(...) Eco'yu Türkçedeki ilk kitabı olan, 1985'te çıkan,
Gülün Adı romanından beri tanıyoruz,
neşeli ve iştahlı bir yazar oldu hep. Bütün eserlerini incelerseniz görülebiliyor:
kolay anlaşılamayan koyu akademik kitapları da var, saçmalamayın diyen yüzlerce
gazete yazısı da. Ve sanki her kitabında, hiç karamsar olmadı, okurken iki
paragraf aşağıda fıkra anlatacak gibi durabiliyordu. Karamsarlıktan ziyade toplum
ya da insanlar neden karamsarlaştılar diye sormayı tercih etti. Savaş
çığlıkları atmadı, karşısındakini saldırganlıkla suçlayan saldırganlıkları
olmadı. Metaforlarla konuşmadı, her defasında açıklamaya çalıştı. Bana hep
yaşlı bir adam olan yazarlardan biri gibi gelir, bu bilmenin ve sakinliğinin
sonucu. Şahane romanlar yazdı, meselelerini şahsileştirmedi, kolay kolay
kimselere salak da demedi, demeye getirdi. Kendini tanrı katında saymadı.
Eco'nun konuşkanlığı ve anlama çabası bazen onu orta sınıfın makbul ve mutedil
feylesofu olarak da gösterdi. Bunu pek umursadığını sanmıyorum. Hayatın içinde
kalmak istediği için gazete-dergi yazısı yazdığı veya hatiplik yaptığı
anlaşılıyor. Bunu politik bir mücadele saydığı, ısrar ettiği, inatla
hikayelerini sürdürdüğü çok açık . Gazeteciler günü yaşarlar. Eco ise hafızayı
temsil ediyor, bize geçmişi ve kıyaslamayı hatırlatıyor. Eğitim kurumları ve
yazılı kültür, teorik olarak okumayı teşvik eder ve eleştirel düşünmeyi
öğretir. Pratikteyse bunun karşılığı klişelerdir, ne yazık ki tabu ve ezberdir.
Eco zengin bir perspektiften yazıyor: kitaplar, filmler, mitler, dedikodular,
hatıralar, kuramcılar...Üstelik gülerek anlatıyor, bazen kızarak da anlatıyor
ama hayat o kadar çok bağırmazsam farkedilmeyeceğim diyen insanla dolu ki...O
gürültüden olmalı, Eco kızıyormuş gibi gelmiyor okuyana (...)
link
Not: Eski bir yazıyı yineledim, sevdiğim, ne demiş diye merak ettiğim bir yazardı. Olağanüstü bir insanın çağdaşıydık, Umberto Eco Rönesanstı, neşeydi, sabırdı, özveriydi, ne yazmış diyemeyeceğiz artık..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder