanizmadır.]
Eğer inanıyorsak, hissettiklerimizi Allah’ın da gördüğünü, er ya da geç bu haksızlığı gidereceğini, olup bitenlerden sorumlu olan kimlerse onları cezalandıracağını kabul ederiz.
[Oysa Allah “sessizdir.” Simone Weil, Tanrı müdahale etmez çünkü “insanın özgürlüğünü kutsar” derken tam da buna işaret eder. Çünkü Allah’ın sessizliği insanı harekete geçmeye zorlayan ahlaki bir boşluk üretir.]
Tabii ki bu bir temennidir; gerçekte, başka tür bir cezalandırmadan yanayızdır. Parçası ve faili olduğumuz, hemfikir olduğumuz bir cezalandırmayı isteriz.
[Martha Nussbaum’a göre intikam, geçmişte yaşanmış bir acının gelecekte telafi edilme hayalidir. Ancak bu telafi, çoğu zaman yeni bir haksızlık üretir. Hukuk öfkeye teslim olduğunda, adalet duygusunun yerini kana susamışlık alır.]
Suç bizim yakınımızdaysa, bizim hayatımıza dokunuyorsa cezanın şimdiki zamanda, bu dünyada çekilmesini, verilmesini isteriz.
[Robert Cover, hukuk yalnızca kurallar bütünü değildir, şiddet uygulama biçimi derken bunu vurgular. Yani birine ceza verildiğinde sadece kural işletilmez; o kişi gerçek anlamda canı yanan biri haline gelir.]
Linç, tam da böylesi bir mantıkla nefes alıp verir.
[Girard’a göre linç, adaletin değil, kolektif şiddetin törenselleşmiş hâlidir. Linç edilenin suçlu olup olmaması önemli değildir; önemli olan onun şiddeti taşıyacak figür haline gelmesidir.]
Peki ya kanunlar?
Eğer biz istiyorsak, intikamcıysak, kanunların bizden yana olmadığına inanırız. Ya da kanunların yeterli olmadığına, yetmediğine…
[Derrida, hukukun “mistik bir temele dayandığını” söyler. Kanunlar güçlerini, mantıklı oluşlarından değil, gücün meşrulaştırılmasından alırlar. Bu yüzden kanunlar, bizim duygularımızla çeliştiğinde bize “yabancı” gelir.]
Zulmü durdurmak isteyen bilincimizi de Allah’ı da kolayca unuturuz. İntikamı hepimiz istiyorsak haklıyızdır; hepimiz istiyorsak meşruyuzdur.
[Sara Ahmed, öfkenin kolektif meşruiyet üretme gücünü vurgularken grup olarak aynı öfkeye sahipseniz, o öfkeyi “doğal” ve “haklı” saymaya başlarsınız der. Linç, tam da bu duygusal yapışkanlıkla meşrulaşır.]
Zaman, insanın insana zulmettiği bir devranda döner, durur. Döner, durur…
Cumartesi, Mayıs 17, 2025
Cuma, Mayıs 16, 2025
Mıstık Abinin Muhasebe Defteri
Psikodinamik ve bağlanma kuramları, bireyin çocuklukta yaşadığı deneyimlerin kişilik yapılanmasında temel belirleyiciler olduğunu savunur. Özellikle John Bowlby’nin geliştirdiği bağlanma kuramına göre, erken dönem bakım ilişkileri —özellikle de anne-çocuk etkileşimi— insanların ileriki yaşantısındaki duygusal ve ilişkisel örüntüleri belirler.
Benim terapist arkadaşlarımdan duyduğum şahane bir deyiş var, “anasının doyuramadığını biz nasıl doyuralım” diyorlar. İlk duyduğumda tam anlamamıştım, mecazen ana sütünden mahrum kalmış biri, yani çocukken şefkati ve temel güven duygusunu alamamış birey, siz ne yaparsanız yapın, eksik kalan o boşluğu dolduramaz. O boşluk mıh gibi kalıcıdır. Çocukluk mühimdir. Mutsuz çocuklar, çoğu zaman mutsuz yetişkinlere dönüşür.
Mıstık abim, insanları kendince ikiye ayırır, borçlu mu alacaklı mı derdi… “Sen önce bana onu söyle”
Alacaklı gibi yaşayanlar, erken dönemde yeterli şefkat, ilgi ve koşulsuz kabul görememiş olanlardır. Winnicott, çocuğun ihtiyaçlarının uygun şekilde karşılanamaması, bireyin “gerçek benliğinin” gelişimini engeller diyordu. Böyle bireyler, yetişkinlikte yaşadıkları ilişkilerinde sürekli onaylanma, takdir edilme ve farkedilme ihtiyacı duyarlardı. Hep “eksik bırakılmış” gibi hissettiklerinden; kendilerini duygusal olarak sürekli alacaklı bir konumda görüyorlardı. Ne ki doyurulamayan geçmişin açığı kapanmıyor, genellikle kırgınlık ve hayal kırıklığıyla sonuçlanıyordu.
Diğer uçtaki “borçlular” ise, varoluşlarını meşrulaştırma ihtiyacıyla hareket ediyorlardı. Kendini hayata, ailesine ya da geçmişine karşı sürekli bir telafi yükümlülüğü içinde hissediyorlardı. Bu kişilik yapılanması, Kohut’un “kendilik objesi” eksikliğiyle tanımladığı narsisistik kırılmalarla yakından ilişkiliydi. Böyleleri, içsel bütünlüğü koruyabilmek ve sağlam kalabilmek için çevrelerine sürekli hizmet ediyor, aşırı uyum gösteriyorlardı filan. Bu vericilik, kaybetme korkusundan kaynaklanıyordu.
Her iki durum da —alacaklılık ve borçluluk— ilişkisel dengenin bozulması demekti. Jessica Benjamin’in “tanınma” kuramına göre, sağlıklı bir ilişkide öznellikler karşılıklı olarak kabul görmeliydi. Ancak alacaklı ya da borçlu pozisyondaki bireyler, bu tanımayı engelleyen bir tekrar döngüsüne saplanıyorlardı. Alacaklı birey başkalarının onu anlamasını beklerken, borçlu birey kendini bastırarak başkasının varlığını yüceltirdi Her iki durumda da karşılıklılık zedelenirdi.
Yaşadığımız şimdiki zaman, mutlu olamazsam endişesiyle istiflendiği için insanlar sürekli olarak “ben kimim?” sorusunu duyuyor ve kendilerine soruyorlar. Borçlu muyum? Alacaklı mı? İnsanın kendi ilişki dinamiklerini fark etmesi bekleniyor, geçmişin eksiklerini bugüne taşımak yerine bu eksikleri tanıyıp anlamlandırmamız isteniyor, iyileşmek istiyoruz. Yeni bir öznel deneyim inşa etmemiz falan filan…
Bu kadar yükle pek olmuyor tabii, ruhumuzu geren ve gevşeten bir sürü şey arasında salınıp duruyoruz, kolay olsaydı bu kadar çok antidepresan olmazdı ya da o ilaçlar bize yeterdi… Eve selam Mıstık abi…
Perşembe, Mayıs 15, 2025
Muhabbetle kandırmak
![]() |
Daha önce görmediğim bir satıcıda çeşitli çizerlerin orijinal çizimleriyle karşılaştım. El hak, uygun bir fiyat söyledi ve dedi ki, "normalde kimseye bu fiyatı söylemem, size niye söyledim bilmiyorum" filan...E bunlar, ticarette sarfedilen klişe laflardandır... Haliyle üstünde durmadım, teşekkür ettim ve istediği parayı verdim.
İnsanlarla bu sertlikte konuşamıyorum, beyfendinin bana yaptığını ben herhangi bir insana yapamam, kendim gerilirim, anlamsız bir husumeti yüklenmiş olurum, kaçınırım demek istiyorum. Galiba diyorum, orijinalleri ilgili biri alınca ucuza sattığını düşündü, içine oturdu, kendine kızdı...
Çarşamba, Mayıs 14, 2025
Salı, Mayıs 13, 2025
Çeşitli mahvoluşlar
Pazartesi, Mayıs 12, 2025
Eksiklik
Pazar, Mayıs 11, 2025
Asılacak Adam
![]() |
Cumartesi, Mayıs 10, 2025
Yürümek ve depresyon
![]() |
Diğer yandan, yazıyı bu yüzden yazıyorum, depresyon meselesinin kolektif bir ruh hali (affect) olarak her birimizi baskıladığını düşünüyorum. Hepimizden bir mutluluk performansı bekleniyor. Hemen her yerde, “pozitif düşün”, “yeter ki iste” “çalışırsan başarırsın” gibi söylemlere maruz kalıyoruz. Bu beklentiye uymayan, mutsuz olan, kırgın ya da depresif biri “uyumsuz” ya da “problemli” olarak görülüyor. Heteronormatif aile yapısına, çalışma hayatına, başarı tanımlarına uymayan biri, dışlanıyor ya da görmezden geliniyor. Bu da zamanla duygusal olarak yalıtılmışlık yaratıyor. Tek tek her birimizi etkileyen bir “görünmez el” bütün toplumu değiştiriyor. Depresyon, bireysel değil aynı zamanda toplumsal olarak üretilmiş bir “yük” demek istiyorum.
Yıllar önce Amerika’da doktorasını yapan sevdiğim bir “küçük kardeşim” ülkedeki pozitif olma, güleryüzlü görünme baskısından usandığını, bütün alışverişlerini bunlarla hiç ilgilenmeyen Sırp bir marketçiden yaptığını anlatmıştı. Gülmüştük.
Hüzün ve mutsuzluk bir direnme ve itiraz biçimi olabilir. Yani “mutluluk vaadine” inanmamak, onunla uzlaşmamak, dışarıdan “mutsuzluk” gibi gözükebilir. Tersten düşünürsek, bu bazen kişinin kendine sadık kalmasının bir yolu dahi sayılabilir. Yürümemek bu bağlamda bir tercih bile olabilir. “Depresyonu azaltıyor diyorlar, hayır yürümüyorum.”
Sara Ahmed, mealen yazıyorum, “eğer mutluluk, belirli bir hayat tarzının karşılığında (bize) vaat edilen bir şeyse, mutsuzluk da o vaadi reddetmenin bir yolu olabilir” diyormuş, hemfikirim, depresyondaki kişi, sadece yardıma ihtiyaç duyan biri değil; bazen sistemin yalanlarını daha derinden hisseden, o yüzden kırılan, haklı bir şekilde mutsuz olan biri olabilir.
Yani Romalılar, mesele yürüyüş değil, hakikatin ağırlığıyla "itişme" hadisesidir…
Cuma, Mayıs 09, 2025
Yaz benden soğudu
![]() |
Aynaya bakan, selfie çeken ben, bana bakan
izleyiciye “Bu muydu beklediğin yaz estetiği?” diye kıkırdamak istedim. Yaz
estetiğine yönelik bir taşlama, kendilik sunumlarına karşı sarkastik bir gönderme, gövde politikalarıyla (yaş, erkeklik, beden temsili) ilgili bir oyunbazlık
da diyebilirdim. Pastiş tabii…Hem komik hem rahatsız edici… Ve bir kere daha yineliyorum, karikatür böyle bir şey…
“Yaz arıyor…” ama aradığı ben değilim. Yaz arıyor ama benimle konuşmadı. “Yaz arıyor…” geçen yıl da aramıştı. “Yaz arıyor…” meşgule attım, aradığı ben değilim…
Perşembe, Mayıs 08, 2025
Yürümek
Çarşamba, Mayıs 07, 2025
Salı, Mayıs 06, 2025
Bayan Karaltı
Pulp evreninden bir şeyler yapmak istedim, Bayan Karaltı diye bir karakter tasarladım. Biraz Vampirella'yı andıran femme fatale görünümlü biri olsun istedim. Yanına da kendimi koydum. Şöyle anlatayım, yapay zeka uygulamaları tasarım yapmakla birlikte, karakter devamlılığını henüz kuramıyor diyelim...
Gerek "ben" gerekse "Bayan Karaltı" dediğim karakterlerimi ardışık biçimde "üretebilmek" sahiden kolay olmadı. Telif haklarıyla ilgili çok sorun olduğu için aralıklarla kilitleniyor da...Benimle ilgili yorumu da haliyle "kel adam" klişesinden gidiyor, fotoğraf referansları filan, kolay değiştiremiyor... Bir noktadan sonra "tarz" olarak devamlılığı önemsemek durumunda kaldım.
Neyse, Bayan Karaltı tasarımıyla pulp evreninde epey gezindim...Arada paylaşırım.
"Hayatta ne var ve ne yoksa..." Derin Hakikatler'in sloganıydı, onu da kattım işin içine...
Pazartesi, Mayıs 05, 2025
Turistik Persona
![]() |