![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
Günlük hayatın, yazdığımız mesajların, lokasyonun, tıklamaların, ilişki ağlarının birer hammaddeye dönüştürülmesi demek bu.
Bir yanıyla zihin açıcı, ama nihayetinde yarı doğru; dolayısıyla politik olarak da yarı tehlikeli bir cümle.
Şöyle deniyor: Telefonunda bir bedava uygulama kullanıyorsan, yani para ödemiyorsan, o uygulama şirketi gelirini senin dikkatinden, zamanından ve verilerinden kazanıyordur. Sen kullanıcı değil, maden ocağında bir damarsın.
Buraya kadar iyi hoş da, bu cümleyi ilk duyduğumda aklımdan geçen şuydu: “Ben mi suçluyum?” Çünkü yapısal bir sorunu benim “tercihime” indirgiyor. Başka seçeneğim mi var? Para mı ödemeliyim? Neden ödemeliyim?
“E kullanma o zaman!” deniyor. İyi de dijital altyapı “Big Tech” üzerinden yürüyor; kullanmazsam dışlanırım, blogum olamaz, bu yazıyı bile paylaşamam. Üstelik ücretli uygulamalar da veri topluyor. Abonelik modeli gözetimden muaf değil ki, Mıstık abi.
Yani “ürün sensin” derken aslında duyduğumuz şey, politik bir analiz değil, hafif tiksinti içeren bir ahlaki çığırtkanlık. Soru şuna indirgenmiş oluyor: Bedava hizmete tav olan enayi kullanıcı mısın, değil misin?
Oysa asıl soru şöyle olmalı: “Dijital altyapılarımız neden birkaç şirketin veri madenine dönüştürülmüş durumda ve biz neden onlara mahkûm ediliyoruz?”
Hepimiz “dünyayı çözmüş” bir tonla konuşuyoruz ya: “Uygulama bedavaysa ürün sensin.” Arka planda şu kabullenme çalışıyor: “Düzen zaten böyle. Yapacak bir şey yok. En azından farkında ol.”
Böylece cümle, eleştiri gibi görünüp normalleştirme mekanizmasına dönüşüyor. Yapısalı görünmezleştiren şık bir neoliberal slogan kalıyor elimizde. Hatta mesele, tüketici hakları meselesine indirgeniyor: “Verilerimiz paylaşılmasın, tercihlerimizi doğru koyalım, cookie’ler şeffaf olsun…”
Sanki ormanda dolaşıyoruz da, “çakallar, sırtlanlar etoburdur, seni beni yerler, doğa böyle işliyor” diye anlatılıyor her şey. “Piyasa da böyledir canım, ne sandın?” Doğa yasası gibi.
Yine duydum, yine "sinirlendim" Mıstık abi.
Sorun şu: Biz “ürün sensin” cümlesini tekrar ettikçe, veri sömürgeciliğini konuşur gibi yapıp, asıl failleri rahatlatıyoruz.
![]() |
![]() |
![]() |
Bela Lugosi, ünlü oyuncunun biyografisi. Tatlı ve matrak bir dili var. Lugosi’nin başka roller hayal ederken oyuncu olarak nelere razı geldiğini, pragmatizmini, narsistik manevralarını, hayatın tadını çıkarma iştahını, kadınlarla ilişkilerini, yalanlarını – daha doğrusu mitomanlığını (her koşulda ve her zaman rol yapışını) çok iyi anlatıyor. Hızlı bir kurgusu var; ilk bakışta derinleşmiyor gibi görünen ama aslında epey “akıllı” bir derinlik bu. Başarılı bir albüm. Editöryel olarak not düşmüş olayım: Bazen özellikle durup yavaşlaması gereken yerleri varmış hikâyenin. Çizgi olarak da bunu yapması, başka bir estetik katman kurabilmesi iyi olurmuş. Hikâyenin “şimdiki zamanı” ile geri dönüşler kimi yerde karışabiliyor çünkü.
Aslında karşımızdaki, Killing fotoromanını temel alan,
tepeden tırnağa kopya bir çizgi roman. Kareler tek tek başka yerlerden alınmış,
antiskoptan geçirilerek yeniden çizilmiş. Öyle ki, sayfanın ilk karelerindeki
genç kadın o kadar acemice “apartılmış” ki, görür görmez insanın aklından şunu
geçirmek kaçınılmaz: “Faruk Geç çizdi beni!” diye bağıracak neredeyse.
Bu kopya meselesi bana oldum olası tuhaf gelmiştir.
Nedense o yıllarda pek kimseyi rahatsız etmiyordu; çizgi roman camiasının
önemli bir bölümüne tamamen “normal” geliyordu. Kopya çekenlere kulak
verirseniz, çizemeyenler “boş boş konuşuyordu” zaten. Aradan otuz yılı aşkın
zaman geçti. O tarihlerde Türkiye Çocuk dergisinin müdürüyle konuşmuştum;
dergideki çizgi romanların yabancı örneklerden birebir alınmasıyla
ilgilenmediğini, bunu dert etmediğini söylemişti. Hatta “Yapabiliyorsan sen
getir, senden de alayım,” diye meydan okumuştu. Hâlâ bir yerlerde ses kaydı
duruyor olabilir.
Laf dönüp dolaşıp hep aynı yere geliyordu: Kopya çekmek
zorundaydılar, çünkü zaman azdı; ücret düşüktü; piyasayı beslemek gerekiyordu;
herkes böyle yapıyordu ve saire… Gerekçeler tek tek sıralanıyor, her biri “haklı
mazeret” gibi masaya konuyordu. Ünlü sayılan bir çizer, hiç sıkılmadan şöyle
demişti: “E işte Suat Yalaz’la tanıştım, o kötü oldu, bana kopyacılığı öğretti.”
Yani özetle: Ben kopya çekiyorum, çünkü bana öğrettiler. Suç üst kuşağa, üst
kuşak da “dönem koşulları”na devrediliyordu.
“O zamanlar öyleydi” diyerek yapılan bu toplu meşrulaştırmayı
hâlâ pek anlayamıyorum. Çocukken okuyup sevdiğim kimi çizgi romanların yabancı
örneklerden birebir kopya olduğunu sonradan fark ettiğimde yaşadığım hayal kırıklığını
çok iyi hatırlıyorum. Ortada “masum bir hile” falan yoktu; doğru değildi, etik değildi
ve üstelik hukuken de karşılığı olan bir fiilden söz ediyoruz.
Elbette, geriye dönüp baktığımızda o dönemin koşullarını anlamaya çalışabiliriz. Anlamak, katılmak ya da kabullenmek zorunda olduğumuz anlamına gelmiyor. İnternet yoktu, dünya bugünkü kadar iç içe geçmiş değildi, telif takip etmek zordu; dolayısıyla “daha rahat” hırsızlık yapılabiliyordu, evet. Ama yine de yapmayanlar vardı. Özgün işler de üretildi, hem de hiç azımsanmayacak kadar. Tam da bu yüzden, kopyacılığın “başka çare yoktu” diye topluca aklanmasını, bugün bile, pek inandırıcı bulmuyorum.
![]() |
![]() |
| Çarşı V1, by LeCe |
![]() |
| Çarşı V2, by LeCe |
![]() |
![]() |
Yeni olan izlemekle ilgili iştah ve açlığım olduğu için abartmış olabilirim ama bu yine de bana fazla geldi. O kadar değil Mıstık abi...
![]() |
Niye alaya alındıklarıysa okur okumaz anlaşılıyor. Daha ilk cümlede özensiz bir dille karşılaşıyoruz: “roman konu”, “sosyalajik”, “hersey” vb. Kendini “yazar” diye sunan birinin ilk tökezlediği yerin dil olması otomatikman güldürüyor. “Aşk, ihanet, sosyal sorunlar, ölüm, her şey var.” Tam bir tag listesi. “Yaşanmış gerçek hikâye” kalıbından ise oldum olası hoşlanmam.
Devamında şu cümleyi okuyoruz: “O yüzden yazarken daralıyorum gezerek yazıyorum evde yazılmıyor sürekli bir köşe arıyorum doğa içinde sessiz burası iyi geldi.”
Sanki yazarlık, sürekli “yazamıyorum ama çok hissediyorum” performansı gerektiriyormuş gibi. İlham hikâyesi, metnin kendisinden daha çok yer kaplıyor.
Okur “Dönemselse kesin intihar da var” diyor, yazar da “Çok zekisin 😊” diye cevap veriyor. İddia ile gerçek arasındaki makas açıldıkça komedi artar. Ortada edebiyat konuşması yok; sadece yazar imajı, fan ilişkisi ve dram pazarlaması var. İnsanlar da böyle şeyleri görünce “vasatlık pornografisi” diye dalga geçiyor.
Blogu takip ediyorsanız, görseldeki gibi caps’ler paylaşmadığımı bilirsiniz. İtiraf etmem gerek, vasatlık üstüne espri yapmak aslında hoşuma gitmiyor; epey ergen buluyorum. “Peki niye paylaştın?” derseniz, capsi gönderen arkadaşımı işaret edeceğim. “Yazarlık nasıl ve neden bu seviyeye geldi?” diye sordu.
Ona da söyledim: Kesin, tek bir cevabım yok. Bence eskiden de vasat yazar çoktu. Bugün kitap çıkarmak geçmişe kıyasla hem kolayladı hem ucuzladı; mesele biraz da maliyetlerle ilgili. Bu kadar çok yazar ve kitap olunca vasatlık sanki çoğalmış gibi görünüyor ama oran olarak bakarsak tablonun çok değiştiğinden emin değilim.
Fark bence şurada: Vasat artık çok daha hızlı teşhir edilebiliyor. Üstelik bu kadar kısa metinler kolayca sarakaya alınır. Kimse oturup kadının kitabını açıp okumuyor; okumak zahmetli iş. Herkesin yaptığı, göze ilk çarpanı, en kolay alay edilebilir olanı “tokatlamak”. Demek istediğim şu: Kimse derinleşmiyor; hızlı tepki veriyor. Biz de o hızın içinden bakıp “yazarlık ayağa düştü” diyoruz. Aslında düşen belki de daha çok, bakma hızımızın kendisi.
![]() |
![]() |
Magnezyum eksikliği diye bir şey var; kas krampları, uyku kalitesinde bozulma, yorgunluk ve o meşhur anksiyete artışına sebep olduğu söyleniyor. Hal böyleyken magnezyumun “sakinleştirici / kas gevşetici” etkisi yok değil ama bu daha ziyade eksikliği olan kişilerde anlamlı. Özellikle magnezyum seviyesi düşük insanlarda uykuya dalma süresini kısaltabileceği, uyku kalitesini artırabileceği, gece uyanmalarını azaltabileceği kabul ediliyor. Ama normal düzeyde magnezyumu olan birine “sihirli bir uyku” sağlaması "garanti" filan değil.
Uyku denince bilenler çıkacaktır; üç beş yıl önce melatonin çok konuşulurdu. Ben de dizi setinde tanışmıştım. Yoğun çalışıldığı ve uyku saatleri her gün birer ikişer saat kaydığı için, pek çok set çalışanının uyumayı kolaylaştırdığı için melatonin kullandığını söylemişlerdi. Hiç bilmiyordum. Uykuya dalma süresini kısaltıyor, uykuyu derinleştiriyormuş falan filan… Meğerse melatonin yıllarca “uyku takviyesi”nin kralıymış. Çok çok az doz kullanmama rağmen o derin uyku hâli hoşuma gitmedi; gözlerimi acıttı vs. Bir iki kullanım sonrası kestim.
Magnezyum anlaşılan, melatoninin yerine gelmiş. “Doğal ve zararsız” bir uyku destekçisi sayılmış; vücudun zaten ihtiyaç duyduğu mineral olarak kabul görmüş. Üstelik bağımlılık yapmıyor, uyutamasa bile zarar vermiyor vs. denmiş. Tabii bu algı pazarlamaya da yansıdığı için ortaya kırk çeşit magnezyum ilacı çıkmış. “Uykuya, strese, kulunçlara, basura ilaçççç magnizzzyum” olmuş.
Kendisini optimize ettiğini zanneden orta sınıf, bunu başarabilmek bir sürü tırıvırı şey (bitkisel çay, meditasyon, mavi ışık filtresi vs) yapıyordu; yetmezmiş gibi aralarına akşam saat on gibi içilen magnezyumu da eklemiş. Magnezyum “basit mineral” statüsünden çıkarak, uyku vaat eden, stres azaltan bir wellness ürünü olmuş durumda. Eczacımın dediğine göre müşteriler en çok “hangi magnezyum daha iyi uyutuyor”u tartışıyormuş…
Kimse “niye uyuyamıyoruz?” demiyor.
Mesai uzuyor, ekran süresi uzuyor, şehir gürültüsü artıyor, ekonomik kaygı kronikleşiyor, bildirimler hiçbir zaman susmuyor. Sonra bu bozulmuş uykuya “kişisel problem” muamelesi yapılıyor: Uyku hijyenin kötü, gece rutinin eksik, kendine iyi bakmıyorsun, optimize edemiyorsun.
Kapitalizm sorunu çözmüyor, biliyorsunuz, bize sorunlarımızla birlikte yaşayabileceğimiz araçlar satıyor. Bir süre sonra uyku, biyolojik bir ihtiyaç olmaktan çıkıp bir performans alanına dönüşüyor: İyi uyuyan “başarıyor”, kötü uyuyan “yapamıyor”. Gece uyuyamazsak mutlaka kendimizi suçluyoruz: “Demek ki rutinimi yeterince düzgün kuramadım, takviyelerimi doğru seçemedim.”
Magnezyumu da şeytanlaştırmaya gerek yok, biyolojik gerçeklik var. Gerçekten eksikliği olan, kronik hastalığı olan, ilaç kullanan, yeme düzeni bozuk pek çok kişi için faydalı olabilecek bir takviye. Mesele, bu mineralin etrafında örülen pazarlama hikâyesi. Bir süre sonra magnezyum hapı, şu sorunun etrafına örülmüş bir teselli nesnesine dönüşüyor çünkü: “Bu hayat tarzı sürdürülebilir değil, ama ben yine de sabah kalkıp işe gidebilmeliyim.” Hapı yuttuğunda aslında sadece magnezyumu değil, bu uzlaşmayı da yutmuş oluyorsun. Uykusuzluğun yapısal nedeni mıh gibi yerinde dururken, senin üzerine bir de kişisel başarısızlık hissi boca ediliyor.
![]() |
| Cemal Nadir |
| Şevki (Çankaya) |
| Necmi Rıza |
| Kemal Aratan |
![]() |
Yakınlarda döneme uygun bir versiyonunu duydum. İddiaya göre bankalar, telefonunun şarjını sürekli unutan, yüzde beşin altında dolaşan insanlara kredi önermiyormuş. Ankara ağzıyla söylersek, “kendine hayrı yok” diye düşünüp borç vermiyorlarmış. “Haydaa” diyebilirsiniz; bunu nasıl bildiklerini az çok tahmin etseniz bile, “olur mu ya, abartıyorlar” diye de tereddüt edebilirsiniz. Yemeğe tuz atma örneğini bu yüzden başa koydum. Kapitalizm, kendi çıkarı için erişebildiği her veriyi kullanmak istiyor ve bu konuda sürekli kendini geliştiriyor. “Veri sömürgeciliği” dediğimiz şey tam burada devreye giriyor.
Klasik sömürgecilikte şirketler ve imparatorluklar uzak coğrafyalara gidip toprak, maden, emek “çıkarır” ve sömürürdü. Bugün aynı mantık, zamanımız, dikkatimizi ve ilişkilerimiz üzerinde işliyor. “Bedava” kullandığımız uygulamalar; attığımız her adımı, yaptığımız her beğeniyi, her harcamamızı, sağlık verilerimizi, konumumuzu, sosyal çevremizi toplayıp işliyor; sonra da bu veriyi davranışlarımızı tahmin etmek, yönlendirmek ve satılabilir ürünlere dönüştürmek için kullanıyor.
“Veriyi kim topluyor, nerede depoluyor, hangi hukuki rejime tabi, kim denetliyor, kim bundan ekonomik ve siyasal güç devşiriyor?” diye sorduğumuzda karşımıza “platformlaşma” ya da “platform kapitalizmi” çıkıyor. Ekonominin ve gündelik hayatın giderek aracılık yapan dijital platformlar üzerinden örgütlendiğini hatırlayın. Sadece telefonunuzdaki uygulama listesine şöyle bir bakmanız yeterli.
Artık arabayı, oteli, yemeği, diziyi, sevgiliyi, haberi, iş ilanını doğrudan değil; araya giren bir uygulamanın kendi kuralları, algoritmaları ve komisyon oranları üzerinden buluyoruz. Platform, bir yandan piyasayı “düzenleyen” taraf gibi davranıyor (puan vermemizi ve yorum yapmamızı istiyor, bize algoritmik sıralamalar sunuyor); diğer yandan o piyasadan kira toplayan görünmez bir arazi sahibi gibi sürekli pay alıyor.
Platform kapitalizmi, başka bir deyişle veri sömürgeciliğinin kurumsal motoru olmuş durumda. Elde edilen veriyi ekonominin merkezine yerleştiriyor, bunun etrafında yeni tekel biçimleri inşa ediyor ve tümünü de “doğal” bir dijital ilerleme gibi paketliyor.
Toprak, maden, emek derken kapitalizm, geçmişte handiyse hiç ilgilenmediği kişisel deneyim, dikkat ve ilişkilere bu yüzden bu kadar hevesle yöneliyor. Artık yemeğe tuz atıp atmadığımızı görmek için kimsenin bizi yemeğe çıkarmasına gerek yok; telefondaki şarj yüzdesi, uygulamada geçirdiğimiz süre, kaydırdığımız ekranlar fazlasıyla iş görüyor.
![]() |
Pek çok Marksist yazar “interregnum” kavramını yaşadığımız “şimdiki zaman” için verimli biçimde kullanıyor. Eski değerler hükmünü yitirir ama bir alışkanlık olarak sürmeye devam eder; yeniler ise doğmadan ömürsüzleşir, güdük kalır, daha ilk adımda yorulur. Kurumlar işlevsizleşir, otoriteler güvenirliğini yitirir, dil dahi eski anlamlarını taşımakta zorlanır. Gramsci’nin işaret ettiği o tutukluk tam olarak budur: tarihin kısa süreliğine kitlendiği an.
Bu kitlenmeyi yalnızca siyasetten okumak eksik olur; popüler kültür ve gündelik hayat da aynı boşlukta salınır. Evvelsi gün, yönetmen olmak için okuyan ve benimle meslektaşı gibi konuşan oğlum sinemaya dair “yeni bir şey olmalı” diyerek delikanlıca hallenince bikbik konuşmaya, bu interregnum halinin kültürel karşılığını sesli düşünmeye başladım. Bugünün tahkiyeleri, ister üreticisi ister tüketicisi olalım, bu aralıkta yeni bir iddia ortaya koyamıyor. Hiçbiri tam olarak geçmişe ait değil; geleceğe de değil. Eski biçimleri taklit ederken onları ironik, hatta bazen yorgun jestlerle dönüştürüyorlar.
Dijital kültür, eski otorite ve anlatıları yerinden etti ama yenilerini de kuramadı. Herkes “söz sahibi”, ama güven başka yerde aranıyor. Gerçeğin yerini alan sayısız “yorum” dolaşıyor; fakat anlamın kendisi eriyor. Gramsci’nin uyarısını hatırlayalım: “Kriz, eskilerin can çekişip ölürken yenilerin doğamamasından ibarettir.” Yine de bu ara dönem yalnızca hastalıkların değil, yeni tahayyüllerin de doğum yeridir.
Interregnum, iyimser bir yorumla tarif edersek, çöküş değil, bir doğum sancısıdır. Bugünün karmaşası, yeni bir hegemonya biçiminin, yeni bir dilin ve yeni bir hissiyatın henüz şekillenememiş halidir, onu yaşıyoruz. Tarihe bakılırsa yaşanan radikal dönüşümlerin çoğu, tam da böyle aralıklarda; her şeyin belirsiz olduğu, ama hiçbir şeyin tamamen bitmediği geçiş anlarında ortaya çıkar.
Elbette karamsar olmak için daha çok neden var. Yine de dünyanın dönüşümüne dair ihtimali (umut ya da avuntu) henüz elimizden tümüyle bırakamıyoruz.
İşte, medya, “ideolojilerin sonu” ideolojisinin yeniden üretildiği bir mecradır, bu ideolojinin biçimidir. Özellikle televizyonun gün be gün tekrarlanan, en “vahim” olayları bile olağan akışı içindeki vahamet efektleriyle sıradanlaştıran döngüsü, konformizmin en güçlü jeneratörüdür. O vahamet efektleriyle, çarpıcı sunumlarla, dramatizasyonlarla gün be gün tazelediği bir gündemle, heyecan ve merakı da canlı tutan bir rutini çevirir. Gündemin değişim hızındaki olağanüstü artış, rutin format içinde sürekli yeni içerik talebini kışkırtır; bu da belirli bir meseleye, bir soruya, giderek bir fikre konsantre ve angaje olmayı güçleştirir. Televizyonun esas itibarıyla bir eğlence mecrası olması, ister istemez “sulandırıcı” bir iğvanın kaynağıdır. Televizyonun zamansal yoğunluğunun ve hızının, sözün/düşüncenin kısa ve pratik formülasyonunu zorladığını eklemeliyiz buna. Bu vulgerizasyon veya popülarizasyon zorlaması, aynı zamanda konuların ve düşüncenin pratik hûlâsasını çekip çıkartmaya dönük bir zorlamadır, bu bakımdan politikleştirici bir etkisi olacağını düşünebiliriz. Yine, biçimin politik sözü yönlendirici, kısıtlayıcı etkisini görmezden gelmemek kaydıyla… Hazır Ankara'ya kar yağmış ve içime bir Neşet Coşar oturmuşken... Eskilerden şen şatır bir sahil fotosu paylaşayım... Empati yapıyorum, kar fotoğrafları paylaşmıyorum, gören var göremeyen var...
Fotoğrafın bir hikayesi var tabii, hiç unutmam, fotoğraf çekilirken Raffaella Carra çalıyordu, “scoppia scoppiia” filan işte… Hiçbir Türk'e yakıştırılamayacak gayri ciddi bir melodi… Sonrasında arkaşlarla Borges ile Calvino’yu karşılaştıran bir tartışma yaşamıştık, egolar dahil olmuştu işin içine, ter ve gözyaşı fasılları olmuştu, e alfalar var, e mansplaining var, kolay değil tartışmak…
Meraklısı için soldan ikinci benim, sağ başta abim var, kolyem suya girmesem iyi olur demişti, dinlememiştim. Arkada değerli münazara hocalarımız…
Bu fotoğraf çekildikten yirmi yıl sonra sol baştaki abimiz “tarikatçı” oldu, kafirle bağlarını kopardı, bizle konuşmuyor, biz de o bizimle konuşmadığı için onunla konuşamıyoruz…
Hemen yanımdaki ufaklık “rakçı” oldu ve annesi, kızıyla bir konuşmamı istemişti, muhtemelen “seks yapacak bu kız korkusu” yaşıyordu… Bittabi böyle bir konuşma yapmadım. Yıl olmuş 1997 filan demiştim içimden… Yıl olmuş 2024’le aynı anlama sahip bilmeyenler için yazayım…
Onun yanındaki Fatih, otuz beş yıl önce Amerika’ya işçi olarak gitti, orada “bize çok benziyorlar, eve girerken ayakkabılarını çıkarıyorlar” dediği çekik gözlü bir kızla evlendi, mutlu mesut iki çocuklu yaşıyor, geçen hafta mesajlaştık o kadar yıl sonra…
En sonda çömelmiş duran abim, ailemizin aşk avantüriyesi olarak Urla’da üçüncü evliliğini sürdürüyor… Aralıklarla annemi, rahmetli pederi, borsayı ve türlü geri zekalılıkları konuşuyoruz.
Kendimi anlatmayacağım, hiiiç sevmem öyle şeyleri…
Münazara hocalarımızdan kayıplarımız var, onu da tahmin edersiniz…
Ve ne var, dışarıda kar var…
![]() |
Sessiz sinemada oyuncular konuşamadıkları için hikâye abartılı jest, mimik ve hareketlerle anlatılıyor. Sinema büyük ilgi gördüğü için ilk çizgi romanların sinemayı taklit etmesini de anlayabiliyorum. Bizde de ilk dönemlerde çizgi roman yerine “sinema hikâyesi” veya “sinema romanı” dendiğini hatırlayalım. Üstelik bu taklit her yönüyle olumsuz değil. Balon ve anlatı yazılarını minimumda tutmak, ardışıklığı güçlendirmiş; kare içinde hareketin akışkanlığını artırmış.
Bu bağlamda Cemal Nadir’in Plauen’den etkilenmesini de anlıyorum. Çünkü Plauen moderndi; çizgisi akışkandı ve çağının ilerisinde espriler kuruyordu. Fotoğrafla yarışan bir resimsellik peşinde değildi zaten onu Ramiz Gökçe daha iyi yapıyordu. Onun aradığı şey hareketti.
![]() |
![]() |