Cuma, Mayıs 27, 2011

Cuma, Mayıs 20, 2011

Yerden Yüksek'te Tanıdık Bir Kitap

Ali Tekin Beşeriyet İçin Savaşıyor!

Ali Tekin için bir İngiliz çizgi romanının Türk(çe)leştirilerek yayınlanması denebilir. Kitabın önsözünde yazılanlara göre İngiliz Büyükelçiliği, İkinci Dünya Savaşı sırasında Türk hükümetinden Hür dünyanın Nazilere karşı savunmasında “Kıymetli Bir Türk Pilotunun” kendilerine verilmesini istemişti. Ali Tekin’in ismi ve varlığı gerek savaş sırasında gerek sonrasında gizli tutulmuştu. Yine önsözde yazılanlara bakılırsa “harp vesikaları ortaya dökülünce hakikat anlaşıldı. Kitabçılar Ali Tekin’in maceralarını basmak için birbirlerine düştüler. Elinizdeki kitab büyük fedakârlıklarla aldığımız bu harikulade serinin tercümesidir”. Büyük puntolarla metnin altına düşülen not ise şöyle: “Her şeyi Avrupa’da çizdirilen ve hazırlatılan ilk Türk Kahramanlık Dergisi”. Yayınevinin yaptığı eğlenceli alicengiz oyunu metnin çevirisinde de sürüyor. Üst yazılarda oldukça eğlenceli –konuşma tonunda- bir serbest çeviri yapılmış: “Hey koca Türk! Ali Tekin’in yaptığını kimse rüyasında göremezdi (…) Türk Kanı taşımak başka şeydi ne de olsa (…) Ali Tekin planını anlattı, akıllı adamdı doğrusu” vs… İlginç bir not : çevirmenin (ya da yayıncının) Eskişehirli oluşu nedeniyle Ali Tekin de Eskişehirli olmuş. Son sayfadaki üst yazı: İngiliz Harp tarihleri şöyle yazar: Bir Türk’ün akıl almaz cesareti ile beşeriyet tehlikeden ve ölümden kurtulmuştur”. Eskişehirli Acar Pilot Yüzbaşı Ali Tekin’in hikâyedeki son sözleri ise uyarlamanın genel havasına uygun: “of of… İçim memleketi çekiyor… Bir şiş kebap olsa…”. Ali Tekin, Milli Kütüphane kayıtlarında yer almayan bir çizgi roman. Sis Yayınlarından çıktığı düşünülürse yüksek ihtimal ellili yılların sonunda çıkmış olmalı. Serinin 15 günde bir yayınlanacağı belirtiliyor, ama ilk kitaptan sonrasının çıkıp çıkmadığı belirsiz. Yüzbaşı Volkan’ın öncülerinden sayılabilecek Ali Tekin, Eskişehirli Ali Recan’ın çocukluğunda okuduğu çizgi romanlardan biri olabilir. Bir başka not ise gerçekten Ali Tekin isimli bir Türk pilotunun yaşamış olması, 1957 yılındaki ölümü ile gazetelere ve popüler kültüre sirayet etmesidir. Sadece bu çizgi roman değil bir başka İngiliz çizgi romanına, o yıllarda gazetelerimizde yayınlanan serüven bantı Jeff Hawke’a da yakıştırılmış bir isim olmuştur Ali Tekin.

Cumartesi, Mayıs 14, 2011

Orta Sınıf Nostaljisi

Mizah dergilerini izleyenler bilir, çizerler kendilerini tipleştirerek hikâyelerine katmayı severler. En azından anlatının başında veya sonunda dertleşerek konuşurlar. Bu eğilim, tahmin edilebileceği gibi, isimlerini anonim olmaktan çıkarmak, kendilerini ete kemiğe büründürerek varkılmak ve doğrudan doğruya sahneye çıkarmak olarak açıklanabilir. Çizgi romanın endüstri olduğu ülkelerde kahramanı (örneğin Süpermen’i) kimin yazıp çizdiği ekseriyetle önemli değildir. Aslolan kahramandır, yazar ve çizer durmaksızın değişebilir. Sinemadaki auteur anlayışına benzer biçimde hikâyeden çok anlatıcısının vurgulandığı sanat ve yaratıcı nitelemesi- zihniyeti, hemen her ülke çizgi romanında olduğu gibi bizde de yaygınlaşmış, anlatıcı olarak ün kazanan, hikâyelerinden ziyade ismiyle hatırlanan üreticiler çıkmıştır.

Gırgır ve sonrasındaki dergilerde bu türden bir yoğunlaşma yaşandığı, üreticilerin anlatılardan daha fazla konuşulduğu söylenebilir. Elbette öncesi yok değil, özellikle gazete karikatürcüleri kendilerini ve yakın çevrelerini anlatılarına dâhil etmekte beis görmemişlerdir. Cemal Nadir’e, Bedri Koraman’a, Altan Erbulak’a veya Gırgır’ın yaratıcısı Oğuz Aral’a kendi hikâyelerinde kolaylıkla rastlayabilirsiniz. Öyle ki aralarındaki atışmalar, çizerin kahramanıyla karşılaşması espri evreninin bir parçası sayılagelmiştir. Benim bildiğim iyi bir örnek, Oğuz Aral’ın hikâyeye katılarak kendi kahramanı Hayk Mammer’i öldürmeye kalkışmasıdır: “Seni Ben yarattım Hayk! Ama pişman oldum. Gene ben öldüreceğim”. 1958 yılından bir alıntı yaptım, düşünün. Bugün, geçmişte oldukça istisnai duran bu eğilime bakarak söylersek, çok daha fazla çizer kendinden ve kişisel hikâyelerinden söz ediyor. Yanlış anlaşılmasın, bu eğilim, sadece çizgi romanı değil hemen tüm popüler kültür evrenini etkilemiş durumda. Büyük anlatıların çöküşü denilen şeyi dar kapsamıyla ele alırsak, kişisel hikâyelerin ve yerel tarihin popülerleştiğini, “ben değerliyim, benim geçmişim de değerli” mantığının meşrulaştığını, sanatı, kültürü ve akademiyi başkalaştırdığı fark edilebiliyor. Kendini ‘ben bir üslubum-ben bir dilim’ diye sunan çizerin, geçmişine yoğunlaşması, üst üste gelen ve birbirini tamamlayan olgular oldu. Geçmişte bir daha tekrarlanmayacak olanı yaşatmaya çalışmak, hikâyeleştirerek ona can vermek, kendini anlatan çizerlerin sürekli malzemesine dönüştüler. Bir başka ifadeyle, bu süreç, kendisi görünmek-müdahil olmak, mahrem olanı anlatmak ve kayıp giden zamanı tutmak olarak ifadelendirilebilir.

Ersin Karabulut’un Sandık İçi adlı yakın dönemin fenomen çizgi romanın sac ayakları da bunlar. Ersin dizinin ilk yıllarında kendisini, çocukluğunu, yaşadıklarını ironik ve dokunaklı bir dille teşhir ediyor, orta sınıf mahcubiyeti denebilecek bir tutumla nedamet getiriyordu. Eski çizgi romanlar, akide şekerleri, bayram gezmeleri, Cincin sakızları, filmler, modalar, Star Wars, hezeyanlar, çekingenlikler, mahalleler, Cihangir, sınavlar ve nemrut öğretmenlerden oluşan, okuruyla arkadaş olma niyetini defaatle vurgulayan iyimser bir anlatı evreniydi bu. Şimdilerde köşe yazarı gibi başka dertlerinden de söz eder oldu, bana anlatısını başka bir yöne çekmeye çalışıyor gibi geliyor. Eğer illa bir tarafa seyreyleyecekse, hatıralar ya da yaşanmışlıklar kadar kurguya dayalı yeni bir çevre ve tipleştirmeler evreninin inşasına yönelmeli sanki. Dizinin süregelen gerçekçilik ve mahremiyet vehmi zaten onu takip edecektir. Köşe yazarlığı meselesiyse mizahçı için kör bir Keloğlan kuyusu; insan yaşlandıkça yavaşlıyor ve hata yapma riskini azaltıyor, bu açığı da genellikle nasihat vererek kapatıyor. Türkiye’de mizahçıların yaşlandığını nasihatçiliğe, “çok yanlış yapılıyor çok” moduna geçtiklerinden çıkartabiliyorsunuz. Siyaset kültürümüz haddini bildirmeye bayıldığından mizahçı nerden gelmiş, kimmiş önemsizleşebiliyor. Bir bakmışsınız ‘ya bu ne diyor’ dediğiniz televizyon hatibiyle aynı havuzda yüzüyorsunuz…

Sandık İçi’nin bence gerçekten ilginç bir yönü var ve sanıyorum, bu anlamıyla Türkiye’de bir benzeri yok. Yazılıp çizilenlere bakılırsa, Ersin’in genellikle kendisiyle yaşıt olan okuru yakaladığı için başarılı olduğu düşünülüyor ve ilginçtir onun sıra dışı bir çizer, karelerarası devamlılığı iyi kullanan bir hikâyeci olması hiç akla gelmiyor. Yani çizgileri ya da kurgusuyla değil anlattıklarıyla okuruna dokunduğuna inanılıyor. Popüler kültür ürünleri içinde yaşadıkları kültürel ortamın söylemine müdahale eden ve doğrudan doğruya ondan beslenen anlatılardır. Sandık İçi, dönemine özgü deyiş, söyleyiş ve zihniyeti görünür kılabildiği için başarılıdır. Bu zaten bir veri, benim ilgimi çeken, Ersin’in ve okurlarının ergenlik sonrasında erken nostalji yaşamaları. Nasıl oluyor da bu kadar genç insan, bu denli vaktinden önce, çocukluklarını özlüyor? Nostalji, nasihat veren yaşlı adamların işi değil midir biraz… Veya toplumsal amneziye bir tepki olarak gelişmez mi? Lahmacun, çiğ köfte veya bıyık düşmanlığı yapıldığı için Beyoğlu güzellemesi yapılmadı mı mesela… Ersin, 1981 doğumlu, aşağı on yıldır çiziyor bu köşeyi… 2000’lerin başında, doksanlı yılları özleyen, yirmili yaşlarındaki okurlar bir eksiklik, zamana ilişkin bir tükenmişlik mi yaşıyorlardı?. Yoksa bu nostalji, onları yaşça büyük ve olgun gösteriyor, bu yüzden mi rağbet görüyordu?. Geçerken internet çağını unutmayalım derim, ilk kullanıcılar daha çok bu yaş kesiminden çıktılar. Nostalji, sanıyorum hiçbir zaman, bugünkü kadar minimalist ve dar yaş gruplarına dönük bir işlevsellik taşımamıştır. Sandık İçi, hızla değişen zamanı tutan ve güzel günleri hatırlatan içeriği nedeniyle başarılı bir ergen anlatısı, doksanlarda çocuk ve ergen olmuş orta sınıfların nostalji sığınağı.

Radikal Kitap, 13.5.2011

Cuma, Mayıs 13, 2011

Sıkıcı

The Spirit çizgi romanı, Türkçe’de hiç yayınlanmadı. Meraklı bir azınlık dışında okunduğunu da sanmıyorum. Frank Miller’in The Spirit uyarlaması yapacağını duyduğum ilk günden bu yana kötü bir filmle karşılaşacağımı biliyor, yanılmayı istiyordum. Seyretmemeye karar vermiştim. Miller bana hep yumrukları sıkılı dolaşan birini çağrıştırır, hep haklı olduğunu düşünen bir “erkek”, bir “delikanlıdır”. Şöyle ifade etmek belki daha doğru, mizah ile Miller’ı yan yana düşünemiyordum. İntikamın güzelliğiyle ilgili sayısız sayfa anlatmış birinin, Eisner gibi güleç bir adamın dünyasına nüfuz edemeyeceğini biliyordum, nitekim haklı çıktım. Gecikerek de olsa Spirit’i seyrettim ve hemen her sahnesinde oflayıp pufladım. Dikkat ederseniz, filmin sinematografik bir hayal kırıklığı olduğundan söz etmiyorum. Kadronun kullanılamaması, senaryo zaafları, entrika eksikliği vs vs… Bir çizgi roman uyarlanır da bu kadar mı başkalaştırılır, bu denli mi anlaşılmaz bir hale getirilir demek istiyorum. Seyrettiğim en kötü çizgi roman uyarlamalarından biri…

Pazartesi, Mayıs 02, 2011

Seyrüsefer Defteri 10

+ Tuna'yla Alfa ve Omega'yı seyrettik. Vasattı (30 Nisan). + Los Borgia'yı seyrettim, dizisi ne zaman yapılır diyordum. O da başlamış galiba (29 Nisan). + Kill the Irishman, belgeselci bir dil denemişler. İkinci sınıf bir film ama Ray Stevenson'u özlemişim (28 Nisan). + Creepy çıkmış, güzel bir tıpkı basım olmuş (27 Nisan). + The Killing'i izlemeye başladım, güzel dizi (26 Nisan). + The Be All and End All dokunaklı sahneleri var (25 Nisan). + Caveman hakkında bir yazı yazdım (24 Nisan). + Bugün 23 Nisan, Funda'nın doğum günü (23 Nisan). + Tarık Zafer Tunaya'da bir konuşmam vardı (22 Nisan). + İstanbul seyahati, Merhamet toplantısı (21 Nisan). + Mor Menekşeler'i revize ettim. + Conan Kimmerya'yı okudum, fırsat bulursam bir şey yazarım diye düşünüyorum (20 Nisan). + Tuncer Erdem hakkında yazdım (19 Nisan). + Yeni bir edebiyat uyarlaması, Kötü Yol'u okudum (18 Nisan). + Peanuts, Happiness is a Warm Blanket (2011) animasyon olarak çok zayıf, espriler zaten uyarlama (17 Nisan). + Tuna'yla Winnie the Pooh'u seyrettim. Her zamanki ölçüsündeydi (16 Nisan). + New York'ta Beş Minare'yi seyrettim. Teknik olarak söylenecek bir şey yok. Sırıtan oyuncular, hep aynı şeyi oynayan oyuncular, herşeyi çözmek isteyen senaryo bir yerden sonra batıyor insana (15 Nisan). + Merhamet bitti (14 Nisan). + Akşam Bizim Büyük Çaresizliğimiz'in Ankara galasına gittim. Roman güzel hayat güzel (13 Nisan). + Merhamet... (12 Nisan). + Bugün Camp Estetiği üstüne konuştuk derste, fırsat bulabilsem şu konuda bir şeyler yazabilsem (11 Nisan). + Merhamet'i yazmaya başladım (10 Nisan). + Tuna'yla Rio'ya gittik, yine bir uçma hikâyesi (9 Nisan). + İzmir'deydim, Dokuz Eylül'de, Güzel Sanatlar Fakültesinde Genç Beyin Fırtınası etkinliklerinde konuşmacıydım. Eş dost gördüm, yeni insanlar tanıdım, hava değişikliği iyi geldi. Dönüş uçağını az daha kaçırıyordum, hoh hoh adrenalin! (8 Nisan). + Truands'ı seyrettim, averaj film ama güzel kotarılmış sahnelere sahip (7 Nisan). + Deli Gücük 3 için çalışmaya başladım, yeni senaryolar ve yeni siparişler (6 Nisan). + The Last Godfather adlı bir komedi filmi seyrettim, vasat olmakla birlikte bir kaç tipleme çok başarılıydı (5 Nisan). + Halide Edib'in Handan'ını okuyorum (4 Nisan). + Gorajun'u okudum (3 Nisan). + Yine bir senaryo işi... Nereye varacak ben de merak ediyorum (2 Nisan). + Eco'nun Çirkinliğin Tarihi derlemesini okuyorum (1 Nisan).

Related Posts with Thumbnails