Z |
Dilci değilim, “yazarken” seçtiğim sözcüklere, cümle
yapılarıma bakılırsa eğer oldukça keyfi bir yaklaşımım olduğu görülebilir. Ayrıca, Nurullah
Ataç’ın dil anlayışına yakın olmadım hiç. Bu, ona karşıt olduğum anlamına da
gelmemeli. Onun yazarlığını, olaylara, döneminin tutumlarına ilişkin
yargılarını daima etkileyici bulduğumu ise saklayamam. Bir dönemi herhangi bir
yazarla özdeşleştirerek tanımlamak ne denli sağlıklı olur bilemiyorum ama kendi
açımdan Ataç, kırklı yılların entelektüalizminin en önemli sembollerindendir. Aktüel
tartışmalara dâhil edilmeye çalışılan, rejimin ebedi bilirkişisi sayılarak
saldırılan, sayısız köşe yazısı ve fıkraya konu edilen biridir. Çoğu zaman hakkında söylenenlere doğrudan cevap
vermeyen (tenezzül etmeyen demek daha doğru olur) ama (buraya dikkat!) polemik
yapmadan yazamayan yazarlardandır. Önemli bir özelliği dilindeki sükûnettir
sanıyorum; metaforlar kullanarak hasmını küçümsemek, “alaysılamak”, kinlenmek
onun tarzı değildir. Hempası da olsun istemez sanki… Tanımlanmaktan, biri ya da
birileriyle anılmaktan hoşlanmaması karakter özelliklerindendir. Onu, sayısız
kez “hayır ben öyle değilim” derken, o minvalde yazarken görebilmek mümkündür.
Bu küçük sözlüğü hazırlarken öncelikle Ataç’ın
yazılarından alıntılar yapmayı istedim: Böylelikle sözcüklerin nasıl
kullanıldığını göstermek kadar, onun yazar kişiliğini vurgulayabilecektim.
Aslına bakılırsa, sözlük, Ataç’ın belirli bir dönemde Ulus gazetesinde haftalık olarak yazdığı yazılardan derlendiği için,
baştan bir sınırlılık taşıyor. Evvela, ne öncesi ne sonrası var. Gazete
yazılarından çıkartılmış olmaları, Ataç’ın bu sözcükleri “sürekli” kullandığını
göstermiyor, göstermemeli. Neden 1948 ve 1949 yılları derseniz, özel bir nedeni
yok, “sözlük”, sürdürmekte olduğum bir başka çalışma için belirlediğim dönemden
derlendi. Ataç, bana çok “çarpmaya” başlayınca, kendime bir sözlük yapmaya
karar verdim. Yıl olarak, gazete sayfalarını epritecek kadar titizlenmedim ama birkaç
yıl önceye ve sonraya da baktım. Şunu söyleyebilirim: öncesinde ve sonrasında öz-Türkçe
sözcük kullanımı azalıyor, bu anlamda yoğunlaşma yılı ise 1949. Aynı yılın sonunda
bir kırılma da oluyor. Dil Kurultay’ından sonra gözle görülür bir azalma
hissediliyor. Bazı sözcükleri kullanmaktan vazgeçiyor Ataç, niyesini
bilmiyorum.
Ataç, seçtiği birçok sözcük için “henüz daha iyisini
bulamadığım için kullanıyorum” demekten çekinmiyor. Amacının tüm sözcüklerin
kökenini bilerek kullanmak olduğunu söylüyor. Sözcüklerin ne demek olduğunu
anlamadan, onları gelişigüzel diziverenleri “cahil” buluyor (Ulus, 2.9.1949).
Sözcük seçimlerinde bütünüyle özgün olmak gibi bir amacı olduğu da söylenemez.
Bir çok sözcüğü (keleci, tilcik) Türk Dil Kurumunun sözlüklerinden çıkarıyor: “Ben gösteriş olsun diye yalın Türkçe yazmaya
çalışmıyorum, artık Arapça’yı öğrenmeyen Türk toplumunda eski tilciklerin
yaşamayacağını bildiğim için böyle yazıyorum; yarının dilini kurmaya
uğraşanlara ben de elimden geldiğince, gücümün yettiğince yardım ediyorum”
(Ulus, 15.4. 1949). Döneminde olsun, sonraları olsun Nurullah Ataç, “aşırı”
bulunduğundan karikatürize edilerek eleştirilmiştir. Doğrusu, Ataç bunları pek
önemsememiştir, dahası, farklı bir mizah anlayışı var, özgüvene dayanan mizah
denilebilir buna. Bir gün, “Nurullah da ne oluyor?” diyerek cümleye başlıyor ki
çabasını, kişiliğini açıkladığını düşündüğüm bu alıntıyla bitiriyorum “önsözü”:
“Nurullah da ne oluyor? Adaşlarım
darılmasınlar, güzel bir ad değil doğrusu! Ne bileyim? Buram buram bir eskilik
kokuyor… Attım ben onu (…) Arkadaşlara, bildiklere de söylüyorum, bana bundan
sonra yalnız ‘Ataç’ desinler. Arapça’dan, Farsça’dan Türkçe’ye girmiş tilcikler
arasında nice beğendiklerim, sevdiklerim vardı, onları bile kullanmıyorum;
babamın taktığı addır diye Nurullah’ı mı saklayacağım” (Ulus, 10.6.1949).
Kalık: Hava.
Kalıksızlık:
Havasızlık.
Kamulbuyrum:
Cumhuriyet.
Kanığım:
Eminim. “Şuna kesin olarak kanığım ki
Laurence Olivier Hamlet’i görmükte oynarken onun bir yerini bile kaldırmaz,
Shakespeare’e saygı gösterip onun dileklerine uyar[dı].” (Ulus, 19.3.1949).
Kapsadığı:
İhtiva ettiği.
Karabasan:
Kabus.
Karşıt: Zıt.
Karavaş:
Cariye.
Kavsaklamak:
Farkına varmak. “O düşünler, siz de
kavsaklamadan içinize işlemiştir.” (Ulus, 15.7.1949).
Kaytaklık:
İrtica.
Kez: Defa.
Kıpı: An.
Kıpılık: Anlık.
Kıynık: Parça.
Kipler:
Kalıplar. “Yazı dilimize gelince, o, bir
takım kiplere saplanmış yapma bir dildir.” (Ulus, 4.11.1949).
Kirtinmek: İtiraf
etmek. “İstanbul aydını da kirtinsin
kirtinmesin içinden, ta içinden bu kanıdadır.” (Ulus, 14.10.1949).
Koçak:
Kahraman. “Durulu kurtaracak, gerçek
düzeni kuracak, otu ata, eti ite yedirecek koçak onun ölümünden sonra gelen
Fortinbras’tır.” (Ulus, 11.3.1949).
Koçaklama: Destan.
Konuşu:
Conférence.
Kopuzsul: Lirik.
“Bizim kopuzsul yırlarımızın onlardan çok
güzel, çok üstün olduğu söylenebilir, bana öyle geliyor ki Fransızların büyük
kopuzsul ozanları, bizim divan ozanlarımızın büyükleriyle pek boy ölçüşemezler.”
(Ulus, 16.9.1949).
Koşuk: Nazım,
manzum. “Bir de eleştirmecimiz olsa,
koşuk düzeyit ne yazlırsa yazılsın okusa, gerçek değerleri bulup ortaya
çıkarsa, işte o gün görmeli bizi, neymişiz, kendimiz de anlarız” (Ulus,
1.7.1949).
Koşut: Şart. “Bu toplumda, eleştirmecinin yetişmesi için
gerekli koşutlar daha yok da onun için eleştirmeci yetişmiyor.” (Ulus,
1.7.1949).
Kög: Vezin.
Köğsüz:
Vezinsiz. “Bir yırın yeni sayılması için
köğsüz, uyaksız olması yeteceğini sandılar.” (Ulus, 18.11.1949).
Köğük: Mısra.
Kurağlar:
Müesseseler.
Kural: Kaide.
“Doğrusunu söyleyeyim, yazı yazmanın
kuralı kuralları yoktur, kural koymağa kalkanların da bütün dedikleri boştur”
(Ulus, 15.7.1949).
Kuramdan Eyleme:
Nazariyeden Fiiliyata
Kuşak: Nesil.
Küşüm: Şüphe.
“Yazağından ne çıkmışsa hepsinde ölmez
derin derin doğrular, geçmez görkemli güzellikler bulunduğunda şuncağız küşümü
yoktur.” (Ulus, 19.8.1949).
Küvezlenme:
Gururlanma. “Oyunculardan bilmem
hangisine uslu uslu öğütlerde bulundu: ‘Bu başarıyla şımarıp da büyüklenme, küvezlenme
sakın! Git, öğretmenlerinin önünde diz çök, ellerini öp’ dedi. Diz çöküp el
öpmek öğüdüne epeyce gülmüştüm.” (Ulus, 13.5.1949).
Meziyet: Erdem.
Nen: Şey. “Hani Readers Digest diye bir Amerikan
dergisi var. Bizde de epeyce satılıyor, okurlarına bir iyimserlik aşılıyor,
sormayın sanırsınız ki ürkülecek, korkulacak bir nen kalmamış.” (Ulus,
22.7.1949).
Netek: Nasıl.
Netekse:
Nasılsa.
Nite: Nasıl. “Biz bugün Avrupa uygarlığına girmeğe
özeniyoruz, o uygarlığa girdiğimizi söylüyoruz, oysaki o uygarlığın özü olan
Yunan uygarlığı ile Latin uygarlığını bilmiyoruz, öğrenmiyoruz, nite anlarız,
nite kavrarız, nite benimseriz Avrupa uygarlığını?.” (Ulus, 16.9.1949).
Obartma:
Mübalağa etmek.
Olanak: İmkan.
Oruntuladığı:
Temsil ettiği.
Ozan: Şair.
Öden: Mükafat.
Öğe: Unsur.
Öğrence: Ders.
Öğseyin :
Elbette, Zaten. “Şimdiye dek
söylememişsem de öğseyin anlamışsınızdır: pek tutulurum ‘biz’ diye konuşanlara
. ‘Biz’ demenin alçak-gönüllük göstereni vardır ya, öylesine değil onların ki.
Bütün toplum adına, Türk toplumu adına söz söylemeğe kalkıyorlar: düşünmüşler,
iyiden iyiye incelemişler, hangi yolun doğru olduğunu, bu ülkeye, bu ulusa
nenin gerekip nenin gerekmediğini bulmuşlar, anlamışlar. ‘Anlamış bulunuyorlar’
deyin, daha bir yaraşır onların o çalımlı durumuna. ‘Biz böyle istiyoruz, şöyle
istemiyoruz’ dediler mi, bitti artık, size düşen ancak boynunuzu eğip uymaktır.”
(Ulus, 12.11.1949).
Öğüt: Tavsiye
Ön yargı:
Peşin hüküm. “Eleştirmenin kökü bütün ön
yargılara karşı olduğu gibi bütün inanlara karşı da özgür olabilmektedir de
onun için.” (Ulus, 1.7.1949).
Önerme: Kaziye.
Önüt: Üstad. “Önüt öyle buyurmuştan bir türlü
kurtulamıyoruz.” (Ulus, 2.3.1949).
Örneğin: Mesela.
Örtünç:
Müphem. “Ne demektir, ben pek
anlamıyorum. Örtünç sözler bunlar, ne var ki bu örtünç sözlerin çok kişiler
üzerinde büyük etkisi oluyor: anlayıveriyorlar, anladıklarını sanıyorlar.”
(Ulus, 24.1. 1948).
Ötün: Günah. “Özgürlük sevgisinin Tanrı buyruklarına,
bağlanca aykırı olduğunu söyler de küvezin en büyük ötün olduğunu düşünmez.
(Ulus, 7.9. 1948).
Öy: Vakit.
Öykü: Hikaye.
“Bundan böyle hikaye yerine dinlemece
diyecekmişiz. Türk Dil Kurumu üyelerini o güzelim buluşlarından tiksindirmemek
için ben, söz veriyorum kullanmayacağım o dinlemece tilciğini; bir yol alıştım
öykü demeğe, bırakma-yacağım.” (Ulus, 15.4.1949).
Öykünmek: Taklit
etmek.
Öylük:
Synchronisme.
Özeği: Merkezi.
Özgür: Hür. “Bütün nenlerden önce toplumun kendi kendine
karşı özgür olması, bireyleri arasında bir takım duygu, düşünce ayrımları
bulunmasına katlanması, bunu bir iyilik sayması, bireyin üzerinden baskısını
kaldırması gerektir.” (Ulus, 25.11.1949).
Özgürlük: Hürriyet.
Özlem: Hasret.
Öz-sevi:
İzzet-i Nefs
Özsöz: Vecize
Sağtöre: Ahlâk.
“Bu ülkede sağtöreyi Abdülhamit
bozmuştur. Düşünmeyen bir kimsede gerçekten sağtöre olmaz.” (Ulus,
29.7.1949).
Saldamlı:
Ciddi. “Keziban şaka mı ediyor, doğru mu
söylüyor, pek anlayamıyordum. Saldamlı diye dinlemeği yeğinledim.” (Ulus,
10.6.1949).
Salkılamak:
Haber vermek.
Saltık:
Mutlak. “Arı düşünenler, saltık doğrular
arkasından gidenler, Hind’in göbeğine bakan ağlakçılarına benzetilerek az mı
alaya alındı.” (Ulus, 22.6. 1948).
Sanduvaç:
Bülbül. “İşte geyikler var, aslanlar var,
gece dallarda şakıyan sanduvaçlar var, nesine yetmiyor? Öyle it gibi, karga
gibi, kurbağa gibi gölükleri (hayvanları) karıştırmasın yırlarına, adlarını
anmasın onların, ince duygulu okurlarını incitmesin” (Ulus, 18.8. 1948).
Satıca: Çarşı.
“Değerlisini seçmeği de bilemezler.
Satıcaya giderler en aşağı ne varsa onu seçerler oradan.” (Ulus,
15.7.1949).
Sav: İddia. “Savlamak tilciğini de beğenmediniz mi?
Bilirim, ‘havlamak’ tilciğine benzetip güler, alay edersiniz. Benzerse benzer,
ne yapalım? Beğenmeyecekler de alay edecekler diye ben, öz dilimde bulunan,
‘iddia’ anlamına gelen ‘sav’ kökünden asılanmayayım mı?” (Ulus, 9.2.1949).
[Karşısav: Antitez; Bileşim: Sentez]
Sava: Dava. “Bana öyle geliyor ki ılımlılar da aşırılar
da dil savasının özünü kavrayamıyorlar.” (Ulus, 22.12.1949).
Savlıyamaz:
İddia edemez.
Sayrı: Hasta.
Sayrılık:
Hastalık.
Sazın: Kağıt.
Sevi: Aşk.
Sinci: Mezarcı.
Somutlaşmış: Müşehhaslasmış.
Sorumluluk:
Mesuliyet.
Soy: Classique.
Soyut: Mücerret.
Sözdeşi: Yani.
Sözdizimi:
Syntaxe. “Bilmediğimiz, unuttuğumuz
birtakım tilciklere tapa, kolay anlaşılır, o yazarlar açıkça söylerler
söyleyeceklerini, konuşma dilimizin sözdizimine göre söylerler, öyle yazarlar.”
(Ulus, 8.7.1949).
Sunca: İthaf.
Sücü: Şarap.
Sürüm: Rağbet.
Şölen:
Ziyafet. “Bir gün Yahya Kemal şunu
günüsünden çatlatayım diye düşünmüş, yalandan bir şölen uydurmuş” (Ulus,
30.9. 1948).
Takışma:
İtiraz.
Tanım: Tarif.
Tanıtlama:
İspat etme. “Doğru olabilir dedikleri,
gene de benim tuttuğum yolun yanlış olduğunu tanıtlamaz.” (Ulus,
19.8.1949).
Tanmalı:
Tuhaf. “Ne tanmalı kişilerdir şu
Edebiyat-ı Cedide ozanları.” (Ulus, 22.7.1949).
Tanrıganlık:
Rahiplik. “Yazı yazmak, yazarlık etmek
kutsal iştir, bir türlü tanrıganlıktır.” (Ulus, 26.4. 1948).
Tansıklama ile:
Hayranlıkla. “Onlar sizi tansıklasalar
bile siz inanmayın bilginize.” (Ulus, 15.7.1949).
Tapa: Rağmen.
“Türk Dil Kurumu bizim kendi kendimize
çalışmalarımızı iyi görmese bile, onun bütün buyrularına tapa biz de kendi
kendimize çalışacağız.” (Ulus, 2.4.1949).
Taplamak:
Kabul etmek. “Ben o yollardan birinin
ötekilere üstün olduğunu taplasam bile ötekilerin de büsbütün yanlış, büsbütün
yalan olduğuna kendimi kandıramıyorum.” (Ulus, 26.8.1949).
Tekdüzelik:
Yeknesaklık.
Tellim: Daima.
Tepki:
Aksülameller, reaction.
Tınlılar:
Canlılar.
Tigin: Prens.
Tikesidir:
Cüzudur. “Onların hepsi ölüdür, artık
yıkılmış birer acunun kişileridir, durgun bir toplumun hepsi de biribirine
benzer, biribirinin yerine geçebilecek birer tikesidir.” (Ulus, 22.1.1949).
Tilcik: İs. Kelime.
“ (…) uygun tilcikleri seçip diyivermeli.” (Ulus, 15.7.1949).
Tin: Ruh. “Neyse ki benim tinim yoktur, bir öldüm mü,
bir daha dirilmeyeceğim.” (Ulus, 19.8.1949).
Tirge: Masa. “Ben öldüm mü, büsbütün ölüp gideceğim;
tinimi tirge başına çağırmağa kalkanlar boşuna yorarlar kendilerini. Yok ki
gelsin.” (Ulus, 7.1. 1948).
Törüt: Sanat.
Tura: İmza.
Tükel: Tam.
Tükelediklerini:
Tamamladıklarını.
Tükeli:
Tamamen.
Tümce: Cümle.
Tür: Nevi. “Öykü türlerinin biri için bile şöyle kesin
olarak ötekilerden üstündür, aşağıdır diyemeyiz. Diyenler, kendilerini
beğenmiş, bilgiçlik satmağa kalkan kimselerdir. Ne yazdıklarını okurum onların,
ne de yüzlerini görmek isterim. Uzak olsunlar benden.” (Ulus, 25.11.1949).
Türetiverir:
İcat eder.
Tüz: is. Halk.
“Ozanlarımız Edebiyat-ı Cedide’cilikten
kurtuldular, daha eski ozanları, en çok tüz ozanlarını okuyarak Edebiyat-ı
Cedidecilerinkinden başka bir yol bulunduğunu öğrendiler.” (Ulus,
8.7.1949).
Tüze: Hukuk.
Ucil: is.
Hudut. “Adları dillerde dolaşır, ucilleri
aşar da yayılır, yer yüzüne” (Ulus, 1.7.1949)
Ucukler: Harfler. “Arap
ucuklerini bilmezler ki ikisinde de ayn’ı görsünler. Yani’yi ayrı, ma’nâ’yı
ayrı bellesinler diyeceksin, sonra da çocukların anlamadıkları nenleri
bellemelerine, ezbercilikle yetinmelerine şaşacaksın.” (Ulus, 16.12.1949).
Uçlar:
Sebepler. “Usa dayanan, usa dayandığı
için tartışmadan kaçınmayan uçlar gösteriyoruz” (Ulus, 14.4. 1948).
Uğraş: Meslek.
Uğum: Karar. “Böyle bir uğuma varılırsa sevineceksiniz.”
(Ulus, 16.12.1949).
Ulu Gün:
Kıyamet. “Koca Süleymen Ulu-Gün’e dek
anılacaksa bu, Baki’nin sözündeki bengi suyun duldasındadır.” (Ulus, 24.6.1949).
Usamal:
Mantıkî.
Usamaya:
Mantığa.
Usul: Akla
uygun, makul. “bana o betiyi gönderen
kişiler de, onun gibi düşünenler de, bu doğruyu taplamıyorlar, bir dilin, bir
yazı dilinin, bilim dilinin usul olması gerektiğini düşünmüyorlar da onun için…”
(Ulus, 8.4.1949).
Utku:Zafer.
Uyak: Kafiye.
Uygarlık: Medeniyet.
Uyumlu: Ahenkli.
Uza: Mazi. “Kişi oğlunun en ulu ereği yeniliktir, bütün
uza boyunca öyle olmuştur. Yeniliği aramasak, yenilik diye didnmesek bugün düne
benzerdi de yaşamın büyük bir çekiciliği kalmazdı.” (Ulus, 20.5.1949).
Uzabetiğimizi:
Tarihimizi.
Uzabilim (Uzabilik):
Tarih. “Aşık-Paşa-Zade’nin uzabiliği,
Mercimek Ahmet’in Kabusname çevirişi gibi birkaç betik var, ancak onları okuyan
yok.” (Ulus, 8.7.1949).
Uzağı: Kadim.
“Bugünkü uygarlığın uzağı uygarlığı kat
kat aştığını görmüyor musunuz?” (Ulus, 16.9.1949).
Uzağıbiliksil:
Tarihî. “Bizde olayları, uzağıbiliksil
bir görüşle inceleme töresi yoktur. Avrupa ülkelerinden öğrendiklerimizi de
öyle bir görüşle incelemiyoruz. Batı uygarlığı ise, uzağıbiliksil bir görüşle
ele alınmayınca kavranılmaz.” (Ulus, 2.3.1949).
Uzluk: Maharet.
Uzsöz: Maxime.
Ürün: Mahsül.
Üskes: Mutlaka.
Üstün: Özel.
Üycük: Beyit.
“Kög bozulmaz, bozulmaz ya, üycüğün bütün
güzelliğini yitirmiş oluruz. Bu da işte yırın büyüsü.” (Ulus, 30.9.1949).
Varım: Mal.
Yacın: Saray.
“Yacınına gelen oyunculara babasının
öldürülmesine benzer bir oyun oynatır, dilediği Cladius’un yüzüne bakmak,
Cladius’un tepkileriyle doğruyu kavramaktır.” (Ulus, 11.3.1949).
Yağı: Düşman.
Yakınma:
Şikayet
Yanıt: Cevap.
Yankılayacak:
Aksettirecek.
Yansılama:
Taklit.
Yapıt: Eser.
Yapıttan yapana:
Eserden Müessire
Yararlığı: Hizmeti.
Yararlıkları:
Hizmetleri.
Yasavul:
Polis. “Bütün o serüven öykülerini,
uğruluk, öldürme öykülerini, yasavul öykülerini neden küçük görüyoruz?”
(Ulus, 19.1. 1948).
Yasık: Zarar.
Yaşam savaşı:
Hayat mücadelesi.
Yaşam: Hayat.
Yaşamı süresince:
Hayatı müddetince
Yaşamın Görkemli
İyemine: Hayatın haşmetli letafetine
Yazak: Kalem.
“Dillerinin, yazaklarının ucuna gelen ilk
gelen tilcikle yetinip gelişigüzel yazıveriyorlar, bizler ise kullandığımız
tilciklerin gerçek yorularını araştırarak yazmağa çalışıyoruz.” (Ulus,
2.9.1949).
Yeğniseme: Hafifseme,
istihfaf. “Kendisinde bulunmayan ne varsa
hepsini küçümser, yeğniser.” (Ulus, 21.10.1949).
Yeke: Hükümet.
“Demek ki, bir çok kimseler gibi Özgür
Düşünceleri Yayma Kurumu da dilimizin yeke gücü ile değiştiğine, yekenin dil
işlerine karıştığına inanıyor” (Ulus, 30.6. 1948).
Yetkinlik: Mükemmellik
Yılınç: Müthiş
Yımızık:
Çirkin. “Biri için, suçsuz, yoksul bir
kızcağızın çektiği acıları anlatıp göz yaşları döktüren bir öykü nite yazılmış
olursa olsun, güzeldir; öteki güler buna, yımızık olduğunu söyleyip başını
çevirir.” (Ulus, 12.11.1949).
Yır: Şiir.
Yin: Vücut. “Ben yinden ayrı bir tin bulunduğuna
inanmadığım gibi biçimden ayrı bir öz bulunabileceğine de inanmam.” (Ulus, 18.11.1949).
Yititler:
Meziyetler.
Yitmek:
Kaybolmak.
Yoksunlaştırmış:
Mahrum etmiş.
Yoksunluk: Mahrumiyet.
Yoluğlar:
Fedakârlıklar. “Gençlik bize doğanın bir
vergisi değildir. Onu ancak çalışmamızla, kendi kendimizi aşıncaya değin
çabalamamızla edinebiliriz. Ona ermemiz için bir çok yoluğları göze almamız
gerekir.” (Ulus, 6.5.1949).
Yoluğlanması:
Feda Edilmesi.
Yoru: Mana. “O yazılardan bir yoru çıkarıyoruz diye
kendilerini oyalar, avuturlar.” (Ulus, 15.7.1949).
Yörelice:
Etraflıca. “Şöyle dilediğim gibi okuyup
üzerine görelice bir yazı yazmağa daha elim değmedi.” (Ulus, 25.3.1949).
Yürek Karası:
Vicdan azabı. “Gerçekten iyi olan bir
kimse, başkasının ettiği kötülükleri de kendi etmiş gibi duyar, o yüzden yürek
karası çeker. (Ulus, 29.7.1949).
Yürekleme: Teşvik.
“Yahya Kemal’e, altmışından sonra, bir
yürekleme ödeneği vermeyi doğru bulmuşlar. Doğrunun da bu denli eğrisini
görmedim hani! Altmışını geçmiş bir ozanın arkasını sıvazlamak: ‘göreyim seni!
Çalış da daha iyi işler gör, adını yeryüzüne tanıt’ demek” (Ulus, 24.1.
1948).