Pazartesi, Şubat 29, 2016
Evlerimiz Poyraza Bakar
Pazar, Şubat 28, 2016
Emanet Şehir Yeni Baskı Yaptı
Kurbağalara İnanıyorum
Çok sevilen bir yazar üzerine, akla takılan bir roman üzerine... edebiyat üzerine, yazmak üzerine mektuplar. Kimisi gün ağarırken, kimisi şehir karanlığa gömülürken yazılmış, e-postanın da "bir edebiyat türü olarak mektup" sınıfına girebileceğini bize gösteren metinler... Edebiyatın hazzını ve anlamını çoğaltmak üzere... Anlamak, bilmek, keşfetmek zevkiyle yazılmış metinler...
Barış Bıçakçı, Behçet Çelik ve Ayhan Geçgin okurlukla yazarlığın bitiştiği yerde kurulmuş bir sohbet halkasını paylaşıyorlar. Dostça, merakla, tutkuyla, peşinden giderek…
Kurbağalara İnanıyorum, edebiyatçının, -üç edebiyatçının-, tutkulu ve kâşif edebiyat okuru olarak portresi...
Cumartesi, Şubat 27, 2016
Kadın Hikâyelerini Beklerken…
Ramize Erer, Türkiye’nin en üretken çizgicilerinden biri.
Uzun yıllar haftalık dergilerde, günlük gazetelerde çizmek, üstelik bunu
belirli bir niteliğin altına düşmeden başarabilmek az şey değil. Hele bir
dönem, başta Kötü Kız tiplemesi olmak
üzere cinselliğini meydan okuyarak alenen yaşayan, cevval ve tedirgin edici
genç kadın mizahını çok iyi anlatmıştı. Şehirli orta sınıf gençlerin hayatlarını
komikleştirerek resmedilme mahareti göstererek popülerleşmişti.
Erer, epeyce bir süredir yurt dışında yaşıyor ve eskisi
kadar “görünmüyor”. Şöyle de olabilir, ülkenin muhafazakârlaşmasıyla onun hikâyelerine
ve cinselliğin kıyılarında gezinen bir mizaha pek rağbet edilmiyor. Bu nedenle
Erer’le gazetelerde karşılaşamıyoruz. Ne yapıyor şimdi peki? Bayan Yanı dergisinde daha otobiyografik
nitelikli çizgi romanlar üretiyor, çok yazılı ve belgeselvari işler diyebiliriz
bunlara. Yakınlarda çıkan Kız Hikâyeleri
albümü bu işlerin bir toplamı olmuş.
Otobiyografi faslını biraz açalım, yaşadığımız dönemin global çizgi üreticileri ekseriyetle geçmişlerini, özyaşam öykülerini anlatıyorlar, hele grafik romancılar. Edebiyata yakınlaşma arzusu, tuhaf bir teşhircilik, ifşa etmek, genelde itiraf kültürü bu eğilimin neden ve sonuçları olarak gösterilebilir. Büyük serüven anlatılarının yerini alan bu minimal hikâyeler genellikle aile sırlarını, kuşak çatışmasını, sancılı büyüme hikâyelerini içeriyor. Otoriterliğin eleştirildiği anlatılar oldukları da söylenebilir. Çizerlerin kendilerini tipleştirmesi, bizatihi hikâyelerinin kahramanları olması sık rastlanır bir durum olmakla birlikte Türkiye’de benzer nitelikli bir otobiyografik çizgi roman geleneği var diyemeyiz.
Otobiyografi faslını biraz açalım, yaşadığımız dönemin global çizgi üreticileri ekseriyetle geçmişlerini, özyaşam öykülerini anlatıyorlar, hele grafik romancılar. Edebiyata yakınlaşma arzusu, tuhaf bir teşhircilik, ifşa etmek, genelde itiraf kültürü bu eğilimin neden ve sonuçları olarak gösterilebilir. Büyük serüven anlatılarının yerini alan bu minimal hikâyeler genellikle aile sırlarını, kuşak çatışmasını, sancılı büyüme hikâyelerini içeriyor. Otoriterliğin eleştirildiği anlatılar oldukları da söylenebilir. Çizerlerin kendilerini tipleştirmesi, bizatihi hikâyelerinin kahramanları olması sık rastlanır bir durum olmakla birlikte Türkiye’de benzer nitelikli bir otobiyografik çizgi roman geleneği var diyemeyiz.
Erer bu bakımdan yeni ve iddialı bir işe kalkışmış.
Balkanlardan göçen atalarının, onların çocuklarının, hısım ve akrabalarının aile
hikâyelerini anlatmaya niyetlenmiş. Başlı başına ilginç bu yönüyle, üstelik
anlatım diline hassasiyet gösterdiği, cümlelerine edebi bir kıvam kattığı hemen
fark ediliyor. Başka türde bir işe yöneldiği, başka bir biçimde yoğunlaştığı da
anlaşılıyor. Her üreticinin kendi rutini dışına çıktığı çalışmalar vardır. Hep
aynı türde işler yapmaktan sıkılmıştır, daha yenilikçi bir işi hayal ediyor,
yapmaya çalışıyordur vs. Kız Hikâyeleri,
yanılıyor olabilirim ama bana öyle geldi, Erer’in böylesi bir arzuyla ürettiği,
iştahlanarak çoğalttığı hikâyelerden derlenmiş bir albüm olmuş.
Buna karşılık zor okunan hikâyelerden oluşan bir albüm de
olmuş. Bunun iki temel nedeni var. Birincisi, kareler arasında ardışıklık
dediğimiz devamlılık pek yok. Görselliğe değil metne yüklenilmiş, metinle ilerleyen
bir anlatım dili çıkmış ortaya. Gerçekçilik kaygısı, geçmişi tam anlatma
ısrarı, çizgiyi değil metni öne çıkarmış. Çizgi roman olması hikâyeye bir kolaylık
getirmemiş. İkincisi, Erer, aile hikâyesinde yakınlarını fotoğraf gerçekliğinde
benzetmek istemiş. Bu durum, hikâyeye ve kendisine gereksiz bir yük bindirmiş.
Oysa okur, o Enişte’yi o Abla’yı hiç bilmediği/hiç tanımadığı için benziyor
–benzemiyor diyebilecek konumda değil. Hiç görmediği, hiç bilmediği insanlarla
ilgili böyle bir meselesi doğal olarak olamaz. Erer gibi kıvrak çizgili, ne
yaptığını bilen bir çizerin bu benzetme anaforuna kapılması hikâyeyi bazen
iyiden iyiye donuklaştırmış. Ne zaman çizgi roman dilini hatırlasa hikâye
hızlanmış, normalleşmiş… Ne zaman fotoğrafımsı olsa veya metne yüklense anlatı yavaşlamış.
Bir yanda metne dayanan ve birbirini takip etmeyen kareler diğer yanda kimin
kim olduğu anlaşılmayan karakterler enikonu sorun olmuş. Edebilik ve belgeselci
yön hikâyeleri bazen çok hantallaştırmış. Erer, sanki bunları yazsaymış, bence
bunu yapabilirmiş, çizgi roman değil de doğrudan yazıya dönüştürseymiş, daha
doğru olurmuş, araya katılan illüstrasyonlar çeşni olur, metni hayli
tatlılaştırırmış.
Bir parantez açacağım: Türkiye’de çizgi roman üreticilerin
kendileri için özel olan itibarlı bir işe kalkıştıklarında metne ağırlık
vermelerini itiraf ediyorum doğru bulmuyorum. Kimse onlardan gazeteci, akademisyen
ya da araştırmacı olmalarını beklemiyor. Onlardan istenen çizgi romanın imkânlarını
kullanarak iyi hikâye anlatmaları… Hissettiğimi söylüyorum, çizgi roman
üreticileri yıllarca yazıp çiziyorlar ama yeterince saygı görmüyorlar.
Yaptıkları sanat olarak görülmüyor, edebiyat ve sanat dergilerinde, kitap
ilavelerinde hatırlanmıyor, önemsenmiyorlar. Bunun bir memnuniyetsizlik
yaratması normal. Buna nasıl tepki veriyorlar peki? Her nedense köşe
yazarlığına ya da edebiyatçılığa meylediyorlar böyle durumlarda. Çizgiye değil
yazıya ağırlık veriyor ve yazıyı sanıyorum bir itibar ifadesi, bir sanat ve
edebiyat karinesi olarak görüyorlar. Çizgi roman söz sanatlarını kullanmakla
birlikte, bir makale, bir roman ya da hikâye değildir, gücünü kendine özgü
anlatım dilinden alır. Tek bir sözcük kullanmadan da anlatacağınızı
anlatabilirsiniz. İtibar ararken ortaya çıkan o çok yazının maddi karşılığı,
itibar değil okunacak çok yazı oluyor. Bu kadar çok yazı, bir noktadan sonra görsellikle
bağını kuramaz bir hale geliyor. Resimle-yazı arasındaki bağ kopunca görselin
gücü azalıyor. Çizgi roman kendi olmaktan çıkarak metnin kölesi oluyor. Yazıyı
destekleyen resimlere dönüşmesi onu illüstrasyon ve magazin vinyetine indiriyor.
Çizgi romanda karakterinizi hemen özdeşleşecek biçimde
gösterebiliyor, devamlılığı bu özdeşleşmeyle kolaylaştırabiliyorsunuz. Erer, Kız Hikâyeleri’nde karakter oluşturmaya,
aile geçmişini tahkiye ile kurmaya niyetlenmemiş veya bir devamlılık kurmamış.
Yazarı gereğinden fazla konuşturmuş, oysa hayıflanarak söylüyorum, daha
yenilikçi bir dil istifleyebilirdi. Yazıyı yazarken-albümü okurken hep aklımda
bu vardı: beklentimi niye yüksek tutuyorum, abartıyor muyum? Erer, ortalamanın
altında bir iş çıkarmış değil ki… Dünyadaki grafik roman eğilimi, en çok kadın
çizgi romancılara yaradı, en çok onlar öne çıktılar. Abartmam biraz da ondan
olabilir. Bana kalırsa, Türkiye kadın grafik romancıları ve onların kadın
hikâyelerini bekliyor. Sadece okur olarak beklentimi söylemiyorum, potansiyelimiz
olduğuna ve yapabileceğimize inanıyorum.
Radikal Kitap, 26.2.2016
Radikal Kitap, 26.2.2016
Perşembe, Şubat 25, 2016
Eller
Pazartesi, Şubat 22, 2016
Payidar
"Adım Payidar Cengiz, bir futbol kulübünde sözleşmeli idari
personel olarak çalışıyorum."
Ben yazdım, Berat çizdi... Fitbol'un yeni sayısında başlıyoruz...
Cumartesi, Şubat 20, 2016
Eco
link
Not: Eski bir yazıyı yineledim, sevdiğim, ne demiş diye merak ettiğim bir yazardı. Olağanüstü bir insanın çağdaşıydık, Umberto Eco Rönesanstı, neşeydi, sabırdı, özveriydi, ne yazmış diyemeyeceğiz artık..
Çarşamba, Şubat 17, 2016
Üçleme Hakkında
Uzak Şehir karanlık bir öyküyü anlatıyor fakat diğer
kitaplarında ondan kalır yanı yok. Ankara üzerine yazarken hüzünlü senaryolar
seçmenizin nedenleri var mı, varsa nelerdir?
Uzak Şehir, Emanet Şehir’e
göre daha sert ve karanlık bir hikâye. Bu bir üçleme olduğu için finalin daha
koyu olması gerekiyordu, böyle bir perspektifi olması gerekiyordu veya… Hüzünlü
senaryolar seçiyor muyum, alt sınıfları ve suçluları anlatıyorsanız, dramatik
bir eksen kurmak zorundasınız, anlattıklarımın ister istemez kederli bir tadı
oluyor, methetmiyorum, kimseyi kahramanlaştırmıyorum çünkü.
İlk kitapta birçok farklı çizerle birlikte çalıştınız,
diğerlerindeyse Berat Pekmezci ile devam ettiniz. Onunla devam etmenizin sebepleri
nelerdir?
İlk kitap çok hikâyeli bir
antolojiydi, daha kısa sürede üretildiği için çok çizerli olması gerekiyordu
ama diğerleri daha uzun hikâyeli albümlerdi. İkinciyi Berat’la çizeceğimi
biliyordum ama üçüncüye, ikinciyi çalıştıktan sonra karar verdim. Takıntılı
biriyim, yoğun çalışmak, hayattan kopmayı gerektiriyor, herkes bu tempoyu göze
alamıyor. Berat’la iyi çalıştık ikinci albümde, devamı öyle geldi. Herkesle
çalışılmıyor, uyum gerekiyor, benzer bir ritmi tutturmak gerekiyor. Berat’la
uyumlu çalıştığımız için üçüncü albümde de birlikte çalıştık.
Çizgi romanlarda yazar ve çizer farklı olduğunda hep
merak ettiğim bir konu var. Sizin Berat Pekmezci’nin çizimlerine onunda
senaryoya herhangi bir katkısı ya da müdahalesi oldu mu, olduysa hangi
durumlarda?
Çeşitli çalışma biçimleri
var. Berat, bitmiş ya da tamamlanmış senaryo bölümlerini çiziyor. Sadakat
gösteriyor senaryoya. Ben taslaklara bakıyor ve sahnelerle senaryo uyumunu
karşılaştırıyor, onun yorumunu inceliyor, önerilerde bulunuyorum. Taslaklarda
revizyonlar oluyor ve senaryo çizgi romana dönüşürken, görsel olarak biçim
değiştiriyor. Daha en başta tipler, mekânlar epeyce çalışıyoruz, görsel bir
arşiv sağlıyorum. Berat, senaryoyu görsel olarak daha iyi anlatabilirim ile uğraşıyor
aslında. Öte yandan uzun süre çalışınca bir uyum yakalıyorsunuz, ben onu
serbest bırakıyorum o da bana önerilerde bulunuyor artık. Örneğin ben Uzak
Şehir’de hiç anlatım kutusu kullanmayacaktım, Berat ısrar edince, senaryoya
başladıktan, çok sayıda sayfa çizildikten sonra yeniden bir anlatım dili
kurdum. Bu tür iş bölümlerinde çalışma biçimi nasıl verimli oluyorsa o yönde
değişir.
Emanet Şehir’de 1940’lı yılları seçmenizin belli bir
nedeni var mı, sizce Ankara’yı o yıllarda özel kılan nedir?
Dumankara, 1916 Yangını ile
başlar, o da bir tercih. 1923 sonrasında Ankara bir vitrin şehir olarak
tasarlanır, cumhuriyete model olması için uğraşılır. İstanbul’a alternatif
olacak yeni bir şehir olsun isteniyordur. 1950 ile birlikte bu uğraştan
vazgeçilir ve İstanbul yeniden öne çıkar. Emanet Şehir, tam bu değişim anında
geçiyor. Bir tür hayal kırıklığı, bir başarısızlık hissi ve değişim arifesinde
geçiyor veya.
Uzak Şehir’de bu sefer karşımıza Alevi –solcu bir mahalle
de yaşayan, silik bir kenar mahalle delikanlısını başkahraman olarak görüyoruz.
Bu kara hikâyenin kahramanı için neden böyle bir çevre seçtiniz?
Bu bir suç hikâyesi.
Türkiye’de yoksul bölgeler sanılanın aksine iktidar partilerine destek
verirler. Muhalif bir mahalleyi arkaplan olarak kullanmak istiyordum, bu
sebeple böyle bir tercihte bulundum. Üstelik, kahramanlardan birinin vicdani
bir huzursuzluk yaşaması için de bu türden bir gerginlik gerekiyordu.
Ankara üçlemesi özellikle Ankaralılar tarafından çok
beğenildi. Başka grafik roman projeleriniz var mı? Varsa, içerikleri ve
kimlerle çalıştığınız hakkında biraz bahsedebilir misiniz?
Evet var, iki ayrı çalışma
daha sürdürüyorum. Aslında ikisi de tarihi çalışmalar ya da en azından o
biçimde tarif edilebilirler. Biri Sefa Sofuoğlu ile birlikte hazırladığımız,
1951. İsminden de anlaşılabileceği gibi o yıl içinde bir siyasi hikâye. Diğeri,
Taner Duran’la yaptığımız, 1930’larda geçen bir kabadayı hikâyesi. Yine bir
dönem panoraması, siyasi itişmeler, suç dünyasına ilişkin ayrıntılar vs
Aylık çizgi roman dergisi Hortlak yolda. Çizgi roman “All
Stars” denilecek bir ekipten oluşuyor kadro. Nasıl ortaya çıktı, size teklif
nasıl geldi, orada neler yazacaksınız? Biraz bahsedebilir misiniz?
Uykusuz yeni bir çizgi roman
dergisi çıkartmak istiyordu, benden de çizgi roman hakkında yazılar yazmamı
istediler. İki nedenle çekincem vardı, biri ben genel olarak mizah
dergilerinden uzak duruyordum, haklarında yazı yazdığım için bir mesafem olsun
istiyordum. İkincisi, benden istenen yazılar, böyle bir dergiye uygun
olmayabilirdi. Hem konuştuk, hem de ben düşündüm. Bakalım, en azından
başlangıçta bir katkım olacak, sonra ne olur ben de bilmiyorum.
Biraz da Türkiye’de çizgi roman ve çizgi roman okurluğu
üzerine konuşmak isterim.
Eskilerde olduğu kadar bir çizgi roman sevgisi furyası
yok bu zamanda. İnternet veya teknolojinin gelişmesi dışında, sizce sebepleri
nelerdir? Türk kökenli çizgi roman eksikliğinden kaynaklanıyor olabilir mi?
Tek bir cevabı yok bunun,
şunu iyi biliyorum, neredeyse çeyrek asırdır böyle bir sorun var. Ben iyimser
biriyim yoksa üretim yapamazdım. Konuşulan hikayeler anlatırsanız her zaman
ilgi görürsünüz. Dün nasılsa yarın da öyle olacak.
Hiç çizgi roman okulu açmak gibi bir düşünceniz oldu mu?
Sizce Türkiye’de böyle bir okul açılsa başarılı olur muydu, bunun için neler
gerekirdi?
Böyle bir idealim olmadı,
yakın zamanlarda üniversitelerde ders anlatmamı isteyen teklifler aldım,
alıyorum ama kendi yoğunluğumdan kabul etmedim. Üniversiteden istifa ettikten sonra
dışarıdan lisans ve yüksek lisans dersleri verdim. Hazırlanmak, özel vakit
ayırmak gerekiyor, heyecan, iştah ve zaman istiyor. Bunu yapamıyorsanız, o işi
sürdürmemelisiniz. Yoğunluktan dersleri sürdüremedim. Belki ileride, emekli
olduktan sonra yapabilirim.
Son birkaç soruyu daha kişisel sormak isterim.
İlk okuduğunuz çizgi romanı hatırlıyor musunuz? Neydi,
siz de nasıl bir etki bırakmıştı?
Okuma yazma bilmiyordum,
teyzem bir Tommiks almıştı, ilk onu hatırlıyorum. Ne yazdığını bilmediğim için
abime okutmuş, uzun uzun resimlerine bakmıştım… Kendi paramla aldığım ilk çizgi
roman Mister No’ydu. Çocukken beni en çok etkileyen çizgi romanlar Yüzbaşı
Volkan ve Tarkan’dı.
En çok beğendiğiniz çizgi roman serisi, karakteri
hangisi, neden?
Ben obur bir okurum, takılıp
kalamıyorum, bir sürü güzel kitap, film ve dizi var hayatta. Oradan oraya
sürükleniyorum. 17 yaşımda bana bunu sorsanız, ünlü Heavy Metal dergisinin
abonesiydim. Moebius severdim, Ken Parker okurdum. İlban Ertem, Suat Gönülay ve
Engin Ergönültaş işlerini takip ederdim.
Çizgi roman okumaya yeni başlayacaklar için Türk, yabancı
tavsiyeleriniz var mı?
Bu yazıyı okuyanlar, bu yaşa
kadar çizgi roman okumadılarsa… Maus ya da Persepolis okusunlar, Corto
Maltese’i keşfetsinler…
Söyleşiyi GazeteBilkent için Yağmur Yıldızhan ile yaptık.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)