|
|
Çizgi romanlar popülerliklerini yitirdiğinden beri karşıtlık içeren yorumları pek göremiyorum ama... en azından çocukluğum ve gençliğim sırasında öğretmenler, ebeveynler ve hatta sayılı entelektüeller çizgi romana karşıydılar. Çocukları hayal kurmasını engellediğini, çizgi roman okuyan çocukların okumaktan soğuduğu filan iddia ediliyordu. Daha uzun ömürlü olan eleştiriyse çizgi romanların çocukları şiddete yöneltmesiydi. Aşağıda çizgi roman karşıtlığına örnek gösterilebilecek, 70 yıl öncesinden bir yazı var. Yazının önemi, Sabri Esat Siyavuşgil gibi entelektüel ve özgürlükçü bir bilim adamının kaleminden çıkmış olması.
Bize çocukluğumuzda
keyifli ve heyecanlı anlar yaşatan kitaplar vardı. Jules Verne'in ve M.
Zevaco'nun Türkçe’ye çevrilmiş romanlarını birer birer hatmederdik. Tabii, bizi
bu kitaplara, bağlıyan şey, macera zevki idi. Buluğ çağına kadar alâkalarınız,
daha ziyade tabiati veya insanları yenen kahramanlarda toplanıyor. Bugünün
çocukları, binbir tehlikeden kurnazlığile veya bazusunun kuvvetile kurtulup
haksızlığı alteden film kahramanını nasıl alkış alkışlıyorlarsa, biz de bu
romanlarda tek başına yüz kişiye saldıran silâhşöre veya icat ettiği acaip bir
uçakla gökyüzünde günlerce dolanan mucide öyle hayran olurduk.
Birbirine bağlanıp
giden heyecanlı maceralar arasında, gözlerimizin önüne tarih ve coğrafyanın,
müsbet bilginlerin en meraklı ve en cazip sayfaları açılıp serilirdi. Meselâ
Jules Verne'in Kaptan Hatras'ı bizi kutupların buzlu denizlerinde dolaştırırdı.
Her sayfasında, ancak birkaç seyyahın gidip görebildiği o esrarlı diyardan
canlı bir tablo seyrederdik. Çin’de bir seyahati okurken insanları ve âdetleri
bizim için meçhul, muazzam bir ülkede yasar gibi olurduk. Deniz altında 20.000
fersah seyahat, bizi su altı âleminin binbir nebat ve hay-vanile karşı karşıya
getirirdi. Araba ile devrialem, seksen günde devriâlem, balonla beş hafta
seyahat ve diğer romanların her birinde, hem yaşımıza has macera hevesi ve
zevkini tatmin eder, hem de bilgimizi arttırırdık. Silâhşörlü romanlar, yine
aynı derece de heyecanlı vak'alar içinde, bize fasıl fasıl tarih öğretirlerdi.
Elbette ki bu
romanların kahramanları ve vak’aları hayal mahsülü idi. Fakat gerek seyahat
romanlarında, gerek tarihi sergüzeştlerde dekor hakikate uygun bulunurdu.
"Onbeş yaşında bir Kaptan" da gördüğümüz Okyanus adaları, rasifler,
yerli ahali romancının uydurması değildi, oraları gezip dolaşmış gemicilerin,
misyonerlerin ve tacirlerin bizzat görüp anlattıkları realiteye dayanıyordu.
Dumas’nın tarihi romanlarda, mesela Üç Silahşörlerinde, bütün XVII. asır
Fransası, tarihi hakikate uygun manzarasile canlanıyordu. Çocuk kafası, bu
romanlarda maceradan maceraya atlarken, sayfalar boyunca karşılaştığı
hakikatlerle beslenebiliyordu.
Bu romanların resimli
olanları da vardı. Her formada, ekseriya tahta üzerine kazılmış, bugünkü
zevkimize göre pek iptidai, fakat o zamanlar bayıla bayıla seyrettiğimiz,
birkaç resim muhayyilemizin keşfedemediği hususiyetleri babacan bir uslubla
canlandırırdı. Amazon nehrinin ağaçlıklı sahillerini, balıkçı gemisine saldıran
balinaları adalarda oturan yerli halkın incecik piroglarını, ekmek ağacını,
kaplan tuzağını biz hep bu resimlerde seyrederdik. Bu resimleri yapanlar,
insanların kıyafetini ve tabiat manzaralarını, hakikatte olduğu gibi
aksettirmeye gayret ederlerdi. Nitekim çok sonraları mufassal coğrafya
kitaplarını karıştırmak fırsatını bulduğumuz zaman, bu roman resimlerile asılları
arasındaki benzerliğe hayran kalmıştık. Tarihi resimlerde de hakikate uymak
endişesi hâkimdi. Mesela XVII asrın kadın kıyafetleri, evler ve sokaklar,
kilise veya panayırlarda toplanan halk, romanlara hakiki manzara ve ölçüleri
içinde girerdi.
İlk büyük harbin
sonuna kadar, dünya çocuk edebiyatı, birbirinden tamamile ayrı iki büyük
dairede toplanmış gibi idi: Masallar ve romanlar. Masallar, temiz, kıvrak ve
sade bir üslup içinde, muhayyilenin bütün fantezilerine yer veren, çok eski ve
köklü bir nev’in devamından ibaretti. Henüz uzun romanlar okuma çağına basmamış
yavrulara hitap eden bu eserler, körpe çocuk kafalarına tabiat sevgisi ve iyi
ahlâk telkin ederlerdi. Romanlar ise, macera mihveri etrafında sıralanmış doğru
ve faydalı bilgilerin, hayırlı telkinlerin ve ibret verici neticelerin cazip
bir terkibi idi. Fakat ilk büyük harbi müteakip çocuk edebiyatı, hudut ve ölçü
tanımayan bir kazanç hırsının kurbanı olmaya başladı. Çocuğun tabii
temayülleri, bazı murabahacıların elinde, enine boyuna istismar edildi. Çocuk
muhayyilesi, arttıranın üstünde kalan ve zorlandıkça kazanç getiren sağmal bir
ineğe döndürüldü. İnsanoğlunun her zaafını kurnazca istismar edip de ileriyi
hiç düşünmeyen, sakatlanan kafaların ve bozulan vicdanların azabını duymayacak
tıynette bir takım insanlar, genç nesilleri, korkunç bir neşriyat tufanı içinde
tabii ve makul inkişafından uzaklaştırdılar, onları hoyratlıktan zevk alan
fantaziye düşkün, hakiki bilgiyi hor görüp tabiat üstü hadiselere inanan,
uydurma kahramanlara tapan, ölçüsüz, heyecanlanma sistemi bozuk, ahlaki
değerlere kayıtsız, ilme bigane, tesadüfe veya şansa bel bağlayan, egoist ve
kaba birer mahluk haline getirmeye gayret ettiler.
Resim bu efendilerin
elinde müthiş bir tuzak oldu. Yazıyı hazfederek, seri halinde resimlerle çocuk
muhayyilesini en korkunç cinayetler, en iğrenç desiseler, tabiatı ve mantığı
hiçe sayan manzaralar ve ilmi ihtira süsü verdikleri uydurmalarla perişan
ettiler. Bu kötü gıdaların zahiri cazibesine kapılan yavrular, büyüyüp de insan
içine karışınca, muhayyilelerindeki bezginlik, tecessüslerindeki uyuşukluk,
hatta vicdanlarındaki duygusuzlukla bütün cemiyeti haklı bir telaşa verdiler.
Yer yer bu çeşit neşriyatın aleyhinde şikayetler yükseldi, cemiyetin uğradığı
zararların bilançosu ortaya kondu, terbiyeciler, ana babalar, hatta Millet
Meclisleri harekete geldi. Son zamanlarda yapılan bir araştırma neticesinde,
Fransa’daki çocuk suçlulardan yüzde seksen sekizinin bu çeşit neşriyatın
tiryakisi olduğu anlaşıldı. Amerika’da resimle roman nevini geniş mikyasta sanayileştirmiş
olan magazin sahipleri, nihayet insafa gelerek neşriyatlarına terbiyevi bir
mahiyet vermek üzere istişari bir komite teşkil ettiler. Nihayet Birleşmiş
Milletlerin terbiye, ilim ve kültür teşekkülü olan Unesco da bu davayı ele
aldı.
Şüphesiz, bu gibi
neşriyatın sahiplerine kazanç temininden başka bir değeri yoktu. Gerek resim,
gerek yazı bakımından harcıalem şeylerden ibaretti. Fakat asıl tehlikeli
tarafı, bütün mevzuların çeşitli cinayetler, kanlı boğuşmalar, sadizm
seyyareler arasında harb, çete ve korsan vakaları, casusluklara inhisar
etmesiydi. Genç ve körpe kafalar, bu resimli hikayelerden adeta hunharlık dersi
alıyordu. Aynı zamanda içine ancak birkaç kelimenin sığınabildiği bu resimleri
kavramanın kolaylığı, çocuğu tembelliğe alıştırıyor, onda her nevi yazıda resim
görmek itiyadını kökleştiriyordu. Çocuk bu alışkanlıkla öyle bir hale geliyordu
ki, resimsiz yazılara karşı isteksizlik gösteriyor, kafasını mücerret mevzular
üzerinde çalıştırmak kabiliyetini kaybediyordu. Tabii, güzel örneklerden mahrum
kaldığı için, meramını düzgün bir dil ile, hatta hatasız bir imla ile ifade
etmek itiyadını da kazanamıyordu.
Dava, resimli
neşriyatın yasak edilmesi değildir. Yalnız resmin ve yazının daha makul
nisbetlerde kullanılması ve her şeyden evvel, bu nevi neşriyatın terbiye, ahlak
ve insanlık gayelerine uygun bir mahiyet almasıdır. Çocuğun zihni gelişmesinin
birer kilometre taşı olan alakalarına, kendisinin ve cemiyetin hayrını
düşünerek cevap vermek icabeder. Macera ve heyecan arayan bir çağa, tabiat ve
mantığın kadrosu dışında, fantezi alemini peşkeş çekmek, yalnız bu körpe
kafalar için değil, bizzat bu neşriyattan menfaat bekleyenler için de
tehlikelidir. Çünkü mutlaka bir an gelecek, en velüd uydurucular bile, her gün
daha şiddetli heyecanlar tatmaya alıştırılmış olan okuyucularının arzusunu
artık yerine getiremeyecektir. İşte o zaman, pek tabii olarak, bütün bu fantezi
dünyası, havası kaçan bir balon gibi sönecek ve ortada yalnız para hırsına feda
edilmiş zavallı çocukların hastahanelerde veya hapishanelerde dolaşan
hayaletleri kalacaktır.
Memleketimizde de kötü
neticelerinden korkmakta haklı olduğumuz bu korkunç neşriyatı önlemek,
hocalarla ana babalara düşüyor. Hükümetin alacağı tedbirlerden önce, Okul-Aile
Birliklerinin bu istikamette harekete geçmesi çok daha müessir olacaktır.
Yeni Sabah, 24.3.1949.