Perşembe, Temmuz 24, 2025

Mizojini ve empati

Karikatürü nereden aldığımı ne yazık ki hatırlamıyorum. Yirmili yılların sonlarından kalma olmalı. Ramiz’in çizgisine benziyor ama emin değilim. Bloga yüklenirken çözünürlüğü düştüğü için alt yazılar okunmaz hale gelmiş. O sebeple metinleri aktarayım:

İlk karede, diz çökmüş bir külhanbey kadın polise yalvarıyor: “Anam babam polis, kıyma bana!” İkinci karede, iki adam birbirine bıçakla saldırıyor. Kadın polis, korku içinde bağırıyor: “Amanın dostlar adam öldürüyorlar imdat!”

Üçüncü kare, devamı niteliğinde: Kadın, bıçaklanmış adamın başında çırpınıyor: “Eyvahlar olsun, adam öldürmüşler!” Dördüncü karede, bir polis kulübesinde çocuğunu emziriyor:“Nöbetim gelmişken şu yumurcağın sütünü vereyim.” Son karede ise, ayna karşısında makyaj yapıyor: “Devriyeye çıkacağım, tedarikli olayım.”

Klişe dolu, tipik bir kadın düşmanı karikatür. Gazetecilik bağlamı eksik ama çok da gerekli değil; mesaj yeterince açık. Karikatürün hedefinde, o dönemde Nezihe Muhiddin’in öncülüğünde mücadele eden Kadınlar Birliği gibi oluşumlar var belli ki. Erkek Babıâli dünyası, kadınların çalışma hayatına katılma taleplerini hem küçümsüyor hem de karikatürize ederek etkisizleştirmeye çalışıyor. Görüyoruz ki mizah, burada sistemin sopası.

Mesajlar şöyle özetlenebilir: Kadınlar bu işi yapamaz. Kadın korkaktır. Kaytarır. Makyaja düşkündür. Mesai saatinde çocukla uğraşır. Ciddiyetsizdir. İşe uygun değildir. Kısacası: Kadın, evinde otursun.

Ancak tarih şunu gösteriyor: Değil 30’larda, 1970’lerde bile evli kadınların çalışmaları için eşlerinden izin belgesi istenebiliyordu. Hatta bazı kurumlar, kadının kocasından “izinli olduğuna” dair resmi yazı talep ediyordu. Kadının, izinsiz çalıştığı gerekçesiyle işine son verilebiliyordu. Hukuki olarak bir hakkın tanınması, onun hemen hayata geçeceği, içselleştirileceği, yaygınlaşacağı anlamına gelmiyor. Bu tür eşikler çoğu zaman görünmez duvarlarla örülü.

Benzer bir şey ailece yaşadığımız absürt bir olayda da karşımıza çıkmıştı. Otuz yıl kadar önce, Ankara’da mahalle esnafının karısı anneme dönüp şöyle demişti: “Düzgün kadın olsan çarşıda oturmazsın.”

Kastettiği, çalışmak bile değildi; yalnızca “çarşıda ikamet etmekti”. Bu cümleyi yıllarca gülerek andık ama şimdi dönüp bakınca o cümlenin ardında devasa bir sistemin sızdığını görüyorum.

Peki karikatürü çizen, yayınlayan kişiler kimler? Yüksek eğitimli, entelektüel, dönemin seçkinleri… Ama o esnaf kadının zihniyetinden çok da farklı düşünmüyorlar. Kadın evde oturmalı. Kamuya çıkmamalı. Karikatür, o sessiz mutabakatın görsel ifadesi.

Bugün böyle bir karikatür yayımlanabilir mi? Muhtemelen hayır. Yayımlansa da “linç” denen refleksle karşılaşır. Ama mesele sansür değil. Mesele empati. Bu tür içerikler artık sadece “ayıp” ya da “riskli” bulunduğu için değil, çoğu insanın gerçekten içselleştirdiği bir duyarlılıkla karşılanıyor.

Çünkü asıl mesele şu: Merhamet, insanın en geç öğrendiği duygulardan biri. Empati ise lüks sayılabilecek az bulunur bir refleks. Bir başkasının yerine kendini koymak, hele ki o kişi “azınlık”, “öteki” ya da “görünmez”se — işte bunu yapabilmek hâlâ zor.

Linç korkusu, bazen merhametin karikatürüdür. Gerçek empati ise gösterilmez, yaşanır.

Çarşamba, Temmuz 23, 2025

Kıkırda!


 

Aracınız sanatçı değildir

Yapay zeka sanat üretir mi? Evet. Peki sanatçı mıdır? Hayır, asla. 

Yapay zeka, sanatsal üretim yapmakla birlikte bir sanat aracı değil, toplumsal sorumluluk taşımakla birlikte vicdani bir akıl hiç değil.  Önceliği, yaratıcılık göstermek ve yenilik yapmak değil, hemen her koşulda ihlalleri önlemek.

Çünkü o bir sanatçı değil; bir araç, bir yapay zekâ modeli. Sanat üretmesi demek, bir kullanıcı isteğini yorumlaması demek. Ve bu yorumlama süreci, yalnızca estetik ya da içerik taleplerine değil, etik kurallara, toplumsal normlara ve yasal sınırlandırmalara bağlı.

Sanat, malum, tarihsel olarak her zaman sınırları zorlar. Cinsellik, şiddet, tabular, siyasi eleştiri, toplumsal normların bozulması… Sanatın en büyük işlevlerinden biri, bastırılmış olanı görünür kılmak, toplumu rahatsız eden imgelerle yüzleştirmektir. Egemen ahlakın karşısına sanatın özgürlüğü çıkar.

Oysa yapay zeka bunu yapamaz, bir sanatçının yerine geçemez. Kendiliğinden yaratamaz, siyasi ya da estetik bir risk alamaz, bir değerler silsilesi üretemez. Ve hepsinden önemlisi, yaptığı çalışmanın arkasında duramaz, sorumluluğunu üstlenemez. Onun için sorumluluk, hukuki, etik, sosyal sorumluluk anlamına gelir.

Yapay zeka kullanarak görsel ürettiğim için eleştiriliyorum, kimi arkadaşlarım yüzüme de söylediler, bir kısmını başkalarından duydum. Herkese anlattığımı yineleyeyim,  Photoshop çıktığında ağlayan grafikerler gördüm. 

Böyle bir keşif ve üretim alanı artık var ve ne kadar kavga ederseniz edelim, ne kadar sevmezsek sevmeyelim, bu gerçeği değiştiremeyiz. Var işte ve hep birlikte kullanacağız. Yaptığım işler nedeniyle ileride ben de mağdur olabilirim, klişeleri yapay zeka kolaylıkla üretiyor çünkü. 

Hissettiğimi yazayım, olumlu tarafından bakıyorum, ben "aracı" gayet ansiklopedist ve  yaşadığım hayata bakarak gayet “demokratik” buluyorum. Tabii ki endişe duymamızı gerektirecek tartışmalı çok yönü var, ne ki, olumlu yönleri bence onlardan fazla... Aracı bilmeye ve öğrenmeye, onunla rekabet etmeye mecburuz. 

Salı, Temmuz 22, 2025

Genjlik

Bir arkadaşım  "insan kaç yıl genç kalabiliyor?" diye sormuştu seneler önce. Üzerine uzun uzun konuşmuştuk. İnsanın erken büyümeye zorlanmasından…Ailelerin, öğretmenlerin, toplumun dayatmalarından, Sınavlardan, başarı kıskacından, yenilgi korkusundan… Bir an evvel “yetişkin” olmaya itilmemizden…

Ve şöyle demiştik sonunda: Bir insan, gerçekten özgür kalarak, meydan okuyarak, sürüye katılmadan … Ancak bir ya da iki yıl genç kalabilir. O da aralıklı. Parça parça. Toplayabilirsen. O zaman öyle demiştik. “Ancak o kadar.”

Abartmış mıydık acaba, ya da bugün çok bile söylemişiz mi demeliyiz, sahiden bilemiyorum...

Mesele, bu kadar çok insanın gençlik pozu yapmasından çıkmıştı, kaçan gençliği kovalamasından, gençleşmeye çalışmasından, bu kadar çok gencin ihtiyarlar gibi düşünmesinden filan...

İçinde yaşadığımız hayatın gerginliği nedeniyle insan şunu düşünmeden edemiyor, bizim gibi ülkelerde insanlar kaç yıl genç kalabiliyor, kaç yıl çocuk kalabiliyor?

Pazartesi, Temmuz 21, 2025

Milano'ya Giden Yol

Çok isteyip de bir türlü okuyamadığınız, çocuksu bir merakla kavuşmayı beklediğiniz bir kitap, bir hikâye ya da bir çizgi roman oldu mu hiç? Biliyorum, biraz bayat bir gazeteci girizgahı oldu ama size kendi “okuyamama” hikâyemi anlatacağım. Bir kavuşma hikayesi  de diyebilirdim…

Yıl 1977. Tarkan’ın yeni macerası olan Milano’ya Giden Yol’un Hürriyet’te tefrika edileceği ilan ediliyor. Bizim evde o ara Milliyet alınıyordu, haliyle okuyamayacağım. Meraktan kavruluyorum. Yayının başladığı ilk gün harçlığımla gidip gazeteyi aldım. İlk cümlesi hâlâ kulağımda: “MS 452 yılında…” Aynı cümleyle yıllar boyunca onlarca hikâye yazdım.

Ertesi yıl babam Hürriyet almaya başladı. Nihayet, serüveni düzenli okuyacağım derken… Her şey bir anda altüst oluverdi. Serinin yaratıcısı Sezgin Burak intihar etti. Aklımda kaldığı kadarıyla, bir misafirlik sırasında, pencereye çıkıp tüm ikna çabalarına rağmen kendini aşağı atıyor.

Dokuz yaşındayım. Ne böyle bir ölümü kavrayabiliyorum ne de Tarkan’ın akıbetini… Hikâye yarım kalıyor.

Dört yıl sonra garip bir şey oluyor. Bulvar gazetesi Tarkan’ın yarım kalan hikâyesini tekrar yayımlamaya başlıyor. Acaba biri mi tamamlayacak derken ilk gün bir Tarkan posteri veriyorlar. Gidip alıyorum ama yine takip edemiyorum. Bulvar, bizim evde satın alınması mümkün olmayan kıytırık gazetelerden.

Sonra öğreniyorum ki serüveni Özcan Eralp tamamlamış — ya da tamamlamaya çalışmış. İlk kitabımı yazarken, henüz 21 yaşındayım, İstanbul’da Özcan Abi’yle röportaj yapıyorum. Tarkan’ı da, “Milano’ya Giden Yol”u da konuşuyoruz. Aklımda çünkü.

Ertesi yıl Milli Kütüphane’de arşivde çalışırken gidip gazeteyi buluyorum… ne ki saçma bir şeyler oluyor yine okuyamıyorum. Niye ki diyenler çıkabilir? O yıllarda cep telefonu filan yok, fotoğraf pahalı, fotokopi ayrı masraf. Oturup okuyarak notlar alırdım. Bugün tek bir işe yaramayan notlarla dolu defterlerim var...

Yakın zaman önce, Sezgin Burak’ın çocukları Tarkan’ı haftalık dergi olarak yayımlamaya başladı. E güzel, bu kez okuyabilirim artık derken o dergi de satmadı ve serüven yine yarım kaldı.  Zagor ile Çiko, oturup ağlasalar yeridir.

Geçtiğimiz aylarda bir koleksiyoncu, Özcan Eralp’in Bulvar’da çizdiği serüvenleri kendi imkanlarıyla çoğaltmış-basmış, satıyor, “Alır mısınız?” dedi. Elbette! dedim. Sonunda okuyabilecektim. Kitaplar geldi… bir baktım içlerinde   “Milano’ya Giden Yol” yok!

1978’de okuyamamışım. 1983’te tamamlanmış, yine okuyamamışım. Tam 42 yıl. Koleksiyoncuya yazdım. Bir başkası gazeteden fotoğraflamış, bir sonraki basıma eklenecekmiş. “Ben yine satın alırım” dedim. “Ama pdf’ini şimdi verin, okuyayım.”

Senaryo işlerim bitince oturup okudum ama okudum dediğime bakmayın, çocukken büyülendiğim şeylerle yeniden karşılaşırken ciddi biçimde korku duyuyorum. "Tereddütler ve ihtilaçlar içinde" kıvranarak okudum. Hem hikâye çok dağınıkmış, hem de Özcan Eralp dahi hikâyeyi bitirmemiş, yine yarım bırakmış...Hikâye, şehirde geçerken, almış Tarkan'ı şehir dışına çıkarmış, yaralamış, bir mağaraya götürmüş, orada geçmiş hikayeleri biri kere daha çizmiş, sonra dışarı çıkarmış, kendi hikayelerini anlatmaya başlamış. Ne Milano kalmış ne benim merakım...  

Off of Mıstık Abi…“Gök düşsün, hayaller yerinde dursun” derdin sen, değil mi? Yoksa demez miydin?

[Not: Sezgin Burak’ın “de-da” eklerini ayıramadığını ve koca Hürriyet gazetesinde kimsenin bunu düzeltmediğini onca yıl sonra fark etmek de tuhaf bir his. Sonra neden çizgi romanlar küçümsenirdi diyoruz.]


Pazar, Temmuz 20, 2025

Başarısızlığın Piyasa Değeri: “Fail Culture”

Hepimiz farkındayız, sosyal medya, mutluluk, başarı ve güzellik “manzaralarıyla” dolu. Herkesin bu kadar başarılı ve güzel olduğu bir dünyayla rekabet etmek kolay değil. İnsanlar artık sadece fotoğraf çektirebilmek için bile zayıflıyor, spor yapıyor ya da seyahat ediyor. “Bakın ne kadar başarılıyım, mutluyum ve çekiciyim” diyebilmek sahiden külfetli ve yorucu hale geldi.

Bu içeriklerin vahim ya da tekinsiz tarafı, “sıradanlık” ya da “başarısızlık” gibi temel insani deneyimleri görünmez kılmasında yatıyor. Oysa hepimiz bunun bir tür kurgu olduğunu biliyoruz ama yine de etkilenmeden duramıyoruz.

Peki “başarısız” olmak bizi bu kadar korkuturken, “başarısızlara” ve “başarısızlığa” nasıl bakıyoruz? Onları görmezden mi geliyoruz, yoksa kendimize mi malzeme ediyoruz?

Geçtiğimiz günlerde bir yönetmen arkadaşım, bir proje için YouTube yöneticileriyle görüşmüş. Sohbet sırasında sıkça “başarısızlık” hikâyelerinden söz edildiğini anlattı. Yalnızca YouTube değil; hemen tüm büyük dijital mecralarda başarısızlık hikâyelerinin ciddi ilgi gördüğü anlaşılıyor.

İnsanlar başarısızlık ve çuvallama hikâyelerini neden bu kadar çok izlemek istiyor.

Tahmin edileceği gibi, bu hikâyeler insanlara daha sahici geliyor. Popüler kültürün bilinen kuralıdır: İnsanı insana yaklaştıran, bağ kurduran hikâyeler çoğu zaman “gösterişsiz” olanlardır.

Bunu bir tür “gerçeklik açlığı” olarak nitelemek mümkün. Başarı imgelerine artık inanmıyor, onları boş ve yapay buluyoruz. Fiyasko ise bize daha samimi, daha dürüst geliyor. Kendimizi daha iyi hissettiriyor. Çünkü aslında başarı hikâyelerinden sıkılmış durumdayız. Filtrelenmemiş, cilasız anlatılara meylediyoruz. Zira her birimiz istisnasız çuvallıyoruz ama bu anları videoya çekip paylaşmıyoruz. Galiba başkalarını çuvallarken görmek içimizi rahatlatıyor. “Sadece ben değilmişim” duygusunu yaşıyoruz; hatta kimi zaman empati bile kuruyoruz.

Psikolog değilim ama belki de bir başkasının utancı ya da saçmalaması, kendi kırılganlıklarımıza merhem oluyor. Ve bu, bir süreliğine bile olsa, bize iyi geliyor.

Şunu sormasak olmaz tabii. Peki, biz gerçekten başarısızlığa alan açıyor muyuz, yoksa onu da bir gösteri malzemesi haline mi getiriyoruz?

İngilizce’de buna artık bir ad veriliyor: fail culture. Başarısızlık, çuvallama, rezil olma anlarının estetikleştirilip eğlenceye dönüştürüldüğü bir dijital kültür biçimi bu. Yüksek meblağlar kazanıldığı için “Cringe economy” (utanma ekonomisi) adlandırması da yapılıyor. Para devreye girince doğal olarak iş zıvanadan çıkıyor. Yukarıda insanlar yapaylıktan ve filtrelerden bıktı demiştim, “gerçek” diye sunulan yeni içerikler de para getirdikçe kurgulanmış, seçilmiş, pazarlanmış ürünlere dönüşüyorlar.

Burada da akademide yakın zamanlarda çok kullanılan bir kavram çıkıyor karşımıza. Gerçek görünmeye çalıştıkça yapaylaşmak anlamındaki authenticity paradox.

İlk fırsatta devam edeceğim. 

Cumartesi, Temmuz 19, 2025

Popüler kültürün yeni küratörü

Yapay zekâ için fazla heyecanlandığımı düşünen arkadaşlarım var. Bunu zaten inkâr etmiyorum. Kalpsiz değilim, yapay zekânın insanların işlerini ellerinden alabileceği endişesini görmezden gelmiyorum.

Öte yandan -burayı gülümseyerek yazıyorum- bizim gibi ülkelerde yapay zekânın bazı işleri insanlardan daha doğru yapabileceğini düşünmeden edemiyorum. Hatta yer yer daha hakkaniyetli, daha tutarlı ve daha yaratıcı bile olabileceğinden eminim.

Yapay zekânın sahip olduğu potansiyel kadar, taşıdığı tehlikeler de var. Bunların başında klişe üretme kapasitesi geliyor. Yalnızca dil üretmiyor, aynı zamanda kalıpları çoğaltıyor, onları yeniden dolaşıma sokuyor. Popüler kültürü sadece yansıtmıyor; onu yönlendiriyor, filtreliyor, standardize ediyor. Kendi anlatım biçimini, karakter arketiplerini, görsel estetiklerini yaygınlaştırarak bir içerik normuna dönüştürüyor. Global ölçekte üretim yaptığını, içerikleri trend haline getirip tüm platformlara yaydığını unutmayalım. Frankfurt Okulu’nun “kitle kültürü” dediği şeyi bugün büyük ölçüde yapay zekâ biçimlendiriyor.

Üstelik yalnızca içerik üretmekle kalmıyor; neyin üretilemeyeceğini de kodluyor. Yazılmaması gerekenleri, gösterilmemesi gerekenleri tespit edip dışarıda bırakıyor. Böylece yalnızca estetik değil, etik ve siyasi sınırları da tanımlıyor. Bu da onu sadece bir araç olmaktan çıkarıyor; bir filtreye, bir denetleyiciye, bir tür ideolojik silaha dönüştürüyor.

Yapay zekâ “evrensel” bir dil sunduğunu iddia etse de belirli varsayımlarla çalışıyor: liberal birey, seküler devlet, kapitalist piyasaya göre hareket ediyor. Bu nedenle yerel dilleri, marjinal sesleri, kültürel farklılıkları sönümlendiriyor. Her şeyi tek bir düzleme çekiyor. Homojen, steril ve standart bir estetik evren yaratıyor. Kültürel norm gibi görünen şey aslında sistemik (yeknesak batılı) normalleştirmeden başka bir şey değil.

Geçenlerde bir arkadaşım: “Senin Angaralı yerelliğini bile sistemin estetiğine uyduruyor bu yapay zekâ!” dedi bana. Sonra gemi azıya alıp işi at terbiyesine kadar getirdi. Güldük. Çünkü aslında kırk yıldır bu eleştirileri konuşuyoruz: kültürel emperyalizm, popüler kültürün hegemonyası, medyanın yönlendirici gücü… En azından ben akademideyken benzer şeyleri anlatırdım. Hatta sınıfta içi kararan öğrencilere hiç şaşmaz şöyle derdim:

“Egemen olanı sorgulayacaksınız. Onun yaptıklarını ifşa edecek, bastırılanı görünür kılacaksınız, her zaman direneceksiniz. Size verileni ya hiç tüketmeyeceksiniz ya da bilinçli tüketeceksiniz. Üretmek mi istiyorsunuz? Popüler kültürü, ne olduğunu bilerek, içeride kalarak, onun klişelerini kullanarak başka türlü 'yaşayacaksınız', başka türlü hikayeler üreteceksiniz.”

Başka da çare yok, karşımızda bir heyula var... İçindeyiz ve yaşıyoruz. Başka bir akıl yürütmesi gerekiyor bize. Dağılabiliriz Romalılar. Mıstık abi, iyi oldu di mi Orkun Kökçü? Çok para yaa...


Cuma, Temmuz 18, 2025

Zihnin Rehinesi Olmak: Mental hijack

Bu görseli ilk tasarladığımda neyi çağrıştırdığını tam olarak bilmiyordum. Çevremde, çoğunlukla dürtüleriyle hareket eden insanlar var. Bazen kendi kendime “Birinin esiri olacaksam aklın esiri olayım” gibi cümleler kuruyordum, esprili bir dille.

Yapay zekâ ile oynarken bu fikri bir sahneye dönüştürdüm. Sonradan öğrendim ki, bu duruma psikolojide “mental hijack” deniyormuş.

Dilimizde tam karşılığı olmasa da, duyguların aklı ele geçirmesi gibi bir anlam taşıyor. Yani düşüncelerimizin, davranışlarımızın ve kararlarımızın; stres, travma, anksiyete, bastırılmış öfke ya da geçmiş deneyimler tarafından “ele geçirilmesi” demekmiş…  

Vayyy” dedim içimden, “akıl sağlığımızın rehin alınması gibi bir şey bu…”  Meğer öfke anında mantıklı düşünememek de bir çeşit mental hijack sayılıyormuş.

Biraz daha araştırınca “amygdala hijack” denen bir kavramla karşılaştım. Amigdala, beynimizde yer alan badem büyüklüğünde iki küçük nöron kümesiymiş.

Duygusal belleğimizin merkezi olduğu için, yoğun korku ya da öfke anlarında beynin mantıklı karar veren kısmını devre dışı bırakabiliyormuş. Sanırım “mental hijack” kavramı da buradan esinlenerek doğmuş — yanılıyor olabilirim.

Günlük yaşamda ve sosyal medyada bu terim, algoritmaların bizi zihinsel olarak “rehine alması” anlamında da kullanılıyormuş. Aşırı kaygı dolu düşünce döngülerine kapılıp gerçeklikten uzaklaşmak gibi…

Yani zihninin efendisi değil de, zihninin esiri olmak. Benim gibi bir serüvenci illa ki şunu sorar Mıstık abi: "Zihin silahı çektiğinde teslim mi olursun, pazarlık mı edersin?"

Perşembe, Temmuz 17, 2025

Hacı yatmaz

Hacı Yatmaz, Cevat Fehmi Başkut'un yazdığı bir tiyatro oyunu. Dost dergisinde hakkında çıkan tartışmalara rastlayana dek oyunu duymuş değildim, meraklandım, metni bulup okudum. 

Oyun metnini içeren kitabın (1972) ilk sayfalarına bir not düşülmüş: "Bu eser 1961-1962 mevsiminde İstanbul Şehir Tiyatrosu ve Ankara Devlet Tiyatrosunda temsil edilmiştir." Yanlış bir bilgi olabilir, dergideki tartışmalara bakılırsa oyun Ankara'da 1960 sonunda sahnelenmeye başlamış çünkü.

Hacı Yatmaz, Aziz Nesin'in çok satar romanından ve filminden dolayı popüler olan Zübük karakterinin öncülerinden sayılabilir, "her devrin adamı" olan kurnaz, her bakımdan bayağı, kaypak, değişen zamana ve iktidara yamanabilen pragmatik bir "siyasetçiyi" anlatıyor. Mizah edebiyatımız, otoriteye yanaşan, yaltaklanan, sırtaran, kıvıran, uyduran "dalkavuk" tiplemesini çok sever. Hatta, siyaset ve siyasetçiyi bu klişeyle anlatma alışkanlığı vardır diyebilirim. Hal bu olunca, Başkut, bilinen bir klişeyi tiyatronun ve sahnenin imkanlarıyla yorumlamış... 

Peki niye tartışma yaratmış, neden bu kadar çok eleştirilmiş derseniz eğer... Bana 27 Mayıs sonrasında sahnelendiği için bir cayırtı kopmuş gibi geldi... Çok değil altı yedi yıl sonra sahnelenseydi, ilk kez o zaman seyirci karşısına çıkmış olsaydı, böyle bir tartışma olmazdı. 

27 Mayıs ertesinde, kültür sanat dünyasında, o çevrenin etki alanlarında bir "devrim oldu" hissiyatı çok ama çok güçlü...  Askerlere olan muhabbet, geleceğe yönelik iyimserlik, 27 Mayıs'ın yeni bir kurtuluş savaşı zaferi olduğuna dair inanç benzersiz... Çok değil beş yıl içinde bütün o iyimserlik kayboluyor... 

Nezihe Meriç'in Hacı Yatmaz eleştirisinden kısacık bir alıntı: "Bu devrim, insanın rezil edilişine, batışına, açlığa, ahlaksızlığın alıp yürümesine bir başkaldırıştır. Bir karşı çıkıştır. İnsanlığımızı kurtarmak için bir topluluğun topyekün kelleyi koltuğa alışıdır. 27 Mayıs burada büyüktür, kutsaldır. Ona dokunulamaz."

Oysa oyunun sonunda o hacıyatmaz Rıza Şeker, askerlerle de işbirliği yapıyor, dümenini bu kerre onlara kırıyor... Eleştiriler en çok burada yükseliyor, bu benzersiz devrim nasıl olur da sıradanlaştırılır gibi gibi...

Meriç, yazdıklarına bakılırsa, oyundan (bir komediden) üzüntüden ağlayarak çıkmış, bugünden bakılınca şaşırtıcı gelebilir, o günlerin ruh haliyle ne hissettiğini ancak tahmin edebiliriz.  

Dost dergisinin sahibi Salim Şengil ve eşi Nezihe Meriç, sahiden çok ilginç bir ikili. Özellikle Ankara'daki pek çok kültürel etkinliği izleyip sert eleştiriler yazıyor, heyecanlı bir öfkeyle polemikler üretiyor, cidden ürkütücü bir ehlivukuf olarak kendilerini gösteriyorlar. 

Hacı Yatmaz tartışmasını Meriç başlatıyor, ertesi ay, çeşitli yazarlardan görüşler aldığı bir soruşturma açıyor ve oyuna, Başkut'a, Devlet Tiyatrolarına, Edebi Heyet'e, Hacı Yatmaz'ı kendileri gibi eleştirmeyenlere, halkın geriliğine, oyunun başrol oyuncusu Saim Alpago'ya (ben başka bir sözcük seçemiyorum) şiddetle saldırıyorlar. 

Başkut, Cumhuriyet'teki köşesinde kaç cevap verdi bilemiyorum ama bir tanesini paylaşmışlar, o da eleştirileri pek sakin karşılamamış, polemiğin hararetine kapılmış, jurnalci demiş, Meriç'in gazete tarafından reddedilen roman dosyasına kadar getirmiş işi... 

Dost'un Ocak ve Şubat 1961 sayılarına bakılabilir, meraklısı için malzeme bol.... 

Başkut, bana kalırsa, mizah yoluyla Milli Birlik Komitesini o tıynette insanlara karşı uyarmak istemiş, Türk Tiyatrosu dergisinde tartışmalar sonrasında olmalı (Mart 1961) şöyle demiş çünkü: "Hacıyatmaz demek ister ki, bu memlekette devirler değişiyor, partiler gelip geçiyor (…) Bu hengamede  yalnız bir tek adam var ki, o daima ayakta kalıyor: Dalkavuk. O, binanın temelindeki çamur, o, ağacın gövdesindeki kurt, o, hastanın kanındaki mikrop... Eğer onu ortadan kaldırmanın çaresini bulamazsak milletçe daha çok çekeceklerimiz var." 

Meriç ise askerlerin bir dalkavuk tarafından kandırılabileceği fikrine bir espri olarak dahi katlanamamış, kıssadan hisse filan değil devrime ihanet saymış... Benim tüm okuduklarımdan çıkardığım sonuç bu... 

Ne dense boş, Hacı Yatmaz oyunu, komite ve askerlerce önce metin olarak okunmuş, sonra sahnede izlenmiş ve onaylanmış, yani Nezihe Meriç gibi düşünmemişler... 

Hamiş, herkesin bir devrimi var, hiçbiri birbirine benzemiyor.


Çarşamba, Temmuz 16, 2025

Orwell ve 1948 Model Yangın Zili

George Orwell’in ünlü romanı 1984, hemen her kültürde bir long seller oldu, bizde de çok satıyor ve biliniyor. Orwell, bu tercihinin gerekçesini hiç konuşmasa da, kitabı 1948’de yazar, son iki rakamı ters çevirerek sadece kitabın ismini seçmez, “geleceği” de işaret eder: 1984.

Orwell, kırklı yılların sonunda, totaliter rejimlerin yakın geleceğin kabusu olacağına inanıyordu. Romanda anlattığı gelecek toplumunun o kadar uzak olmadığını vurgulamak istiyordu.

Stalin karşıtıydı ve romanda, Stalinist Sovyetler’in propaganda, gözetim ve dil kontrolü pratiklerini abartarak hicvediyordu. İlgilisi bilecektir, tıpkı Hayvan Çiftliği gibi bu romanının da (her ne kadar Orwell Troçkist olmasa da) Troçkist bir yönelimi vardır. Parti’nin başındaki Büyük Birader, mutlak lider Stalin’in izdüşümüdür. Goldstein karakteri ise Troçki’nin alegorisidir: Sistem karşıtı, “ihanetle” suçlanan ve sürgünde olan  rejim kurucusu bir figürdür. Tıpkı Hayvan Çiftliği’ndeki “Snowball” karakteri gibi...

Troçkistler için Sovyet devrimi, Stalin’in gelişiyle birlikte bürokratik bir karşı-devrime dönüşür, kendi çocuklarını harcayan totaliter bir gözetim devleti haline gelir. Özgürlük ve eşitlik gibi idealler berhava olur. Troçki’nin Stalin’e yönelik en büyük suçlamalarından biri, tarihin tahrif edilmesi ve geçmişi yeniden yazılmasıydı. 1984’teki Gerçek Bakanlığı da tam olarak bunu yapar, geçmiş sürekli olarak yeniden yazılır.

Kişisel olarak romanı fazla karamsar bulurum, karamsarlık da bir tür kör kuyudur çünkü. Raymond Williams’ın benzer eleştirileri varmış, okuyunca hoşuma gitmişti. El hak, kitabın övülesi bir fikrî netliği var ama edebi olarak, karakterlerin herhangi bir “psikolojik derinliği” yok… Politik didaktizm türünün iyi bir örneği sayılabilir. Feminist eleştirmenler Julia karakterini “klasik erkek fantezisi” olarak tanımlıyorlar — sahici bir muhalifi karakter olmadığını, Winston’ın duygusal döngüsünü tamamlaması için bir araç gibi kullanıldığını söylüyorlar, ki doğru. Orwell’in amacı bir romandan çok, bir uyarı metni yazmakmış bence. Siyaseten  “yangın ziline” basmak istemiş… Ve roman tam da bu nedenle kültleşmiş, abartı, distopyanın gücüne dönüşmüş olabilir.

1989’da Doğu Bloku çökünce,  Orwell’in kehanetlerinin doğru çıktığı filan söylenmişti. Tabii ki doğru değildi, 1984 romanında anlatılan dünya, totaliterliğin küreselleşerek kalıcı olduğu bir dünyaydı. Doğu Blokunun çöküşüyle, o yapının  sürdürülemez olduğunu kanıtlanmıştı. Orwell’in distopyası sürmemişti yani.

Sıklıkla karıştırılır, bilim kurgu, geleceği değil şimdiki zamanı anlatır ve eleştirir. Orwell’in kahinlik yapmak istediğini sanmıyorum, “ne olacakla değil, “ne oluyor”la ilgilendiğini düşünüyorum.  Gerçeğin devlet tarafından tahrif edilmesi, propaganda ve gözetim toplumunun yükselişine bakılırsa, evet kehanetleri doğru çıktı. Orwell’in asıl öngörüsü, baskı rejimlerinin doğası ve insan zihninin kontrol edilme biçimleriyle ilgiliydi. 

Bu açıdan bakarsak, 1984, günümüzün gözetim kapitalizmine, dijital manipülasyona ve post-truth siyasetine kadar uzanan bir uyarı metni olarak geçerliliğini koruyor. O yüzden ilüstrasyonlarda Orwell’in eline bir cep telefonu verdim ve sevdiğim bir 1984 kapağını telefonla yeniden yorumladım.  

Salı, Temmuz 15, 2025

Kılıç ve Kuş

Ellili yıllarda popüler kültürümüz, Amerikan pulp edebiyatına gösterilen ilgiye bağlı olarak bir yandan hiç olmadığı kadar erotize olurken bir yandan da cinsellik ve cinsiyet rolleri bakımından sert bir biçimde denetleniyordu. Zeki Müren’in yükselişi bu çelişkili zeminde gerçekleşti. Geçtiğimiz günlerde Zeki Müren’le ilgili olduğu için ayrıca satılan (bu yazıya vesile olan) 1955 tarihli bir Akbaba mizah dergisi sayfasına denk geldim. Sayfada Zeki Müren’in karikatürize edildiği bir fıkra ile genç Suat Yalaz’ın çizdiği bir portre vardı. Ellili yılların toplumsal iklimi, Müren’in kamusal temsili ve yakinen tanıdığım Yalaz’ın yıllara yayılan takıntısı hakkında bir şeyler söylüyordu.

Fıkra şöyle: Zeki Müren, üstad Kemani Sadi Işılay’la birlikte İstanbul’a trenle geliyor. Kompartımana “güzel bir genç kadın” giriyor. Müren’in karşısına oturuyor. Onun ilgisini çekmek için önce eteğini sıyırıyor, göğsünü açıyor, çorabını düzeltiyor, süveterini çıkarıyor. Yani “kadınlık repertuvarını” sonuna kadar kullanıyor ama Müren ilgisiz. Kız sinirlenip dışarı çıkıyor. O sırada Sadi Işılay şaşkınlıkla "ben senin yaşındayken (kaçıp giden kadını kastederek) uçan kuşu kaçırmazdım" diyor, Müren de kuş taklidi yaparak kollarını sallamaya başlıyor, "Pırr pırr!" 

Esprinin doruk noktası, Müren’in kuş taklidi yaparak “pırr pırr” demesi. Bu taklit, hem “uçan kuş” mecazını somutlaştırıyor hem de feminen jestlerle açık bir ima barındırıyor. Dolayısıyla bu, yalnızca gülünç değil, o dönem için cinsel yönelimi ima eden alaycı bir temsil. Erkekliğini “kanıtlamayan”, kadın ilgisine karşılık vermeyen adamla dalga geçen, onu “kuş” gibi hafif, “uçucu”, yani “kadınsı” bulan bir mecaz.

Sorsanız o dönem Zeki Müren’in eşcinselliği açıktan konuşulmazdı derdim, ama bu fıkra gösteriyor ki sarkastik biçimde işaretleniyor, hatta mizah yoluyla saldırılıyormuş. Yani doğrudan değil, şifreli, gülerek, üstü örtülü.

Beni çeken şey ise fıkranın altındaki genç Yalaz’ın Zeki Müren portresi oldu. Bu portre, yıllar boyunca Yalaz’ın Müren’e ve eşcinselliğe bakışıyla birlikte düşünüldüğünde bana daha da ilginç geldi.

Yalaz, Zeki Müren’i sevmezdi. Daha doğrusu ona gösterilen ilgiyi anlamaz, hazzetmezdi. Sohbetlerimizde bunu açıkça dillendirmişti. Hatta birinde: “Gençken sesim çok güzeldi, bir dönem şarkıcı olmak istedim. Ama Zeki Müren’i dinledikten sonra böyle bir sesle, bir erkek olarak rekabet edemeyeceğimi anladım” demişti.

Buradaki “bir erkek olarak” vurgusu önemli. Aslında onun sesinden değil, temsil ettiği “başka tür” erkeklikten rahatsız olmuştu. Zeki Müren sadece bir ses değil, farklı bir erkeklik tahayyülüydü ve bu, Yalaz’ın inşa etmeye çalıştığı “erkek kahraman” dünyasıyla çelişiyordu.

Yalaz’ın çizgi romanlarında (özellikle Karaoğlan’da) erkek eşcinselliğine rastlayamazsınız. Ne düşmanları efemine çizmiş ne de bu temaya dair alışılageldik aşağılayıcı kodlara yer vermiştir. Elbette bu bir duyarlılık göstergesi değil, dışlama ve görünmezleştirme arzusundan kaynaklanan bir durum. Oysa aynı dönemin Tarkan, Kara Murat ya da Malkoçoğlu gibi örneklerinde eşcinsellik düşmanları karikatürize etmenin en yaygın yollarındandır: Bizanslılar, Romalılar, soylular ya da Frenk prensleri çoğu zaman feminen, makyajlı ve ne olduğu “anlaşılan” tiplemeler olarak resmedilirdi. Yalaz bu aşağılamayı bile yapmamış, adeta eşcinseller hiç yokmuş gibi davranmıştı demek istiyorum.

Diğer yandan, kadın eşcinselliğini -belki erotik bulduğu için- ısrarla öne çıkarırdı. Bu da aslında o dönemin erkek bakışını, yani “sadece fanteziye hizmet ettiği ölçüde görünebilen bir eşcinsellik” anlayışını ortaya koyuyordu.

1996’da, Zeki Müren’in ölümünün ardından duyduğu tepkiyi çizmişti de…Yandım Ali çizgi romanında geçen bir sahnede, Osmanlı askerleri Arap çöllerinde perişandır. Biri isyan eder: “Zenne Ramiz öldü diye İstanbul kan ağlıyormuş. Cenazesine bir halifenin gitmediği kalmış.”

Müren için yapılan cenaze törenlerine, devlet erkanının katılımına, halkın yoğun ilgisine açık bir tepki gösteriyordu. Hatta çizdiği sayfa bir dergide haber olmuş, Yalaz çizdiklerini fotokopi ile çoğaltarak o dönem bana ve (eminim birçok başka kişiye) özellikle yollamıştı. Gösterdiği enerji nedeniyle not düşeyim, bu konuda bir konuşmamız veya onunla aynı fikirde olmadığımı gösteren bir yorumum hiç olmadı. Muhtemelen, hemfikir olduğumuzu düşünüyordu.

Kimse kimseyi sevmek zorunda değil, hatta “ölünün arkasından konuşulmaz” denir ya, buna da katılmam. Hepimiz kamusal alanda yaptıklarımızla eleştirilebiliriz. Yalaz da bunu yapmış, Zeki Müren’e kırk yıl boyunca mesafesini korumuş. Beni etkileyen şey de bu zaten: Bir fikri, bir temsiliyet biçimini, bir hayat tarzını yarım asır boyunca sürekli dışlamış ama hep takip etmiş olması.

Ne denir buna? Takıntı, nefret, rekabet, kabullenemeyiş…

Bir dergi sayfasından dönemin erkeklik krizlerini, popüler kültür çatışmalarını ve temsiliyet mücadelelerini açığa vuran bir mambo jambo. İşte bu yüzden, “pırr pırr” fıkrası ve altındaki portre… sadece bir fıkra ya da portre çizimi değil.

Pazartesi, Temmuz 14, 2025

Yapay Zekâ, Sınırlar ve Algoritmik Erotizm

Yapay zekâ programlarıyla görsel üretimler yapıyorum. Bu süreç benim için yalnızca eğlenceli değil; aynı zamanda global popüler kültürün nasıl çalıştığını kavramak açısından da öğretici. İnsanlığı ve uygarlık akışını dönüştüren bir teknolojik kırılmanın içindeyiz. Ancak teknoloji, yerel hukuk ve etik kodların önünde gidiyor. Bu da onu yalnızca “araç” olmaktan çıkarıp “belirleyici” kılıyor — ve bu belirleyicilik, popüler kültürün doğasını temelden değiştiriyor.

Görsel üretim sırasında, sistemin sınırlarını ölçmeye çalışıyorum. Yapay zekâ neyi çizer, neyi çizemez? Bu sorular, yalnızca teknik değil; aynı zamanda etik, hukuki ve kültürel katmanlarla ilgili. Özellikle de cinsellik söz konusu olduğunda… “En erotik sahne ne olabilir?” diye sormamın nedeni provokatif bir içerik istemem değil, sınırların nasıl tanımlandığını görmek istememdi. Çünkü yapay zekâ, cinselliği yalnızca çıplaklıkla değil, bakışla, ışıkla, estetikle, bağlamla ve imayla birlikte okuyor.

Sistemler açık cinsel eylemleri, pornografik içerikleri, şiddet içeren erotizmi ya da reşit olmayan figürleri engellemek üzere kurgulanmış durumda. Ancak bu sansür yalnızca “ne görünüyor?” sorusuna değil, “ne çağrıştırıyor?” sorusuna da cevap arıyor. Temsilin yüklediği anlam, teknik çizimden daha belirleyici hâle geliyor.

İçerik üretiminde sorumluluk sorusu burada beliriyor: Yapay zekâ kullanıcıya göre mi hareket eder, yoksa kendisi de üretimin etik yükünü taşır mı? ABD’de bu konuda bir “çifte sorumluluk” ilkesi uygulanıyor: Kullanıcı, içeriği yönlendirdiği için doğrudan sorumlu; ancak üretimi teknik olarak mümkün kılan platform da kısmen sorumlu sayılıyor. Firma, üretimin etik dışına taşması durumunda lisans kaybına, dava sürecine ya da itibar kaybına uğrayabilir. Bu yüzden sistemler, cezadan kaçınmaya programlı diyebiliriz. Varlıkları, ihlal etmeme becerilerine bağlı.

Kendi deneyimlerim, sistemin tutarsızlıklarını da gösterdi. Aynı sahne bir gün üretiliyor, bir başka gün ise engellenebiliyor. Küçük bir kelime farkı ya da ışık tercihi bile sonucu dramatik biçimde değiştirebiliyor. Bir defasında sistem, çıplaklık içeren bir sahne üretti; oysa ben böyle bir talepte bulunmamıştım. Nedenini sorduğumda şöyle yanıtladı:

Sahne klasik yağlıboya estetiğinde, Rembrandt tarzı ışıkla modellenmiş. Figür hiper-gerçekçi değil, melankolik ve mesafeli. Bu nedenle sahne, erotik değil dramatik olarak algılandı. Sanat tarihi estetiği, filtreden geçişte hâlâ ayrıcalıklı bir konumda duruyor.”

Sistemin kendi kurallarını nasıl yorumladığını bu yanıt özetliyor. Aynı çıplaklık, hiper-realistik biçimde çizilseydi sansürlenecekti; ama dramatik ışık, klasik kompozisyon ve kültürel bağlam, sahneyi “sanat” kategorisine taşımıştı. Sansür, içeriğin “ne olduğu”ndan çok, “nasıl sunulduğu”yla ilgiliydi.

En önemlisi: Bu farkı sistem değil, ben fark ettim. Hâlâ anlatıya karşı sezgisel üstünlüğümüz var. Ama soru orada bitmiyor: Eğer yapay zekâ, kendi filtresinden sızan bir ihlali fark edemiyorsa, sorumluluğu kim taşıyor? Ve insanla yapay zekâ arasında etik yük nasıl bölüşülüyor?

Bu sorular yalnızca bugün için değil, gelecekte sanat, ifade özgürlüğü ve dijital üretimin doğası açısından da hayati olacak.

Pazar, Temmuz 13, 2025

Zehirlenen kahkaha

Bizde Hoş Memo adıyla yayımlanan Li’l Abner çizgi bantının yaratıcısı Al Capp, bir mizahçı ve Amerikan kültürünün çarpıcı bir fenomeni olarak ilginç bir hikâyeye sahip. Çizgi romana olan ilgim nedeniyle Capp beni her zaman enterese etmiştir; çünkü Türkiye’deki öncü çizerleri ciddi biçimde etkilemiş, anlatım tarzı ve espri diliyle ziyadesiyle taklit edilmiştir. Bedri Koraman’ın Cici Can, Altan Erbulak’ın Cafer ile Hürmüz ve Oğuz Aral’ın Köstebek Hüsnü bantlarında bu etki farklı dozlarda da olsa açıkça kendini gösterir. Belki iddialı bir yorum olacak ama Aziz Nesin’in kimi öykülerinde bile Capp etkisinin sezilebileceğine inanıyorum.

Al Capp, yoksul bir Yahudi ailesinden gelen, çocuk yaşta geçirdiği bir kaza sonucu bacağını kaybeden, düzenli eğitim almamış biri. Çizgileri güçlü olsa da asıl etkisi, keskin espri anlayışı ve Amerikan toplumunu ironik biçimde resmedebilme becerisinde yatıyor. 1930’lardan 1950’lerin sonuna kadar Amerika’nın en popüler karikatüristlerinden biri olması haliyle boşuna değil. Ne söylediği merak ediliyor, milyonlarca kişiyi güldürebilme gücüyle günbegün popülerleşiyor. Dönemin aktüalitesine uyumlu, siyasi olarak canlı ve enerjik bir dile sahip. Roosevelt’ten Nixon’a kadar birçok başkanla görüşüyor, Beyaz Saray’a sıkça davet ediliyor. Yalnızca bir karikatürist değil, sahne performansları, televizyon programları ve üniversite konuşmalarıyla kamusal bir figüre dönüşüyor.

Dönem entelektüelleri nezdinde ciddi bir saygınlığa sahip. John Steinbeck, onun hem mizahını hem dünyayı anlatma biçimini övgüyle anıyor örneğin. Mutlaka onun da katkısı olmuştur ama Capp’in Nobel alması gerektiği düşüncesi bir dönem epey taraftar buluyor. Türkiye’de önce Vatan ve sonra Milliyet gazetelerinde yayımlanıyor. Kütüphanede yoğun çalıştığım yıllarda, Hoş Memo okumaya çalışırdım esprilerinin çoğu güncel referanslara dayandığı için kolay anlaşılmazdı ama ciddi bir enerji ve sahici bir iştah taşıdığını hissettirirdi. Çizgilerin taşıdığı neşenin arkasında çok kuvvetli bir dramatik sezgi vardı.

Bir noktadan sonra Capp değişiyor. Siyaseten keskinleşiyor ve giderek bağnazlaşıyor. Beat kuşağını küçümsediğini, Joan Baez gibi figürlere yönelik tezyif edici espriler yaptığını görmüş, okumuştum. Mizahçılar, eski popülerliklerini — ya da gençliklerini — yitirdikçe, varlıklarını başka türden bir saldırganlıkla sürdürmeye çalışabiliyor. O dönem bu dönüşümü yaşlılıkla açıklamıştım. Meğer mesele sadece o kadar değilmiş. Zamanla solculardan, kadınlardan, gençlerden, siyahlardan ve sanatçılardan tiksinen birine dönüşüyor. Mizahı, bu tiksintiyi yaymanın aracına evriliyor. Liberallere saldırıyor, Vietnam Savaşı’nı savunuyor, öğrencileri “serseri” diye aşağılıyor, siyahlara “sızlananlar” diyerek küçümseyici bir ton takınıyor. Polisleri kahraman, sanatçıları asalak olarak resmediyor. Bir yere kadar bu bile anlaşılabilir, çünkü iyi mizahçılar düşman üretmeden var olamazlar. Ama mesele kimin düşman ilan edildiğidir. Buradaki sapma, ahlaki ve kültürel düzlemde radikalleşen bir çürümeyi imliyor.

Capp’in dönüşümü burada da bitmiyor. Konferans için gittiği üniversitelerde genç kadınlara türlü cinsel tacizlerde bulunmaya başlıyor. Bu vakalar tekil değil, tekrarlayan ve sistematik bir boyuta ulaşıyor. Yaşlandıkça bu tür taşkınlıkları çoğalıyor. Pek çok gazete, açılan davalar ve ortaya çıkan skandallar nedeniyle Hoş Memo’yu yayından kaldırıyor. Sözleşmeleri iptal ediliyor. Grace Kelly’ye bile tacizde bulunduğu anlatılıyor — işin boyutunun ne kadar ileri gittiği ortada.  Anlaşılan duramıyormuş. Amerika’nın taşradaki sesi, halkın sesi, “gerçek” Amerika’nın vicdanı sayılan, milyonlarca insanın sevgilisi olan bu adam, meslek hayatının ikinci çeyreğinde neredeyse bir linç figürüne dönüşüyor. Steinbeck bu kısmı görebilseydi, o övgüleri yapar mıydı emin değilim. Capp, yalnız ölüyor. Çocuklarıyla kavgalı, dostsuz, itibarsız. Öyle ki, endüstriyel olarak sürdürülebilecek, lisanslanabilecek Hoş Memo projesi bile devam ettirilmiyor. Onun bıraktığı tatsız hatıralar, Memo’yu öldürüyor.

Avangart bir mizah, zamanla bayağılaşarak gerici bir savunmaya evriliyor. Halk için yazdığını söylese de, halktan hazzetmediği açıkça ortaya çıkıyor. Bir dönem adaletin yanında duran, yerleşik düzeni hicveden biri, sonunda statükonun, nefreti örgütleyen dilin ve toplumsal bölünmenin sembolüne dönüşüyor.

Ve insan ister istemez soruyor: Neden? Gerçekten neden duramamış, neden susamamış? Yaşlılık, kişisel dengesizlik, andropoz, imkânsız erkeklik, narsisizm — tüm bunlar elbette açıklayıcı olabilir. Ama bence esas mesele şu: 1950’lerden sonra Amerika değişiyor. Capp bu değişimi anlamıyor, zamanla uyum kuramıyor. Eşik atlayamıyor. Uyum sağlayamadıkça günbegün kontrolden çıkıyor. Kontrolden çıktıkça daha çok hata yapıyor. Ve sonunda acılaşıyor.

Capp hakkında okurken şunu düşündüm: Bir toplumu güldürebilmek gerçekten kolay değil. Bunu başarabilen her kim olursa olsun ilginç biridir. Ama asıl mesele şu ki, entelektüel bir performans göstermek, dünyayla mesafeli ama ilgili bir ilişki kurabilmek çok daha külfetli bir sabır gerektiriyor. Herkesin harcı değil. Ve galiba en zor olanı, güldürebiliyorken susabilmek.


Cumartesi, Temmuz 12, 2025

Erken büyüyen çocukların ülkesi (1)

Uzay Çocukları-Uzaygiller, çocukluğumun çizgi romanlarından, Milliyet Çocuk'ta yayımlanan dizi, sonradan kitaplaşmıştı, hafızadan yazıyorum, üç ya da dört serüveni ayrıca dizi-albüm olarak neşredilmişti. İtiraf edeyim, o yıllarda tefrika edilirken izlediğim dizi, çocuk olmama rağmen bana çocuksu gelirdi ve o denli ilgimi çekmezdi, daha koyu bir hikaye, daha "gerçek" bir serüven istiyordum, korkmam, endişelenmem ve kapılmam gerekiyordu, ama Uzay Çocukları fazlasıyla öğretmen edalıydı, ders veriyordu ve ben, o yaştaki çocukların çoğunluğu gibi okuldan da nasihat verenlerden de pek hazzetmiyordum. 

[Bir parantez açayım, dizinin çizeri Mıstık benim favori çizgicilerimden biridir, neler ürettiğini oldum olası görmek ve incelemek isterim. Severek sakladığım orijinalleri var elimde. Kastım, hikaye tercihiyle ilgili....]

Belki kırk yıl sonra Uzay Çocukları'nın bir serüvenini yeniden okudum, o yılların üçüncü dünya savaşı ihtimaline karşı barışçı bir tutumu var hikayenin, niyeti güzelse de yine heyecansız geldi bana, "aman çocuğum koşma terlersin" diyen annelerin beklentilerini karşılayabilirdi belki ama... fikrim değişmemiş onu anladım. 

Uzay ÇocuklarıMilliyet Çocuk'un pedagojik tutumunu belirleyen bir çizgi romandı, ilk sayfalarda kullanılıyordu, yerli üretim olduğu için Mıstık en çok telif ödenen çizgicisi olmalı. Demek istediğim, mesajı belirlemek adına dikkat kesildikleri bir şeydi. Mıstık ile içerik hakkında mutlaka konuşuluyordu diye düşünüyorum. 

Mesaj kaygısı ve correct olma itinası tabii ki hikayeyi yavaşlatıp ürkekleştirir ama belki de, biz çocuklar için çizgi roman üretemiyoruz, bir know-how sorunumuz var, ne-ne kadar olmalı bilmiyoruz. 

Bence buna ihtiyaç duymamışız, çünkü biz çocuklarımız çabuk büyüsün istiyoruz veya düşmanlaştırmadan konuşamadığımız için çocuklarımızı da aynı öfkeyle "etlendiriyoruz". Henüz ilkokulda çocuklarımız Atatürk için ağlıyor, vatanı kurtarıyor, şehitlere dua ediyor... Oysa o kadar netameli bir mesele ki, ölümle karşılaşmak ve ölümü kabullenmek... Ben ilkokuldayken Yunan askerlerinin hamile kadınları karnından bıçakladığını-süngülediğini biliyordum (!). Hepimiz bu hızlı büyümeyi yaşadığımız için bu durum kimseye garip gelmiyor. Normalimiz bu bizim.  

Devam edeceğim.

Seyrüsefer Defteri 171

++ Sinners (2025) beklediğim bir filmdi, şovenliği yok değil, müzikle ilişkisi çarpıcı, gevezeleşiyor, hantallaşıyor filan ama anlatımı ve ilerleyişi çok ilginç (30 Haziran).++ ++ F1Movie (2025) Tuna ile gittik, gişe veya anaakım film olarak fena olmayan bir ortalaması var, Brad Pitt oynamasa nasıl olurdu ne olurdu diye düşünüyor insan (29 Haziran).++  Peacemaker Sea1 Ep7 ve 8'i seyrettim (28 Haziran).++Peacemaker Sea1 Ep5 ve 6'yı seyrettim (27 Haziran).++Her Şeyin başı Merkür (2024) mesleki olarak izledim, cringe örneği pek çok sahnesi var (26 Haziran).++ Peacemaker Sea1 Ep3 ve 4'ü seyrettim (25 Haziran).++ Astérix & Obélix : Le Combat des Chefs Ep.3, 4 ve 5'i seyrettim (24 Haziran).++ Ballerina (2025) Tuna ile gittik, güzel aksiyon olmuş, bile isteye bile olsa Con’un varlığı gerilimi düşürmüş (23 Haziran) ++ Astérix & Obélix : Le Combat des Chefs Ep.1 ve 2'yi seyrettim (22 Haziran).++ The Accountant 2 (2025) kalabalık olmuş, senaryo o kalabalıktan ilerleyememiş, vasatlaşmış (21 Haziran).++ Peacemaker Sea1 Ep1 ve 2'yi seyrettim (20 Haziran).++ Senaryo kampı (16-19 Haziran). ++ Fun with Dick & Jane (2005) ne yapmak istedikleri anlaşılıyor ama film ortada bir yerde dağılmış, finale doğru toplarlanmış, yani orta blok kısalmalıymış,  e o zaman da bir saate düşermiş (13 Haziran).++ İstanbul yolculuğu (12 Haziran).++ Senaryo Kampı (6-11 Haziran).++ Şımarık (2024) uyarlamayı nasıl yapmışlar diye izledim (5 Haziran).++ Tur Rehberi (2025) sevimli oyuncu, senaryo herkesi kucaklamak istemiş, daha hınzır olabilirmiş, olamamış, kimse de daha iyisini aramıyor zaten (4 Haziran).++ Mission: Impossible - The Final Reckoning (2025) bir önceki filmin fersah fersah gerisinde kalmış, veda filmi olsun istemişler olamamış (1 Haziran).++

Cuma, Temmuz 11, 2025

Tozun içinde bir dıngırtı

On iki yaşımda filan darbuka çalmaya heves ettim, babam, “çingene mi olacaksın lan” filan diyerek yılanın başını daha ilk günden eziverdi. Ama işte o yaşlarda, ne istesen “olmaz” diyorlardı. Bir gıdım anlamasam da, para biriktirip bir bongo alırsam, çalarak ilerleyebileceğimi hayal ediyordum.

O yılların Ankara’sında, Anafartalar Caddesi’nden Samanpazarı’na doğru çıkarken, sağlı sollu sazcılar vardı. Bir gün, Mıstık abiyle öğlen tatilinde oralara yürüdük. Vitrinlere bakıyorum, bir şey niye pahalı, niye ucuz, elbette fikrim yok. Ne görsem bir gümbürtüyle seyreyliyorum. Dükkanlardan birinden de bi “dıngırtı” geliyor. Bakıyorum ya, saz çalan beyabi, sebepsiz el etti, “gel hele, gelin hele, çay içer misiniz” filan dedi galiba…

Hafif tırsarak, gönülsüz girdim içeri. Dükkân nasıl havasız, nasıl dumanaltı... Kirloz kere kirloz… Güneş vurduğundan, tozları görüyorsun, uçuşuyorlar. İşte iliştik taburelere, beyabiyle iki sohbet ettik. Kalın bir cuara içiyor, puro desen puro değil… Babama aldığımdan Maltepe ve Samsun biliyorum, dedemden Birinci biliyorum, ama bu ne sigarası, hiç akıl erdiremiyorum. Gehgeh gülüyorlar. Toros Pastanesi’nden tulumba tatlısı vardı galiba, bize de ikram ettiler. Beyabi dın dın bir türkü çaldı, söyledi. O çalarken dinleyenler gözlerini yumuyordu.

O yaşlarda türkü filan hiç ilgimi çekmezdi, ne çaldı, ne söyledi, anlamadım bile… Neyse, işe döneceğiz, kalktık çıktık mekândan. İçimdeki Zagor “oh be” filan demiş bile olabilir. Yürürken Mıstık abi, “O kim biliyon mu?” dedi, bir de isim söyledi, ama bildiğim biri değildi…

Yıllar yıllar sonra, o sazcının Neşet Ertaş olduğunu idrak ettim diyelim. Geçmiş gitmiş, sazı sözü, “gönülüme”, dokunamamıştı… Benim aklımda, gördüğüm ilk esrarlı sigara içen adam olarak kalmıştı. Mıstık abi, “Esrar içiyorlardı, babana söyleme sakın, kızar bana,” demişti. Tırsmıştım. Konu o dakkada kapanmıştı.

Hayat değişti diyoruz ya… Bugün, küçük bir çocuğun yanında esrar içen bir “sanatçı,” mutlaka linçlenir. Bu hatırayı kime anlatsam en çok buna dikkat kesiliyor…

Perşembe, Temmuz 10, 2025

Çileden çıkma

Çileden çıkmak” — tatlı bir deyim. Bir tür sınır aşımı nitelemesi, hem bir kırılma hem de ironi içeriyor. Genellikle öfke patlamasını tarif ederken kullanıyoruz; birinin “kontrolden çıkması”, artık kendini tutamaz olması… İtiraf edelim, tarafı olmadığımız sürece bu “çıkışlar” bize epeyce eğlenceli geliyor. Kavga izlemek, sinir krizi anına tanık olmak, hele bir de kameralara çekildiyse hoşumuza gidiyor… Seyirlik gösteri faslından sayıyoruz.

Cemiyet (!), bu taşkın halleri bastırmak için çeşitli mekanizmalar geliştirir: Okullar, polisler, mahkemeler, kitaplar, psikologlar, ilaçlar, telkinler…  En iyimser olanı bile, “Ne gerek vardı şimdi buna?” diyerek bizi sağduyuya davet eder. Öfkemizi kontrol edemezsek cezalandırılırız elbette. Tecrit ediliriz, hapsediliriz, hatta “tedaviye” zorlanırız. Uygarlık, çileden çıkan bireyden hoşlanmaz. Onu düzenin tehdidi olarak görür.

Ne zaman çileden çıkarız? Dikkat edin, hiddet göstermiş herkes asıl olarak şunu vurgular: “Yapmamasını söyledim, bir kez daha yaptı…” Bu tekrarlanan eylem, tahammül sınırının ihlalidir. Edebiyat da bu eşiği sever, hatta özenle işler. Çünkü o hiddet kontrolsüz olamaz; karakter, koşullar değişmediyse, kaçınılmaz biçimde isyan eder.

Raskolnikov’un baltaya sarıldığı anı hatırlayın, Uğultulu Tepeler’de Nora’nın kapıyı çarpışı, Gregor Samsa’nın sessiz dönüşümü… Hepsi çileden çıkmanın farklı biçimleri. Zavallı Behlül çareyi kaçmakta bulur. Bu karakterler öfkeye teslim olmazlar, o öfkeyle bir sınırı geçerler. Ve bazen, ancak bu patlamayla kim olduklarını hatırlatırlar bize.

Çileden çıkmak tek başına kötü bir şey değil. Aksine, ekseriyetle bir değişim enerjisi taşırlar. Sınırlara çarpmanın, haksızlığa tahammül edememenin bir dışavurumudur. Toplumu da, kişiyi de dönüştürebilir.

Hep aklı başında, hep ölçülü biri… Ne yalan söyleyeyim, bana biraz tatsız gelir. Öyle hayatı da öyle edebiyatı da pek yavan bulurum. Hiç çileden çıkmamış bir karakter, ruhsuz gelir bana. Edebiyat biraz da isyandır zaten — iyi yazı, gayet güzel bir vicdani çığlıktır: “Terazin nerde ey hayat” diye bağırır “yukarıya”…

Ne ki, bir de çileden çıkmış gibi yaşayanlar var. Sürekli öfkeli, sürekli siniri tepede, sürekli tivit atar gibi büyük laflar eden tipler… Onlar gerçekten çileden çıkmıyor; daha çok bir tür teatral öfke performansı sergiliyorlar. Hep haklılar, hep başkasına ayar veriyorlar. Aslında gayet kontrollüler. Of puf onlar da çok sıkıcılar.

Ben galiba, uzun süre susup susup, beklenmedik bir biçimde patlayanları seviyorum. “Sessiz atın çiftesi pek olur” derler ya… İşte onlar gerçek çileden çıkanlardır. Burayı gülerek yazıyorum, çünkü o çifte, birikmiş hakikatin gücünü taşır.

Evet Romalılar, dünyaya “ben buradayım” demenin yollarından birini, çileden çıkmayı konuştuk, dağılabiliriz.

Çarşamba, Temmuz 09, 2025

“Erimez’in Mürekkebinde Boğulan Akl-ı Selim”

Bir süre önce Salih Erimez’in gazetelerde kaybolmuş işlerinden biri hakkında yazmış, sonra da oyunbazlıkla hayali bir söyleşi yapmıştım. Mambo jambomu sürdürüyor ve el artırarak, tefrika hakkında o yıllarda yayımlanmış hayali bir eleştiri aktarıyorum. Affola!

Sivri Kalem müstear imzasıyla Son Saat gazetesinde çıkmış yazı:

Bir vakittir, ismi lazım değil bir gazetemizde neşredilen “1900 Yılında İdi” başlıklı resimli roman, bazı mürekkepseverlerin gözlerini kamaştırmış, kimi nostalji tüccarlarının ellerini ovuşturmasına neden olmuştur. Oysa bu hikâyenin ne çizgisi sanatkârane, ne de kelâmı edebîdir. Salih Erimez’in kalemi ve fırçası, ne yazık ki tarihî zarafeti değil, kırtasiyecilikle karışık bir meyhane hafifliğini taklit etmektedir.

Her bir karede gözümüze sokulan fesli adamlar, karikatürize bir Osmanlı trajedisi sunarken, kadınlar sadece dudak, göğüs ve şehevi bir terbiyesizlikten ibaret bırakılmıştır. Anlaşılan o ki, Bay Erimez tarih anlatmaya değil, erkek tabiatını gıdıklamaya yeltenmektedir.

Üstelik bu ucuz romanın okurda bir “döneme tanıklık” hissi yaratmak gibi ulvî bir gayesi olduğunu iddia edenler var. Ne var ki boğaz sefası, harem entrikası, cariye dedikodusu ve fesli kurnazlıklarla dolu bu anlatı, olsa olsa bir resimli bir ucuzluktur.

Zuhur eden iş, ne sanat, ne hicivdir. Olsa olsa, bir zamanlar olduğu sanılan birtakım zavallılıkların fetbazca ve esnafça ambalajlanmasıdır.

Ve en nihayetinde, mesele şu soruda düğümlenir: Tarihi mi resmediyoruz, yoksa geçmişin basit heveslerini mi işporta da mı satıyoruz?

Erimez Bey’e tavsiyemiz şudur: Bir dahaki sefere kalemi mürekkebe değil, hakikate batırsın.”

Salih Erimez’in hayali bir yanıtı da olmalı elbette. Erimez, bir hafta sonra, resimli tefrikasının neşredildiği gazetede “Mürekkep kurusa da” başlığıyla bir cevap veriyor.

….

Sivri Kalem müstear isimli bir köşe sahibinin “resimli ucuzluk” olarak tanımladığı “1900 Yılında İdi” için sarf ettiği sözcükler beni incitmedi. Kısa yazacağım. Evvela romanım tarihî değildir, çünkü tarih kitapları susar — ben ise konuşturmaya çalışırım. Benim çizgilerim güzel değildir, çünkü güzellik bakanın değil, çizilmekten korkanın derdi ve tasasıdır. Siz “kadınlar sadece dudaktan ibaret” demişsiniz ya… Ben o dudakların bir satır bile zikredemediği bir devri resmettim. Siz sözü sayarsınız; ben suskunluğu çizerim. Bir ricam olacak: Bir gün benim tefrikam olur a, gerçekten rezil olursa, ilk eleştiriyi yine sizden isterim. Ama lütfen o vakit daha yaratıcı olunuz. Ben buradayım, beklerim, sizin kininizi bilmem ama benim mürekkebim kurusa da kurumasa da çizmeye devam edeceğim. 


Ruhhattı


 

Salı, Temmuz 08, 2025

Baarsana!

“Siyasetçi kimdir?” diye sorsanız, çoğu insanın aklına gelen ilk figür, yüksek perdeden konuşan, hatta bağıran biri olur. Popülizm, ajitasyon, hitabet sanatı… Ne derseniz deyin —siyaset, sesini yükseltenin sahneye çıktığı bir gösteridir. Düşünün: Sakinliğiyle, hoşgörüsüyle, tevazusuyla anılan biri siyasette tutunabiliyor mu? Ne kadar “çelebi” olursa olsun, eninde sonunda silinip gidiyor. Sessiz olan görünmez, görünmeyense kaybolur kuralı işliyor.

Sadece siyasetçi mi? Hangi mesleğe baksanız, en çok alkış alanlar, en çok sesi çıkanlar oluyor. Haberi sunan, maçı yorumlayan, öğrenciyi azarlayan, müşteriyle tartışan… Her mesleğin bağıranı makbul. Çileden çıkıyor, haddini bildiriyor, cevabını veriyor, gözleri doluyor filan ama illa ki bağırıyor… Hep aynı retorik: Haklı olan bağırandır.

Ve evet, bağıranları seviyoruz. Bağıran erkekleri karizmatik buluyoruz, bağıran kadınlara “helal olsun” diyoruz. Çünkü bağırmanın gösterisi hoşumuza gidiyor. Çünkü bağırmak, bizim gözümüzde güçle özdeşleşmiş. Çünkü galibiyetin ön şartı haline gelmiş. Çünkü çok “alfa”…

Bağırmak, kazanmak demek filan değil, yanlış anlaşılmasın. Yine de bağırmayanın kazanma şansı neredeyse yok. Ne diyordu Debord, “gösteri, toplumsal ilişkilerin imgeler aracılığıyla kurulur.”

Yani artık hakikat değil, temsili önemli. Ve temsilin ölçüsü, sesin yüksekliğiyle belirleniyor. Bağırmak bu yüzden sadece bir ifade biçimi değil, bir görünürlük stratejisi. Sessiz kalan, yalnızca duyulmaz olmaz; aynı zamanda toplumsal ilişkiler içinde yerini kaybeder.

Richard Sennett, Kamusal İnsanın Çöküşü kitabında, modern toplumun bireyi nasıl bir sahne oyuncusuna dönüştürdüğünü anlatmıştı. Yani artık siyasetçi, futbolcu, akademisyen ya da köşe yazarı fark etmez — rolünü iyi oynayan alkış alır, bağıran rolüne sadık kalan da sahnede kalır. Bağırmak aynı zamanda bir meşruiyet aracı. Pierre Bourdieu, simgesel şiddet “toplumsal meşruiyetin kültürel yollarla yeniden üretilmesidir” derken tam da bunu anlatıyordu. Yani bir pozisyonu haklı göstermek için yüksek sesle, kararlı bir şekilde konuşmak gerekir. Bağırmak burada sadece tepki değil; bir hak iddiasıdır.

Başka bir yönü daha var işin… Kazananı seviyoruz ama kaybedene de acımıyor olabilir miyiz?

Türkiye’nin en yoksul, en mahrum ilçeleri her seçimde neden iktidara oy verir? Bu yüzden olabilir mi?  

Ve bir şey daha: Kaybedenler en çok kime kızıyor? Sessiz kalana. Bağırmayan teknik direktöre, bağırmayan siyasetçiye, kırmızı kart görmeyen ama “ruhsuz” oynayan oyuncuya…

Türkiye uzun zamandır bağırıyor. Ve görünüşe göre daha uzun yıllar bağıranları izlemeye devam edeceğiz. Çünkü sahne kapanmıyor, perde inmiyor. Sadece roller ve oyuncular değişiyor.

Related Posts with Thumbnails