Salı, Haziran 10, 2025

Televizyon, dünya ve yollar

Bir on beş yılı geçmiştir, televizyon izlemiyorum. Her medium telefona taşındığı için bir şeylerden haberim oluyor ama kim kimdir anlayamıyorum.  Bu kadar yıldır herhangi bir tartışma programı ya da siyasetçi münakaşası izlemedim. Küçük örnekler vereyim: Burhan Kuzu diye biri vardı, vefat etti, çok eleştirilen biriydi. Ben bu beyefendinin sesini dahi duymadım örneğin. 2016’da Amerika’nın başkanı değişmişti; Trump’ı parodi sanmıştım — o kadar kopuktum.

Üniversitede popüler kültür çalışırken olup biteni mutlaka izlemem gerekir gibi gelirdi. Delice bir tutkuyla aktüel olanın peşinden giderdim. Evde gazeteler keser, dosyalar yapar, kutulara yerleştirir, malzemeyi başlıklara ayırırdım. Bazı gazete ve dergileri izleyememek beni kahrederdi. Sırf bu nedenle kütüphaneye gider, fotokopiler çektirirdim.

Sonra gazete ve medya tarihiyle uğraştıkça bu huyumdan vazgeçtim. Güncel gazeteleri ve köşe yazarlarını takip etmeyi 90’lı yılların sonunda bıraktım. Kütüphaneye gidiyor, yalnızca eski gazete okuyordum. O dönemden kalma onlarca defter, binlerce sayfa fotokopi hâlâ bir yerlerde duruyor. 1930–1950 arası çıkan yayınlara yönelik merakım bir ara bütün dünyamı kaplamıştı.

Üniversiteden istifa ettikten sonra yayınevinde Türkçe edebiyat dosyaları okumaya giriştim,  ömrüm gelen dosyalarla geçmeye başladı. Böylece, eski gazeteler ve kütüphane çalışmalarım geride kaldı.  Yedi yıldır hayatımı sadece senarist olarak sürdürüyorum. E bu evre de beni yerli edebiyattan uzaklaştırdı, çıkan her kitabı izlemeye çalışır, kitapçıları dolaşır, yeni ve popüler olanı takip etmeye uğraşırdım. Hepsi geride kaldı. Az insan var hayatımda, çeşitli ilgilerimle de vedalaştım. Son iki yıl içinde on iki bin civarı kitap ve ilgili materyali elden çıkardım. Ev küçük, ona göre minimal yaşıyorum, yazıyorum ve evden dışarı sadece yürümek için çıkıyorum. Az insanlı, olabildiğince az şeyle ilgilendiğim, yazmayı sürdürebildiğim bir hayatı hep hayal ederdim, kaosun içinde debelendiğim yıllarım oldu, kaça kaça en nihayetinde gemiyi o kıyıya yanaştırabildim.

Eskiden televizyon çok önemliydi. Bize “dışarıdan” ve “başka dünyalardan” haberler getirirdi. Gazeteler de öyleydi. Ama artık değiller. Hatta sinema bile değil. Dijital platformlar bizi global PR’la kuşatıyor, ürünlerini seyrettiriyor ve konuşturuyorlar. Keşfetmiyoruz, seçiyor gibi yapıyoruz. Önümüze konanı konuşuyoruz. Biz eskiden buna manipülasyon derdik. Şimdi koşullandırarak harekete geçirme deniyor. Zuboff, “veri, davranışı anlamak için değil, yönlendirmek için toplanıyor” derken tam bunu kastediyor, algoritma bizi sürüklüyor. İhtiyaç duymuyoruz keşfetmeye. Alternatiflerle karşılaşmaya… Çünkü çok şey var önümüzde. Çünkü hepimiz konuşulanı konuşmak istiyor ve bunu yaparken kendimizi daha önemli hissediyoruz.

Kaçma hayalim, şunu fark ettiğimden beri benim için bir hedefe dönüştü, Byung-Chul Han da diyormuş, “her şeyin görünür olduğu yerde hiçbir şey artık anlamlı değildir.” 17 yaşımdayken çıkan her yerli romanı okuyacağım diye kendime söz vermiştim. Ve bunu yıllarca tuttum. Kolaydı çünkü… Gerçekten çıkan az sayıdaki kitabı okuyabiliyordunuz. Yıllar içinde giderek imkânsızlaştı. Hele bugün, o kadar çok kitap, o kadar çok yazar ve yayınevi oldu ki mümkün değil artık yetişebilmek. Bir ara editörken, işim gereği manyakça çok okuyordum. Nafile bir yetişme telaşım vardı, deliliğimin farkında olarak inatla sürdürüyordum bunu. Hepsine nüfuz etmek, temas etmek, kaçırmamak, farkında olmak, peşinden gitmek… Biteviye bir öğrenme ve yakalama iştahı işte. Ellili yıllarla ilgili benden bir yazı istendiğinde, o yıllara dair gazete-dergi taramalarımı tamamlamadığım için yazamayacağımı söylerdim.

Bugün, “seyretmedim–okumadım–duymadım” dediğimde, kibirli olduğum, kendimi başka bir mertebeye yerleştirdiğim sanılabiliyor. Zerre ilgisi yok. Bilerek ve tasarlayarak olmadı ama galiba hissederek, artık takip edilmesi imkânsız bir çokluk içinde yaşadığımı bilerek ve sakınarak kendime bir yol seçtim. Doğru yol yok elbette. Ama en doğru açıklama bu olabilir. I did it my way. Palavracı Frank Sinatra şarkısını söylesin…


Pazartesi, Haziran 09, 2025

Kadının harareti az olunca...

Ahmedi Bican’ın Yaratılmışların Acâibleri adlı kitabından bir alıntı yapmak istedim, kitap hayli ilginç, on beşinci yüzyılda yazılmış, aslına bakılırsa El-Kazvînî’den yapılan serbest bir çeviri olduğu söyleniyor. Bu tür eserler, sadece dönemin doğa anlayışını değil, malumatın nasıl işlenerek dolaşıma sokulduğunu ve hatta nasıl kutsandığını da gösteriyor. Kozmolojik açıklamalarla günlük hayat arasında kurulan bu dolaysız bağ, bugünkü anlamda “bilim” filan değil elbette, asıl amaç hikmet arayışı elbette. Bugün için okuduklarım “deli saçması” görünüyor, iddiacılığı, büyüklenerek yaptığı kestirimleri, özetle hikayeciliği benim hoşuma gitti.

Kitapta diyor ki, işte kadınla erkek seks yaparken ateşli olursa ve Allah da izin verirse çocuk erkek olurmuş… Yok, ilişki sıcak rüzgarlarla sıcak havalarda olursa, kadınla erkek “ehtiyar” olursa filan, çocuk kız oluyormuş… Bu tür açıklamalar ilk bakışta gülünç gelse de, aslında Antik Yunan’dan İslam tıbbına aktarılan humoral kuramın bir yansıması. Sıvılarla ilgili dört hılt (kan, balgam, sarı safra, kara safra) kuramı, bedenin ve mizacın sıcaklık/soğukluk dengesine göre şekillendiğini varsayar. Cinsiyet de bu dengenin bir tezahürü olarak düşünülür. Thomas Laqueur’un işaret ettiği gibi, modern öncesi anlayışta kadın ve erkek iki ayrı cins değil, aynı çizgi üzerinde eksik/tam biçimlerdi. Kadın, erkeğin eksik olanıydı.

Kitapta fazlası var, cinsel ilişkide kadının harareti az olursa çocuk hünsa olurmuş…Vay diyorsun, cinsel iştah sen nelere kadirsin… Kitapta yayın tarihi yok ama doksanlı yıllarda yayımlandığını tahmin ediyorum. Yayına hazırlayan hünsa için parantez içinde açıklama yazarak (hem erkek hem dişi olur) demiş ve Ahmedi Bican yerine devam etmiş, el artırmış, “günümüzde ameliyatla cinsiyet değiştirenlerin vücut yapılarının aslı bundan ibarettir” diye eklemiş. Bir parantez açalım: Bu tür bir anakronizm, yani geçmişin kavramlarını bugünün kimliklerine dayatmak, sadece analitik hataya değil, etik bir soruna da yol açar. Modern cinsiyet teorileri –örneğin Judith Butler’ın toplumsal cinsiyetin performatifliği üzerine olan tezi– biyolojik indirgemeciliği eleştirmesiyle bilinir. Hünsa (interseks) ile trans kimlikleri özdeşleştirmek, hem tıbbi hem toplumsal olarak ciddi bir kategorizasyon hatasıdır.

Neresinden tutsak dökülüyor da, cinsiyeti belirleyen hararet ve ateş(lilik) vurgusu komik, hünsalığın sebebini kadının isteksizliğine bağlamaksa trajik diyelim… Ama belki de asıl dikkate değer olan, tüm bu anlatının hem cinselliği hem cinsiyeti “doğal” değil “kozmik” bir düzene bağlamaya çalışması. Bugünkü beden algımızdan çok uzak, ama kendi döneminin içinde tutarlı bir evren kuruyor. Foucault’nun dediği gibi, bilgi yalnızca doğru önermelerden ibaret değildir, belli bir söylemsel düzenin ürünüdür. Belki de bu yüzden, gülmekle yetinmeden, hangi bilgi biçimlerinin hangi tahayyüllerle el ele yürüdüğünü de düşünmek gerekiyor.


Pazar, Haziran 08, 2025

Teessüf ederek yaşayan adam

Yaşıtım sayılır, eskiden bana-bize anlatırdı, uzun uzun, hayıflanarak, bazen gözleri dolarak....şimdi sosyal medyada herkese anlatıyor, sürekli teessüf ediyor, hep gadre uğrama hali, hep insafsızlıkla karşılaşmış, hep yanlış anlaşılmış, hep çıldıracak gibi oluyor... 

Geçmişte yaşıyor, hep özlüyor, ne iyi insanlar vardı eskiden falan filan inter milan... Sanki çok yaşlandı veya yaşlanmaya karar verdi... Katlanamıyorum, diyip duruyor... Sağlığım kötü, dışlanıyorum, hatırlanmıyorum, yok sayılıyorum...İçinde felaket çukurları, mutsuzluk katarları...Her cümlenin ucuna eklenen iç çekmeler...

Svetlana Boym'un anlattığı "nostaljik yansıtma" tam da böyle bir şey, geçmişi özlemiyor aslında, geri gelsin filan da istemiyor, sadece kişisel kaybedilmişliğini görünür kılmaya çalışıyor. Kaybın kendisiyle var oluyor, biteviye bir dijital yas töreni sahneliyor. 

Katlanamıyor ama anlatmadan da duramıyor. İroni hissini çoktan kaybetti, artık sadece kırgın görünmek istiyor. 

Kutsallık atfettiği bir kırılganlık.

Dijital bir iç monolog yazıyor, başkaları okusun diye yazmıyor, kendi sesini duymaya çalışıyor. 

Üzülerek izliyorum, patetik göründüğünün farkında mı yoksa öyle mi görünmek istiyor bilemiyorum. Sahiden merak ediyorum. 

En ilginç tarafı her yazdığı metni, kendini kutsarcasına, beğen butonuyla bizzat beğenmesinde saklı...

Cumartesi, Haziran 07, 2025

Falan filandır


 Video büyük olduğu için kalitesini düşürerek paylaşıyorum, affola...

Cuma, Haziran 06, 2025

Hacıağa Barda

Eskiden, gazete bayiilerinde forma forma ucuz romanlar satılırmış... (Gazete bayii dedim ama, daha öncesi: tütüncüler...) Yol üstünde, ayak altındaki bu dükkanlarda ipe dizilmiş-mandallanmış, neredeyse olabilecek en az paraya satılan yayınlar düşünün... Doğal olarak abartısıyla ilgi çeken, hemen her şeyiyle bayağı gözüken, taklit ve tekrar eden, okunup atılmak için üretilmiş kitapçıklardan söz ediyorum.  

Görselini paylaştığım Hacıağa öyle bir şey, kapakla birlikte 12 sayfa...Sekiz sayfa içi, dört sayfa da kapağı... İlk forma Hacıağa İstanbul'da: taşralı amcamız, davarlarını dolandırıcı bir kadına kaptırmış, ikinci (aşağıdaki) formada ise ilk kez et döner görüyor, lokantada yemek yediğinde para vermesi gerektiğini (artık nedense) bilmiyor, tuvaletin nerde-nasıl olduğunu anlamıyor, en nihayet cebinde kalan paraları bar kadınlarıyla şıkıdımda harcıyor filan.  Kaba kaçacak ama başka türlü anlatılamaz, kaba bir mizah yapılıyor çünkü... Hacıağa yemesini, içmesini, sıçmasını, konuşmasını bilmeyen biri... Bakhtin'in grotesk bedeni  akla geliyor haliyle, Hacıağa kültürel sınırların dışını temsil eder demek istiyorum. O, güldüğümüz biri değil, bütünüyle bir sınıftır. Şehirli olmayı yüceltmeye yarar, kültürel ayrımları kalıcılaştırır. Bauman olsa bu gülmenin bir tür savunma mekenizması olduğunu söylerdi.

O dönemin insanları Hacı Ağa, dendiğinde gazinoları, müsrifliği, cehaleti, yersiz böbürlenmeyi hatırlardı ve bunda mizahçılar kadar gündelik dilde yaygınlaşmış esprilerin payı büyüktü. Şehre gelen zengin köylünün uyumsuzluğu, parasına mukayyet olamaması, libidosuna gem vuramaması, kurnazlığı, bönlüğü türlü türlü anlatılırdı. Hacı Ağa, mutlaka tramway'ı ya da galata kulesini satın alır (!), peri kızı sandığı dalavereci bir güzel uğruna ceplerini boşaltırdı. Hollywood'a, köşklere, balolara gider, işin içine siyaset katanlar onu Moskova'ya kadar taşırdı. Pervasızdı, cahil cesaretiyle utanmazdı, ölçüsüzdü, dangozdu...

Taşralılar bugün dahi gece hayatının dikkat çekici müşterileridirler filan ama  bu saldırganlığın gerekçesi sadece "doğruluk" olamaz.

Arada yazıyorum, nefret, toplumlar için bir ihtiyaçtır, her dönem şaşmaz bir biçimde göçmenlere yönelik husumet olmuştur. Köylüler, cahiller, magandalar, Kürtler, Suriyeliler İstanbul'u işgal ediyordur filan... 

Hacıağa tam öyle bir tipleme değil, göçmen ve cahil (kültürel sermayesi yok) ama tam da alt sınıfla özdeşleştirilmiyor. Çalışmaya gelen ırgatlardan biri değil... Aksine para harcamaya geliyor ve çok para harcayarak görünürleşiyor... Hacıağa'ya gülenler, yalnızca onu aşağılamıyorlar, kendi zevklerini onlarınkiyle kıyaslayarak sosyal konumlarını yeniden üretiyorlar. Bourdieu, güzel anlatır bu faslı, orta sınıfın alt sınıflarla karıştırılma korkusu vardır...

Görünme meselesi önemli, toplumlar ve kalabalıklar şöyle bir şey arzularlar, şehre (ülkeye) gelen göçmenler en pis  (bizim yapmadığımız) işlerde çalışabilirler ama kamusal alanda gözükmemeli, dışarı çıkmamalı, mesai kaçta bitiyor mesela, saat yediden sonra kaybolmalıdırlar... David Harvey, alan ve mekanın sahipliği için yaşanan didişmeyi anlatır, bara girme ya da Beyoğlu'na çıkma hakkı maddi olduğu kadar kültürel bir denetime de tabiidir çünkü.  Hacıağa istenmiyordur ama içerdedir. 

Hacıağa, istenmeyen biçimde görünüyor ve parasıyla istediğini "göstere göstere" satın alıyor... Galiba asıl yaralayıcı olan bu. Esprilere bakıyorum, onun aldatılmasından, rezil edilmesinden, parasının elinden alınmasından açıkça zevk alınıyor... Çalanlara, kandıranlara, suç işleyenlere kimse kızmıyor...

Ben ne zaman hacıağa anlatsam, ya da yüz yıl öncesinin "popüler düşmanlarını" konuşsam öğrenciler olup bitenlere geçip gitmiş nostaljik bir vesika olarak bakma eğiliminde olurlar. Tiktok'ta lüks gösterisi yapan taşralı gençler, ya da avm gezen çok çocuklu altsınıftan aileler, kahve zincirlerine oturan dayılar sizce çok mu farklı diye sorarım hep. Burada da sormuş olayım. 

Perşembe, Haziran 05, 2025

Takva ve performans

Malum, din temel olarak ruhani bir iyileşme arayışı ve buna verilen bir cevaptır. Sevap ve günah, ahiret, cennet-cehennem bunu saç ayaklarıdır. İnsanın varoluşsal sancılarına bir yön ve anlam verme çabasıdır. Hayatı asıl yöneten ve yönlendiren kapitalizm ise  yalnızca şimdiki zamanı değil kadim dinleri de dönüştürüyor. Geçmişten farklı bir duygu düzeni ve bir ahlak sistemi inşa ediyor. Daha önce yazdım, mutluluk, dünyevi görünen  (cenneti bu dünyada kuran) emirler silsilesinin en temel vaadi…

İbadet, bir tür iyi hissetme aracına dönüşmüş durumda…Zikirin yerini meditasyon, duanın yerini olumlama aldı desek sanıyorum abartmış olmam…İçsel dinginlik artık ilahi bir bağın sonucu değil, bireysel performansın ve duygusal yönetimin hedefi haline gelmiş durumda. Kadim dinlerin büyük günahları ve o günahların kefareti, vardır. Şimdiki zamanın günahları insanın kendisiyle ilgilidir. Depresyondaysan canım kardeşim, negatifsen, hayata karamsar bakıyorsan, dünyaya uyum sağlayamıyorsan, kiloluysan, hareketsizsen sen yanlış yoldasındır mesela. Mutluluk dininde “düzeltilemeyen bir mutsuzluğun” varsa suçlusun ve dışlanırsın (veya dışlanmayı hakedersin), eziksin bebem e-ziikkkk….

Mutluluk dinleri, kadim olanları “ikame” etmiyor, içine sızıyor ve yeniden şekillendiriyor demek istiyorum. Bir tür içerden kolonileştirme hali bu. E tabii bunu, Allah adına ve Allah korkusuyla değil, verimlilik ve görünürlük adına, kendine yatırım yapıyor. Mutluluk dinlerinin müminleri kendilerine tapıyorlar sanki, hı ne dersin abartıyor muyum Mıstık abi?

Arada “neoliberal İslam”, “piyasa İslamı” ya da “postmodern dindarlık” filan deniyor ya, hah işte o da tam buralarda nefes terapisi yapıyor… Dindarlık artık sadece takva ya da ahiret kaygısı ile değil, aynı zamanda dünyada başarılı ve uyumlu bir birey olmakla tanımlanıyor. Bir tür dini girişimcilik modeli bu. Kime sorsan “Allah rızası” için çalıştığını söylüyor ama bu iddia  girişimcilik ve öz-motivasyon diliyle iç içe geçiyor. Biliyorsunuz, dini savunmak adına sürekli olarak “din bu değil” deniyor ya, evet piyasa değerleriyle uyumlulaştırılmış olan şey de din değil. “Dünyevi başarı” ile özdeşleştirilen herhangi bir şeyin ahlaki derinliği yüzeyseldir. Çünkü başarı, ahlaki değil performatif bir ölçüdür.

Eğer ilginiz varsa, sosyal medyadaki yeni vaizleri izlemenizi öneririm. Dua et, tevekkülle yaklaş, affedici olan filan diyorlar ama konuyu garip bir biçimde psikolojik refaha getiriyor ve bunu inançlı olmanın bir ödülü olarak gösteriyorlar. Olamaz mı? Bence olamaz. Herhangi bir büyük dinin esası psikolojik iyi hissetmeye indirgenemez. Din, sabır ve keder gibi değerli duyguları da içerir. Keder, yalnızca geçici bir bozulma değil, tefekkürün kapısını açan varoluşsal bir eşiktir. Din iyi hissetme vitamini ya da meditasyonu değildir. Tefekkür ya da murakabe anlamsızlaştırılıyor gibi geliyor bana. Kuran’da kişisel gelişimi anlatan kaç kitap var sizce?

Ve bence en önemlisi, ibadetin gösterileştirilmesi… sosyal medyada oruç tutmak, cumaya gitmek filan paylaşılır hale gelmiş durumda. İki sonucu var bunun, birincisi, gösterilen dindarlığın, gerçekliğin yerini almaya başladığını anlatır. İkincisi, göstermeden inanmak “boşa inanmak” gibi algılanır olmuş demektir, bir baskıya dönüşür. “Helal yaşam koçluğu”, “İslami ilişki danışmanlığı”, tesettür modası şu bu…

Yukarıda yazdım, kapitalizm kendini din gibi görünmeyen ama din gibi işleyen pratiklerle sunarken, İslam dahil kadim dinleri de kendi ritmine çekiyor. İnanç, ibadet, takva gibi kavramlar artık bir “kişisel gelişim estetiği”ne bürünerek gösterilebilen ve pazarlanabilen nesnelere dönüşüyor. Sonuçta ibadet, görünmek… görünmekse onaylanmak için yapılıyor. İnançla gösteri arasında içi boşaltılmış bir işbirliği kuruluyor. 

Çarşamba, Haziran 04, 2025

Pazartesi, Haziran 02, 2025

Gülümse, emir böyle!

En son gülümsemeden söz etmiştim, hepimizin bir gülümseme zorlamasına maruz bırakıldığımızı yazmıştım. Doğrusu, en çok kanser hastalarına yöneltilen, hastalığı yenmek için vaaz edilen iyimserliği garipsiyorum, “gülümse ve pozitif düşün” deniyor ya, acıyı ve ölümü konuşmaktan men ediliyor ya insanlar, herkesten instoşa yaraşır tebessüm ve parlaklık bekleniliyor ya… Of puf diyorum,

Gülümsemek, tabii ki güzel bir his, birbirini seven ve anlayan insanların gülebilmesi kadar coşku veren çok az şey var…Evet, gülümsemek, bize iyi geldiği için  arzu edilen bir şeyi gösterir ama aslında elde edemediğin şeyi bastırmaya da yarar. Bir tür özdenetim aracı oldu yani. Ben demiyorum, psikanaliz bunu sürekli anlatıyor. Gerçek olmayan ama gerekli şarta bağlanan bir davranışsa gülümsemek, bu bir tür zalimliktir. İyi hissediyormuş gibi gözükmeliyiz, aman ha canım benim…Mutlu değilmiş gibi görünenler ne kadar mızmızlar değil mi? Hohhoh…

Mizahla ilgili çalışmış eski bir akademisyen olarak söylüyorum, gülmenin özgürleştirici yanı handiyse kaybolmuş durumda…. Bu bir zorunluluk, bir yükümlülük olmuş durumda…Gülmek bir ifade değil bir görev oldu diyelim. Byung-Chul Han, mealen yazıyorum bu durumu içsel bir baskıyla tanımlıyor, kendi kendimizi tarumar ediyoruz, kendimizle yarışıyoruz, kendimize gülümsüyoruz. Her gecenin bir sabahı var diye sayıklıyoruz. Her birimizi dışarıdan parlayan ama içerden mutsuzluğu bastırılmış varlıklara dönüştürüyor. Arınmaya değil arınmış görünmeye çalışılıyor aslında. Üzülmek yerine yoga, öfke yerine meditasyon filan…E tabii bunların postunu da sosyal medyada atmamız gerekiyor.

Gülümsersek, iyi çalıştığımızı, dingin olduğumuzu, iyi bir aşık olduğumuzu, iyi seviştiğimizi, sağlıklı olduğumuzu  göstermiş oluyoruz. Daha doğrusu kapitalizmin mıncıkladığı gösteri ekonomisi ürününe dönüşüyoruz. Biliyoruz ki arzu ile temsil arasında daima bir boşluk vardır, ve biz bir “ürün” olarak arada salınıp duruyoruz. Detoks simotisi, amuda kalkıp inversiyon pozu vermek, fresh görünmek bizi kesmiyor…

Kapitalizm, din gibi görünmeyen ama din gibi işleyen yeni inanç sistemleri üretiyor, kadim dinleri de kendi mantığına göre dönüştürüyor. Ve galiba asıl etkiyi, onları da dönüştürmeyi başararak elde ediyor.

Devam edeceğim 

Pazar, Haziran 01, 2025

Yattı!

Çok çok uzun yıllardır, her bayramı Ankara'da geçiriyorum, tatile gitmiyor, o hengameye ve tatil kalabalığına karışmıyorum. Şehrin insansızlığı, otomobilsizliği bana tuhaf biçimde iyi geliyor. 

Bu kadar insan tatil derken, tatile gitmekle övünürken sizin başka bir tercihle kendinizi varetmeniz epeyce zorlayıcı. Hele gençken, hele çocukken... O yaşlarda imreniyor, eksik hissediyorsunuz, sonra zamanla bir şekilde başetmeyi öğreniyorsunuz. 

Kendime bir üstünlük ve ayrıcalık katmaya çalıştığımı düşünmeyin, her takıntı kendini yaşıyor, o tuhaflığımın nedeni hakkında yazacağım. 

Borçsuz yaşamakla ilgili garip sayılabilecek takıntısı olan bir aile kültüründen geliyorum, borcumuz olduğunda, borcun ödeme günü yaklaştığında sessizleşen, tek kelime konuşulmayan bir ev düşünün...Öyle bir evde büyüdüm. Üstelik, herkesin çalıştığı, çalışmamanın küçümsendiği bir kültürdü bu... Bayramın ilk günü hariç her gün çalışılıyor, bıktım denmiyor, rehavet akla gelmiyordu. Ayıp gibi bir şeydi bu çünkü... Borçla tatile gidenler net olarak salaktı, ağlamaya hakkı olmayan zevzeklerdi.

Böyle bir ailede elindekiyle yetinmeyi çok küçük yaşlarda öğreniyorsunuz, böyle bir öğreti, bir tür perhiz aslında, bir zaman sonra "olmayabilir" ve "yetinebilirim" diyebiliyorsunuz. Bugün dahi, aile içinde birileri eleştirilirken, "yattı", "çalışmadı" filan deniyor, illa ki konular oraya geliyor. Farkında olmadan dahil oluyorsunuz buna...Normaliniz bu oluyor. 

Sonuçlarını sayayım. Hayatım boyunca on gün arka arkaya tatil yapmadım. Çalışmayan - çalışmamayı tercih eden insanlarla arkadaş olamadım, derinleşebilen bir bağ kuramadım. Oldum olası kimseden bir şey isteyemem, borç hiç isteyemem. Okudukça gelişen eleştirellikle, bu hal ve hislerimi anlamlandıracak şeyler buldum ama yıllar sonra anlıyorum ki çoğu palavraymış, asıl ekseni, ailem kurmuş, öyle alıştırılmışım... 

Cumartesi, Mayıs 31, 2025

Kronikör

Otuzlu yıllarda çıkmış olmalı, okumak için ayırmışım... Yakup Kadri ile bir söyleşi yapılmış...Bir soruda yeni yazar ve akımlarla ilgili bir değerlendirme yapmasını istemişler, o da isim isim fikrini söylemiş... Bunları söylerken gösterdiği "mambo jambo" tek kelimeyle şahane... 

Falih Rıfkı arkadaşım olduğu için onu söylemiyorum derken Falih Rıfkı'nın gönlünü mü alıyor, yoksa Peyami'den daha iyidir mi demek istiyor, orası yoruma açık...

Peyami Safa, edebiyatçıdır dememiş mesela, kronikör demiş, yeni bir niteleme kullanmış, kronikçi-gündelik hayat yazarı-tarihçisi (gazeteci) diyor, mertebe olarak bir altta indiriyor sanki...

Aralarının iyi olmadığını, kendisine bir haksızlık ettiğini belirtiyor ve son sözü söylüyor: "fikirlerinin bir tekine bile katılmadığım halde yazılarını keyifle okuyorum.

Fikirler yanlış ama güzel yazılmışlar...Finito

Yakup Kadri, ağır edebiyatçıydı, her salvosu zeka dolu, kaçırmamış fırsatı.

Cuara


Bir iki kez yazdım, eski fotoğraflarda erkeklerin elinde-ağzında mutlaka sigara var... Poz verirken sigara yakmak, bir hatıra "istiflerken" sigarayı işin içine katmak neden bu kadar gerekliymiş diye düşünüyor insan... Haz aldığın, keyifle içtiğin bir şeyi insanın bu kadar hayatının içine alması, beni sigaramla hatırlayınız demesi... Walter Benjamin, modanın "ikinci bir ten" olduğunu söylerken, aktüel alışkanlıkların ve toplumsal rağbetin anlamı nasıl etkilediğini vurgular.

Belki de sigara, bir tür "ben vardım" demenin görsel ifadesiydi. Sigara, fotoğraflarda bir fiil değil, bir duruş biçimi, bir kimlik imzası gibi duruyordu... Kimliklendirme ilgili olduğunu düşünerek yazıyorum bu yorumu... Sigara içince, sigarayı bir aksesuar olarak işin içine katınca "daha erkek", "daha muteber", "daha ciddi" hissediyor olmalılar. Bilemiyorum, belki de bir beğendirme arzusu var ve o cuara araçsallaştırılıyor. 

Erkeğin elindeki sigara, sadece içilmiyor, taşınıyor, gösteriliyor. Jestin ve mizacın tamamlayıcısı oluyor. Sartre, "insan ne olduğuyla değil, ne olmadığıyla tanımlanır" diyor ya... Bu gayret mutlaka onunla ilgili. 

Gerçi, fotoğrafta sigara niye var filan derken birden dank etti... Ne diyorum ben oldum. Sigara, orda burda filan değil ki, son yirmi yıl hariç, her yerde ve olmadığı yer yok gibi... Modern zamanlarda insanlığın sigarasız bir an'ı yok desek yanlış olmaz. 

Geçen yüzyıl, handiyse sigara dumanıyla betimlenebilir gibi geliyor bana...Siyah beyaz fotoğraflar, Hollywood mizansenleri ya da melankolik roman kahramanları kadar sigara da o tarihin bir aktörüydü, oradaydı. 

Ters köşe yapalım ve şunu soralım: Kadın sigarayla poz verince nasıl oluyor? Ne değişiyor? Daha mı "kadın", daha mı "ben buradayım" demeye getiriyor. 

Aynı nesne, kadının elinde bir iddiaya mı dönüşüyor?


Fotoğraf, 1960'lı yıllardan... yani yukarıdaki erkek fotoğraflarından bir on yıl sonra çekilmiş. Haliyle, erotik ve meydan okuyucu duruyor. 1920'li yıllarda Paris'te saçları özellikle kısa kesilmiş genç kadınlar, erkek kıyafeti giyerek, sigara içerek herkesi şaşırtıyorlardı. O marjinal muhalefetin modaya dönüşmesi eh işte kırk yılı bulmuş... ki yine de bu genç kadın, zamanına göre avangart duruyor... Sigara içen, hele herkesin içinde tellendiren kadın, erkekleri hem kızdırıyor hem heyecanlandırıyor... bir başka deyişle hem erkeksi hem de seksapel sayılıyor... 

Çünkü kadınlar için sigara, hiçbir zaman sadece keyif olmadı, hep bir sınır aşımı, bir meydan okuma, bir ifşa aracıydı. Cemiyeti test ediyordu, bedenen özgürleşmeyi simgeliyordu. Barthes, her nesnenin toplum(sal)da bir sözlük karşılığı olduğunu boşuna söylemiyordu diyelim. 

Demek ki, insanlık derken, bir erkek alışkanlığını, bir erkek gözünü konuşuyormuşum... Herkesin elinde olan cuara, kadının eline geçince pusula şaşıyor, akort bozuluyormuş. Kültür tarihini tek tek bir nesneyle, aksesuarla, tütün gibi keyif verici maddeyle anlatmaya kalktığımızda cinsiyet ayrımını kolayca gözardı edebiliyoruz, onun nasıl alımlandığını, farklı sınıf ve cinsel kimliklerle nasıl başkalaştığını, neye dönüştüğünü uzun uzadıya düşünmeyebiliyoruz.  

Çarşamba, Mayıs 28, 2025

Son Okuduklarım 105

İnsomnia Café'yi yıllar yıllar önce L-manyak dergisinde okumuştum ama bölümler halinde tefrika edildiği için arada kaçırdıklarım olmuştu ve doğrusu okuduğum hikayeyi anlamamıştım. Yerel bir yanı yoktu, Amerika için çizilmiş gibiydi, önce oralarda yayınlanmış, sonra bizde de yinelenmiş gibiydi. Meğerse öyle değilmiş, ilk yayını Türkiye’de olmuş. Onca sene sonra tekrar okuyunca bu muamma hikayesini anlayacağımı düşünmüştüm. Ne ki yine karışık ve dağınık buldum. Alva, Gecenin İçinde, bildiğim bir seri değildi, çizgileri akışı, ardışıklığı güzelmiş, anlatılan serüven hikayesi geniş bir evrenin ilk bölümü gibi duruyor... Devamı olacak hissi var ama orijinali ne durumda, bizde arkası gelir mi belirsiz. Cinler, cadılar, avcılar, kadim gelenekler, ormanda yaşayanlar şu bu okuyoruz... Hareketliliği en ilgi çekici tarafı. 

Albüm, Latif Demirci'nin vefatından sonra yapılan bir sergi dolayısıyla yayımlandı, baskısı tükenmişti, bulunamıyordu, epeyce pahalı bir kitap, yayıncısı bir banka olmasa kaça satılırdı insan merak ediyor. Görsel açıdan zengin bir kitap, en azından alanın bir seveni ve meraklısı olarak görmediğim malzemelerle karşılaştım, hoşuma gitti. Diğer yandan metinler nasıl desem epeyce "soft" ve "light" olmuş, "merhumun arkasından yazılanlar" bir hava olarak çok baskın çıkmış, Demirci'nin ne yapmaya çalıştığını anlatan, değişimlerini izleyen, espri dünyasını irdeleyen en azından daha derinlikli bir ya da iki yarı akademik metinler olmalıymış. Bu konularda yazan biri olarak bir beklenti ya da kırgınlıkla yazmadığımı belirtmem gerekiyor. Ne yazık ki, insanlar dürtüsel tepkiler veriyorlar, böyle okunmak istemem. Oturur yazarım eğer istersem. Kitapla ilgili bir eksikliği paylaşmak istedim. Diğer yandan, yayıncı beklentilerini hiç bilmiyorum, belki zaten bu içeriği istediler-sipariş ettiler, bankalar bu konularda bazen çok cesur veya çok endişeli olabiliyorlar. Neyse, kitabın da hakkını teslim edelim. Bence benzeri olmayan bir derleme olmuş, daha önce bu ölçülerde Turhan Selçuk ile ilgili bir iki kitap oldu ama onlar da merhumun kendi seçiciliğinde gerçekleşmişti.

Hüüüüp


Ürkütücü olabilir, çocuklara seyrettirmeyin derim. 

Salı, Mayıs 27, 2025

Tövbe et ve ter at

Şimdiki zamanın yeni mabetleri yoga stüdyolarıysa, mürşitleri de instoştaki aktif nefes koçları olabilir mi?. Biliyoruz ki bu çağdaş inanç sistemlerinin kökeni, dinlerin en eski refleksinde yatıyor: bedeni arındırmak, ruhu kurtarmak.

Yoga ve fitness kültürünün yaşadığımız zamanın yeni dinleri olduğu düşüncesi aşağı yukarı kırk yıldır konuşulur-tartışılır.  Biliyorsunuz onlar, bedeni arındırarak ruh huzuru bulanacağını iddia ederler. Sağlıklı yemekler, detoks (ruhsal arınma), yoga kampı (inziva), nefes çalışması (dua), hocalar (mürşitler), stüdyolar (mabedler), taytlar (cübbeler) desem biraz düşünürsünüz sanıyorum.

Ben çocukken, en azından benim gibi kenar mahallede büyüyen çocukları en fazla baskılayan (korkutan) meselelerden biri abdestsiz olmaktı, günah işlenince (!) bir an evvel arınmamız (gusül abdesti almamız), kurtulmamız gerekiyordu. Kur’an’da böyle bir şey yazmasa da hepimizi ürküten, abdestsiz olunca bizi dehşete düşüren, işlerimizin ters gideceğine inandıran bir kuraldı bu. Dinin üç temel aşamasıdır bunlar: günah, arınma ve kurtuluş.

İnsanlar “çok yedim” derken büyük bir suçluluk duyuyorlar. Hemen arkasından “yarın spor yapacağım” diyorlar, aslında tövbe ediyorlar. Ter atıp, spor yaparak detokslarını tamamlıyor, arınıyorlar. Spor sonunda “iyiyim dengeliyim” huzurunu (kurtuluşunu) yaşıyorlar. Kapa gözlerini iç sesini dinle…Mutlusun, huzurlusun…

Hadi dostlar hep bir elden kurtaralım şu ruhumuzu… Byung-Chul Han, şimdiki zamanın insanlarının ruhani huzurla çok da ilgilenmediklerini, kendilerini bedenleri üzerinden kurtarmaya çalıştıklarını söylüyor mesela. Beden nerde kurtarılır, fitness salonunda… “Üç ayda diri kalçalar bitanem…”

Yoga dediğimiz şey Hinduizm’in içsel bir disipliniydi, önce batı toplumlarına adapte edildi, başkalaştırıldı, sekülerleşti, sonra kişisel gelişim düsturlarıyla harmanlandı. Hindulardan instoş mabedine geçtik…“You are your only limit.” Yoga egoyu terbiye etmek filan değil egoyu “göstermeye” yaradı. Bir selfi huzuru ya Namaste…

Espriler yaptığıma bakmayın, bugünün orta sınıfları dine ve din adamlarına filan güvenmiyor ama hâlâ bir düzen, onu rahatlatacak bir yapı, bir ritüel arıyor, yoga-fitness kültürü de bunu hem maddi hem sembolik olarak sunabiliyor. Üstelik, her dinsel öğreti gibi suçluluk yükleme kabiliyetine de sahip. Mutsuz musun? Kilon mu var? O zaman disiplinsizsin, zayıfsın, kötü kararlar verdin.” Tıpkı günah kavramında olduğu gibi: sorumluluk her birimizin omzunda.

Abartılı görünecek bir yorum daha yapayım, modern yoga-fitness inancı, cenneti bu dünyada vaat ediyor. Zayıf beden, esnek omurga, parlak cilt, iç huzur, seksi görünüm. E tabii ki bu paylaşılmak zorunda, paylaşılmayan mutluluk, yaşanmamış sayılır çünkü…

Paylaşımlarda ne olursa olsun gülümseyen yüzler var, itiraf ediyorum, o pozitifliği sahici sandığım da oldu, sonra anladım ki bu mutluluk “yeni beden-din”in en güçlü ritüellerinden biri. Sahiden “çalışılmış” bir gülümsemeyle bakıyorlar bize, bunun bir tür iman ifadesi, bir şükür performansı, hatta bir itirazsızlık yemini olduğunu anlıyorsunuz.

Hepimiz biliyoruz ki spor yapmak bizi özgürleştirmiyor,  spor yapmış oluyoruz veya yoga huzur veriyorsa, neden bu kadar çok takıntılı ve rekabetçi insan var… Bu çelişkileri irdelemek, yoga ve fitness kültürünün gerçekten “din(i)” olup olmadığını değil, neden-nasıl bir boşluğu doldurduklarını anlamamızı kolaylaştırır. 

Yoga matının bedenleri sadece esnemiyor, inancın yeni şekillerinden birine secde ediyor be Mıstık abi diyeceğim… “Tövbe et ve ter at” mı diyeceksin… Obristan’a selam. 

Pazartesi, Mayıs 26, 2025

İyilik ve eksiklik

İyilik ve kötülük meselesi, malumunuz, insanın nefsiyle, vicdanıyla, toplumla ve dünyayla ilişkisini belirleyen bir gerilim… Din ve “cemiyet” bunu tartışır, kanunlar bunu düzenlemeye çalışır, iyilik ve kötülük, insanları yakınlaştırır ve uzaklaştırır. Kötülükten sakınırız, iyilikse öğretilir, yaygınlaştırılmaya çalışılır, dayanışmayı çoğaltır.

İyilikle karşılaşan insanlar ne hissederler diye sorsak, teşekkür ederler, minnet duyarlar… diye düşünürüz. Yaş aldıkça olabilir, bunun cevabını hemen veremiyorum artık… Çünkü görüyorum ki, bazı iyilikler, karşısındakinde bir hoşnutluk değil, neredeyse bir tür öfke yaratıyor. İyilik her zaman sempatiyle karşılanmıyor gibi geliyor bana… Nefret ölçüsünde bir hoşnutsuzluktan, bıkkınlık, usanç ve iğrenme karışımı bir histen söz edebilirsek, hah diyeceğim, tam da böyle bir hisle insanlar kendilerine iyilik yapanlardan uzaklaşıyorlar.

Adam Phillips, “insanlar bazen iyiliğe karşı çıkar çünkü o iyilik, yardım edilenin yaşamındaki kontrol hissini tehdit eder” diyor. İyilik, onların zaaflarını gösteriyor çünkü, öyle bir gerginlik hissediyorlar, teşhir edilmiş, işaretlenmiş, tahkir edilmiş gibi garip bir elektrikle doluyorlar.

Düşmanı olsan yapmazlar böyle bir şey yaşamazlar, hasmını eşiti gibi gördüklerinden onları, kendilerine iyilikle bakan kadar önemsemiyorlar. Çünkü düşman eşittir, ama iyilik eden üstün konumdadır. Hatırlayanlar olabilir, Nietzsche “İyiliğin Soykütüğü’nde” der ki: “İyilik yapan, iktidarını hissettirmek ister.” Sen onlara yardım edince asıl eksikliklerini görüyor ve bundan daha çok rahatsız oluyorlar.

Bir bakmışsın hiç ummadığın biri sana ateş püskürüyor, pıyy diyorsun ne düşmanlık yaptım ki düşmanlık görüyorum.

Oysa senin iyiliğin, onun kendine dair kurduğu güçlü imgeyi zedelemiş olabilir. Lacan’a göre “Ötekinin bakışı bizi kurar.” Yardım edenin bakışı, karşısındakine kendi eksikliğini hatırlatır.

İnsanlar birbirini sevmeyebilir, bu garip değil, bana ilginç gelen, birbirine iyilikle yaklaşmış ve uzaklaşmış insanların “kavgası”… Önce anlamıyordum, şimdi galiba birazcık daha anlıyorum. Karışık gibi duruyor değil mi?

İnsanı sürükleyen egosu… Ve belki de egonun iyiliğe karşı duyduğu bu kırılganlık, bazı ilişkileri sevgi değil utanç ve kızgınlıkla bitiriyor.



Pazar, Mayıs 25, 2025

Yerim ama yemem

Çocukluğumda seyrettiğim filmlerde, karikatürlerde bütün patronlar şişmandı. Ne kadar çirkin göstermeye çalışsalar da kilolu olmak bir refah göstergesiydi. Zenginler, şişman ve mutlu bir azınlıktı. Yaşadığımız dönemde “zayıf, yağsız, fit ve genç vücut”un mutluluğun, başarı ve erdemin simgesi haline gelişi bu bakımından yeni bir fenomendir.

Yüz yıl önce Alman ve İtalyanların başı çektiği, güçlü vücut-güçlü millet imgesi, biz de dahil olmak üzere dünyayı etkiledi. Sporcu ve dinç bedenler, fit görünümler ve zayıflık yıllar içinde önce Hollywood’u sonra global popüler kültürü dönüştürdü. Bana öyle geliyor, beat kuşağının zayıflığı modayı ve güzellik algısını bir kere daha değiştirdi sanki. Onunla da kalmadı, “heroin chic” modeller,  kadınlarda anoreksik beden, erkeklerde six pack filan son otuz yılda işler iyice başkalaştı, meşrulaştı. Yağsızlık ve kaslı olmak, arzulanan olmanın bir ölçütü olup çıktı.

Bugün biliyoruz ki, bedenimiz (nasıl göründüğümüz) bir projeye, bir başarı ve mutluluk estetiğine evrildi: “Mutluysan sağlıklısındır, sağlıklıysan yağsızsındır, yağsızsan başarılısındır.” Dağılabiliriz. Bir arkadaşım, iddialı bir biçimde şişman olmanın işten atılma sebebi olduğuna inanıyor, şirketlerde ilk kovulacakların “yağlılar” olduğunu iddia ediyor. Güzel kadınların ve yakışıklı erkeklerin, bunun da üstüne hiç “utanmadan” fitness yapanların dünyanın yeni işgalcileri olduğunu filan rakı içerken anlatıyor.

Komik mi? E dinlerken komik. Zayıflık ve fitness, mutluluğun değil; mutluluk performansının göstergesiyse traji komik demek daha doğru. Babam, zayıf ve fit görünmeye zihnen takmış biriydi, istisnasız her yemekte “yerim ama yemeyeceğim” derdi. Yemek yemeyerek gösterdiği özveriyi mutlaka belirginleştirmek isterdi.

Hepimiz biliyoruz ki, bugün, yemek yemek değil, yememek övülüyor. “Aa ben o kadar yemiyorum” demeyenimiz yok gibi. Herkes, birbirine “zayıfladın mı, kilo mu verdin” demeye bayılıyor. Kilo verdiysen mutlusun, kilo aldıysan mutsuz…

Günaşırı birileri benim yaşımı göstermediğimi söylüyor (!). Yaşımı söyleyince “aa inanmıyorum” filan tepkileriyle karşılaşıyorum. Şimdiki zamanımızda yaşlanmak değil, yaşlanmamak alkışlanıyor çünkü. Geçenlerde yeni yazdığım dizinin okuma provaları için İstanbul’daydım, yüzüme ve boynuma estetik müdahaleler yaptırıp yaptırmadığımı sordular, şaşırarak hayır filan dedim ama muhtemelen inanmadılar. Üç beş yıl önce böyle bir gündemim yoktu, hiç aklımda yoktu, günbegün gururlanmaya bile başladım. İyiyim, genç görünüyorum filan… Gülmeyin…

Mutluluk hissedilen değil, gösterilen bir şeye dönüştüğü için — genç ve fit beden bu gösterinin ana ekseninde yaşadığı için  “ben gururlanmayayım kim gururlansın” yani Mıstık abi… Ya evet biliyorum, hamur işlerini kısmam gerekiyor, biraz ağırlık çalışsam filan…


Cumartesi, Mayıs 24, 2025

Mutsuzluk ve yüzleşme

Mutsuzluğun insani olduğunu yazmıştım en son…Mutluluk kadar hayata dair duygu durumu olduğunu filan… İnsanı dönüştürme potansiyelinden söz etmiştim. Biliyoruz ki yaşadığımız zaman duygularımız arasında bir hiyerarşi yaratıyor ve mutsuzluğu atlatılması gereken bir hastalık gibi sunuyor.

Gençken okuduğum Rollo May, kaygı ve sıkıntıları bir olgunlaşma emaresi sayar, bunu bir özgürleşme sürecinin parçası olarak görürdü. O yıllarda etkilenmiştim, mutsuzluk yaratıcı bir enerji verebilir diyordu. Sıkıntıdan sanat çıkar gibi bir şeydi… Kendi hayatıma uyarlamış ve bunu epey düşünmüştüm, çalışmak zorunda olduğum, sıkıntılı ve kendime vakit ayıramadığım bir gençlik yaşıyordum. Adam Phillips, “bazen mutsuz olmak gerekir” diyor ya, babam “bazen” demiyordu galiba. Acı çekmeden olgunlaşmak imkansızdı babama göre. Her yenilgi, her acı ve her ölüm çocukları büyütüyordu filan. Philips, haliyle daha mutedil, mutsuzluk, bazen insanın içinde bulunduğu yanlış koşulları fark etmesini sağlar diyor, bastırmak yerine anlamak gerekir derken mutsuzluktan duyulan endişeyi normalleştirmeye çalışıyor.

Mutluluk bahsinde şu soru epeyce zihin açıcı aslında: Kim mutsuz? Kişilik bozukluğu yorumunu terapistlere bırakalım, melankoliyi ve sanatçıları başka bir bağlamda tartışmak üzere kenara ayıralım ve gündelik hayatımızda mutsuzlarla özdeşleştirilen insanları düşünelim. Mutsuzluk, kötülükle epeyce özdeşleştiriliyor, günahkar birisinin mutsuz olduğu düşünülüyor. Tövbe etmek, doğal olarak mutsuzlukla ilgili.

Hazır günah demişken, Freud, sonradan Lacan, insan arzusunun “yasak” olana yönelmesine vurgu yaparlar; onlara göre bu, suçluluk ve mutsuzluğu beraberinde getirir. O yüzden Žižek, günahı “sistemin dışına çıkma arzusu” olarak niteler. Mutsuzlar, meydan okuyanlardır ve “gerçek suç, arzuyu bastırmaktır” der. Üçü için de insanlar arzularını bastırdıkları için mutsuzdurlar diye düşünüyorlar diyelim.

İyi olmak, eksiksiz olmak değil; yüzleşmiş olmaktır, ancak yüzleşenler, mutluluk ve mutsuzluğu normalleştirerek görebilir ve yaşayabilir…

Yüzleşmiş olmak, insanın kendi kırılganlıklarını inkâr etmemesi demektir. Mutsuzluk da bu yüzleşmenin bir parçasıdır. Belki de mutsuzlukla ilişkimiz, insan olmanın sınırlarını kavrama biçimimizdir. Lacan’a göre arzu, “asla ve asla” tam olarak tatmin edilemeyecek bir eksiklikten doğar. Žižek bu noktayı politikleştirerek, arzunun asla doyurulamayacağını bilmesine rağmen kapitalizmin bu eksikliği ticarileştirdiğini-kâr nesnesine dönüştürdüğünü söyler. Arzu, tatminle değil, eksiklikle işler — çünkü eksiklik, insan öznesinin yapısal halidir.

Devam edeceğim. 

Not: Görseller hemen fark ediliyordur, Hooper etkisinde ai-yz oynamalarımdan...

Cuma, Mayıs 23, 2025

Uğur Böcü

Yedi sekiz yaşındaydım, uğur böceği beslemeye karar verdim. Çocuksu bir saçmalık ve eziyet elbette... İşte, yakaladım bir tane, ev olarak seçtiğim şeffaf plastikten bir kutucuğa attım. Şunun da farkındayım, bu böceğin karnı acıkacak ve ben ne yer bilmiyorum. Küçük bir yaprak parçası attım, tık yok.  E hiç ilgilenmeyince, ne  olacağını da merak ederek kutunun içine bir kara sinek attım. Bizim  "uç uç" "terlik merlik" dediğimiz sevimli pırpır, çıtır çıtır sineği yemesin mi? Dehşetle izlemiştim.

Yıllar içinde karşılaştığım ziraatçiler ve ilgili kişilere bu hikayeyi ne zaman anlatsam, onlardan uğur böceklerinin böyle bir "yeme" halinin olmadığını duydum. Öyle oldu ki, onlara inandırmaya çalışırken buldum kendimi. Uğur böcekleri, bitkilere zarar veren yaprak bitlerini yiyerek yaşarmış ve sırf bu nedenle organik tarımda doğal böcek ilacı gibi kullanılıyorlarmış. 

Bana inanmayarak (atıyorsun-yanlış hatırlıyorsun tadında) açıklama yapanlara göre, bizim böcekler, kara sinekleri tehdit olarak görerek onlardan uzak dururlarmış filan ... Yese yese, ancak küçük beyaz sinekleri yerlermiş... O da üzerlerinde yumuşak doku artığı ya da bitkilerden bulaşmış fanfinifonfon sıvısı olursaymış (ketçap ve mayonezle yiyebilir gibi yani)...

Önce akademik bir nanik yapayım, Foucault, "bilginin tarihi benzerliklerin değil farklılıkların ayıklanmasıdır" diyordu, sinek değil yaprak biti öyle mi, bilgi, doğru olanı seçiyor, benim dehşetli hatıramı dışarıda bırakıyor.

Yahu yedi işte, bir tane de değil, en az üç tane tek kanadı kopuk sineği gümletti. John Berger, "görmek, bilgiden önce gelir" filan diyordu. Ben besledim, ben gördüm, ben şaşırdım. 

[Bunu yazmasam olmaz, bir arkadaşıma anlattığımda "David Lynch hikayesi lan bu" dedi. Of puff yaptım. "Charles Burns versem, olmaz mı?" demedim tabi... Susan Sontag, o zihin açıcı tespitlerinden birinde sıradan olanın içindeki tuhaf olanı keşfedebilmenin gözlemin en karanlık noktası olduğunu söyler. Sanat da estetik de buralardan çıkar diyerek bize gülümser. En azından ben, bana gülümsediğini hayal ediyorum.]

Her canlı için rutin dışına çıkma hali vardır, evet, uğur böcekleri sert kabuklu böcekleri yiyemezlermiş, bunu anladım, diğer yandan benim yarattığım "açlık koşullarında" büyük olasılıkla sineğin yumuşayan kısımlarını yiyip, gerisini de lime lime etmiş olabilirlermiş. Doğalarında olmayan ama benim sunduğun şartlar içinde gerçekleşen bir davranışmış bu... Umwelt diye bir kavram var, her canlının kendine ait çevresel bir dünyası var, cognitive map filan deniyor ya, biraz onu andıran bir algı evreni diyelim. Yani, o böcük, benim kutumda artık başka bir dünyada yaşamaya başlamıştı belki de...

Hayatım boyunca hep şuna inandım, koşullar bizi değiştirir, silahlardan hoşlanmıyorum ama askerde mecbur kaldım, çarşı izni alabilmek için hedefi onikiden vurdum. Normalde vuramazdım, vurdum, gözüm kapalı tüfek söküyor, insanlara neyi nasıl yapacaklarını anlatıyordum. Şu an zerre bi şey hatırlamıyorum, üzerinden otuz yıl geçti, bir daha elime silah almadım. İçinde bulunduğumuz "sistemler" bizim rollerimizi ve becerilerimizi biçimlendirir, genellikle bu durumu fark etmeyiz.

Benim uğur böcü, yemezmiş, ağzına sürmezmiş filan ama aç kalınca yedi işte... Kutuya giren bir başka böceği, kendisine saldıracak sanıp dürtüsel olarak normalin dışına çıkıp bertaraf etti. Gerçi, hatırlayanlar olabilir, Giorgio Agamben mealen yazıyorum, "hayvanların bir açıklık (yoksa belirsizlik miydi) içinde yaşadıklarını" söyler, "bu durum onları hem yönsüz hem de tepkisel (dürtüsel) yapar" diyordu. Yani sadece açlık değil, anlayamadığı şeyin tehdidi de davranışını dönüştürmüş olabilir...

"Uç uç böceğim, annen sana terlik merlik..." Yok Mıstık abi, şiirle ilgim yok, o okuduğun şiir değil...

Perşembe, Mayıs 22, 2025

Pızıtıf bik bik

Yazmıştım, devam ediyorum. Şimdiki zamanın sahiden en ağır baskılarından biri olabilir, konuşmalarımızı, beğenilerimizi, ihtiyaçlarımızı belirleyen “mutlu olma” baskısından söz ediyorum.  Mutluluk, bir ruh hali veya içsel bir deveran falan değil, bir ürün gibi pazarlanıyor biliyorsunuz, eksiklik hissiyle bir deneyimi yaşamaya sevkediliyoruz. Bitimsiz bir “kendini geliştirme” vaadini ise hiç saymıyorum.

Mutsuzsanız eğer “şunu yapmalısınız” ancak o zaman mutlu olabilirsiniz denebiliyor, inanıyoruz, mutluluk bireysel bir karara indirgenebilir bir şey değil ki cümlesi, bu kadar basit bir akıl yürütme akla dahi gelmiyor. Öyle çok tekrar ediyor ki, bir bakıyoruz, hepimiz aynı yolda yürüyoruz, “yahu bu adam külyutmazdı, nasıl düştü aramıza?” diyemiyoruz, şaşırmıyoruz, normal buluyoruz. Mutlaka mutlu olmalıyız.

Sevdiğim bir arkadaşım, matrak olsun diye, şekspiryen bir tonla “sinsiii kapitalizm” diye söze girerdi, bana Türkleri kandıran sinsi Çinli klişesini çağrıştırdığından yaptıkları daha da komik gelirdi. Sinsi ya bu kapitalizm, yoksa biz iyiyiz…Kanar mıyız yoksa biz? Haksız mıyım Mıstık abi?

Byung-Chul Han, modern insanın artık dış baskılarla değil, kendi içindeki başarı ve mutluluk zorunluluğuyla ezildiğini söylüyor. Bu yüzden her birimiz “özne” değil, birer “proje”yiz. Kendimize yatırım yapıyoruz. Sabah erken kalkıyor, spor yapıyoruz, çelik gibi irademizle şekersiz yaşıyoruz, gülümseyerek pozitif bakıyor, haftalık hedeflerimizi birer birer tamamlıyoruz… Ve en sonunda, “iyi hissetme hakkını” kazanmayı hakediyoruz. Ama kazanamıyoruz. Çünkü sistemin ödülü yok. Sadece ötelenmiş vaatleri var.

Bauman, yaşadığımız çağı geçicilik, istikrarsızlık ve zamanın akış hızıyla değerlendirir biliyorsunuz…Mutluluk da kaçınılmaz olarak devamlılık göstermeyen bir “aralıktır”, o yüzden onu kaçırmamak için cebelleşiriz, bu yüzden ticarileştirilir ve bir ödeve dönüştürülür.  Oysa biliyoruz ki, mutsuzluk da mutluluk kadar insani, yaşamsal bir haldir. Hatta daha sahici ve daha öğretici bile olabilir. Hayal kırıklıkları bizi dönüştürebilir, içimize baktırabilir… Mutsuzluk olmasa mutluluğu da tanıyamazdık.

Mutluluk zalimleştirildi, sahiden olan bu… Her şeyin “iyi hissetmek” olduğu bir dünyada, kaçınılmaz olarak hissizlik başlar.

Siyaseten romantik çıkışları sevmiyorum ama  “iyi hissetme” zorunluluğu, insanları yıkımına sebep olacak gibi geliyor bana…  Delirdiğimizi düşünüyorum. Bir yandan aman “negatif” olmayalım, toksik ilişkilerden kaçınalım şu bu… Diğer yandan “verimli olma ve mutlu olma zorunluluğu” öz-yıkımdan başka nereye varabilir ki… 

Kendimizi yönetiyoruz, doğru çalışıyor ve gülümsüyoruz, mutluluğu bozan kişi değiliz.. Çok güzel, aferin bize…

İleride, mutluluktan performans sanatı olarak bahsedilecek, ondan artık eminim. 

Çarşamba, Mayıs 21, 2025

Fayda


  Çizgi: Berat Pekmezci

Tosann

Yakın çevrem biliyor, global popüler kültürün, ortak algının ve hakim zihniyetin ne olduğunu anlayabilmek (en azından izleyebilmek) için yapay zeka programlarını kurcalıyorum. Aralıklarla deneyimlerimi anlatacağım.

Genel olarak pulp evreninde gezindiğim için  ister istemez sansüre daha fazla uğradığımı söyleyebilirim. Sistemin içerik politikalarıyla uyuşmadığı gerekçesiyle kolaylıkla "engelleleniyorsunuz" ve program içeriğinizi üretmiyor. Topluluk kuralları çok değiştiği için 1950 yılında üretilmiş bir korku çizgi romanı kapağının bir versiyonunu yapmanız pek mümkün olmuyor. 

Denemek (ve sınırları ölçmek) için Tosann (Tosun) isimli bir çocuk kahramanı tasarladım. Kızıl saçlı, çilli ve hafif şişman bir çocuk hayal ettim. Kızıl saç ve çilleri, global gerekçelerle seçtiğimi tahmin edersiniz. Diğer yandan çocuk kitabı ya da Disney tarzı bir kodlamaya girmek istemediğimi, çocuksulukla fantastik evrenin sert kahramanlarını birarada ve bir kontrast gibi kullanmaya çalıştığımı belirtmem gerekiyor. 

Ne ki yine engellendim. Çilek yiyen bir aile resminde Vampirella'yı kullanamadım örneğin, Elvira'ya razı oldum. Yapay zekanın kodları bir çocukla erotik olduğu bilinen bir kahramanı (hatta bikinili bir kadını) yanyana getirmemek üzerine kurulmuş... Masum bir tasarım bile olsa üretim birdenbire durabiliyor ve "resmi" yarım bırakabiliyor... 

Salı, Mayıs 20, 2025

Mıtsızlık

Bir süredir “mutlu olma ” histerisine “takılmış” durumdayım, elbette mutluluk güzel bir şey, ama sürekli iyi hissetmek, üretken olmak, olumlu kalmak gibi beklentilerle istiflenince insana eyhh dedirtiyor. Başarılıysam benim sayemde, başarısızsam benim yüzünden mi oluyor yani. Mutsuzsan sen “yanlış yapmışsındır” falan. Kişisel gelişim kitapları, mindfulness uygulamaları, mutluluk reçeteleri…Ya valla öyle değil Mıstık abi!

Çok değil, yirmi yıl önce mutlu olmak bu kadar mesele edilmezdi. Daha eskilerden aklıma çizer bir abimiz geldi, rahmetli de oldu, meğer bu çağın insanıymış, beni her gördüğünde, kolumu sıkarak tutar, gerçekten gözünü gözüme diker ve dublaj ciddiyetiyle “Levent mutlu musun? En önemlisi bu, mutluysan mesele yok” derdi. İlk duyduğumda teatralliği nedeniyle şaşırmış ve doğrusu nasıl cevap vereceğimi bilememiştim. “İyiyim abi, sevdiğim bir işi yapıyorum” şu bu diye gevelemiştim… Bu sahneyi defaatle yaşadım,  cevabım ancak pozunu çoğaltmaya yarar, mutsuzluk hakkında “kişisel gelişimci” laflar ederdi. Arada mutsuz da olduğum oluyor abi diyemediğime üzülüyorum. Yahu bi de kolumu niye sıkıyorsun?

Geçen doğum günümde arayanlar oldu. Kutlayanlar, ne yapacağımı soranlar…Önce açık açık söyledim: “bir şey yapmayacağım, yalnızım.” Ama sonra fark ettim ki, bu cevap arkadaşlarımı tedirgin ediyor. “Aaa, tüh!” türünden tepkiler geldi hemen. Sanki mutsuz olmam başlı başına bir sorunmuş gibi üzüntüyle mırıldandılar… Anladım ki “mutlu bir kutlama an’ı” uydurmam gerekiyor. Yarı şaka, yarı ciddi, “akşam işte arkadaşlarla iki tek atacağız” dedim. Süpaneke amin, yalan söyledim. Ama işe yaradı, herkes bir rahatladı. “Demek ki neymiş, yalnız değilmişim, hayatım yolundaymış.”

Bitip tükenmek bilmeyen bir mutluluk arayışı içindeyiz. Çok huzurlu, çok keyifli, kendimizi bulduğumuz, nihayet “başardık” dediğimiz anları göstermeye çalışıyoruz . Instoş’a yakışacak bir gülümseme, bir filtreli kahkaha, bir motto, bir tatlı “pozitif” cümle…  Gülümsediğin, başarıya ulaştığın, tatilde olduğun anları paylaşıyorsan “var”sın. Yoksa aa yoksun. E bu baskı insanları mutsuzluklarını saklamaya, dertlerini görünmez kılmaya, her daim pozitif olmaya zorluyor. Hemen çöz, hemen olumlu düşün, hemen “değiştir.” Mutsuzluk bir tür başarısızlık gibi algılanıyor. Mutluluk şimdiki zamanın obsesyonu. Mutlu olamayan, bozulmuş kabul ediliyor. İade edilmesi gereken kusurlu bir ürün!

Ama yahu insan hep mutlu olamaz ki! Günah işlemeden sevabı anlayamaz. Hayat düz akmaz. Muğlaklıklarla gelişir. İyiyle kötü arasında, kederle neşe arasında salınır durur. Melankoli, duraksama, keder ya da boşluk hissi, “iyileştirilmesi gereken kusurlar” gibi algılanamaz. Bunlar da insani deneyimin doğal parçalarıdır.

Devam edeceğim.

Pazartesi, Mayıs 19, 2025

Kediler

Yaşadığım binanın arka cephesinde yağmur sularının tahliye edilebilmesi için bahçe boyunca yeraltından giden bir boru döşenmiş. Borunun bir ucu binanın ön tarafına kaldırıma çıkıyor. Aşağı yukarı otuz metre yerin altından giden bir borudan söz ediyorum. Bunu niye anlattım, apartmanın kedi kolonisi borunun bir ucundan girip diğerinden çıkmayı bütün gün boyunca sürdürüyor.

Kediler biliyorsunuz, dışarıdan seyretmesi hoş bir biçimde avcı pozlarına girerler. Boruya girerken çıkarken onların gizlenme tripleri yapıyorlar, ona bayılıyorum. O borunun içinde gelip giderken kendilerini güvende hissediyorlar, bu çok anlaşılıyor. İçerisi sıcak da olabilir, termal bir konforu sevdiklerini biliyoruz.

Arada çevreden insanlarla konuştuğum oldu, birisi, kedilerin bu borunun kullanımı ile ilgili bir güç hiyerarşisi oluşturduklarını söyledi. Mutlaka yaparlarmış filan. Normalde kendilerine ait alanlar olmasını isterlermiş ama bu boruların kolektif kullanılması için birbirlerine tolerans gösterirlermiş... Ama buna içlerindeki en güçlü olanı karar verirmiş şu bu... Kim önce kim sonra girer gözlemek iyi olabilirmiş... 

Böyle şeyler benim pek aklıma gelmiyor, ben sadece onların rutin seviciliğine odaklanıyorum galiba... Kediler, değişiklik sevmiyorlar ve hoşlandıkları hareketleri tekrar edip duruyorlar. 

Bunu yapmak onların anksiyetesini azaltıyormuş, bir arkadaşım öyle söyledi. Hepimizin mutlulukla kafayı bozduğu bir çağda kedilerin anksiyetesi olmaz mı yahu...

Pazar, Mayıs 18, 2025

Döner durur v2

Hepimiz bu dünyadaki mutsuzluğu, acı çekenleri, yoksulları, katledilen masumları gördükçe onlara yaşatılan zulmü durdurmak, en azından ıstıraplarını dindirmek isteriz.

Ama buna gücümüzün yetmeyeceğini biliriz. Acizliğimiz karşısında şunu düşünürüz: Benim hissettiğim acı ve kederi, insan olan herkes hisseder.

[Judith Butler, bu ortak acı hissini “başkasının kırılganlığını kendi varlığımıza dahil etme” biçiminde tanımlıyor. Acıya tanıklık etmek yalnızca bakmak değil, ahlaki bir sorumluluğu üstlenmek demektir diyor.]

Üstleniriz ve hissederiz ama acı ve keder kesilmedikçe, zülüm bitmedikçe bu düşünceden giderek uzaklaşırız. İnsanın insan tekini sevmediğini, rekabet ettiğini, kendini bir diğerinden üstün gördüğünü biliriz, öğreniriz.

[Toplumlar, zamanla öğreniriz ki “günah keçisi mekanizması” ile yaşarlar. Toplumda gerilim büyüdükçe, bu gerilimi soğuracak bir hedef aranır ve bulunur: bir kişi, bir grup ya da figürün yok edilmesiyle geçici bir düzen sağlanır. Bu, linçin antropolojik esasını oluşturan bir mekanizmadır.]

Eğer inanıyorsak, hissettiklerimizi Allah’ın da gördüğünü, er ya da geç bu haksızlığı gidereceğini, olup bitenlerden sorumlu olan kimlerse onları cezalandıracağını kabul ederiz. 

[Oysa Allah “sessizdir.” Simone Weil, Tanrı müdahale etmez çünkü “insanın özgürlüğünü kutsar” derken tam da buna işaret eder. Çünkü Allah’ın sessizliği insanı harekete geçmeye zorlayan ahlaki bir boşluk üretir.]

Tabii ki bu bir temennidir; gerçekte, başka tür bir cezalandırmadan yanayızdır. Parçası ve faili olduğumuz, hemfikir olduğumuz bir cezalandırmayı isteriz.

[Martha Nussbaum’a göre intikam, geçmişte yaşanmış bir acının gelecekte telafi edilme hayalidir. Ancak bu telafi, çoğu zaman yeni bir haksızlık üretir. Hukuk öfkeye teslim olduğunda, adalet duygusunun yerini kana susamışlık alır.]

Suç bizim yakınımızdaysa, bizim hayatımıza dokunuyorsa cezanın şimdiki zamanda, bu dünyada çekilmesini, verilmesini isteriz.

[Robert Cover, hukuk yalnızca kurallar bütünü değildir, şiddet uygulama biçimi derken bunu vurgular. Yani birine ceza verildiğinde sadece kural işletilmez; o kişi gerçek anlamda canı yanan biri haline gelir.]

Linç, tam da böylesi bir mantıkla nefes alıp verir.

[Girard’a göre linç, adaletin değil, kolektif şiddetin törenselleşmiş hâlidir. Linç edilenin suçlu olup olmaması önemli değildir; önemli olan onun şiddeti taşıyacak figür haline gelmesidir.]

Peki ya kanunlar?

Eğer biz istiyorsak, intikamcıysak, kanunların bizden yana olmadığına inanırız. Ya da kanunların yeterli olmadığına, yetmediğine…

[Derrida, hukukun “mistik bir temele dayandığını” söyler. Kanunlar güçlerini, mantıklı oluşlarından değil, gücün meşrulaştırılmasından alırlar. Bu yüzden kanunlar, bizim duygularımızla çeliştiğinde bize “yabancı” gelir.]

Zulmü durdurmak isteyen bilincimizi de Allah’ı da kolayca unuturuz. İntikamı hepimiz istiyorsak haklıyızdır; hepimiz istiyorsak meşruyuzdur.

[Sara Ahmed, öfkenin kolektif meşruiyet üretme gücünü vurgularken grup olarak aynı öfkeye sahipseniz, o öfkeyi “doğal” ve “haklı” saymaya başlarsınız der. Linç, tam da bu duygusal yapışkanlıkla meşrulaşır.]

Zaman, insanın insana zulmettiği bir devranda döner, durur. Döner, durur…