Çarşamba, Ocak 31, 2024

Son Okuduklarım 87

Baron Münchausen, Alman edebiyatının en ünlü mizahi kahramanlarından biri, gerçek bir tarihi kişilikten yola çıkarak Raspe'nin maharetle diline doladığı bir hiciv aslında. Üç yüz yıldır yaşamasını yükselen Alman milliliğine bağlamak mümkün. Don Kişot'la karşılaştıranlar filan da var. Ben çocukken okuduğumda abartılı bulmuş, bir serüvenci olarak çok da ciddiye almamıştım. Bilemiyorum, belki çok eski, belki fazla Alman gelmişti bana, hiç komik de bulmamıştım. Flix, akıllı bir çizgi romancı, hatırlayanlar olabilir, dilimizde şahane bir Don Kişot uyarlaması yayımlanmıştı. Okumadıysanız arayıp bulun derim. İşte o Flix, bu defa Baron'u yorumlamak istemiş ve onu, büyük savaşta, bombardıman altındaki Londra'ya getirip, Freud'un hastası yapmış. Bu ünlü palavracıyı, Freud'un yorumladığını hayal etmiş diyelim. Güzel fikir ve kendini okutan esprili bir iş çıkmış ortaya. Lulu, Bir Kadın uzun yıllardır grafik roman dünyasında konuşulan, pek çok dile çevrilen bir albümdü. Orta yaşlı, üç çocuklu bir ev kadının ortada belirgin bir sebep yokken, yaşadığı hayattan sıkılarak başka bir yola girmesi anlatılıyordu. Ben ilk okuduğumdan beri asıl olarak anlatım biçimini sevmiştim. Karmaşık bir hikayesi yok çünkü, sıradan bir insanın yaşadığı farkındalığın akislerini anlatıyor. İlginç, sevimli, yalın ve düşündürücü bir yalpalama ve dengeyi bulma hikayesi. 

Tadında Ekonomi, Aç Bir Ekonomistin Gözünden Dünya, başarılı bir deneme kitabı...Her bölümde mutfak ve yediklerimiz üzerinden yola çıkarak global ekonomi hakkında yorumlar yapıyor. Tarihe de gidiyor, kişisel hatıralara da... Tarz olarak, bana Newsweek havasında değerlendirmeleri, o türden yorumları hatırlattı. Hamsi'den muz'a, çilek'ten erişte'ye varıncaya değin güzel bir çeşitliliği var, kapitalizm eleştirisi de yapıyor, rekabetçi piyasanın övgüsünü de...Orta yolcu siyasetten yana. Met,n lezzetli.  Şarlatanlar Dönemi, Lillian Hellman'nın bir döneme ilişkin hatıraları. Uzun zamandır aklımda olan, okumak istediğim bir kitaptı. Hellman'ın Dashiel Hammett ile ilişkisini ilgi çekici bulurum. Birbirlerine olan saygıları, zor bir dönemden geçerken gösterdikleri dayanışma hep hoşuma gitmiştir. Kitap, McCharty döneminde yaşadıklarını anlatıyor. Malumunuz, komünist olmakla suçlanıyor, kara listeye alınıyor, iş bulamıyor, fişleniyor, bir cadı avının kurbanı oluyorlar. Üzücü ama bir o kadar da şaşırtmayan olaylar silsilesi okuyorsunuz. Kitapta bir takdim yazısı var, farklı bir "radikal" tanımı yapıyor, o fasıl ilginç, ideolojiyle kıyasladığı bir bölümü alıntılıyorum: "Radikal, erdemli kişilerin peşindedir, ideologsa aşırı'nın. Radikal, hırslı, muzır kişilerden nefret eder; ideologun nefret ettiği ise öğretiye aykırı düşen düşüncelerdir, sözcüleri ne kadar saygıdeğer olursa olsun. Radikal, çürümüş bir dünyada, kişisel onuru ayakta tutmaya çabalar..." Çeviriyi Tomris Uyar yapmış, bile isteye yaptığını anlıyorsunuz. 

Salı, Ocak 30, 2024

Yanyana

Geçen yüzyıldan, yirmili yıllardan kalmış bir fotoğraf... Doğal olarak bu altı beyfendinin ne yaptığını, niye yan yana geldiklerini bilmiyoruz. Muziplik olsun diye poz verdiklerini, kıkırdadıklarını tahmin edebiliriz. Bakmayın ciddiyetlerine... Kasvete kasavete, sıkıntıya boğuntuya, kaygıya kuruntuya nanik yapmışlar. 

İşlemeli beyzade bastonları, sivri burun iskarpinleri, konçlu fotinleri, Parizyen papyonları, kolalı gömlekleri, şairane mendilleri ve modern fesleriyle güzelce hazırlanmışlar... Gece olsa frak, smokin, bonjur olacaklarmış. 

Kim bunlar? Hımhım yapan mimikleri ve dikleştirilen omurgalarıyla ekabirler elbette, memur oldukları anlaşılıyor, aynı okuldan geldikleri, benzer işlerde çalıştıkları tahmin edilebilir. 

Terzilerine, üstlerine oturan ve oturmayan kıyafetlerine bakılırsa zengin ailelerden gelmiyorlar, yeni yükselen vazifelilerden olmalılar. 

Şapka devriminden önce "çekilmişler" gibi duruyor. Fotoğraftaki sokağa bakılırsa şehir merkezinin uzağındalar. Toplanıp Beyoğlu'na, eğer Ankara'ysa Bankalar Caddesine yürüyecek, korte edecekler... 

Sol ellerde tek bir yüzük yok, kısmet olursa izdivaç niyetleri var. Falancanın kızı, evkafta oturan esmer mürebbiye, müdür beyin yeğeni falan filan...Daha ne kadar bekar kalacaklar sorarım size...

Bence mutlularmış, sınıf atlamanın gönenci, hallice bir maaşın rahatlığı, memurluğun itibarı...Neşeli ol ki genç kalasın mı dediniz? 

Not: Şoför, bahçıvan, uşak, aşçı esprileri yapmıyorum.

Pazartesi, Ocak 29, 2024

Olan biten

Son bir ay hastalıkla geçti, bitmeyen bir nekahet ve halsizlikle uğraştım, zor uyudum, ilaçlar öksürükler, hırıltılar bitmedi bir türlü. Gündelik bir çalışma tempom olunca ruhen çok bunaldım, yazmam gereken bir senaryo, rutin işlerim ve evet blogum filan... 

Hastasın işte, yat dinlen nereye kadar bu çalışmak... Blog yazmasan ne olur, kimin umurunda... E senaryo desen, sözleşme gereği en az üç ayım daha var yazmak için... E iki bölüm kalmış hepi topu...Neyi zorluyorsun?

Elbette bunlar mantıklı birinin argümanları...Bana ait değiller, yapamıyorum, yazmalıyım, bitirmeliyim manyaklığım hayatımı çoktan ele geçirmiş benim. Yatıyorum aklımda, uyanıyorum aklımda hepsi... Sıkıntımı daha artırdı bu bitirememe-yapamama hali...

Ha şunu denedim, hastayken kendimi tutarak blogu yazmayı bıraktım, aslına bakarsanız mecra değiştirmek, örneğin twitterda devam etmek filan hep bir fikir olarak vardı, hastayken eski yazılarımla deneyeyim dedim, ve denedim. Sonuç ne derseniz eğer... Doğal olarak çok daha fazla okunuyor ve görülüyorsunuz, blog yazmak eskisi kadar ilgi çekmiyor filan ama bu okunmanın da bir bedeli var... Yeni medya mecralarında okuyanlar etkileşim kurmak, sohbet etmek, fikir paylaşmak, eleştirmek istiyorlar. E o olunca, bu da ayrı bir mesaiye dönüşüyor. Cevaplarla uğraşıyorsunuz. 

Oysa ben zamana karşı işler yapan, senaryolar yazmak, hikayeler anlatmak isteyen biriyim. Böyle bir etkileşim aslında çok da bana göre değil, olmamalı da, işe güce bakmalı, o etkileşimden kaçınmalıyım...

Denemiş oldum, denemesem olmayacaktı, bloga devam edip etmemeye henüz karar vermiş değilim.

Ha ne oldu, dün gece senaryoyu bitirdim ve çok güzel uyudum. Normale döndüm. Önümüzdeki maçlara bakacağım. 

Perşembe, Ocak 18, 2024

Özlemek

En son yazdığım grafik romanın yayını üzerinden altı yıl geçmiş, özlemiyorum desem, yeni bir şey yazmayı istemiyorum desem yalan olur. 
 

Salı, Ocak 16, 2024

Ordu


İlhan Selçuk, Çetin Altan için yazmış bunları... "Çetin Altan, bir ordudur" varsayımını sündürmüş, yazdıkça yazmış mı deseydim acaba...  

"Çetin Altan bir kişi değil, bir ordudur. Tek hedefe yönelmiş, piyadesi, süvarisi, topçusu, levazımı, keşif kolları, öncüsü, artçısı, cephanesi, çadırları, istihkamı, ağırlıkları, hafiflikleri, gözüpekleri, çekingenleri, atakları, durgunları, üst ve alt rütbeleri, neferleri, kumandanları bir ordu..."

İlk okuduğumda 27 Mayıs'tan sonra yazılmıştır dedim, 1963 çıktı, İkinci olarak, bunu bir subay çocuğu yazmış olmalı da dedim, Selçuk'un yazdığını bilmeden... E o da doğru çıktı... arada tutturuyorum... 

Bana ilginç gelen, şimdiki kuşaklar çok bilemeyecek, ben büyürken, Selçuk , Altan'dan pek hazzetmezdi, geçmiş zaman önsöz yazmış, çok da övmüş... Arada söylüyorum, aktüel yaşayanların, hele gazetecilerin övgüleri de eleştirileri de abartılı olabiliyor, örnek olsun diye paylaşıyorum.

Pazartesi, Ocak 15, 2024

Geride kalma korkusu

[İnsanlar neden popüler olanı konuşmak istiyorlar?] Herkesin konuştuğu konuş(a)mamak insanlar üzerinde geride kalma korkusu yaratıyor. Garip bir gerilim bu... Konuşmazsam yaşlı sayılacağım, izlemezsem eksik kalacağım, konuşulanların uzağında kalacağım gibi onları motive eden garip bir akış var. Etkileşim alma arzusu, etkileşim alana yaklaşma arzusuyla birleşiyor çoğu zaman... Sosyal medya kullanıcılarının bir gazete-bir dergi gibi davrandığını, gazeteci gibi, yorumcu gibi yazdığını da unutmayın. Her gün manşet düşünüyor, gündemi yineliyorlar. 

[Z kuşağı ne kadar etkili?] internet ve sosyal medya, genellikle "gençlikle" özleştiriliyor, z kuşağı,  internet gençliği filan gibi nitelemeler yapılıyor. Oysa, internetle otuzlu - kırklı yaşlarında, daha işin başında tanışmış, sosyal medyayı aktif olarak kullanan çok ama çok geniş bir kullanıcı topluluğu var... Üstelik Z Kuşağı vurgusunu en çok onlar yapıyor bence... Popüler bir niteleme. Yekpareleştirilecek bir kuşak vurgusu zihin açıcı olabilir ama doğru olmaz.

[Sosyal medya, popüler kültürü nasıl belirliyor?] Sosyal medya, popüler kültürden etkilenen  ama popüler kültürü de etkileyen bir medium. Belirliyor demek yerine etkileşim demek daha doğru. Şöyle anlatayım, eskiden gazeteler çok etkiliydi, işte Hürriyet'te çıkmak bir şeydi, oysa Hürriyet de popüler olanı izliyordu, sadece popülerleştirmiyordu, popüler olandan faydalanıyordu. Benzer bir mantık aslında...

[Dijital dizilerle ilgili bir doktora tezi için yaptığım görüşmeden... Üniversite etik kurallarına göre öncesinde bir yayın yapılamıyormuş, isim vermeden kısa bir alıntı paylaştım. Bu aralar dilimde bir "geride kalma korkusu" var, hep bu konuşmadan...

Pazar, Ocak 14, 2024

Sinema önünde

Çocukluğumda sinema önleri çocuk ve ergenlerin uğrak yeri gibiydi, eski kitapçılar, ellerindeki çizgi romanları takasa gelmiş bebeler, erotik dergiler satan abiler, kader kısmetçiler, çeşitli seyyar satıcılar filan özellikle pazar günleri toplaşırdı. Hiç görmediğim kitaplarla karşılaşılacağımı düşünerek merak ve heyecan içinde çizgi roman değiş tokuşu yapmaya giderdim. 

Sinemalar sadece değiş tokuşun değil ufak çaplı kumar oyunlarının yapıldığı yerlerdi. Arada polis gelirdi, polis gelecek diye korkardık, zaten evden gizli saklı gelmişiz, üstelik okulda öğretmenler "sinema önünde görülen" öğrencileri illa ki pataklıyordu. Endişeli ve ürkektik, cesaret gösterdiğimiz için oralarda olmak bize enikonu serüven gibi geliyordu.

Yukarıdaki fotoğraf sanırım 1940'lı yıllarda bir kahvede çekilmiş, alelade ve şıpın işi bir kumar oyunundan... Hayatımdaki ilk kumar oyunlarına sinema önünde rastgeldim. Buna benzer bir şeydi ama adı ne derseniz hiç bilmiyorum. Kılıç mıydı ki? Bul karayı al parayı mı? Benim kağıt oyunlarına hiç ilgim olmadı, arkadaş arasında bi şeyine oynanan şeyler dışında değil kumar hiç kağıt oynamadım desem yeridir, hakkaten bilmem de, on sekizimi geçince büyüdüm artık diyerek bir süre kahvede arkaşlarla oturdum ama oralar bana göre değildi. Diğer yandan kumar oynayanları seyretmeyi severdim... mimikler, jestler, küfürler, pozlar, konuşmalar bana ilginç gelirdi, bazen filmlerde ağır ağır oynanır ya... benim seyrettiklerim hep hızlıydı, çat çat... ya da bana öyle geliyordu. 

Herkese anlattığım ve sinema önlerinden başka bir yerde görmediğim bir tür kumarımsı oyun vardır, yine anlatayım, yere konan çizgi romanlar altına yerleştirilen bir taşla hafifçe yükseltilir ve belli bir mesafeden kitabın üzerine bozuk para atılırdı, eğim yüzünden para kayardı ama para o kitabın üzerinde kalırsa, o paraya kitabın sahibi olurdunuz. Kitabın üstüne atayım derken kenara düşen, tutturulamayan bozuk paralar kitabın sahibine kalırdı. Kitaplar üzerinde para tutmasın-kalmasın diye ayrıca cilalanırdı filan. Tabii ki bu oyunu hiç oynamadım ama yine epey seyrettim. 

Satılan ve takas edilen çizgi romanlar, hiç bilmediğim ve seyretmek istediğim film afişleri ve lobiler, erkek dergileri, hiç duymadığım küfürler, cuara içen haylazlar, deliler, tespih ve sustalılarıyla serseriler filan... laf uzamasın sinema önleri  bana "Alice Harikalar Diyarında" misali fantastik geliyordu. Başdöndürücü...

Cumartesi, Ocak 13, 2024

Ekose

Zeki Beyner'in bir karikatürü, unisex giyime iyimser bir yorum yapmış diyelim. Erkeklerle kadınların aynı kıyafetleri giyebiliyor olması kolay anlaşılmamış, esprili ve küçümseyici karşılanmış, mizah tarihimiz en az elli yıl, bunu diline dolamıştır. 

Kadınların erkekleri taklit ettiğini veya kimi erkeklerin kadınsılaştığını falan filan...

Ekose pantolon kullanımından söz edeceğim. Çizerken bir kolaylık olduğundan olmalı Avrupai, bohem, uçarı, vurdumduymaz, lakaydi, dejenere birinin üstüne hemen yakıştırılıverir ekose pantolon... Sadece bizde de değil, izleyebildiğim kadarıyla Fransızlar da bunu yapmışlar, bizim çizerlere de oradan geçmiş...

Erkekliğimize söz söyletmemek için bu tür seçimlerde bulunmamaya özen göstermemiz beklenir, öyle büyütülürüz. Genç kadınlar, anne olana kadar dikkat çekebilirler ama erkekler düz renklerle, ağırbaşlılıkla terbiye edilirler. 

Erkeği bozar,  delikanlıyı bozar filan işte. Genel olarak siyah, gri, kahverengi gibi renklerle dolaşır erkekler...

Arada yazıyorum, hatırlatayım, Aziz Nesin, bu renklerin dışında giyinen erkekleri "eşcinsel" sayar, çocuklarına bu konuda müdahale edermiş mesela...

Beyner, karikatürdeki erkeğin sakalını ve bıyığını tektük atmış, seyreklik vurgusu yapmış. Tüyü bitmemiş bir uçarılık vurgusu istemiş, normal birisi giyer mi bunları demek istemiş...Ergen zekalılar işte...

Gazi'de çalışmaya başladığım yıllarda, 90'ların ilk yarısında Ülkücüler, jöleli erkekleri dövüyorlardı, bir on yıl sonra hepsi saçlarına jöle sürmeye başlamıştı.

Gündelik hayatın tarihi, ne saçmalıklarla uğraştığımızı bir biçimde anlatır bize...
 

Cuma, Ocak 12, 2024

Dürtülerin güdüklüğü

Altmışlı yıllar olmalı, mekan İstanbul Ortaköy'deki ünlü havuzlu Lido gazinosu... Tam bir dağıtma an'ı fotoğrafıymış. Masaya çıkmış bir dansöz var odakta, Beyoğlu'ndan gelen fotoğrafçı, turistlere hatıra satacak olduğundan, o çıkar çıkmaz şak diye çekmiş resmi. Masada içilenlere ve görünen yüzlere bakılırsa dansözle coşan ve ayaklananlar yabancı gibi duruyor. 

Rakseden genç kadın, dansöz ile go-go girl arasında bir şey sanki, en azından kıyafeti öyle... Öyle ya da böyle masayı kaynatmayı başarmış, sadece alkol sıcağıyla fora edilmemiş çünkü o gömlek, o üst baş... Görünen o ki dansın temposu, kadının işvesi aventüriye delikanlının başını döndürmüş, e dut olmuş, mest olmuş, harf atmış-klark çekmiş ve alenen hararetlenmiş, gözlere baksanıza, yuh artık. 

Tarzan'ı geçelim, fotoğrafın tam merkezinde biri kadın iki kişi daha rakkasın poposuna bakıyor, hele Clark Kent gözlüklü nerd, o gürültülü akortsuzluğa rağmen başka tür bir dikkat göstermiş. 

Çok değil on sene sonra filandır...Bu kez Üsküdar'da bir lokalde yine masaya dansöz çıkarılmış, yine bir kadın ve erkek, dansöze dikkat kesilmişler. Kendimi tutamayarak ve kıkırdamamı saklamayarak, solda oturan beyfendinin dikkatli nazarını işaret edeceğim. Dansöze takılan paraları saymadığı aşikar... Süsecek öküz gibi bakıyor desem, ayıp olacak ama öyle bakıyor. Ezberlenmiş bir erkekbilmişlikle iki parmağını yüzüne dayamış, "hallederiz kızım" tadında kurmuş omurgasını. E ne yapıyor? Bakıyor!

Arada yazıyorum, alkol ve cinsellik, dürtüleri fena halde uyarıyor ve insanı sahiden kepaze ediyor. Mahrem ve kişisel kalması gereken hisler, gösteri kültürünün içinde herkesi anonimleştiriyor. 

Perşembe, Ocak 11, 2024

Hasan Tan ODTÜ Rektörü Olamaz

1977 yılında Hasan Tan, Milliyetçi Cephe tarafından ODTÜ'ye rektör olarak atanmış ve geniş bir öğrenci muhalefetiyle karşılaşmıştı. Yukarıda kapağını paylaştığım el kitabı o muhalefetin bir ürünü. Anti-faşist nitelikli önsözü bir kenara koyarsak, bir karikatür albümü...

Günün şartları (ve illegalite) gereği anonim nitelikli, kimin çizdiği-ürettiği belli olmayan karikatürlerden söz ediyoruz. Öğrencilerin amatörce çalışmaları yani. Ne ki, albümü ilginç ve ayrıksı kılan karakteristik, karikatürün bir saldırı ve muhalefet silahı-aracı olarak görülmesinde ve kullanılmasında... Sert ve ajitatif bir üslupla "faşizme" muhalefet ediliyor... 

Karikatürün popülerleşerek yaygınlaştığı yıllarda mecrayı dönüştüren, kavgaya ve karşı propagandaya kalkışan bir uğraşa girişilmiş... Şöyle bir mukayese yapayım, Gırgır o yıllarda bu denli siyasetle ilgili değildi, 1978'de Mikrop çıkınca kendini revize etti ve sola doğru kaymıştı.   Albüm şu yüzden ilginç ve önemli: karikatürün anaakım dışında, sivil bir inisiyatif elinde veya bir gençlik alt kültüründe muhalif bir mediuma dönüştürülmesi o güne kadar yapılmış bir şey değildi. 

Çarşamba, Ocak 10, 2024

Yetişemiyorum


 Çizgi: Berat Pekmezci

Kırmızı Leke

Yılların alışkanlığı, senaryolarımı elle yazıyorum, yazmak da yetmiyor, takıntılarım da var, kırmızı kalemle deftere yazmam gerekiyor. Saçma olduğunun farkındayım ama alışkanlık işte. Aynı marka kalem ve defter, o fasla hiç girmiyorum. 

Gel gör ki, burayı gülerek yazıyorum, kırmızı kalem günbegün evi "ele" geçirmeye başladı... Yazarken şekilden şekile girip o koltuktan diğerine, o odadan bir başkasına geçiyorum, eğile büküle falan filan... Arada dalıyor, başka şeylere bakıyorum, kitap karıştırıyorum, işte tam o anda, elimden bırakmamı fırsat bilerek, sinsice, mezmum ve mürai, bir mikrop, bir illet  gibi pusuda bekleyen kırmızı kalemin açık ucu ilk bulduğu yere izini bırakıveriyor... 

Kıssahan'ın esprisi gibi "lann" diyerek gülüyorum gördüğümde...

Evde kırmızı lekesi olmayan yastık yüzü, çarşaf, yorgan, koltuk, çek yat vs yok desem yalan olmaz. Yaşadığımı belli eden bir iz mi, "pek yakında" çürüyecek bir yara izi mi, Tosun buradaydı diyen bir duvar yazısı mı, elimin kiri mi bilemiyorum, bir şeyin nişanesi de...
 

Salı, Ocak 09, 2024

Tekdal

Ellili yılların başında Hürriyet, renkli pazar ilavesi vermeye başlıyor, gördüğü ilgi üzerine hemen bütün gazeteler taklit ölçüsünde benzer ilavelere kalkışıyorlar. Öncüler ve denemeler yok değil ama bizim çizgi romanımızın popülerlik bakımından başlangıcını da o ilaveler sağlıyor. Hürriyet'te Ratip Tahir'in tam sayfa tarihi hikayeleri herkese bir model oluyor. Yukarıdaki kare, Son Telgraf gazetesinden Çakırcalı Mehmet Efe çizgi romanından. Murat Sertoğlu'nun yazıp Mehmet Tekdal'ın çizdiği bir çalışma (1951).

Sertoğlu'nun hamasi üslubunda garip bir habaset anlatma iştahı vardır. Sayfaları incelerken Tekdal'ın bunu gösterebildiğini fark ettim. Kötü adamın habisliğini, nahoşluğunu, şeheviliğini, şiddet eğilimini ve yüzüne vuran tekinsizliği başarıyla resmetmiş. O sebeple Tekdal'ı yazayım istedim. 

Mehmet Tekdal, Ratip Tahir'in en az on beş yaş genç bir çizer, fakat o yıllarda handiyse onun ölçüsünde çizebilmiş, şöyle anlatayım, ellili yılların başında foto realistik çizginin en umut vaad eden, en potansiyelli çizeri Tekdal, ne ki bir türlü arkasını getiremiyor. O kadar sabırlı değil belki tam bilemiyorum. 1991 yılında Samim Utkun onu tarif ederken çalışmayı sevmediğini söylemişti, devamlılığı yokmuş diyelim. Ama görünen o ki Çakırcalı Mehmet Efe son derece yerli ve özgün bir çalışmaymış, ilginçmiş...Keşke teşvik edilebilseymiş, motive olabilseymiş farklı işler çıkarabilirmiş....




 

Pazartesi, Ocak 08, 2024

Özdemir Asaf

Bu aralar müzayedelerde Oktay Gültekin'in karikatürleri satılıyor, terekesinden çıkmış olmalı, er ya da geç, ne yapsak sahaflara düşüyoruz, vefatından bir on yıl geçti sayılır çünkü. Oktay bey anlaşıldığı kadarıyla karikatürleri bir yerde yayımlatmak için değil kendi zevki için çiziyormuş... Biraz okul yıllıkları havasında esprileri var, hem hatırlatan, hem de bilenleri gülümseten şeyler...

Özdemir Asaf ayrıntısı nedeniyle satın aldığım orijinalde Bebek Otel'in barını ve müdavimlerini çizmiş. Tekrar eden konuşmaları, sohbetleri, müdavimlerin kişisel özelliklerini karikatürize etmiş. Asaf, içkiye olan düşkünlüğüyle ünlü bir şairimiz, bir ara kendisi de bar açmış, hatta orada yaşarmış... Oktay Gültekin, onu ünlü atkısıyla çizmiş, herkesten uzakta, kadehine meftun bir havada, sessiz ve kendi halinde... 

Aralarında on yaş fark var, belki de o denli samimi olmamışlar, yoksa Özdemir Asaf, çapkınlığı ve içerken mutlaka dizeler okumasıyla hatırlanıyor. Öyle ki, o dizeleri mutlaka yazar, ayıldığında işe yarayanları ayıklarmış...

Sizin de tahmin edebileceğiniz gibi bu şiir yazma ve söyleme biçimi epeyce gösteriyi ve oynamayı-rol kesmeyi çağrıştırıyor. Herkesin önünde ve içerken söylüyor ve yazıyorsanız, bu bir kişilik özelliğidir, karikatürde bu yansıtılmamış, o bana ilginç geldi...Ya hatıratlar-anlatanlar abartıyor ya da Gültekin sadece gördüğünü çizmiş...

Pazar, Ocak 07, 2024

Kanun benim

Görsel, 1952 yılından, Bedii Faik'in yazdığı fıkraya Turhan Selçuk vinyet çizmiş... Olayı bilmiyordum ilginç geldi... Hatırlayanlar olacaktır, İnönü ailesinin büyük oğlu Ömer, cinayetle, arabasıyla kasten birini öldürmekle suçlanmış, kamu vicdanında inandırıcı olmayan biçimde beraat etmişti. Oğul İnönü suçluydu-değildi, birini öldürdü mü öldürmedi mi bilmiyorum ama siyaseten aklanamadı diyelim, Baba İnönü için itibar zedeleyici bir hikaye olarak kaldı...Benim duymadığım, Celal Bayar'ın oğlunun da bir kaza yapmasıydı, ölen olmamış ki, unutulup gitmiş... O dönemin manşet düşkünleri mutlaka bu kazayı da kaç zaman dillerine dolamışlardır. 

Ünlü birinin çocuğu olmak kolay iş değil, Ankara'da Balgat'ta, Erbakan'ın oğlunu üstü açık spor arabasıyla, kendi çevresinden genç kadınlarla gezerken görmüşlüğüm vardır, gürül gürül dolanırdı. Başkası olsa dikkatimi çekmeyecekken, ünlü birinin oğlu olunca hatırımda kalmış. Efe Özal ile aynı sınıfta değildim ama ortak bir ders almıştık, pahalı spor arabasıyla gezip tozmaktan pek derslere gelmemişti,  hoca kaç vermiş (ne kadar kayırılmış) merakıyla sene sonu notuna bakmıştım... Hoca için de bir sınavdı çünkü, ancak geçer not almıştı...

Popüler kültürde şımarık zengin çocuğu klişesi vardır, filmlerde romanlarda okuruz izleriz, ailelerinin itibarlarını kötüye kullanarak yaşarlar, hepsi hazcı, şımarık ve had bilmez çocuklardır. Gerçek hayatta mutlaka izdüşümleri vardır ama biz en çok o klişeye bakarak-iyi bildiğimizi sanarak o zengin çocukları hakkında karar veririz. Büyümek kolay değil, belki o çocuklar ebeveynlerine tepki gösteriyorlar, dikkat çekmeye çalışıyorlar. 

Çocukluğumdan beri şöyle şeyler duyarım, işte çok zengin birinin, büyük bir siyasetçinin oğlu trafik kazası yapsa ve birini öldürse hapse girer mi? Bunu soran aslında cevap beklemiyordur, "imkansız", "hayatta girmez" filan diye hemen ardından saydırır çünkü. Sanıyorum, ta Ömer İnönü'den gelen-kalan bir tortu ve önyargı bu... Yakınlarda ünlü bir futbolcu ölüme sebep olan kaza yapmıştı diye hatırlıyorum, kamuoyunda bir baskı oluşturulmuştu ama bir sonucu olmamıştı....ya da olmuştu da kamuoyuna yetmemişti. Tek tek bakıldığında her olay farklıdır, kaldı ki ayrıntılarını tam bilmediğim olaylar hakkında yorum yapmak istemem.

Algımızı, kararlarımızı, çıkarımlarımızı popüler kültürün düşünüldüğünden çok daha fazla etkilediğini anlatmak istiyorum. 

Popüler kültür, kanunlara inanmaz, parası olanın suçlanamayacağı kanaatini yaygınlaştırır. Pulp hikayelerle büyüdüğümüzden , elini kolunu sallaya sallaya dolaşan kötü adamların kanun koyucu kahraman eliyle infaz edilmesini sayısız kez izlemiş, okumuş ve hak vermişizdir. 

Yani kanun koruyucuları değil de kanun koyucuları severiz, o kanun koyucularla özdeşleşiriz. O şımarık zengin çocuğunu çat diye indiren, cezasını veren kahramanın yerinde olmayı, o kahramanı oynamayı çok ama çok istiyoruz.

Cumartesi, Ocak 06, 2024

Seyrüsefer Defteri En İyiler 2023

Her ay seyrettiğim ve Seyrüsefer Defteri adı altında blogta listelediğim filmlerden her yıl başında bir "en iyiler" derlemesi çıkarıyorum. Ve her yıl olduğu gibi, listeyle birlikte meramımı yineliyorum. Kendimi bir eleştirmen ya da seçici olarak görmüyorum. Kendi ilgilerinin peşinde yaşayan, kaçan ve sığınan, gezinen biriyim. Sinema literatürünü okumuyor ve izlemiyorum. Bu o literatürü ve emek verenleri hafifsediğim, yok saydığım anlamına gelmesin.

Takip etmiyorum derken, bir şeyi seyrederken ve seçerken kendimi çok belirlemek (ve etkilenmek) istemiyorum. Sonuçta filmler ve diziler hakkında pek bir bilgim olmuyor, sinema yayınlarını takip etmiyorum, sinefilleri okumuyorum. Eğer onlar benim hayatıma dahil olmazlarsa sinefil tanımaya çalışmıyorum. Ne kadar az bilgiye sahip olursam o kadar çok hoşuma gidiyor. Tabii şu da var, öyle bir hayat yaşıyoruz ki, bir filmden veya bir diziden haberdar olmamak çok zor  olabiliyor. Bazen bir yönetmeni, senaristi ya da bir başka çalışanın yeni işini bekliyor ve merak edebiliyorsunuz. Bütün bunlara rağmen dışarıda kalmaya uğraşıyorum demek daha doğru…

Aşağıdaki liste güncel ve yılın yeni filmleri gibi düşünülmemeli… Bunlar bana çarpan veya merak ettiğim için seyrettiğim işler…

As Bestas (2022)
Aşk, Mark ve Ölüm (2022)
Athena (2022) 
Babylon (2022)
Baradaran-e Leila (2022)
Boston Strangler (2023)
Çatlak (2020)
Do not Disturb (2023)
Ennio (2021)
Hayat (2023)
Holdovers (2023)
Holy Spider (2022)
Killers of the Flower Moon (2023)
Kinatay (2009) 
Kuru Otlar Üstüne (2023) 
La isla mínima (2014) 
Leave the World Behind (2023)
Oppenheimer (2023)
Red Rocket (2021)
Sharper (2023)
Spider-Man: Across the Spider-Verse (2023)
The Banshees of Inisherin (2022)
The Nile Hilton Incident (2017)
Tschick (2016)

Cuma, Ocak 05, 2024

Girgin Ali'nin tivitleri

Ellili yıllardan bir pazar karikatürü, o yıllarda gazeteler hafta sonları bol çizgili sayfalarla çıkardı, karikatürcülerden de eğlencelik işler üretmeleri istenirdi. Orhan Ural, Girgin Ali diye bir muhabir tiplemesi yaratmış, pazar röportajları adı altında onun yedi karikatürünü-esprisini çizmiş. 

Espriler, o yılların deyişiyle "fıkra" mantığını izliyor, biri bir şey söylüyor, diğeri ona komik bir cevap veriyor filan, günümüzde olsa hemen ardından bir gülme efekti eklenirdi diyelim. 

Görseli paylaştım ama blogger bir zaman sonra bu görselleri küçültüyor ve bezen okunmaz oluyor, o sebeple iki espriyi alıntılayacağım. 

Girgin Ali, dönemin İstanbul Valisi Gökay ile konuşuyor, Küçük Vali : "Kadınlara sarkıntılık edenler karşılarında beni  bulacaklardır" diyor, Girgin espriyi patlatıyor: "Vilayette, belediyede işi olanlar mutlaka bir sarkıntılık mı yapsınlar üstad?"

Bir başkasında, Girgin Ali, trafik polisiyle konuşuyor, bu kez soruyu soran kendisi : "Seyrüsefer için hep böyle mi yol verirsiniz?" Memur, "Evet ama bazen de boş veririz" diye lakaydiliği esprileştiriyor. 

İki espri de belediye ve şehir hayatına ilişkin düşünülmüş, güleç bir serzenişleri var, asla sert değil, hasmane değiller...Bizim mizahımız, tıpkı bu örneklerde oldyğy gibi, pansuman eden, tatlı tatlı ikaz eden bir yönde iki kişiyi karşılıklı konuşturarak espriler yaptı. Üstelik bunu bir asır boyunca yaptı, etkileri de eni konu geçmiş sayılmaz. Buna söz komiği dersek, dikkat ederseniz, özellikle twitter esprileri benzer bir mantıkla işliyor, bir tivitin altına girip insanlar ters yüz edici espriler yazıyorlar...Geçmişin gazeteci fıkracıları da benzer biçimde yazıyor, akıl yürütüyorlardı. 

Perşembe, Ocak 04, 2024

Seyrüsefer Defteri 156

++ Leave the World Behind (2023) muamması, karakter anlatma biçimi, göze batmayan edebi geçişleri filan hasılı iyi film (30 Aralık).++ Chicken Run: Dawn of the Nugget (2023)  nostaljisine oynamışlar ama  ilk filmin gerisinde kalmış, ilkini cazip kılan aksiyonu değildi ayrıca (29 Aralık).++ Wifelike (2022) yetmişli yılların bilimkurgu çizgi romanları gibi, holivut'ta bu kadar kötü oyuncu görmek şaşırtıcı, ayın en pulp işi (28 Aralık).++  Reacher Sea2 Ep1 ve 2'yi seyrettim (27 Aralık).++ Boudica Queen Of War (2023) vasat altı, histori çanel işi diyeceğim, öyle bile değil (26 Aralık).++ No Hard Feelings (2023) hikayeyi özellikle temiz (!) "tutmuşlar", iddia sahibi Cenıfır olmuş, film değil (25 Aralık).++ Silent Night (2023) John Woo diyerek seyrettim, bilgisayara oyunlarının daha doğru senaryosu var, bi de Kinnaman ikna edici değil sanki (24 Aralık).++ Fast Charlie (2023) yetmişli yılların filmi gibi, "kötü adamların" daha iyi işlenmesi gerekirmiş, olup bitenin temposundan figüran kalıyorlar, entrika berhava oluyor (23 Aralık).++ Rebel Moon (2023) beklentimin altında kaldı, taklit ve pastiş görünmek gibi bir endişesi olmamaları ilginçmiş, aksiyon yeter sanmaları filan (22 Aralık).++  Marry me (2022) fan filmi, gişe filmi, peri masalı filmi olması hikayenin asal belirleyicisi, vasat (21 Aralık).++ Red Rocket (2021) Netflix'te bir Mubi filmi, yalanlı dümenli bir kenar ve underground manzarası, ilginç (20 Aralık).++ The Holdovers (2023) iyicil ve güzel film (19 Aralık).++ Blood Simple (1984) Coen kardeşlerin ilk filmi, haliyle ilk film sıkıntıları taşıyor, ağır ve kendine hayran, diğer yandan Coen muzipliği ve şaşırtmacalarının habercisi gibi de ilerliyor (18 Aralık).++ Hayat (2023) Tuna ile gittik, beyfendinin fabrika ayarlarına dönüşü olmuş, güzel film (17 Aralık).++ Gibi Sez.2 Ep1 ve 2'yi seyrettim (16 Aralık).++ Surrounded (2023) bir atmosferi var, kimi açılardan ilginç bir western, teatora tadında durmasa hareketlense başka bir kıvam tuttururmuş (15 Aralık).++ Alphonse Sea1 Ep.5 ve 6'yı seyrettim (14 Aralık).++Jeanne du Barry (2023) Tuna ile gittik, bazen histori çanıl işi gibi olmuş, oyuncu seçimleri olmamışlığı çoğaltmış, (13 Aralık).++ Heojil kyolshim (2022) Park'ın saplantılı karakterlerini seyrediyoruz, hikaye yorgun düşüyor bir yerden sonra ama Vertigo tadı güzel (12 Aralık).++ Past Lives (2023) D. ile gittik, grafik roman tadında, kırılgan ve gerçekçi, iddiasını karşılayan bir film (10 Aralık).++ Alphonse Sea1 Ep.3 ve 4'ü seyrettim (8 Aralık).++ Gibi Sez1 Ep11 ve 12'yi seyrettim (7 Aralık).++ Ölümlü Dünya 2 (2023) Tuna ile gittik, bir enerjisi var ama ilk filmin gerisinde (6 Aralık).++ Alphonse Sea1 Ep.1 ve 2'yi seyrettim (5 Aralık).++ Fa yeung nin wah (2000) görsel olarak enfes, romantizmi kullanma biçimi ve ilerleyişi dokunaklı, güzel film (4 Aralık).++ Gibi Sez1 Ep9 ve 10'u seyrettim (3 Aralık).++ In The Land Of Saints And Sinners (2023) eli yüzü düzgün bir senaryosu, edebiliği ve karakter derinliği olan bir aksiyon, nihayet  beyfendinin ortalama üstü bir filmini izlemiş olduk diyerek magazin de yapayım (2 Aralık).++ The Baker (2022) yaşlı adam aksiyonu olmuş, bir ortalaması var, yavaşlasaymış daha gerçek gözükebilirmiş (1 Aralık).++


Çarşamba, Ocak 03, 2024

Niye kabul ediyorsunuz ki?

Çizgi: Berat Pekmezci

Olacakla Olmuşu Göstermek



Çizgi roman korkutur mu? Bana kalırsa çizgi roman çocuklar hariç birilerini korkutmakta çok da başarılı değildir. En azından bu korkuyu okurken yaşamayız. Yaşadığımız görsel çağ nedeniyle okuduğumuz bir sahneyi kabuslarımızda canlı kanlı görebiliriz ama bu bilinçaltımız için bir vesile olmaktan öteye gitmez.

Bir kaç kez yazdım, çocukluğumda Teks beni korkuturdu. Sonraki yıllarda korkutmak için neyi öne çıkarttığını anlamak adına sayfaları incelediğimi fark ettim. Yakın yüz ifadeleri, çatlamış göz damarları, kurumuş eller, sivri çeneler, kahkaha ve çığlık efektleri vs...Karanlık düşüncesi bile çocuğu titretirken böylesi belirginleştirmeler korkmak için yetip de artmaz mı?...

Yetmişli yıllardan itibaren dünya çizgi romanında öldürme sahnelerinin daha çok resmedildiğini biliyoruz.

Bizim çizgi romanımızdaysa sert öldürme sahneleri her zaman vardı. Kafalar kopar, kılıç adamın karnında girer sırtından çıkar, kollar kesilirdi...Bizim çizgi geleneğimiz, çocukları çok hesap etmedi.

EC Comics dergilerinden iki kapak seçtim. Madem korku dedik, en ünlü ekolden konuşalım...Anlattığı hikayelerle, Amerikalı ebeveynleri, öğretmenleri, pedagog ve bürokratları dehşete düşürmüş bir tarzdan söz ediyoruz. "Çizgi roman korkutur mu" diye sordum, EC ne yapmış ona bakalım...

Biliyorsunuz çizgi roman ardışıklık ilkesine dayanır; okur, birbirini takip eden iki kare arasını kafasında tamamlar filan. Basit bir ilkesi vardı EC'nin... Son derece net, kolay anlaşılır bir etki yaratmak isterdi. Kapaklarında ya olmuş olanı ya da olacağı bize gösterirdi. Adam elinde büyük bir baltayla kurbanın arkasındadır. Etraf karanlıktır vs.. Katilin elindeki baltayı vurmak üzere havaya kaldırdığını görürüz. Vuracak mı bilemeyiz, bir küçük karede bir elin tabancasıyla ateş ettiği de görülebilir eş zamanlı olarak. Katil o "son andaki" kurşunla vurulmuş ve o kurban (genellikle genç ve güzel bir kadındır) kurtulmuştur. Ya da tersi de olabilir, makus talih diyelim, kadın suçluysa eğer ölecektir. Kapak bize o gerilimli ayrımın arifesini gösterir. Veya katil baltayı indirmiştir. Katili ve kanlar içindeki kurbanı izleriz. Korkulan olmuştur, kurban (bu kez genellikle erkektir, ölümü hak ettiği iddia edilmektedir hikayede) kanlar içinde yerdedir. Dehşetle izleriz sahneyi... Siyah kadar renk olarak kırmızı da hakimdir sayfaya...

Olmuş ya da olacak olan, bu iki seçenek de hikayenin ana sahneleridir. İyi çizilmezse hikaye istediği etkiyi kuramaz.

Bu sahneler bana korkutmaktan çok tedirgin etmeye, bir tür dehşet hissi uyandırmaya yarıyor gibi geldi hep. Hikayelerin arkaplanındaki ilahi adalet hissi ise katarsisi sağlıyordu.

EC'nin yarattığı rahatsızlık, kan dökmeyi meşrulaştırması, iyi kötü dengesini bozması ve bu muğlaklığı normalleştirmesinde yatıyordu. Psikologlara, ebeveynlere ve öğretmenlere "korkunç" gelen asıl bu normalleştirmeydi bence...Öldü veya öldürüldü... Bundan daha "gerçek" bir şey yok gibi... demek istiyorlar. İnsan öldürmek isteyen ve öldürülmekten korkan bir canlı... Ölüm görmeden yaşadığını anlamıyor. Ölüm görerek rahatlıyor, pişman oluyor, yaşadığına seviniyor gibi..

[2011'de  yazmışım.]

Salı, Ocak 02, 2024

Bir Şarkı Çalıyor Karelerde

Blankets'den, güzel bir grafik romandan...Hikâyenin içinde, yaşanan ana ve metnin bütününe uygun bir şarkı "okuyoruz". Popüler olduğu için olmalı bir not düşülmemiş, şarkı İngiliz grubu The Cure'a ait: Just Like Heaven. Seksenli yıllarda Bilboard listelerine girmiş, biz de dinlemiştik. Benim müziğim ve grubum değildir The Cure. Amerika'da iddiasız biçimde çok çalınan şarkılardan biri oldu, zaman içinde. Şarkı, 2005 yılında aynı adlı bir romantik komedi filminde kullanıldı, bu da belki popülerleşmesinin sonucuydu ama misliyle ilgi artırıcı bir etkisi oldu.
Matt Kindt ile Jason Hall'un Pistolwhip albümünde rastladım bu sahneye. Başka şarkıcılardan da dinlemişimdir ama bildiğim kadarıyla Ella Fitzgerald meşhur etti veya onun sesine yakıştı bu şarkı. Yakın dönem çizgi romanlarında dikkatimi çekiyor, tesadüf olabilir, "Ella" nostalji simgesi olarak kullanılıyor. O romantik sözler geçmişi ve duygusal derinliği tamamlar nitelikte hikayeye yediriliyor: "Don't you know that I'm in love with you? Every cloud must have a silver lining". Çizgi romanda müzik meselesi her zaman sorunludur, bilinen ve kolektif hafızada yeri olan şarkı sözlerine atıfta bulunmak her zaman daha doğru tercihtir. Ella yoğunlaşması belki de o yüzden...

Blacksad sevdiğim bir çizgi roman. Dizinin ikinci ve üçüncü albümlerinde atmosferi bütünlemesi için müzik epeyce kullanılır. İkinci albümde "çalan şarkı" Lady Day ünvanlı Billie Holiday'ın Strange Fruit'iydi. Blacksad, düşünceli bir halde giyinirken radyoda çalıyordu. Üçüncü albümde yer verilen şarkıysa hikâye için daha işlevsel olarak kullanılan ve doğrusu daha popüler olan bir parça. Ella Fitzgerald'ın söylediği Old Black Magic şarkısının plağını da görüyoruz bir karede. Şarkılardan ilki 1939 ikincisi ilk kez 1942 yılında plak olarak yayınlanmıştır. İlginç olan ise şu: Bu şarkıyı başka isimler de plağa okuyorlar ama Ella en erken 1954 tarihinde plak olarak çıkarıyor, daha önce değil. Blacksad'ın oyunbaz göndermelerine bu tarihi de ekleyebiliriz. Üreticileri dizinin yaşandığı zaman dilimini muğlak bırakmak istedikleri için oyunbozanlık edeyim dedim.
Çarpışma'nın Metallica tişörtlü kahramanı Burak, "kriz zamanlarında" Türkçe müzik dinliyor ve kaçınılmaz olarak ağlıyor. Neşeyi yabancı müzikle bulurken, hüznü ve "derinleri" daha yakından birşeylerde araması sevimli  elbet. Burak, yine balkona çıkmış, kulaklıktan dinlediği müziğe dalmış, çok geçmeden ağlayacak. Dinlediği şarkı, Baba Zula'nın "Özgür Ruh" şarkısı...Alaturka havası ve ironik sesi hesaba katarsak, sahneyi koyu bir dramatik yoğunlukla okuyamıyoruz. Geçerken değineyim, bir sayfa önce Replikas'ın "Bahar" şarkısına da ağlamış Burak...

Pazartesi, Ocak 01, 2024

Seyrüsefer Defteri En İyiler 2022

Başlık yanıltmasın, evet, 2022'yi atlamışım, yoğundum, çalışıyordum, nerdeyse üç ay blog bile yazamamıştım. Geçen senenin listesini hazırlarken farkettim ki  peh peh...koca bir seneyi es geçmişim... Bu yılı hafta sonu paylaşacağım. Şimdi her sene tekrarladığım açıklamaya geçeyim...

Kendimi bir eleştirmen ya da seçici olarak görmüyorum. Kendi ilgilerinin peşinde yaşayan, kaçan ve sığınan, gezinen biriyim. Sinema literatürünü okumuyor ve izlemiyorum. Bu o literatürü ve emek verenleri hafifsediğim, yok saydığım anlamına gelmesin. 

Takip etmiyorum derken, bir şeyi seyrederken ve seçerken kendimi çok belirlemek (ve etkilenmek) istemiyorum. Sonuçta filmler ve diziler hakkında pek bir bilgim olmuyor, sinema yayınlarını takip etmiyorum, sinefilleri okumuyorum. Eğer onlar benim hayatıma dahil olmazlarsa sinefil tanımaya çalışmıyorum. Ne kadar az bilgiye sahip olursam o kadar çok hoşuma gidiyor. Tabii şu da var, öyle bir hayat yaşıyoruz ki, bir filmden veya bir diziden haberdar olmamak çok zor  olabiliyor. Bazen bir yönetmeni, senaristi ya da bir başka çalışanın yeni işini bekliyor ve merak edebiliyorsunuz. Bütün bunlara rağmen dışarıda kalmaya uğraşıyorum demek daha doğru…

Aşağıdaki liste o yılın yeni filmleri gibi düşünülmemeli… Bunlar bana çarpan veya merak ettiğim için seyrettiğim işler… 

Being the Ricardos (2021) 
Bullet Train (2022) 
Doraibu mai kâ (2021)
Ghahreman (2021)
House Of Gucci (2021) 
King Richard (2021)
Lightyear (2022) 
Metri Shesh Va Nim (2019)
Moneyball (2011)
Nightmare Alley (2021) 
Pixote: A Lei do Mais Fraco (1980)
Tehran Taboo (2017) 
The Batman (2022)
The Black Phone (2021)
The Phantom of the Open (2021)
Verdens verste menneske (2021)

Related Posts with Thumbnails