Perşembe, Mayıs 29, 2025

Ben ve Hopper

Cuara


Bir iki kez yazdım, eski fotoğraflarda erkeklerin elinde-ağzında mutlaka sigara var... Poz verirken sigara yakmak, bir hatıra "istiflerken" sigarayı işin içine katmak neden bu kadar gerekliymiş diye düşünüyor insan... Haz aldığın, keyifle içtiğin bir şeyi insanın bu kadar hayatının içine alması, beni sigaramla hatırlayınız demesi... Walter Benjamin, modanın "ikinci bir ten" olduğunu söylerken, aktüel alışkanlıkların ve toplumsal rağbetin anlamı nasıl etkilediğini vurgular.

Belki de sigara, bir tür "ben vardım" demenin görsel ifadesiydi. Sigara, fotoğraflarda bir fiil değil, bir duruş biçimi, bir kimlik imzası gibi duruyordu... Kimliklendirme ilgili olduğunu düşünerek yazıyorum bu yorumu... Sigara içince, sigarayı bir aksesuar olarak işin içine katınca "daha erkek", "daha muteber", "daha ciddi" hissediyor olmalılar. Bilemiyorum, belki de bir beğendirme arzusu var ve o cuara araçsallaştırılıyor. 

Erkeğin elindeki sigara, sadece içilmiyor, taşınıyor, gösteriliyor. Jestin ve mizacın tamamlayıcısı oluyor. Sartre, "insan ne olduğuyla değil, ne olmadığıyla tanımlanır" diyor ya... Bu gayret mutlaka onunla ilgili. 

Gerçi, fotoğrafta sigara niye var filan derken birden dank etti... Ne diyorum ben oldum. Sigara, orda burda filan değil ki, son yirmi yıl hariç, her yerde ve olmadığı yer yok gibi... Modern zamanlarda insanlığın sigarasız bir an'ı yok desek yanlış olmaz. 

Geçen yüzyıl, handiyse sigara dumanıyla betimlenebilir gibi geliyor bana...Siyah beyaz fotoğraflar, Hollywood mizansenleri ya da melankolik roman kahramanları kadar sigara da o tarihin bir aktörüydü, oradaydı. 

Ters köşe yapalım ve şunu soralım: Kadın sigarayla poz verince nasıl oluyor? Ne değişiyor? Daha mı "kadın", daha mı "ben buradayım" demeye getiriyor. 

Aynı nesne, kadının elinde bir iddiaya mı dönüşüyor?


Fotoğraf, 1960'lı yıllardan... yani yukarıdaki erkek fotoğraflarından bir on yıl sonra çekilmiş. Haliyle, erotik ve meydan okuyucu duruyor. 1920'li yıllarda Paris'te saçları özellikle kısa kesilmiş genç kadınlar, erkek kıyafeti giyerek, sigara içerek herkesi şaşırtıyorlardı. O marjinal muhalefetin modaya dönüşmesi eh işte kırk yılı bulmuş... ki yine de bu genç kadın, zamanına göre avangart duruyor... Sigara içen, hele herkesin içinde tellendiren kadın, erkekleri hem kızdırıyor hem heyecanlandırıyor... bir başka deyişle hem erkeksi hem de seksapel sayılıyor... 

Çünkü kadınlar için sigara, hiçbir zaman sadece keyif olmadı, hep bir sınır aşımı, bir meydan okuma, bir ifşa aracıydı. Cemiyeti test ediyordu, bedenen özgürleşmeyi simgeliyordu. Barthes, her nesnenin toplum(sal)da bir sözlük karşılığı olduğunu boşuna söylemiyordu diyelim. 

Demek ki, insanlık derken, bir erkek alışkanlığını, bir erkek gözünü konuşuyormuşum... Herkesin elinde olan cuara, kadının eline geçince pusula şaşıyor, akort bozuluyormuş. Kültür tarihini tek tek bir nesneyle, aksesuarla, tütün gibi keyif verici maddeyle anlatmaya kalktığımızda cinsiyet ayrımını kolayca gözardı edebiliyoruz, onun nasıl alımlandığını, farklı sınıf ve cinsel kimliklerle nasıl başkalaştığını, neye dönüştüğünü uzun uzadıya düşünmeyebiliyoruz.  

Çarşamba, Mayıs 28, 2025

Son Okuduklarım 105

İnsomnia Café'yi yıllar yıllar önce L-manyak dergisinde okumuştum ama bölümler halinde tefrika edildiği için arada kaçırdıklarım olmuştu ve doğrusu okuduğum hikayeyi anlamamıştım. Yerel bir yanı yoktu, Amerika için çizilmiş gibiydi, önce oralarda yayınlanmış, sonra bizde de yinelenmiş gibiydi. Meğerse öyle değilmiş, ilk yayını Türkiye’de olmuş. Onca sene sonra tekrar okuyunca bu muamma hikayesini anlayacağımı düşünmüştüm. Ne ki yine karışık ve dağınık buldum. Alva, Gecenin İçinde, bildiğim bir seri değildi, çizgileri akışı, ardışıklığı güzelmiş, anlatılan serüven hikayesi geniş bir evrenin ilk bölümü gibi duruyor... Devamı olacak hissi var ama orijinali ne durumda, bizde arkası gelir mi belirsiz. Cinler, cadılar, avcılar, kadim gelenekler, ormanda yaşayanlar şu bu okuyoruz... Hareketliliği en ilgi çekici tarafı. 

Albüm, Latif Demirci'nin vefatından sonra yapılan bir sergi dolayısıyla yayımlandı, baskısı tükenmişti, bulunamıyordu, epeyce pahalı bir kitap, yayıncısı bir banka olmasa kaça satılırdı insan merak ediyor. Görsel açıdan zengin bir kitap, en azından alanın bir seveni ve meraklısı olarak görmediğim malzemelerle karşılaştım, hoşuma gitti. Diğer yandan metinler nasıl desem epeyce "soft" ve "light" olmuş, "merhumun arkasından yazılanlar" bir hava olarak çok baskın çıkmış, Demirci'nin ne yapmaya çalıştığını anlatan, değişimlerini izleyen, espri dünyasını irdeleyen en azından daha derinlikli bir ya da iki yarı akademik metinler olmalıymış. Bu konularda yazan biri olarak bir beklenti ya da kırgınlıkla yazmadığımı belirtmem gerekiyor. Ne yazık ki, insanlar dürtüsel tepkiler veriyorlar, böyle okunmak istemem. Oturur yazarım eğer istersem. Kitapla ilgili bir eksikliği paylaşmak istedim. Diğer yandan, yayıncı beklentilerini hiç bilmiyorum, belki zaten bu içeriği istediler-sipariş ettiler, bankalar bu konularda bazen çok cesur veya çok endişeli olabiliyorlar. Neyse, kitabın da hakkını teslim edelim. Bence benzeri olmayan bir derleme olmuş, daha önce bu ölçülerde Turhan Selçuk ile ilgili bir iki kitap oldu ama onlar da merhumun kendi seçiciliğinde gerçekleşmişti.

Hüüüüp


Ürkütücü olabilir, çocuklara seyrettirmeyin derim. 

Salı, Mayıs 27, 2025

Tövbe et ve ter at

Şimdiki zamanın yeni mabetleri yoga stüdyolarıysa, mürşitleri de instoştaki aktif nefes koçları olabilir mi?. Biliyoruz ki bu çağdaş inanç sistemlerinin kökeni, dinlerin en eski refleksinde yatıyor: bedeni arındırmak, ruhu kurtarmak.

Yoga ve fitness kültürünün yaşadığımız zamanın yeni dinleri olduğu düşüncesi aşağı yukarı kırk yıldır konuşulur-tartışılır.  Biliyorsunuz onlar, bedeni arındırarak ruh huzuru bulanacağını iddia ederler. Sağlıklı yemekler, detoks (ruhsal arınma), yoga kampı (inziva), nefes çalışması (dua), hocalar (mürşitler), stüdyolar (mabedler), taytlar (cübbeler) desem biraz düşünürsünüz sanıyorum.

Ben çocukken, en azından benim gibi kenar mahallede büyüyen çocukları en fazla baskılayan (korkutan) meselelerden biri abdestsiz olmaktı, günah işlenince (!) bir an evvel arınmamız (gusül abdesti almamız), kurtulmamız gerekiyordu. Kur’an’da böyle bir şey yazmasa da hepimizi ürküten, abdestsiz olunca bizi dehşete düşüren, işlerimizin ters gideceğine inandıran bir kuraldı bu. Dinin üç temel aşamasıdır bunlar: günah, arınma ve kurtuluş.

İnsanlar “çok yedim” derken büyük bir suçluluk duyuyorlar. Hemen arkasından “yarın spor yapacağım” diyorlar, aslında tövbe ediyorlar. Ter atıp, spor yaparak detokslarını tamamlıyor, arınıyorlar. Spor sonunda “iyiyim dengeliyim” huzurunu (kurtuluşunu) yaşıyorlar. Kapa gözlerini iç sesini dinle…Mutlusun, huzurlusun…

Hadi dostlar hep bir elden kurtaralım şu ruhumuzu… Byung-Chul Han, şimdiki zamanın insanlarının ruhani huzurla çok da ilgilenmediklerini, kendilerini bedenleri üzerinden kurtarmaya çalıştıklarını söylüyor mesela. Beden nerde kurtarılır, fitness salonunda… “Üç ayda diri kalçalar bitanem…”

Yoga dediğimiz şey Hinduizm’in içsel bir disipliniydi, önce batı toplumlarına adapte edildi, başkalaştırıldı, sekülerleşti, sonra kişisel gelişim düsturlarıyla harmanlandı. Hindulardan instoş mabedine geçtik…“You are your only limit.” Yoga egoyu terbiye etmek filan değil egoyu “göstermeye” yaradı. Bir selfi huzuru ya Namaste…

Espriler yaptığıma bakmayın, bugünün orta sınıfları dine ve din adamlarına filan güvenmiyor ama hâlâ bir düzen, onu rahatlatacak bir yapı, bir ritüel arıyor, yoga-fitness kültürü de bunu hem maddi hem sembolik olarak sunabiliyor. Üstelik, her dinsel öğreti gibi suçluluk yükleme kabiliyetine de sahip. Mutsuz musun? Kilon mu var? O zaman disiplinsizsin, zayıfsın, kötü kararlar verdin.” Tıpkı günah kavramında olduğu gibi: sorumluluk her birimizin omzunda.

Abartılı görünecek bir yorum daha yapayım, modern yoga-fitness inancı, cenneti bu dünyada vaat ediyor. Zayıf beden, esnek omurga, parlak cilt, iç huzur, seksi görünüm. E tabii ki bu paylaşılmak zorunda, paylaşılmayan mutluluk, yaşanmamış sayılır çünkü…

Paylaşımlarda ne olursa olsun gülümseyen yüzler var, itiraf ediyorum, o pozitifliği sahici sandığım da oldu, sonra anladım ki bu mutluluk “yeni beden-din”in en güçlü ritüellerinden biri. Sahiden “çalışılmış” bir gülümsemeyle bakıyorlar bize, bunun bir tür iman ifadesi, bir şükür performansı, hatta bir itirazsızlık yemini olduğunu anlıyorsunuz.

Hepimiz biliyoruz ki spor yapmak bizi özgürleştirmiyor,  spor yapmış oluyoruz veya yoga huzur veriyorsa, neden bu kadar çok takıntılı ve rekabetçi insan var… Bu çelişkileri irdelemek, yoga ve fitness kültürünün gerçekten “din(i)” olup olmadığını değil, neden-nasıl bir boşluğu doldurduklarını anlamamızı kolaylaştırır. 

Yoga matının bedenleri sadece esnemiyor, inancın yeni şekillerinden birine secde ediyor be Mıstık abi diyeceğim… “Tövbe et ve ter at” mı diyeceksin… Obristan’a selam. 

Pazartesi, Mayıs 26, 2025

İyilik ve eksiklik

İyilik ve kötülük meselesi, malumunuz, insanın nefsiyle, vicdanıyla, toplumla ve dünyayla ilişkisini belirleyen bir gerilim… Din ve “cemiyet” bunu tartışır, kanunlar bunu düzenlemeye çalışır, iyilik ve kötülük, insanları yakınlaştırır ve uzaklaştırır. Kötülükten sakınırız, iyilikse öğretilir, yaygınlaştırılmaya çalışılır, dayanışmayı çoğaltır.

İyilikle karşılaşan insanlar ne hissederler diye sorsak, teşekkür ederler, minnet duyarlar… diye düşünürüz. Yaş aldıkça olabilir, bunun cevabını hemen veremiyorum artık… Çünkü görüyorum ki, bazı iyilikler, karşısındakinde bir hoşnutluk değil, neredeyse bir tür öfke yaratıyor. İyilik her zaman sempatiyle karşılanmıyor gibi geliyor bana… Nefret ölçüsünde bir hoşnutsuzluktan, bıkkınlık, usanç ve iğrenme karışımı bir histen söz edebilirsek, hah diyeceğim, tam da böyle bir hisle insanlar kendilerine iyilik yapanlardan uzaklaşıyorlar.

Adam Phillips, “insanlar bazen iyiliğe karşı çıkar çünkü o iyilik, yardım edilenin yaşamındaki kontrol hissini tehdit eder” diyor. İyilik, onların zaaflarını gösteriyor çünkü, öyle bir gerginlik hissediyorlar, teşhir edilmiş, işaretlenmiş, tahkir edilmiş gibi garip bir elektrikle doluyorlar.

Düşmanı olsan yapmazlar böyle bir şey yaşamazlar, hasmını eşiti gibi gördüklerinden onları, kendilerine iyilikle bakan kadar önemsemiyorlar. Çünkü düşman eşittir, ama iyilik eden üstün konumdadır. Hatırlayanlar olabilir, Nietzsche “İyiliğin Soykütüğü’nde” der ki: “İyilik yapan, iktidarını hissettirmek ister.” Sen onlara yardım edince asıl eksikliklerini görüyor ve bundan daha çok rahatsız oluyorlar.

Bir bakmışsın hiç ummadığın biri sana ateş püskürüyor, pıyy diyorsun ne düşmanlık yaptım ki düşmanlık görüyorum.

Oysa senin iyiliğin, onun kendine dair kurduğu güçlü imgeyi zedelemiş olabilir. Lacan’a göre “Ötekinin bakışı bizi kurar.” Yardım edenin bakışı, karşısındakine kendi eksikliğini hatırlatır.

İnsanlar birbirini sevmeyebilir, bu garip değil, bana ilginç gelen, birbirine iyilikle yaklaşmış ve uzaklaşmış insanların “kavgası”… Önce anlamıyordum, şimdi galiba birazcık daha anlıyorum. Karışık gibi duruyor değil mi?

İnsanı sürükleyen egosu… Ve belki de egonun iyiliğe karşı duyduğu bu kırılganlık, bazı ilişkileri sevgi değil utanç ve kızgınlıkla bitiriyor.



Pazar, Mayıs 25, 2025

Yerim ama yemem

Çocukluğumda seyrettiğim filmlerde, karikatürlerde bütün patronlar şişmandı. Ne kadar çirkin göstermeye çalışsalar da kilolu olmak bir refah göstergesiydi. Zenginler, şişman ve mutlu bir azınlıktı. Yaşadığımız dönemde “zayıf, yağsız, fit ve genç vücut”un mutluluğun, başarı ve erdemin simgesi haline gelişi bu bakımından yeni bir fenomendir.

Yüz yıl önce Alman ve İtalyanların başı çektiği, güçlü vücut-güçlü millet imgesi, biz de dahil olmak üzere dünyayı etkiledi. Sporcu ve dinç bedenler, fit görünümler ve zayıflık yıllar içinde önce Hollywood’u sonra global popüler kültürü dönüştürdü. Bana öyle geliyor, beat kuşağının zayıflığı modayı ve güzellik algısını bir kere daha değiştirdi sanki. Onunla da kalmadı, “heroin chic” modeller,  kadınlarda anoreksik beden, erkeklerde six pack filan son otuz yılda işler iyice başkalaştı, meşrulaştı. Yağsızlık ve kaslı olmak, arzulanan olmanın bir ölçütü olup çıktı.

Bugün biliyoruz ki, bedenimiz (nasıl göründüğümüz) bir projeye, bir başarı ve mutluluk estetiğine evrildi: “Mutluysan sağlıklısındır, sağlıklıysan yağsızsındır, yağsızsan başarılısındır.” Dağılabiliriz. Bir arkadaşım, iddialı bir biçimde şişman olmanın işten atılma sebebi olduğuna inanıyor, şirketlerde ilk kovulacakların “yağlılar” olduğunu iddia ediyor. Güzel kadınların ve yakışıklı erkeklerin, bunun da üstüne hiç “utanmadan” fitness yapanların dünyanın yeni işgalcileri olduğunu filan rakı içerken anlatıyor.

Komik mi? E dinlerken komik. Zayıflık ve fitness, mutluluğun değil; mutluluk performansının göstergesiyse traji komik demek daha doğru. Babam, zayıf ve fit görünmeye zihnen takmış biriydi, istisnasız her yemekte “yerim ama yemeyeceğim” derdi. Yemek yemeyerek gösterdiği özveriyi mutlaka belirginleştirmek isterdi.

Hepimiz biliyoruz ki, bugün, yemek yemek değil, yememek övülüyor. “Aa ben o kadar yemiyorum” demeyenimiz yok gibi. Herkes, birbirine “zayıfladın mı, kilo mu verdin” demeye bayılıyor. Kilo verdiysen mutlusun, kilo aldıysan mutsuz…

Günaşırı birileri benim yaşımı göstermediğimi söylüyor (!). Yaşımı söyleyince “aa inanmıyorum” filan tepkileriyle karşılaşıyorum. Şimdiki zamanımızda yaşlanmak değil, yaşlanmamak alkışlanıyor çünkü. Geçenlerde yeni yazdığım dizinin okuma provaları için İstanbul’daydım, yüzüme ve boynuma estetik müdahaleler yaptırıp yaptırmadığımı sordular, şaşırarak hayır filan dedim ama muhtemelen inanmadılar. Üç beş yıl önce böyle bir gündemim yoktu, hiç aklımda yoktu, günbegün gururlanmaya bile başladım. İyiyim, genç görünüyorum filan… Gülmeyin…

Mutluluk hissedilen değil, gösterilen bir şeye dönüştüğü için — genç ve fit beden bu gösterinin ana ekseninde yaşadığı için  “ben gururlanmayayım kim gururlansın” yani Mıstık abi… Ya evet biliyorum, hamur işlerini kısmam gerekiyor, biraz ağırlık çalışsam filan…


Cumartesi, Mayıs 24, 2025

Mutsuzluk ve yüzleşme

Mutsuzluğun insani olduğunu yazmıştım en son…Mutluluk kadar hayata dair duygu durumu olduğunu filan… İnsanı dönüştürme potansiyelinden söz etmiştim. Biliyoruz ki yaşadığımız zaman duygularımız arasında bir hiyerarşi yaratıyor ve mutsuzluğu atlatılması gereken bir hastalık gibi sunuyor.

Gençken okuduğum Rollo May, kaygı ve sıkıntıları bir olgunlaşma emaresi sayar, bunu bir özgürleşme sürecinin parçası olarak görürdü. O yıllarda etkilenmiştim, mutsuzluk yaratıcı bir enerji verebilir diyordu. Sıkıntıdan sanat çıkar gibi bir şeydi… Kendi hayatıma uyarlamış ve bunu epey düşünmüştüm, çalışmak zorunda olduğum, sıkıntılı ve kendime vakit ayıramadığım bir gençlik yaşıyordum. Adam Phillips, “bazen mutsuz olmak gerekir” diyor ya, babam “bazen” demiyordu galiba. Acı çekmeden olgunlaşmak imkansızdı babama göre. Her yenilgi, her acı ve her ölüm çocukları büyütüyordu filan. Philips, haliyle daha mutedil, mutsuzluk, bazen insanın içinde bulunduğu yanlış koşulları fark etmesini sağlar diyor, bastırmak yerine anlamak gerekir derken mutsuzluktan duyulan endişeyi normalleştirmeye çalışıyor.

Mutluluk bahsinde şu soru epeyce zihin açıcı aslında: Kim mutsuz? Kişilik bozukluğu yorumunu terapistlere bırakalım, melankoliyi ve sanatçıları başka bir bağlamda tartışmak üzere kenara ayıralım ve gündelik hayatımızda mutsuzlarla özdeşleştirilen insanları düşünelim. Mutsuzluk, kötülükle epeyce özdeşleştiriliyor, günahkar birisinin mutsuz olduğu düşünülüyor. Tövbe etmek, doğal olarak mutsuzlukla ilgili.

Hazır günah demişken, Freud, sonradan Lacan, insan arzusunun “yasak” olana yönelmesine vurgu yaparlar; onlara göre bu, suçluluk ve mutsuzluğu beraberinde getirir. O yüzden Žižek, günahı “sistemin dışına çıkma arzusu” olarak niteler. Mutsuzlar, meydan okuyanlardır ve “gerçek suç, arzuyu bastırmaktır” der. Üçü için de insanlar arzularını bastırdıkları için mutsuzdurlar diye düşünüyorlar diyelim.

İyi olmak, eksiksiz olmak değil; yüzleşmiş olmaktır, ancak yüzleşenler, mutluluk ve mutsuzluğu normalleştirerek görebilir ve yaşayabilir…

Yüzleşmiş olmak, insanın kendi kırılganlıklarını inkâr etmemesi demektir. Mutsuzluk da bu yüzleşmenin bir parçasıdır. Belki de mutsuzlukla ilişkimiz, insan olmanın sınırlarını kavrama biçimimizdir. Lacan’a göre arzu, “asla ve asla” tam olarak tatmin edilemeyecek bir eksiklikten doğar. Žižek bu noktayı politikleştirerek, arzunun asla doyurulamayacağını bilmesine rağmen kapitalizmin bu eksikliği ticarileştirdiğini-kâr nesnesine dönüştürdüğünü söyler. Arzu, tatminle değil, eksiklikle işler — çünkü eksiklik, insan öznesinin yapısal halidir.

Devam edeceğim. 

Not: Görseller hemen fark ediliyordur, Hooper etkisinde ai-yz oynamalarımdan...

Cuma, Mayıs 23, 2025

Uğur Böcü

Yedi sekiz yaşındaydım, uğur böceği beslemeye karar verdim. Çocuksu bir saçmalık ve eziyet elbette... İşte, yakaladım bir tane, ev olarak seçtiğim şeffaf plastikten bir kutucuğa attım. Şunun da farkındayım, bu böceğin karnı acıkacak ve ben ne yer bilmiyorum. Küçük bir yaprak parçası attım, tık yok.  E hiç ilgilenmeyince, ne  olacağını da merak ederek kutunun içine bir kara sinek attım. Bizim  "uç uç" "terlik merlik" dediğimiz sevimli pırpır, çıtır çıtır sineği yemesin mi? Dehşetle izlemiştim.

Yıllar içinde karşılaştığım ziraatçiler ve ilgili kişilere bu hikayeyi ne zaman anlatsam, onlardan uğur böceklerinin böyle bir "yeme" halinin olmadığını duydum. Öyle oldu ki, onlara inandırmaya çalışırken buldum kendimi. Uğur böcekleri, bitkilere zarar veren yaprak bitlerini yiyerek yaşarmış ve sırf bu nedenle organik tarımda doğal böcek ilacı gibi kullanılıyorlarmış. 

Bana inanmayarak (atıyorsun-yanlış hatırlıyorsun tadında) açıklama yapanlara göre, bizim böcekler, kara sinekleri tehdit olarak görerek onlardan uzak dururlarmış filan ... Yese yese, ancak küçük beyaz sinekleri yerlermiş... O da üzerlerinde yumuşak doku artığı ya da bitkilerden bulaşmış fanfinifonfon sıvısı olursaymış (ketçap ve mayonezle yiyebilir gibi yani)...

Önce akademik bir nanik yapayım, Foucault, "bilginin tarihi benzerliklerin değil farklılıkların ayıklanmasıdır" diyordu, sinek değil yaprak biti öyle mi, bilgi, doğru olanı seçiyor, benim dehşetli hatıramı dışarıda bırakıyor.

Yahu yedi işte, bir tane de değil, en az üç tane tek kanadı kopuk sineği gümletti. John Berger, "görmek, bilgiden önce gelir" filan diyordu. Ben besledim, ben gördüm, ben şaşırdım. 

[Bunu yazmasam olmaz, bir arkadaşıma anlattığımda "David Lynch hikayesi lan bu" dedi. Of puff yaptım. "Charles Burns versem, olmaz mı?" demedim tabi... Susan Sontag, o zihin açıcı tespitlerinden birinde sıradan olanın içindeki tuhaf olanı keşfedebilmenin gözlemin en karanlık noktası olduğunu söyler. Sanat da estetik de buralardan çıkar diyerek bize gülümser. En azından ben, bana gülümsediğini hayal ediyorum.]

Her canlı için rutin dışına çıkma hali vardır, evet, uğur böcekleri sert kabuklu böcekleri yiyemezlermiş, bunu anladım, diğer yandan benim yarattığım "açlık koşullarında" büyük olasılıkla sineğin yumuşayan kısımlarını yiyip, gerisini de lime lime etmiş olabilirlermiş. Doğalarında olmayan ama benim sunduğun şartlar içinde gerçekleşen bir davranışmış bu... Umwelt diye bir kavram var, her canlının kendine ait çevresel bir dünyası var, cognitive map filan deniyor ya, biraz onu andıran bir algı evreni diyelim. Yani, o böcük, benim kutumda artık başka bir dünyada yaşamaya başlamıştı belki de...

Hayatım boyunca hep şuna inandım, koşullar bizi değiştirir, silahlardan hoşlanmıyorum ama askerde mecbur kaldım, çarşı izni alabilmek için hedefi onikiden vurdum. Normalde vuramazdım, vurdum, gözüm kapalı tüfek söküyor, insanlara neyi nasıl yapacaklarını anlatıyordum. Şu an zerre bi şey hatırlamıyorum, üzerinden otuz yıl geçti, bir daha elime silah almadım. İçinde bulunduğumuz "sistemler" bizim rollerimizi ve becerilerimizi biçimlendirir, genellikle bu durumu fark etmeyiz.

Benim uğur böcü, yemezmiş, ağzına sürmezmiş filan ama aç kalınca yedi işte... Kutuya giren bir başka böceği, kendisine saldıracak sanıp dürtüsel olarak normalin dışına çıkıp bertaraf etti. Gerçi, hatırlayanlar olabilir, Giorgio Agamben mealen yazıyorum, "hayvanların bir açıklık (yoksa belirsizlik miydi) içinde yaşadıklarını" söyler, "bu durum onları hem yönsüz hem de tepkisel (dürtüsel) yapar" diyordu. Yani sadece açlık değil, anlayamadığı şeyin tehdidi de davranışını dönüştürmüş olabilir...

"Uç uç böceğim, annen sana terlik merlik..." Yok Mıstık abi, şiirle ilgim yok, o okuduğun şiir değil...

Perşembe, Mayıs 22, 2025

Pızıtıf bik bik

Yazmıştım, devam ediyorum. Şimdiki zamanın sahiden en ağır baskılarından biri olabilir, konuşmalarımızı, beğenilerimizi, ihtiyaçlarımızı belirleyen “mutlu olma” baskısından söz ediyorum.  Mutluluk, bir ruh hali veya içsel bir deveran falan değil, bir ürün gibi pazarlanıyor biliyorsunuz, eksiklik hissiyle bir deneyimi yaşamaya sevkediliyoruz. Bitimsiz bir “kendini geliştirme” vaadini ise hiç saymıyorum.

Mutsuzsanız eğer “şunu yapmalısınız” ancak o zaman mutlu olabilirsiniz denebiliyor, inanıyoruz, mutluluk bireysel bir karara indirgenebilir bir şey değil ki cümlesi, bu kadar basit bir akıl yürütme akla dahi gelmiyor. Öyle çok tekrar ediyor ki, bir bakıyoruz, hepimiz aynı yolda yürüyoruz, “yahu bu adam külyutmazdı, nasıl düştü aramıza?” diyemiyoruz, şaşırmıyoruz, normal buluyoruz. Mutlaka mutlu olmalıyız.

Sevdiğim bir arkadaşım, matrak olsun diye, şekspiryen bir tonla “sinsiii kapitalizm” diye söze girerdi, bana Türkleri kandıran sinsi Çinli klişesini çağrıştırdığından yaptıkları daha da komik gelirdi. Sinsi ya bu kapitalizm, yoksa biz iyiyiz…Kanar mıyız yoksa biz? Haksız mıyım Mıstık abi?

Byung-Chul Han, modern insanın artık dış baskılarla değil, kendi içindeki başarı ve mutluluk zorunluluğuyla ezildiğini söylüyor. Bu yüzden her birimiz “özne” değil, birer “proje”yiz. Kendimize yatırım yapıyoruz. Sabah erken kalkıyor, spor yapıyoruz, çelik gibi irademizle şekersiz yaşıyoruz, gülümseyerek pozitif bakıyor, haftalık hedeflerimizi birer birer tamamlıyoruz… Ve en sonunda, “iyi hissetme hakkını” kazanmayı hakediyoruz. Ama kazanamıyoruz. Çünkü sistemin ödülü yok. Sadece ötelenmiş vaatleri var.

Bauman, yaşadığımız çağı geçicilik, istikrarsızlık ve zamanın akış hızıyla değerlendirir biliyorsunuz…Mutluluk da kaçınılmaz olarak devamlılık göstermeyen bir “aralıktır”, o yüzden onu kaçırmamak için cebelleşiriz, bu yüzden ticarileştirilir ve bir ödeve dönüştürülür.  Oysa biliyoruz ki, mutsuzluk da mutluluk kadar insani, yaşamsal bir haldir. Hatta daha sahici ve daha öğretici bile olabilir. Hayal kırıklıkları bizi dönüştürebilir, içimize baktırabilir… Mutsuzluk olmasa mutluluğu da tanıyamazdık.

Mutluluk zalimleştirildi, sahiden olan bu… Her şeyin “iyi hissetmek” olduğu bir dünyada, kaçınılmaz olarak hissizlik başlar.

Siyaseten romantik çıkışları sevmiyorum ama  “iyi hissetme” zorunluluğu, insanları yıkımına sebep olacak gibi geliyor bana…  Delirdiğimizi düşünüyorum. Bir yandan aman “negatif” olmayalım, toksik ilişkilerden kaçınalım şu bu… Diğer yandan “verimli olma ve mutlu olma zorunluluğu” öz-yıkımdan başka nereye varabilir ki… 

Kendimizi yönetiyoruz, doğru çalışıyor ve gülümsüyoruz, mutluluğu bozan kişi değiliz.. Çok güzel, aferin bize…

İleride, mutluluktan performans sanatı olarak bahsedilecek, ondan artık eminim. 

Çarşamba, Mayıs 21, 2025

Fayda


  Çizgi: Berat Pekmezci

Tosann

Yakın çevrem biliyor, global popüler kültürün, ortak algının ve hakim zihniyetin ne olduğunu anlayabilmek (en azından izleyebilmek) için yapay zeka programlarını kurcalıyorum. Aralıklarla deneyimlerimi anlatacağım.

Genel olarak pulp evreninde gezindiğim için  ister istemez sansüre daha fazla uğradığımı söyleyebilirim. Sistemin içerik politikalarıyla uyuşmadığı gerekçesiyle kolaylıkla "engelleleniyorsunuz" ve program içeriğinizi üretmiyor. Topluluk kuralları çok değiştiği için 1950 yılında üretilmiş bir korku çizgi romanı kapağının bir versiyonunu yapmanız pek mümkün olmuyor. 

Denemek (ve sınırları ölçmek) için Tosann (Tosun) isimli bir çocuk kahramanı tasarladım. Kızıl saçlı, çilli ve hafif şişman bir çocuk hayal ettim. Kızıl saç ve çilleri, global gerekçelerle seçtiğimi tahmin edersiniz. Diğer yandan çocuk kitabı ya da Disney tarzı bir kodlamaya girmek istemediğimi, çocuksulukla fantastik evrenin sert kahramanlarını birarada ve bir kontrast gibi kullanmaya çalıştığımı belirtmem gerekiyor. 

Ne ki yine engellendim. Çilek yiyen bir aile resminde Vampirella'yı kullanamadım örneğin, Elvira'ya razı oldum. Yapay zekanın kodları bir çocukla erotik olduğu bilinen bir kahramanı (hatta bikinili bir kadını) yanyana getirmemek üzerine kurulmuş... Masum bir tasarım bile olsa üretim birdenbire durabiliyor ve "resmi" yarım bırakabiliyor... 

Salı, Mayıs 20, 2025

Mıtsızlık

Bir süredir “mutlu olma ” histerisine “takılmış” durumdayım, elbette mutluluk güzel bir şey, ama sürekli iyi hissetmek, üretken olmak, olumlu kalmak gibi beklentilerle istiflenince insana eyhh dedirtiyor. Başarılıysam benim sayemde, başarısızsam benim yüzünden mi oluyor yani. Mutsuzsan sen “yanlış yapmışsındır” falan. Kişisel gelişim kitapları, mindfulness uygulamaları, mutluluk reçeteleri…Ya valla öyle değil Mıstık abi!

Çok değil, yirmi yıl önce mutlu olmak bu kadar mesele edilmezdi. Daha eskilerden aklıma çizer bir abimiz geldi, rahmetli de oldu, meğer bu çağın insanıymış, beni her gördüğünde, kolumu sıkarak tutar, gerçekten gözünü gözüme diker ve dublaj ciddiyetiyle “Levent mutlu musun? En önemlisi bu, mutluysan mesele yok” derdi. İlk duyduğumda teatralliği nedeniyle şaşırmış ve doğrusu nasıl cevap vereceğimi bilememiştim. “İyiyim abi, sevdiğim bir işi yapıyorum” şu bu diye gevelemiştim… Bu sahneyi defaatle yaşadım,  cevabım ancak pozunu çoğaltmaya yarar, mutsuzluk hakkında “kişisel gelişimci” laflar ederdi. Arada mutsuz da olduğum oluyor abi diyemediğime üzülüyorum. Yahu bi de kolumu niye sıkıyorsun?

Geçen doğum günümde arayanlar oldu. Kutlayanlar, ne yapacağımı soranlar…Önce açık açık söyledim: “bir şey yapmayacağım, yalnızım.” Ama sonra fark ettim ki, bu cevap arkadaşlarımı tedirgin ediyor. “Aaa, tüh!” türünden tepkiler geldi hemen. Sanki mutsuz olmam başlı başına bir sorunmuş gibi üzüntüyle mırıldandılar… Anladım ki “mutlu bir kutlama an’ı” uydurmam gerekiyor. Yarı şaka, yarı ciddi, “akşam işte arkadaşlarla iki tek atacağız” dedim. Süpaneke amin, yalan söyledim. Ama işe yaradı, herkes bir rahatladı. “Demek ki neymiş, yalnız değilmişim, hayatım yolundaymış.”

Bitip tükenmek bilmeyen bir mutluluk arayışı içindeyiz. Çok huzurlu, çok keyifli, kendimizi bulduğumuz, nihayet “başardık” dediğimiz anları göstermeye çalışıyoruz . Instoş’a yakışacak bir gülümseme, bir filtreli kahkaha, bir motto, bir tatlı “pozitif” cümle…  Gülümsediğin, başarıya ulaştığın, tatilde olduğun anları paylaşıyorsan “var”sın. Yoksa aa yoksun. E bu baskı insanları mutsuzluklarını saklamaya, dertlerini görünmez kılmaya, her daim pozitif olmaya zorluyor. Hemen çöz, hemen olumlu düşün, hemen “değiştir.” Mutsuzluk bir tür başarısızlık gibi algılanıyor. Mutluluk şimdiki zamanın obsesyonu. Mutlu olamayan, bozulmuş kabul ediliyor. İade edilmesi gereken kusurlu bir ürün!

Ama yahu insan hep mutlu olamaz ki! Günah işlemeden sevabı anlayamaz. Hayat düz akmaz. Muğlaklıklarla gelişir. İyiyle kötü arasında, kederle neşe arasında salınır durur. Melankoli, duraksama, keder ya da boşluk hissi, “iyileştirilmesi gereken kusurlar” gibi algılanamaz. Bunlar da insani deneyimin doğal parçalarıdır.

Devam edeceğim.

Pazartesi, Mayıs 19, 2025

Kediler

Yaşadığım binanın arka cephesinde yağmur sularının tahliye edilebilmesi için bahçe boyunca yeraltından giden bir boru döşenmiş. Borunun bir ucu binanın ön tarafına kaldırıma çıkıyor. Aşağı yukarı otuz metre yerin altından giden bir borudan söz ediyorum. Bunu niye anlattım, apartmanın kedi kolonisi borunun bir ucundan girip diğerinden çıkmayı bütün gün boyunca sürdürüyor.

Kediler biliyorsunuz, dışarıdan seyretmesi hoş bir biçimde avcı pozlarına girerler. Boruya girerken çıkarken onların gizlenme tripleri yapıyorlar, ona bayılıyorum. O borunun içinde gelip giderken kendilerini güvende hissediyorlar, bu çok anlaşılıyor. İçerisi sıcak da olabilir, termal bir konforu sevdiklerini biliyoruz.

Arada çevreden insanlarla konuştuğum oldu, birisi, kedilerin bu borunun kullanımı ile ilgili bir güç hiyerarşisi oluşturduklarını söyledi. Mutlaka yaparlarmış filan. Normalde kendilerine ait alanlar olmasını isterlermiş ama bu boruların kolektif kullanılması için birbirlerine tolerans gösterirlermiş... Ama buna içlerindeki en güçlü olanı karar verirmiş şu bu... Kim önce kim sonra girer gözlemek iyi olabilirmiş... 

Böyle şeyler benim pek aklıma gelmiyor, ben sadece onların rutin seviciliğine odaklanıyorum galiba... Kediler, değişiklik sevmiyorlar ve hoşlandıkları hareketleri tekrar edip duruyorlar. 

Bunu yapmak onların anksiyetesini azaltıyormuş, bir arkadaşım öyle söyledi. Hepimizin mutlulukla kafayı bozduğu bir çağda kedilerin anksiyetesi olmaz mı yahu...

Pazar, Mayıs 18, 2025

Döner durur v2

Hepimiz bu dünyadaki mutsuzluğu, acı çekenleri, yoksulları, katledilen masumları gördükçe onlara yaşatılan zulmü durdurmak, en azından ıstıraplarını dindirmek isteriz.

Ama buna gücümüzün yetmeyeceğini biliriz. Acizliğimiz karşısında şunu düşünürüz: Benim hissettiğim acı ve kederi, insan olan herkes hisseder.

[Judith Butler, bu ortak acı hissini “başkasının kırılganlığını kendi varlığımıza dahil etme” biçiminde tanımlıyor. Acıya tanıklık etmek yalnızca bakmak değil, ahlaki bir sorumluluğu üstlenmek demektir diyor.]

Üstleniriz ve hissederiz ama acı ve keder kesilmedikçe, zülüm bitmedikçe bu düşünceden giderek uzaklaşırız. İnsanın insan tekini sevmediğini, rekabet ettiğini, kendini bir diğerinden üstün gördüğünü biliriz, öğreniriz.

[Toplumlar, zamanla öğreniriz ki “günah keçisi mekanizması” ile yaşarlar. Toplumda gerilim büyüdükçe, bu gerilimi soğuracak bir hedef aranır ve bulunur: bir kişi, bir grup ya da figürün yok edilmesiyle geçici bir düzen sağlanır. Bu, linçin antropolojik esasını oluşturan bir mekanizmadır.]

Eğer inanıyorsak, hissettiklerimizi Allah’ın da gördüğünü, er ya da geç bu haksızlığı gidereceğini, olup bitenlerden sorumlu olan kimlerse onları cezalandıracağını kabul ederiz. 

[Oysa Allah “sessizdir.” Simone Weil, Tanrı müdahale etmez çünkü “insanın özgürlüğünü kutsar” derken tam da buna işaret eder. Çünkü Allah’ın sessizliği insanı harekete geçmeye zorlayan ahlaki bir boşluk üretir.]

Tabii ki bu bir temennidir; gerçekte, başka tür bir cezalandırmadan yanayızdır. Parçası ve faili olduğumuz, hemfikir olduğumuz bir cezalandırmayı isteriz.

[Martha Nussbaum’a göre intikam, geçmişte yaşanmış bir acının gelecekte telafi edilme hayalidir. Ancak bu telafi, çoğu zaman yeni bir haksızlık üretir. Hukuk öfkeye teslim olduğunda, adalet duygusunun yerini kana susamışlık alır.]

Suç bizim yakınımızdaysa, bizim hayatımıza dokunuyorsa cezanın şimdiki zamanda, bu dünyada çekilmesini, verilmesini isteriz.

[Robert Cover, hukuk yalnızca kurallar bütünü değildir, şiddet uygulama biçimi derken bunu vurgular. Yani birine ceza verildiğinde sadece kural işletilmez; o kişi gerçek anlamda canı yanan biri haline gelir.]

Linç, tam da böylesi bir mantıkla nefes alıp verir.

[Girard’a göre linç, adaletin değil, kolektif şiddetin törenselleşmiş hâlidir. Linç edilenin suçlu olup olmaması önemli değildir; önemli olan onun şiddeti taşıyacak figür haline gelmesidir.]

Peki ya kanunlar?

Eğer biz istiyorsak, intikamcıysak, kanunların bizden yana olmadığına inanırız. Ya da kanunların yeterli olmadığına, yetmediğine…

[Derrida, hukukun “mistik bir temele dayandığını” söyler. Kanunlar güçlerini, mantıklı oluşlarından değil, gücün meşrulaştırılmasından alırlar. Bu yüzden kanunlar, bizim duygularımızla çeliştiğinde bize “yabancı” gelir.]

Zulmü durdurmak isteyen bilincimizi de Allah’ı da kolayca unuturuz. İntikamı hepimiz istiyorsak haklıyızdır; hepimiz istiyorsak meşruyuzdur.

[Sara Ahmed, öfkenin kolektif meşruiyet üretme gücünü vurgularken grup olarak aynı öfkeye sahipseniz, o öfkeyi “doğal” ve “haklı” saymaya başlarsınız der. Linç, tam da bu duygusal yapışkanlıkla meşrulaşır.]

Zaman, insanın insana zulmettiği bir devranda döner, durur. Döner, durur…

Cumartesi, Mayıs 17, 2025

Vipi





 Yapay zeka programlarında yaptığım bir karakter tasarımı, Vipi isimli "vampirim"

Cuma, Mayıs 16, 2025

Mıstık Abinin Muhasebe Defteri


Psikodinamik ve bağlanma kuramları, bireyin çocuklukta yaşadığı deneyimlerin kişilik yapılanmasında temel belirleyiciler olduğunu savunur. Özellikle John Bowlby’nin geliştirdiği bağlanma kuramına göre, erken dönem bakım ilişkileri —özellikle de anne-çocuk etkileşimi— insanların ileriki yaşantısındaki duygusal ve ilişkisel örüntüleri belirler.

Benim terapist arkadaşlarımdan duyduğum şahane bir deyiş var, “anasının doyuramadığını biz nasıl doyuralım” diyorlar. İlk duyduğumda tam anlamamıştım, mecazen ana sütünden mahrum kalmış biri, yani çocukken şefkati ve temel güven duygusunu alamamış birey, siz ne yaparsanız yapın, eksik kalan o boşluğu dolduramaz. O boşluk mıh gibi kalıcıdır. Çocukluk mühimdir. Mutsuz çocuklar, çoğu zaman mutsuz yetişkinlere dönüşür.

Mıstık abim, insanları kendince ikiye ayırır, borçlu mu alacaklı mı derdi… “Sen önce bana onu söyle”

Alacaklı gibi yaşayanlar, erken dönemde yeterli şefkat, ilgi ve koşulsuz kabul görememiş olanlardır. Winnicott,  çocuğun ihtiyaçlarının uygun şekilde karşılanamaması, bireyin “gerçek benliğinin” gelişimini engeller diyordu. Böyle bireyler, yetişkinlikte yaşadıkları ilişkilerinde sürekli onaylanma, takdir edilme ve farkedilme ihtiyacı duyarlardı. Hep “eksik bırakılmış” gibi hissettiklerinden; kendilerini duygusal olarak sürekli alacaklı bir konumda görüyorlardı. Ne ki doyurulamayan geçmişin açığı kapanmıyor, genellikle kırgınlık ve hayal kırıklığıyla sonuçlanıyordu.

Diğer uçtaki “borçlular” ise, varoluşlarını meşrulaştırma ihtiyacıyla hareket ediyorlardı. Kendini hayata, ailesine ya da geçmişine karşı sürekli bir telafi yükümlülüğü içinde hissediyorlardı. Bu kişilik yapılanması, Kohut’un “kendilik objesi” eksikliğiyle tanımladığı narsisistik kırılmalarla yakından ilişkiliydi. Böyleleri, içsel bütünlüğü koruyabilmek ve sağlam kalabilmek için çevrelerine sürekli hizmet ediyor, aşırı uyum gösteriyorlardı filan. Bu vericilik, kaybetme korkusundan kaynaklanıyordu.

Her iki durum da —alacaklılık ve borçluluk— ilişkisel dengenin bozulması demekti. Jessica Benjamin’in “tanınma” kuramına göre, sağlıklı bir ilişkide öznellikler karşılıklı olarak kabul görmeliydi. Ancak alacaklı ya da borçlu pozisyondaki bireyler, bu tanımayı engelleyen bir tekrar döngüsüne saplanıyorlardı. Alacaklı birey başkalarının onu anlamasını beklerken, borçlu birey kendini bastırarak başkasının varlığını yüceltirdi Her iki durumda da karşılıklılık zedelenirdi.

Yaşadığımız şimdiki zaman, mutlu olamazsam endişesiyle istiflendiği için insanlar sürekli olarak “ben kimim?” sorusunu duyuyor ve kendilerine soruyorlar. Borçlu muyum? Alacaklı mı? İnsanın kendi ilişki dinamiklerini fark etmesi bekleniyor, geçmişin eksiklerini bugüne taşımak yerine bu eksikleri tanıyıp anlamlandırmamız isteniyor, iyileşmek istiyoruz.  Yeni bir öznel deneyim inşa etmemiz falan filan…

Bu kadar yükle pek olmuyor tabii, ruhumuzu geren ve gevşeten bir sürü şey arasında salınıp duruyoruz, kolay olsaydı bu kadar çok antidepresan olmazdı ya da o ilaçlar bize yeterdi… Eve selam Mıstık abi…

Perşembe, Mayıs 15, 2025

Muhabbetle kandırmak

Eve yakın bir yerde her ayın ilk pazar günü bir sahaf ve antika pazarı kuruluyor, aralıklarla da olsa gidip dolaşıyor, denk düşerse bir şeyler alıyorum. Geçtiğimiz aylarda komik bir şey oldu...

Daha önce görmediğim bir satıcıda çeşitli çizerlerin orijinal çizimleriyle karşılaştım. El hak, uygun bir fiyat söyledi ve dedi ki, "normalde kimseye bu fiyatı söylemem, size niye söyledim bilmiyorum" filan...E bunlar, ticarette sarfedilen klişe laflardandır... Haliyle üstünde durmadım, teşekkür ettim ve istediği parayı verdim.  

Adam, parayı aldı ama eli de havada kaldı, parayı alacak, orijinalleri verecek, bir duraladı, anlamıyorum da... Gözümün içine bakarak "en iyi parçamı verdim"  "doğru kişiye mi sattım" diye sordu. Kendimi tanıtmak zorunda kaldım, "içiniz rahat olsun, bu işleri seven ve ilgilenen biriyim" dedim. İsmen tanıyormuş filan...  Aradaki tereddüdünü saymazsak, alışverişimiz iki dakika bile sürmedi aslına bakarsanız... Bu kadar kısacık yani.

Ertesi ay, pazara gittiğimde, aynı satıcıyı gördüm, selamlaştık, "yok mu yeni bir şey" diye sordum. Öyle işleri Ankara'ya getirmeyeceğini, "benim muhabbetle kendisini kandırdığımı, ucuza kapattığımı, internette daha yüksek fiyatlara satacağını" söyledi. Aa demişim, "peki" dedim, gittim...
 
İnsanlarla bu sertlikte konuşamıyorum, beyfendinin bana yaptığını ben herhangi bir insana yapamam, kendim gerilirim, anlamsız bir husumeti yüklenmiş olurum, kaçınırım demek istiyorum. Galiba diyorum, orijinalleri ilgili biri alınca ucuza sattığını düşündü, içine oturdu, kendine kızdı... 

Bilişsel çelişki (cognitive dissonance) diyorlar buna, hem satarak memnun olmak istiyor hem de kendini kandırılmış hissediyor... Pişmanlığını bana öfke olarak sunuyor.... Orijinallere duygusal bir bağ da kurmuş olabilir. 

İnsan ilişkileri zordur ama tek derdi, tek işi, tek meselesi olan insanlar her zaman daha zordur. Tek meselesi olan insanlar, o meseleye tutunarak varolurlar. Onu kaybedince sadece o şeyi değil, kendilerini kaybetmiş gibi yoksunluk hissederler.

Salı, Mayıs 13, 2025

Çeşitli mahvoluşlar

Çeşitli mahvoluşlar yaşanmadı değil... Değerli dostum Poe'yu saymazsam, birlikte poz verdiğim arkadaşlar, yz ile yaptığım karakter tasarımlarım... Doğum günüm vesilesiyle paylaşıyorum.

Pazartesi, Mayıs 12, 2025

Eksiklik

Eskiden “az gelişmiş” denirdi, sonra “geç modernleşen” demeye başladılar filan. Belki “geç ulus-devletleşen” de denebilir. İşte öyle ülkelerde —ve doğal olarak bizde de— eğitim meselesi, temelinde bir eksiklik duygusuyla şekillenir. O millet, o devlet mutlak ve kaçınılmaz “geride kalmıştır”; gelişememiştir; yetişmesi gereken bir yer, birileri, bir standart vardır. Partha Chatterjee, bu tahayyülü, kolonyal modernliğin mirası sayıyor: Batı’nın çizdiği rotaya uymayan her yer “geri” sayılır, diyor.

Bizdeki millî eğitim haliyle bu anlayışla kurulmuştur. Eğitimin (bir varoluş sorunu olarak) amacı, yalnızca bireyi geliştirmek ya da meslek kazandırmak değildir. Eğitim, bir açığı kapatmak üzere kendini vareder. Her birimiz memleketin eksikliğini gidermek için eğitim alırız; bu yüzden mezuniyet bir son değil, bir göreve çağrıdır. Bitirdiğiniz okul ne olursa olsun, sizden birer öğretmen, birer dönüştürücü, birer toplum mühendisi olmanız beklenir. Gramsci’nin “organik aydın” dediği figür bizim gibi rejimlerde devlet eliyle tesis edilir.

Yeni bir şey söylediğimi iddia etmiyorum, duyduğunuz-bildiğiniz, aşina olduğunuz şeyler yazdıklarım… Ama mesele de tam bu aşinalıkta başlıyor. Çünkü dünyaya —ve özellikle yaşadığımız toprağa— eksiklik hükmüyle bakmaya alışıyoruz. Hep bir “yetişme”, hep bir “tamamlama” telaşı içindeyiz… Bu da bizi fark etmeden kibirli kılıyor, önemliyiz, görevliyiz, farkındayız, dönüştürüyoruz. Etrafımıza bakıyoruz ve herkesi ya cahil, ya da cahil bırakılmış sayıyoruz. Toplumun her hâli bir problem, her birey kusurlu gibi geliyor bize. Bourdieu’nün dediği gibi, bu sistem hem eşitsizliği üretir hem de  onu görünmezleştirir.

Bu eksiklik duygusuyla büyürüz. Mezun oluruz, çalışırız, evleniriz, çocuk sahibi oluruz… ama hep o kırılgan eksiklik hissiyle yaşarız. Hem öfke taşırız, hem aşırı iştahlı oluruz, hem de kolay inciniriz. Nurdan Gürbilek, mealen yazıyorum, eksiklik bizde sadece bir durum değil, bir ruh hâlidir diyordu.

Öyle ki çocuklarımıza, torunlarımıza devrederiz bu yükü. Ne söylesek yetmez gibi gelir. İçten içe, hepimiz, az ya da çok, birbirimizin cahil, yetersiz, hatta düpedüz salak olduğuna inanırız. Kırıcı olmamızın, hor görmemizin, her şeyi düzeltme telaşımızın altında bu eksiklik duygusu yatıyor olabilir.

Bauman diyordu: modernlik, sürekli bir düzen kurma, tanım koyma ve dışlama gayretidir. Belki de bu yüzden, kendimize benzemeyeni düzeltmek ister, eğitimi bile bir düzeltme çabası olarak yaşarız. Yaşadığımız ve yaşattığımız kavgaların kökeninde bu eksiklik güdüsünün büyük bir payı olduğuna inanıyorum. 

Pazar, Mayıs 11, 2025

Asılacak Adam

Asılacak Adam, Yılmaz Güney'in yazdığı (ve muhtemelen yönettiği) bir fotoroman. Güney,  kaç tane fotoromanda oynadı bilmiyorum, mutlaka ilgilisi vardır, yorum yazarsa biz de öğreniriz. Bir dönemin çok satar yayınları oldukları için yerli fotoromanları denk düştükçe okuyorum. Güney bile oynamış demek gerekiyor aslında, o ölçüde ilgi görüyor, az buz değil, bir çeyrek asır popüler kalıyorlar... Özel televizyonların ortaya çıkmasıyla unutulup giden yayın türlerinden oluyorlar.

Asılacak Adam, Güney oynadığı için özel bir okuru olmuş olabilir, Adana ve Kürt coğrafyasında ayrı bir ilgi gördüğü tahmin edilebilir. Fotoromanlarla ilgili akademik bir çalışma yapılsa, en azından çıkan yayınları birileri derlese, Asılacak Adam'ın ayrıksı bir örnek olduğunu teslim edecektir. Benzerlerine göre edebi bir dile sahip, sadece göstermek değil "okutmak" isteyen, hatta bazen "gevezeleşmiş" bir metin yazılmış. 

O yılların deyişiyle, kör bir kadınla idam mahkumu trende karşılaşıyorlar ve birbirlerine aşık oluyorlar. Mahkum idam oluyor, kız geçirdiği ameliyatta ölüyor vs, onların yerine arkadaşları, onlarmış gibi "birbirlerine" kavuşuyorlar filan... Klişenin dibi derler ya o ölçüde bayık bir romantizmi var ama okutuyor, fotoromanların vasatlığının üstüne kolayca çıkıyor. Abartılı bir sembolizmi var; tren, hayatın akışını (kaderi) geri dönülemezliği vurgulayan bir yolculuk hissi üretir. Körlük, hakikati bilme-hissetme anlamında bir içgörüdür, idam ise nihai bir son'dur. İki karakterin kısa ama masum aşkı, ölümlerin kaçınılmazlığıyla birleşerek okura yüksek gerilim ve haz veriyor. Aşk, geçici bir süreliğine bir kurtuluş aracı ya da varoluşun anlamı haline geliyor demek istiyorum. E, o fasıl ilginç.

Cumartesi, Mayıs 10, 2025

Yürümek ve depresyon

Yürümekle ilgili yazmıştım. Ben seviyorum demiştim, altı yıldır her gün bunu yapıyorum filan ama yürüyüşün depresyonla ilişkisinin basitleştirildiğini, kesin çözüm gibi gösterildiğini de eklemiştim. Yürüyüş yapmak, hafif ve orta şiddette depresyon için olumlu etkiler gösterebilir. Endorfin ve serotonin salınımını artırıyor biliyorsunuz. Ruminasyon denen sürekli aynı düşünceler etrafında dönme halini azaltabiliyor. Rutini değiştirmek, kendilik deneyimini yeniden kurmak ve yürüyüş yapmak tabii ki iyi şeylerdir ama hiçbirisi depresyonun altında yatan nedenleri çözmez- buna yetmez.

Diğer yandan, yazıyı bu yüzden yazıyorum, depresyon meselesinin kolektif bir ruh hali (affect) olarak her birimizi baskıladığını düşünüyorum. Hepimizden bir mutluluk performansı bekleniyor. Hemen her yerde, “pozitif düşün”, “yeter ki iste” “çalışırsan başarırsın” gibi söylemlere maruz kalıyoruz. Bu beklentiye uymayan, mutsuz olan, kırgın ya da depresif biri “uyumsuz” ya da “problemli” olarak görülüyor. Heteronormatif aile yapısına, çalışma hayatına, başarı tanımlarına uymayan biri,  dışlanıyor ya da görmezden geliniyor. Bu da zamanla duygusal olarak yalıtılmışlık yaratıyor. Tek tek her birimizi etkileyen bir “görünmez el” bütün toplumu değiştiriyor. Depresyon, bireysel değil aynı zamanda toplumsal olarak üretilmiş bir “yük” demek istiyorum.

Yıllar önce Amerika’da doktorasını yapan sevdiğim bir “küçük kardeşim” ülkedeki pozitif olma, güleryüzlü görünme baskısından usandığını, bütün alışverişlerini bunlarla hiç ilgilenmeyen Sırp bir marketçiden yaptığını anlatmıştı. Gülmüştük.

Hüzün ve mutsuzluk bir direnme ve itiraz biçimi olabilir. Yani “mutluluk vaadine” inanmamak, onunla uzlaşmamak,  dışarıdan “mutsuzluk” gibi gözükebilir. Tersten düşünürsek, bu bazen kişinin kendine sadık kalmasının bir yolu dahi sayılabilir. Yürümemek bu bağlamda bir tercih bile olabilir. “Depresyonu azaltıyor diyorlar, hayır yürümüyorum.”

Sara Ahmed, mealen yazıyorum, “eğer mutluluk, belirli bir hayat tarzının karşılığında (bize) vaat edilen bir şeyse, mutsuzluk da o vaadi reddetmenin bir yolu olabilir” diyormuş, hemfikirim, depresyondaki kişi, sadece yardıma ihtiyaç duyan biri değil; bazen sistemin yalanlarını daha derinden hisseden, o yüzden kırılan, haklı bir şekilde mutsuz olan biri olabilir.

Yani Romalılar, mesele yürüyüş değil, hakikatin ağırlığıyla "itişme" hadisesidir…

Cuma, Mayıs 09, 2025

Yaz benden soğudu

Önemli bir şey değil aslında, görme-gösterme kültürünün içinde “Yaz arıyor” diye bir sosyal medya kampanyası başlamış. Görebildiğim kadarıyla vücuduna güvenen genç kadınlar da gecen yazdan kalan fotoğraflarını paylaşmaya başlamışlar. İçimden geldi, yazla ilişkilendirilen “ışıltılı”, “fit vücutlu”, “mutlu” yaz imgelerine karşılık, ironik ve grotesk bir oto-karikatürümü paylaştım. Klişe yaz bedenleri yerine, yaş almış, gövdesini filtrelemeyen bir bedenin, üstelik neredeyse linol baskı gibi kazınmış, karikatürize edilmiş halini sundum. Malum karikatür böyle bir şey, abartıyor ve kanırtıyorsunuz.

Aynaya bakan, selfie çeken ben, bana bakan izleyiciye “Bu muydu beklediğin yaz estetiği?” diye kıkırdamak istedim. Yaz estetiğine yönelik bir taşlama,  kendilik sunumlarına karşı sarkastik bir gönderme, gövde politikalarıyla (yaş, erkeklik, beden temsili) ilgili bir oyunbazlık da diyebilirdim. Pastiş tabii…Hem komik hem rahatsız edici… Ve bir kere daha yineliyorum, karikatür böyle bir şey…

Yaz arıyor…” ama aradığı ben değilim. Yaz arıyor ama benimle konuşmadı. “Yaz arıyor…” geçen yıl da aramıştı. “Yaz arıyor…” meşgule attım, aradığı ben değilim… 

Perşembe, Mayıs 08, 2025

Yürümek


Altı yıl önce bir televizyon dizisi yazıyordum, iş giderek ağırlaşıyordu, bitsin istiyordum... Moral olarak irtifa kaybettiğimde vücudum tepki veriyor, artık biliyorum. Doktora gittim, kan tahlilleri şu bu... bir sürü "şeyim" yerle yeksan olmuş, işte D vitamini, B vitaminini pıyy yüklemem gerekiyormuş, pilim biteyazmış... 

Hallettim filan ama... O gün karar verdim ve günde en az beş kilometre yürümeye başladım, bugüne değin de bunu hiç sektirmedim, her ne olursa olsun yaptım bunu. Hayatımın en doğru kararlarından biri oldu. Sağlıktan söz etmiyorum, yürürken düşünmek, zihni boşaltmak, günü değerlendirmek, hayaller kurmak, sevdiğin birisiyle sohbet etmek...hoşuma gitti. Yürüyüşlerim günümün en tatlı saatleri oldu, ruhuma iyi geldi. Ağaçlara bakmak, insanların koşturmacasını seyretmek, araba kullanmadığıma şükretmek, bulutları izlemek, tuhaf şarkılar dinlemek ve yalnız kalmak...

Çok az insan gördüğüm bir  hayat sürdürüyorum, insan azaltmayı ben istedim. Mümkün olsa en azından bir dönem tam anlamıyla kaybolmayı dahi hayal ediyorum. Yaptığım işler nedeniyle yapamayacağım aşikar, ama o kaybolmak bir hayal bile olsa hoşuma gidiyor. Kaybolursam bir şeyleri geride bırakabilirim gibi geliyor. Sanki. Evet, sanki kere sanki. Hoyratlığı, kargaşayı, rekabeti, insan sevmezliği, usandıran falanları filanları... Saçmalık elbette, bir arkadaşımın dediği gibi "nereye gitsek götümüz bizimle geliyor, onu geride filan bırakamıyoruz". Diyeceğim o ki, o kadar anlattım, şunu da eklemem gerekiyor, yürürken "kaçıyormuş gibi olmanın" huzuru (komik gururu) da eşlik ediyor bana...

En iyisi yürüyelim Romalılar...



Salı, Mayıs 06, 2025

Bayan Karaltı

Bir süredir yapay zeka uygulamaları inceliyorum, küçük üretimler yapıyorum, paylaşımlarımın bir kısmını blogta kullanıyorum, seyretmiş olabilirsiniz... Video işlerine girişmiştim ama karakter tasarımının işleyişiyle pek ilgilenmemiştim.

Pulp evreninden bir şeyler yapmak istedim, Bayan Karaltı diye bir karakter tasarladım. Biraz Vampirella'yı andıran femme fatale görünümlü biri olsun istedim. Yanına da kendimi koydum. Şöyle anlatayım, yapay zeka uygulamaları tasarım yapmakla birlikte, karakter devamlılığını henüz kuramıyor diyelim... 

Gerek "ben" gerekse "Bayan Karaltı" dediğim karakterlerimi ardışık biçimde "üretebilmek" sahiden kolay olmadı. Telif haklarıyla ilgili çok sorun olduğu için aralıklarla kilitleniyor da...Benimle ilgili yorumu da haliyle "kel adam" klişesinden gidiyor, fotoğraf referansları filan, kolay değiştiremiyor... Bir noktadan sonra "tarz" olarak devamlılığı önemsemek durumunda kaldım. 

Neyse, Bayan Karaltı tasarımıyla pulp evreninde epey gezindim...Arada paylaşırım.

"Hayatta ne var ve ne yoksa..." Derin Hakikatler'in sloganıydı, onu da kattım işin içine... 




Pazartesi, Mayıs 05, 2025

Turistik Persona

Daha önce “fake” ve anonim” hesaplarla ilgili yazmıştım, kullanıcıların kimileriyle (elbette izin veren ve kabul edenlerle) internet üzerinden sohbet ettiğimi belirtmiştim. İlginç olduğu için birinden söz edeceğim. Midjourney gibi programlarla görsel üretildiği çok belli olan bir kullanıcı ile yazıştım. Yapay zeka benzeri bir program kullanmadığını, makyaja ve giyime çok para harcadığını söyledi. Tabii ki doğru söylemiyordu.

Hemen bir parantez açayım, konuştuğum insan gerçek mi değil mi kısmıyla ilgilenmiyorum, insanlar, çeşitli nedenlerle istedikleri gibi davranabilir, başkalarına “zarar” vermedikçe istediklerini yapabilirler. Zaten de yapıyorlar. Sosyal medya hepimize bu imkanı tanıyor, üstelik bütünüyle şeffaf görünen biri de sırf “gerçek” diye daha doğru-daha dürüst daha ilginç filan da olmuyor. Kim olursa olsun, konuşursun, takip edersin, istediğin zaman vazgeçersin-bırakırsın-gerekiyorsa engellersin geçer gider.

Benim ilgimi çekense şu, yukarıda sözünü ettiğim hesap, ilk gördüğümde Uzak Doğu’daydı sonra Ankara, sonra Amerika, daha sonra Göreme’deydi. Anlattığına göre geziyordu, tabii ki gezdiği ettiği yoktu. Oturduğu yerden fotoğraf üretiyor, kendisini oralara gitmiş gibi gösteriyordu. “Yer belirtmek” ve kendisini “oradaymış gibi göstermek” sosyal medyanın görsel performans kültürü içinde çok önemli bir yer tutuyor artık. Özellikle Instagram gibi platformlarda kullanıcıların kimliklerini sahneleme biçimi hâline gelmiş durumda.

Çünkü “yer göstermek” “şu ülkedeydim”, “şu mekandaydım” demek bir konum değil, bir anlam ve itibar üretmek anlamına geliyor. Konum etiketlemek, insanların kim olmak istediğini ima ediyor demek istiyorum.  Baudrillard buna simülakr diyordu, gerçekliğin yerini almış bir temsilden söz ediyordu. Orada olmadan, orayla ilgili pozlar paylaşmak, konum uydurmak, etiketlemek “oradaymış gibi görünerek oranın anlamını bir kostüm gibi giymek” oluyor. Buna dijital turzim ve kimlik transferi deniyor…

Popüler yerlerde olmak sosyal statü kazandırıyor, bunu yapanlar kendilerine yönelik bir tür arzu yarattıklarına inanıyorlar. Yapay zeka artık insanlara hiç bulunmadıkları yerlerde “olmuş gibi” gösteren sahneler yaratabiliyor. Bu da ister istemez gerçeklikten kopuşun yeni bir biçimini üretiyor. Birinin Kapadokya’da olması, New York sokaklarında poz vermesi ya da Bali’de bir salıncakta sallanması, sadece coğrafi bir bilgi değil; insanın kim olduğu, nasıl yaşadığı ve hatta neyi hak ettiği hakkında bir gösteriye dönüşüyor.

Ne diyeceğiz buna bilmiyorum, bir arkadaşım “Geotag ile itibar yönetimi” dedi. Olabilir, turistik bir persona yaratıyorlar kendilerine. Bu persona, hem mekâna hem de estetiğe hükmediyor. Sahte de olsa, belli bir mekânda bulunuyor olmanın kültürel sermayesini kullanıyorlar. Önemli olan gerçekten orada olmak değil zaten, oradaymış gibi gözükebilmek. Sosyal medya, “yaşanmışlık” hissini imaj üzerinden devralmış durumda. Anı yaşamak değil, gösterilebilir bir estetikle temsil etmek çok daha değerli.

İş yapay bir üretime dönüştüğü için istiflenen temsilde, yerin özgünlüğüyle bedenin kusursuzluğu birleştiriliyor. Çünkü yapay zeka ile (en azından benim gördüğüm hesapta)  turistik “yeri”, güzelliği teyit eden bir fona dönüştürmüş durumda. Kadın bedeninin belirli estetik kodlara göre üretildiği, cildin kusursuzlaştırıldığı, pozların öğrenilmiş bir zarafetle istiflendiği görseller, yalnızca güzelliği değil, kıskanılası bir hayatın coğrafyasını da işaretliyor. Kapadokya’da bir kadın kırmızı elbiseyle balonlara karşı poz veriyorsa, bu yalnızca bir seyahat değil; bir sahneleme, bir arzu imgesi, bir dijital üstünlük demek oluyor. Sadece mekan değil beden de sahte oluyor… Sahteliğin anlaşılmadığına inanılıyor. Eğer bir görsele yeterince kişi "inanırsa," yani fav’larsa mesele çözülmüş oluyor.
Related Posts with Thumbnails