Cumartesi, Ekim 31, 2020
Bize lazım olan eşitsizlik (2)
Perşembe, Ekim 29, 2020
Bulaşma
Birinin başına acı bir şey geldiğinde üzülmekle birlikte içten içe de seviniriz, bize acımayla birlikte üstünlük hissi de verir çünkü. O üstünlüğün içinde gülme de vardır, mizah da. Yaşıyoruzdur, rezil olmamışızdır. Trajedi, güçlü birinin başına gelirse haz daha da artar. Hem trajedi sürsün isteriz, hem de insani olarak bu acıyı paylaşırız.
Aldığımız eğitim ve bize doğru diye belletilen iyilik inancı bunu gerektirir. Ama o eğitime ve iyilik inancına nanik yapmak da bastırılan ruhumuzun arzusudur. Trajikomik olan biraz da hissettiklerimizdir ayrıca. Trajedinin sürmesinden keyif almak komik ve bir o kadar da trajiktir.
Sosyal medyada "linç" filan deniyor ya...Trajik kimi olayları konuşmak için fırsat kollandığını, şehvetle konuşulup, kıs kıs da gülündüğünü, trajedinin mizahileştirildiğini galiba hepimiz fark ediyoruz. Keder ortaklığı, revanşizm ve tahkir etme garip bir karışım olarak herkesin konuşmasına "bulaşıyor."
Çarşamba, Ekim 28, 2020
Bize lazım olan eşitsizlik (1)
https://www.deviantart.com/anjadergeile/art/Day-28-Favourite-Quote-787369574 |
Arada duyuyorsunuzdur, bir karşıtlık üzerinden keskin konuşmalar yapılıyor. İlk aklıma gelenleri yazayım, bazıları eskimiş gibi gelebilir, işte laiklerle AKP'liler denirdi, Türklerle Kürtler... Kadınlarla erkekler, yetmezamaevetçilerle solcular, Beyaz Türklerle Esmer Türkler, İzmirlilerle Yozgatlılar, Doğulularla Batılılar, Gavurlarla biz... Listeyi uzatmak mümkün.
Dünyadan, geçmişten biliyoruz ki, farklı sınıflardan ve çevrelerden gelen, farklı dilleri ve inanışları olan insanlar birarada yaşayabilirler . Kimse kimseyi evine davet etmek zorunda olmadığı için, onları bilerek, onları anlamaya gayret edebiliriz. Eşitlik mümkün olmayabilir ama insanlar, komşuları, hemşerileri, vatandaşları için eşit bir mesafe kurabilirler. Böyle bir inancım var. Yok yere de hayal kurmuyorum, yaşandı, yaşanıyor, oldu, olabiliyor, olur...
Ama şunun da farkındayım, kimse eşit bir ilişki kurmak istemiyor, sorunları aşmaya ve düzeltmeye çalışmıyor. Farklı etnik ve dini kimlikler, farklı düşünen insanlar birarada yaşayabilir fikrini de taşımıyorlar. Aksine bu ayrımdan besleniyorlar, karşıtı olarak gördükleri kesimlerle nerdeyse hiç karşılaşmadan onlara benzemedikleri için kendilerini kutsuyorlar.
Uzun yıllar önce bir grup sağcı çocukla eşitlik meselesini konuşmuştum, benim kim olduğumu biliyor, bazı popüler çalışmalarımdan dolayı bana sempati de gösteriyorlardı. Konuştukça birlikte yaşamak meselesiyle ilgili takıntıları olduğunu anladım. Beni iyi bildikleri bir döneme çekerek benimle Abdülhamid'i "münakaşa etmek" istediler. İttihatçıların anayasal eşitlik hayalinin imparatorluğu bitirdiğine inanıyorlardı ve uzun uzun beni ikna etmeye çalıştılar.
Eşitliği kabullenmeme hali..."eşitsizlik gösterisi ve öfkesi" herkese iyi geliyor.
Salı, Ekim 27, 2020
Kayıp caddenin izinde
Fransız polisiyesinin temel taşlarından sayılan Léo Malet, türün hakkını veren, bu formülü iyi kullanan maharetli yazarlardan biri. Bizde tanınırlığı, örneğin Simenon’la kıyaslanırsa çok daha yakın tarihli; her nedense gazetelerin bolca polisiye tefrika kullandığı tarihlerde pek akla gelmemiş. Halbuki ünlü kahramanı Nestor Burma’nın maceralarını, –ilki 1943’te, sonuncusu 1983 yılında yayımlanan– otuz sekiz kitapla anlatmış. Az buz değil, neredeyse her sene bir roman yazmış. Gazetelerimizde yer alabilirmiş, olmamış, çok mu Fransız sayılmış acaba? Oysa Fransa’da açık ara bir popüler kültür fenomeni; hal bu olunca, Nestor Burma serisi pek çok mecra gibi çizgi romana da uyarlanıyor. Biz ilk uyarlamayı 2012’de Jacgues Tardi’nin imzasıyla 1956 yılında yayımlanan on yedinci Burma romanını Tolbiak Köprüsünde Hava Puslu (Brouillard au Pont de Tolbiac) adıyla okumuştuk. Tardi, 1982 yılında yaptığı bu uyarlamadan altı yıl sonra bu defa serinin ilk romanını, İstasyon Sokağı No: 120’yi (120, Rue de la Gare) ele almış, Malet’nin 380 sayfalık romanını 190 sayfalık başarılı bir albüme dönüştürmüştü. Geçtiğimiz günlerde aynı isimle bu uyarlama da yayımlandı.
Pazartesi, Ekim 26, 2020
Kaybedenlerin İçkileri
Pazar, Ekim 25, 2020
Cumartesi, Ekim 24, 2020
Bi çiçek bi resim... Vay bee
Gırgır'da veya Fırt'ta, o yılların mizah dergilerinde kenar mahalle çocukları hikaye gereği gazinolara gider, yer içer, sapıtır, rakıydı şampanyaydı ipin ucunu kaçırır ve gelen yüklü hesabı haliyle ödeyemezlerdi. Veya sıradan adamın hayalini-intikamını alırcasına Utanmaz Adam Şeref Haktanır bizi oralarda uçurur, türlü dolambaçlarla zenginlerden yolduğu voliyi bir gecede su gibi harcayıverirdi filan... Gazino pahalıydı, lükstü, cebbardı, israftı, gücün yetmezdi, hem zaten hiç şaşmazdı, düşürdüklerine hesabı illa ki "kitlerlerdi."
Niye bilmiyorum, birine çiçek veren, bir diğerinin yanına beyhude ilişen delikanlı bana o hikayeleri hatırlattı. Fotoğrafçıya göz ucuyla bakışı, Feri Hanıma yanaşması, o çiçeği, çiçekleri yeni filizlenen dal gibi uzatışı, kadının ezberlenmiş bir tebessümle karşılık vermesi... Vay bee dedim kıkırdayarak... Daha hızlı çarpmış olmalı delikanlının kalbi...Gümbedegüm...Bir hatıra uğruna, spotların murayi ışığına, akı ak, karası kara kadınların gülyüzüne cebindeki parayı cayırtıyla gömmüş işte... Bir çatal uğruna ya rab, ne güneşler batıyor!
Perşembe, Ekim 22, 2020
Tashih
Mahallemden bir duvar yazısı... Bu "artistik" resmimi paylaştığımda pek çok kişi bana özelden yazarak "de ayrı yazılacak" dedi ve garip bir biçimde ünlü'nün yanlış yazıldığı fark etmedi. İleride, yaşadığımız dönemi anlatırken de-da ihtimamına özel bir bölüm ayrılacak mutlaka...
Özel not: Çok katlı apartmanların-sitelerin yüksek bahçe duvarlarına yazılmış her duvar yazısı ruhuma iyi geliyor.
Tashih kısmına not: Ünlü yanlış yazılmamış, bitişik yazılmış diyen olabilir, ben anlamam, o kadar yıl hocalık etmişim, düzgün yazsaydı, not kırıyorum... Bitti.
Salı, Ekim 20, 2020
İki Grafik Roman
Albüm Jonathan A.'nın ilk gençliğinden itibaren yaşadıklarını anlatıyor. Alkol bağımlılığından çok -adına bakmayın- aşklarını, cinsel tercihlerindeki savrulmaları okuyoruz. Bol yazılı, bol iç dökmeli, drama olarak başarılı bir çalışma. Yazı ağırlıklı ama bana kalırsa metin, daha derli toplu olmakla birlikte, Türkçe'de yayınlanan iki romanının gerisinde.
Pazar, Ekim 18, 2020
Cumartesi, Ekim 17, 2020
Heyecan
Bunları niye yazdım? Çünkü bana sorarsanız sahiden enerjilerinden dolayı sempati duyduğum iki insan, Cimcoz ve Erbulak yanyana gelmiş, dansediyorlar. Nasıl da güleçler... Bilmiyordum ama o dönemle ilgili bir şey yazsaydım, illa ki onları yan yana getirirdim.
Perşembe, Ekim 15, 2020
Yaprak
Salı, Ekim 13, 2020
Atatürk, Che ve Sipahi Ocağı Sigarası
Ne bu şimdi?
Yukarıdaki resim kadar palavra olabilir mi yazdıklarım? Hayır olamaz. İsteyebilirdi, merak edebilirdi filan diyorum, bir ihtimalden söz ediyorum. Baştaki malumatı bile teyit edemezsiniz, Atatürk, başka tütünler de markalar da kullanmış olabilir.
Yukarıdaki resim ise bilerek, isteyerek yapılmış bir manipülasyon. Yok böyle bir resim, yok böyle bir ihtimal, yok böyle bir neden...İş mahkemelik olsa, yapılan montaj, suç olarak nitelenir.
İnsanlar birisini, bir siyasetçiyi, bir düşünürü, bir yazarı, şairi, oyuncuyu, şarkıcıyı sevebilirler ve sevdiklerini, sevdikleri diğer şeylerle birleştirmeye çalışabilirler. Kol kola, yan yana gösterilen iki şey bir tahayyüldür ve başka insanların zihninde aynı etkiyi yaratmazlar. Üstelik, kamuya mal olmuş insanlar, popüler figürlerdir, popüler kültürün parçasıdırlar, herkesin durduğu yere göre değişen biçimlerde, onların sevdiği niteliklerle yaşarlar. Bukalemun gibidirler, zamana ve duruma göre değişkenlik gösterirler. Sağcısı, solcusu, apolitiği, antipolitiği aynı kişiyi başka başka nedenlerle sevebilir veya sevmeyebilir.
Che, Nutuk okumasa... Che de Nutuk da değerinden kaybetmez.
Küba Elçisi, Che'nin Atatürk okuduğunu iddia etmiş, ben kimin nasıl bir eğitim aldığını, nasıl bir kişiliğe sahip olduğunu bilemem ama Che, son yarım asırda hakkında en çok araştırma yapılmış, yazılmış, çizilmiş bir siyasetçi, devrimci ve halk kahramanı. Che, Atatürk'ü biliyor olabilir ama Nutuk okuma ihtimali yok. Bunlar hararetle, hamasetle söylenmiş, ispatı mümkün olmayan şeyler.
[Fotoğraflar, sosyal medyada epeydir dolanıyor, Ben Mehmet Atakan Foça'dan aldım. ]
Pazartesi, Ekim 12, 2020
Ratip Tahir
Pazar, Ekim 11, 2020
Eski bir resim
Bazen anılarımı, yaşadıklarımı yazacağım diyorum, günlük tutmuyorum ama epeyce şey de saklıyorum. Bu toplayıcılığıma rağmen yakınlarım yazamayacağımı, kişiliğim nedeniyle bu kadar "gerçeği" anlatamayacağımı söylüyor. Haklılar mı bilmiyorum, belki ben de tıpkı Rekin Abi gibi masada yanımda oturanları güldüreceğim ama yazmaya girişmeyeceğim.
Perşembe, Ekim 08, 2020
Gizli saklı
Çarşamba, Ekim 07, 2020
Muammer
Salı, Ekim 06, 2020
Kötüler Çok Güler!
İnsanların neden güldüğüne dair pek çok kuram ve yaklaşım var. Kimileri rahatlamak için güldüğümüzü düşünüyor, kimileri saldırmak için kahkaha attığımızı iddia ediyor. Gülmenin toplumdaki yanlışları düzelttiğine, gülerek daha iyi bir toplum olacağımıza inananlar var. Freud, modernliğin bastıramadığı her şeyin, özellikle cinsellik ve argonun gülmeyi beslediğini söylüyor. Bakhtin, karnavalesk bir gülmeden söz ediyor; edepli, kasvetli, ciddiyet dolu hayatın karnaval zamanlarında ters yüz edilmesini anlatıyor. Gülmenin insanları birbirine yakınlaştırdığı kadar uzaklaştırdığı da biliniyor.
Yerli çizgi romanda gülme genellikle saldırganlıkla eşleştirilir ve kötü adamın aşağılama aracı olarak kullanılır. Kibir, küçümseme ve güç gösterilerinde büyük puntolarla yazılır kahkaha efektleri. Gülmenin dayanışmacı, rahatlatıcı ya da düzeltici olduğu düşünülen karakteristiği saldırgan yönü kadar hatırlanmaz. Kötü adamlar tekinsiz gülmeleriyle resmedilirler. Kahkahaları tedirgin edicidir, çünkü peşi sıra öldürecek, işkence edecek ya da tecavüze kalkışacaklardır. Gülmeleri onların kötülüklerini pekiştirmek adına eylemlerine eşlik eder. Kuraldır, gülmeyen kötü yoktur!
Serüven edebiyatını hicvederek çoğalan mizahi çizgi romanlarımız da gülmenin saldırgan doğasını öne çıkartmayı sürdürmüşlerdir. Mizah dergilerinde de gülen adamlar çoğunlukla arızalı ve hastalıklıdır. Alt sınıflar grotesk kahkahaları, üst orta sınıflar da sarkastik kıkırdamaları ile hicvedilirler. Cinselliği çağıran pek çok sahne yine gülmeyle bir arada resmedilir. Örneğin cinsel ilişkinin yokluğu ahrazlı bir ciddiyetin nedenidir. Neşe, ucundan kıyısından cinsel hayat ile ilişkilendirilir.
İstisnaları yok değil ama yerli çizgi romanda gülmenin kötülüğün kıyılarına demirlemesi ilginç! [Bir Tam Macera yazısı, 2007'den...]
Cuma, Ekim 02, 2020
Seyrüsefer Defteri 122
Raised
by Wolves Sea1 Ep.1 ve
2'yi seyrettim (30 Eylül).++ Marcella Sea1
Ep.3 ve 4'ü seyrettim (29 Eylül). ++ Lovecraft
Country Sea1 Ep.1 ve 2'yi seyrettim (28 Eylül).++ Enola Holmes (2020) enerjisi var, çocuksu ve
eğlenceli, az şey değil, finali başka türlü kurabilirlermiş (27 Eylül).++ Superman Red Son (2020) bir iki yeri güzel
uyarlamışlar ama duygusal olarak "gomonist" Süperman'ın sıkıntısı çok
anlaşılmıyor (26 Eylül).++ Young Wallander Sea1
Ep.5 ve 6'yı seyrettim (25 Eylül).++ Marcella Sea1
Ep.1 ve 2'yi seyrettim (24 Eylül).++ Babyteeth (2019)
buruk ve kederli bir hikayesi var, iyi sahneler çıkmış, ortayaş krizleri,
ebeveynilik ve ergenlik ölçüsünde harmanlanmış (23 Eylül).++ Young Wallander Sea2 Ep.3 ve 4'ü seyrettim (22
Eylül).++ Abgeschnitten (2018) malzeme
varmış, kalabalık olmuş, sadeleşememiş bir gerilim çıkmış (21 Eylül).++ Lying and Stealing (2019) Stiv Mak Kuin
başrolde olabilirdi, o kadar 70'lerde çekilmiş gibi, kız güzel, e hikaye
serüvenci (20 Eylül).++ Changeling (2008)
konusu ilginçmiş, muammasını beğendim (19 Eylül).++
Hinterland Sea1 Ep.1'i seyrettim (18 Eylül).++ Young Wallander Sea1 Ep.1 ve 2'yi seyrettim (17 Eylül).++ A Million Ways to Die in the West (2014)
eğlenceli aslında ama komedi eşiğini her zaman ayarlamamışlar, finali daha
curcunalı olmalıymış (16 Eylül).++ Ace in the
Hole (1951) iyi bir medya eleştirisi, iyi bir kara film ama Wilder
filmi gibi değil (15 Eylül).++ Mulan (2020)
yirmi yıl önce üretilmiş olsa vay vaylar kategorisine girerdi (14 Eylül).++ Cep Herkülü: Naim Süleymanoğlu (2019) doğru
bir senaryosu var (13 Eylül). ++ Seni Gidi Seni (2017) arkaik kalmış, Çiçek Taksi bu hikayeleri çok anlattı (12 Eylül).++ Mutluluk Zamanı (2018) gişe filmi ama aşktan
çok Cengiz B ile yürüyor ki ona göre yazılması gerekirmiş, yazılmamış (11
Eylül). ++ Döndüm Ben (2019) hikayeyi
harekete geçiren temel neden anlaşılmıyor, mizahi olarak da başarılı değil (10
Eylül).++ Damsel (2018) westerne kara
mizah yorumu, ilginç de olmuş (9 Eylül).++Reflections
in a Golden Eye (1967) Marlon'un taşan oyunu, şahane Liz, her zaman
şaşırtıcı olan McCullers griliği (8 Eylül).++ Düğüm
Salonu (2018) potansiyelli işmiş, olamamış, bazen sadece iyimserlik
seyrettirir (7 Eylül).++ Cat on a Hot Tin Roof (1958)
ne zaman ilham verici bir şeye ihtiyaç duysam Tennessee "okurum"
izlerim, hastasıyım, "oynatır" (6 Eylül).++
J'accuse (2019) daha gerilimli bir ardışıklık bekliyordum, belgesel
havası bazen filmin önüne geçmiş (5 Eylül).++
Zengo (2020) Recep İvedik olmuş ona şaşırdım (4 Eylül). ++ Freaks (2020) iyi başlıyor, sonra
olmuyor diyeceğim ama o iyi başlayan bölüm de zaten bilinen bir klişenin Alman
sürümü (3 Eylül). ++ I'm thinking of ending
things (2020) fasılalarla güzel diyaloglar var, iddiası ölçüsünde
"büyük film" olamamış (2 Eylül).++Who's
Afraid of Virginia Woolf (1966) oyun, oyuncuyu da uçuran
güzelliktedir filan ama ne desek az, büyük film, büyük yalpalama (1 Eylül).++
Perşembe, Ekim 01, 2020
Mak(b)ul bir hastanın covitle imtihanı
Geçtiğimiz temmuz ayında babamı kaybettik ve ben o günden sonra annemle her gün biraz yürüyor, hasbihal ediyor, onun hayatının normalleşebilmesi için bir şeyler yapmaya çalışıyorum. Onun dışında pek insan yüzü görmüyor, evimle kütüphanemin olduğu çalışma ofisim arasında yaşayıp gidiyorum.
İ l k b e l i r t i l e r: 80 yaşındaki annem, 3 Eylül'de hastalandı, temaslı olduğum için bana da bulaştırdı bulaştırmasına ama en azından başlangıçta covidle ilgili olmadığını düşündüm. Ateşi yoktu, öksürmüyor ve nefes darlığı çekmiyordu. Grip ilaçlarından birini verdik. Bana bulaşmasının ilk belirtileri beklenildiği gibi dört gün sonra gerçekleşti... 7 Eylül akşamı birden soğuk soğuk terledim, bir haftadır kum döküyordum, onunla ilgili olduğunu düşündüm. Üç gün evde kaldım, halsizlikle karışık bir grip geçiriyor gibiydim. 11'inde toparladım. Tabii ki her ihtimali düşünerek evde daha ilk günden bir önlem alarak kendimi tecrit ettim. İyi ki yapmışız, Funda'ya ve Tuna'ya bulaştırmamış oldum.
Annem, o arada iyileşir gibi oldu, covid belirtileri göstermeyince grip geçirdiğini düşünmeye devam ettik. Meğerse hastalık biçim değiştirmiş, annem çok geçmeden kusmaya başladı. O andan itibaren sağa sola ümitsizce telefon açmaya, bir hal yolu aramaya başladım. Ankara'da hastanelerin durumu bir felaket olduğundan haliyle yer bulamadık. 11'i akşamı annemin eve test yapacak bir ekip çağırdım, bu fasıl sahiden çok zor, tam anlamıyla kaos halinde gelişiyor...Bir yandan halsizim, bir yandan annem evinde bir başına...
H a s t a n e: Ayın 13ünde annemin testi pozitif çıktı, Annem, kalp hastası, yüksek tansiyonu ve şekeri var... İlaçların farklı ölçülerde doktor kontrolünde verilmesi gerekiyordu, zorluk da oradaydı. Konuştuğum sağlıkçı arkadaş, bana hak vermekle birlikte "Hastaneler dolu, yer bulamazsınız, ambulans bile gelmez" diyerek sert bir manzara resmi çizdi. Başıma o an giren ağrıyı anlatamam. Neyse ki, bir iki saat sonra mucizevi bir fırsat bularak annemi Şehir hastanesine yatırdık. Zaten bir tek oraya yatırabiliyorsunuz, paranızla dahi bir yer bulmanız zor... Ki özel hastaneler bu denli kapsamlı mücadeleye hazır değiller. Yatırırken özel bir firmadan ambulans tuttum, normal yollardan birileri "gelmiyordu". Hatta, Şehir hastanesi hasta kabul etmiyordu, yatacağı oda belli olmasa ambulans bile onu almayacaktı. Arabanın eve gelmesi bile üç saat sürdü.Dış dünyayla bağı olmayacak biçimde hastaneye yatırıldı ve arada bir doktor arkadaşımız olmasa galiba ondan haber de alamayacaktık.
T e s t ve t e c r i t: Annemle birlikte ben de test yaptırmıştım, sonuçlarım henüz çıkmamıştı. Tam kan sayımında değerlerim normaldi ve doktor arkadaşlar pozitif çıkmayacağını düşünüyorlardı, bekledikleri gibi olmadı. Gerçi, negatif de çıksa fark etmeyecekti. Annemle temaslı olduğum için iki hafta tecrit edilecektim, böyle durumlarda evden dışarı çıkmanız yasaklanıyor. Pozitif çıkınca bu defa evdekiler temaslı oldular ve onların da ev hapsi başladı.
Bu evreyi anlatmam gerek... Pozitif çıktığınız an, cep telefonunuza bir mesaj geliyor ve o dakikadan sonra pek çok insan tarafından aranmaya başlıyorsunuz. Filyasyon ekibi gelip size ilaç veriyor, sonra da yerel sağlık birimleri, gönüllüler telefonla hemen her gün sizi arıyorlar. Önce annemle sonra kendimle ilgili çok insanla konuşmak zorunda kaldım. Çok sıkıcıydı. İki hafta boyunca günde üç ile altı kişi arasında insanla bıy bıy ettim... Mahalle muhtarı, bir polis, bir okul müdürü, bir hemşire, Bişey hanım ve Bişey Hanım daha beni her gün aradılar. Aynı ev içinde bir beni bir Funda'yı aradıkları da oldu. İşlerini yaptılar ama yardım isteseydim, ne olurdu bilmiyorum.
Ç e v r e: Annemin hastalandığı süreçte kimseyle temasım olmamıştı ama apartmana, komşulara durumu bildirdik... Biraz da Kafkaesk biçimde kimlerle görüştüm diye oturup düşünüyorsunuz, nereye gittim gitmedim falan filan... Funda işe gidiyordu, Tuna antrenmana filan ama çok şükür ikisinde de bir şey yoktu. Tabii ki ikisinin de çevresi bir parça gerildiler. Psikosomatik durumları hepiniz yaşıyorsunuz, tahmin edersiniz.
E f s a n e (?): Bir şehir efsanesi var, bu hastalığı hiç fark etmeden geçirenler oluyor deniyor... Bence böyle bir ihtimal yok, nasıl geçirirseniz geçirin, bu hastalık mutlaka kendini gösteriyor. Tabii ki şunu söylemiyorum, hafifsemiyorum, sahiden güçlü bir bünyesi olabilir, tarif edemiyor olabilir, ağrı eşiği farklı olabilir vs...ama yine de o insanın normaline göre bir belirti var... diğer insanlara nazaran hafif geçirenler, sorumluluk duyarak, temastan uzak durmalılar...
İ l a ç l a r: Verilen ilaçlardan biri anti viral, grip ilacı... ilk gün sabah akşam olmak üzere ondan 16 tane içiyorsunuz, sonra 6'ya düşüyor. Beş günde 40 hap bitiyor. Diğer ilaç daha sorunlu ve yan etkileri olan bir "sıtma" ilacı, ondan da 10 tane, etti mi 50...Pıyy... Biliyorsunuz, bu hastalığın bir ilacı yok. Şu anda "bu ilaçları için, evden dışarı çıkmayın, 14 gün sonra normal hayatınıza dönün" deniyor.
Bu ilaçların fena bir yük olduğunu ve değil bana, büyük çoğunluğa iyi gelmediğini düşünüyorum. Yıpratıcı bir süreç o ilaçları içmek... Pek ilaç içen biri değilim veya ilaçlar sahiden beni çok etkiler, rahatsız etti bu kadar çok içmek... Kader dedik ama fazla işte...Ya da bir şey ters... Mutlaka değişecek bu ilaçlar, ayan beyan o görülüyor. Antibiyotik içseniz, üçüncü hapta toparlarsınız, grip ilacı içseniz beşinci altıncı hapta yine normale evrilirsiniz. Bu ilaçlar öyle değil, bende hiç bir olumlu etkisi olmadı örneğin. Ateş, öksürük, bulantı, nefes darlığı, ishal ve benzeri bir derdim yoktu. Bir şey değişmedi bende. Gece uykularını iyi geçirmedim, ateş değil ama yanma oldu o kadar...
A t e ş m i t i: Hastalığın vardığı yer bakımından bir not düşeyim, gündelik hayatta bir yere girerken ateş ölçülüyor ya artık bir anlamı var diyemeyiz, çünkü annem hastanede yattı ama ateşi en çok 36,8 oldu, siz hesap edin... Ateş olmadan seyredebiliyor demek istiyorum.
D e l i r y u m: Annemle ilgili garip de bir şey oldu, tuz ve su kaybıyla beraber sodyum ve potasyum değerleri düştü, bu da hafızasını bulandırdı, örneğin dramatik bir biçimde bana telefon açıp babamın yaşayıp yaşamadığını sordu, hatırlamıyordu...Deliryum etkisi oluyor, bu değerler normale döndükçe hafızası da geri geliyormuş ama itiraf edeyim, annem bana geçmişiyle ilgili sorular sordukça epey gözyaşı döktüm. Şimdi evine döndü, yavaş yavaş da olsa toparlıyor. Psikiyatrist bir arkadaşım sağolsun, beni teskin edecek epey şey anlattı, rahatladım. Oluyormuş, covidle de artık çok oluyormuş.
T e s t i n g ü v en i r l i l i ğ i: Test meselesine geri döneceğim. Kan testinde lenfosit ve crp değerlerine bakılıyor daha çok... Örneğin annemin lenfositi düşüktü... Crp normaldi ama yükseğe yakındı... Benim ikisi de normaldi. Bir de ayrıca burundan ve boğazdan sürüntü testi (PCR) yapılıyor. O güne kadar bu konularda bir bilgim yoktu. Etrafla konuşmaya ve anlamaya çalıştım, bakındım, okudum. Nasıl desem, yüzde 40 hata payı olan bir testmiş meğer, anladım ki, esasen kimse doğruluğuna inanmıyormuş.
K a r a n t i n a n ı n sonu: Test faslı epeyce saçma... Annem taburcu edildi, ben zaten genel olarak iyiydim, okuyup seyrederek, bir odada vaktimi geçiriyordum... Dediler ki "tamam bitti"... oradaki mantık da şu, testin yapıldığı günün üzerine iki hafta sayılıyor...sonra geçti deniyor. Beyan esassa hastalığın başlangıç günü de bir veri ama... eldeki kesin tarih olan test günü milad alınıyor.
H a y d a a: E geçtiyse test yaptırayım, kesinleştireyim dedim. Farklı doktorların bana söylediği şey şu oldu... Kanımda aşağı yukarı bir buçuk ay (45 gün) pozitif gözükecekmişim, bulaştırmayacak ve o süre içinde tekrar hasta da olmayacakmışım. Yani negatif çıksa bile yüzde 40 hata payı olan bir testi hatırlatarak söylüyorlar bunu... çok doğru olmayacakmış. Haydaa diyorsunuz...
Asıl mesele ise şu... tekrar test yaptırırsanız, Sağlık Bakanlığının sistemine bir isim olarak tekrar dahil oluyorsunuz ve bu, pozitif çıkarsanız, siz ve temaslı olduğunuz insanlar bir on beş gün daha tecrit edilecek anlamına geliyor. Beni hasta olmaktan çok, birilerine hastalık bulaştırmak ve benim yüzümden çevreme cefa çektirmek kasıyor...
K a o s: Teste güvenilmemesi, "of the record" önemsenmemesi ve doktorlardan duyduğum şeyler çok kafa karıştırıcı... "Negatif çıktı ama yine de bulaştırdı" denirse size... yok artık demek zorunda kalıyorsunuz, çünkü bu sürecin bir sonu olmalı. Veya elde güven duyacağımız ve hareket noktası olarak ilerleyeceğimiz bir şey olmalı... O da ne dersek diyelim, testtir... Şu yazdıklarımı okuyarak insanlar kendilerini psikosomatik bir hallenmeyle hasta hissedebilirler ama kanımız ne varsa onu gösterir. Eğer testten negatif çıkar ve o hasta yine bulaştırırsa... o test hatalı yapılmış demektir. Basit şeyler söylüyorum ama çok fazla insanla bunu tartışmak zorunda kaldım. Kafalar inanın çok karışık... Sakin ve sabırlı davranmak her zaman kolay olmuyor. Herkes çok yorgun...
D o n ö r: E donör olayım dedim, yok dediler, sen hafif geçirdin, olamazsın... Bu dosyayı kapatmış değilim, halen araştırıyorum.
K a r a r ı m: Kendimce şöyle bir karar aldım, hastalığın başlangıcından kırk beş gün sonrasına kadar tekrar test yaptırmayacağım, izole hayatımı sürdüreceğim. İyisin ve bulaştırmazsın denmesine karşın bunu bir önlem olarak uygulayacağım.
V a z i y e t: Şu an nasılım? Hastalık için geçti dense bile bir kas yorgunluğunun iki ay kadar sürebildiği, kolay yorgunluk yaşandığı söylendi bana...Kabaca söylersek, beyin "iyiyim" sinyalini hemen veremiyor ve enerjik olamıyormuşsun... Günde en az beş kilometre yürüyen biriydim. Karantina bittikten sonra çıkıp bir üç kilometre yürüdüm, eve gelip yarım saat kadar sızma ölçüsünde uyumuşum... Bir halsizlik ve çabuk yorulma oluyor, ikinci gün ofise on beş kilo kadar kitap taşıdım, ev taşımış kadar yoruluverdim... tabii ki durmayacağım, her gün beş kilometre yürümeye tekrar başladım, bu halsizlik evresinin kısa süre içinde geçmesi için çaba gösteriyorum. Hastalığın nekahat evresinin dahi meşakkatli olduğunu gösteren şeyler bunlar. Size bunları hastalığı hafif geçiren biri yazıyor...
T a k v i y e: Bu maddeyi sonradan yazıyorum, verilen ilaçlarla beraber mutlaka clexane ya da oksapar türü iğne kullanmakta, d ve b vitamini takviyeleri yapılmasında fayda var. Kaotik bir harala gürele olduğu için kolayca atlanıyor. İğne, insülin gibi pratik bir şey, kolayca yapılıyor, sizi korkutmasın, kan sulandırıcı, görebildiğim kadarıyla pek çok ülkede öneriliyor. Tabii ki hekimlere danışmanız gerekiyor, ben bunu hatırlatın demek istiyorum.
P s i k e d e l i k: Son söz, takıntılarımla ilgili olsun... hastalık sırasında biliyorsunuz insan zekası oyunlar oynuyor... Marcella dizisinin ilk bölümünü seyretmiştim, kadınla birlikte olayları çözmeye başladım rüyalarımda... Gece arkadaşlarımdan bir diğeri Aziz Azmet'ti, Hiç İstemem'i söyleyip durdu: Rüzgarlar dost bize / yağmurlar arkadaş / güneş bizim için doğacak / mevsimler hep bahar... Her ikisi de üzerimde psikedelik etkiler yarattı.
Uzun bir yazı oldu, aklıma geldikçe uzatabilirim de....Bu hastalıkla ilgili ne kadar önlem alırsanız alın, bulaşma meselesi sadece sizinle ilgili değil...Spor, bol su, vitamin takviyesi ve azami dikkatten başka yapacak bir şey yok. Hastalık, fiziksel tahribatın dışında insanın en çok sabrını düşürüyor. Sabırla sakin kalmak, geriye dönüp baktığımda hastalığı yenmenin bir yolu gibi geliyor artık bana.