Salı, Şubat 28, 2023
Manidar (!)
Pazartesi, Şubat 27, 2023
Kızıl Tehlike ve Ellili Yıllar
1950'lerde çizgi roman ve dergi tirajlarını bulamıyorum. Bir yerde mevcut mu?
Ne yazık ki genel bir satış kaydı yok, özellikle çizgi romanlar geniş zamana yayılarak ve tekrar tekrar dağıtılan ürünler oldukları için tam rakamları tespit edebilmek kolay değil. Örneğin ocak ayında çıkan herhangi bir çizgi roman yaz aylarında satılması için yeniden dağıtılıyor. Diğer yandan o yılların çoksatar çizgi romanlarının haftada 60 bin civarında sattığı tahmin ediliyor. Eski yayıncılar ve o yıllarda yayınevleri çalışanlarının söylediği rakamlar bunlar.
Eğer sizi doğru anladıysam, 1950'lerde yayınlanan dergilerin çoğu, temelde Amerikan dergilerinden ihlal edilen çizgi romanlara yer verdi. Bildiğiniz kadarıyla, kopyalanan çizgi romanlar o dönemde en popüler olanlar mıydı yoksa çevrilmesinin ve çoğaltılmasının arkasında ideolojik nedenler de var mıydı?
O yıllarda popüler olan yabancı çizgi romanlar İtalya’da üretilen, İtalyancadan tercüme edilen çizgi romanlar. Bizim popüler kültürümüz o yıllarda frankofon etkisinde… Amerika’yı bile Fransızca üzerinden takip ediyoruz. Şunu demek istiyorum, 1960’lı yıllara kadar yabancı çizgi romanlar Fransızca ve İtalyancadan tercüme ediliyor. Çizgi roman dergileri piyasasında Amerikan çizgi romanı, özellikle süper kahraman ekolü bizde o denli güçlü değil o yıllarda. Amerikan çizgi bantları gazetelerde yer alıyor. Diğer konuya gelince, yayınlanan çizgi romanlarla ilgili seçimlere bakarsak eğer… İdeolojik tercihler kaçınılmaz olarak her zaman vardır ama doğrudan bir propaganda amacıyla bunun yapıldığını söylemek yanlış olur. Bir yanlış anlama olmasın, Amerika’nın veya CIA’nın anti-komünist ve anti-sovyetik tutumu ve yayın manipülasyonu Amerikan çizgi romanını ne kadar etkiledi diye düşünelim. Çizgi romanlar o yıllarda çocuklar için pazarlandığından serüvene odaklanıldığını, çoğu zaman anti-politik bir tavırla işlerin üretildiğini düşünüyorum. Bizdeki tercihler de bundan farklı değil, “çocuklar, siyasetle kirlensin istenmiyor”. Bu aslında siyaseten şu demek, çocuklar her ne olursa olsun milli ve manevi değerlerle büyümeliler. Ellili yıllarda yayın piyasasında hakim olan değerler milliyetçilik ve sekülerizm, yani o sebeple popüler olan western türündeki çizgi romanlar bir hoşnutsuzluk ve endişe yaratıyor. O nedenle düz okuma yapmayalım, bir Amerikan hayranlığı elbette var ama aynı zamanda karşıtlığı da var. Altmışlı yıllarda bu karşıtlık daha da artacak. İtalya’dan tercüme edilen western türündeki çizgi romanlar bu bakımdan çok eleştirilmiştir. Ki İtalya’da çok eleştirilirler, İtalya’da neden western üretiyoruz diye sorulmuştur. Amerika, bizde daha çok Hollywood dolayımıyla biliniyor, çizgi romanlarının piyasamızı domine etmesi için en az elli yıl geçmesi gerekti, yani sizin sorduğunuz dönemde Amerikan çizgi romanlarının esamesi okunmuyordu. Amerikanvariydik, bir hayat tarzı olarak etkileniyorduk, üreticilerimiz Hal Foster ve Alex Raymond’ı modelliyordu ama üretimlerimiz yerel ve milliyetçiydi, üstelik çocuklar için üretilmediler.
Devlet çizgi romanların yayınlanmasıyla herhangi bir şekilde ilgileniyor muydu?
Devletler, çok satarak popüler olan her şeyle ilgilenirler… Muhalif olabileceğini, toplumu gençleri yanlış biçimde manipüle edeceğini düşünürler. Çizgi romanlar çok sattıkları dönemlerde eğitim kurumlarında hoş karşılanmadılar, kütüphanelerde kendilerine yer bulamadılar. Yoz, bayağı, ucuz, yanlış ve ticari bulundular…
Çizgi romanların genç okuyucuların zihinlerini etkileyebileceğine dair ABD'dekine benzer bir kamuoyu tepkisi var mıydı?
Bizde de oldu öyle şeyler ama çok etkili olduklarını, bir kamuoyu yarattıklarını, yaygın bir tartışma çıkarabildiklerini söylemek yanlış olur. Çizgi romanların zararlı olabileceği konuşuluyordu ama yaygın bir yasaklamaya ve sansüre yol açamadı. Bizim çizgi romanımız komik çizgili, underground eğilimli ve adult niteliklidir, çocuklara yönelik üretilmiş örneğimiz çok azdır. Bu açığı yabancı çizgi romanlar kapatır, e onlar da kendi üretildikleri ülkelerde çocuk pedagojisine ve yerel sansüre uygun olarak üretilmiş ürünlerdir. Hal bu olunca çocuklara zararlı olup olmaması tartışması daha çok yabancı çizgi romanlara yönelik oldu ve hafif tertip milliyetçi tartışmalarla şekillendi. 1970’lerin sonundan itibaren kültür emperyalizmi tartışmalarıyla geliştirildi. Dorfman ve Mattelart’ın Latin Amerika’da Disney çizgi romanlarıyla ilgili eleştirileri popüler oldu diyelim. Yani çizgi romanlar Amerikan karşıtlığından nasiplerini aldılar bir süre…
Türkiye'deki genç yetişkinler de ABD'deki gibi çizgi roman okur muydu yoksa sadece çocuklar için miydi?
Yukarıda söyledim, bizim üretimlerimiz çocuklara yönelik olmadı hiç, bu bakımdan farklı bir piyasamız var. İçerdikleri erotizm ve şiddet nedeniyle pek çok Avrupa ülkesinde sansüre uğrarlardı. Zaten yayınlananlar da kaçınılmaz olarak, ya yayın öncesinde revize edildiler ya da sansüre uğradılar.
1949 tarihli “Kızıl Tehlike” den kitabınızda Türkçe yayınlanan (yine) Amerikan propagandasına örnek olarak bahsetmişsiniz. Hatırlayabileceğiniz başka benzer çizgi roman var mı merak ediyorum yoksa bu benzersiz bir örnek mi?
O denli sert başka örnek yok, zaten global olarak çok sayıda dilde ve ülkede yayımlanmış Kızıl Tehlike… Ben satıldığını değil ücretsiz dağıtıldığını sırf bu nedenle de çizgi roman piyasası ve okurlar üzerinde önemli bir etkisi olduğu düşünmüyorum. Hele o yıllarda çizgi roman, kahramanlarla ilerliyor, serüven edebiyatının bir parçası. O anlayışa uygun olmadığı için etkisi de düşünüldüğü kadar çok olamaz, ticari olarak olsaydı mutlaka arkası gelirdi. Bunun dışında tek tük ünlü Amerikalı siyasetçilerin örneğin Roosevelt’in biyografik çizgi romanları yayımlandı, satılmadı-dağıtıldı diye tekrar vurgulayayım, o bakımdan yine piyasayı etkilemediler. Amerikan elçiliğinin kültür servisinin yaygınlaştıırmaya çalıştığı şeylerdi bunlar… Devletler ya da dindarlar, bu türden misyoner hamleleri yaparken, çizgi romanı araçsallaştırırlar ama çocuk okurlara tahmin ettikleri kadar nüfuz edebildiklerini düşünmüyorum.
Pazar, Şubat 26, 2023
Çadır satmak
Hepimiz biliyoruz ki, memleketin kapitalist tarihi, devletin imkanlarını kullanarak palazlanan şirket gruplarıyla dolar taşar...siyasetten aldıkları gazla öyle bir yükselir ve düşerler ki... şaşırmayız bile...Hatta birinin elinde büyük bir para biriktiğinde nasıl desem, falan filan edilir, mal varlıklarına çökülür...
Bir süredir Ahbap adlı yardım kuruluşuna topladığı yardımlara el konulmasını bekliyordum. Şiddetli bir karşı kampanya vardı, fena sıkıştırıyorlardı.
Dün itibarıyla öğrendik ki, Ahbap, Kızılay'dan çadır satın almış, küçük bir kıyamet koptu, hayal kırıklığıyla bir dünya laf sayıldı, herkesin çok haklı olduğuna inandığı bir zamanda yaşıyoruz, bir sürü farklı görüş okudum, neler neler...
Ben şuna takıldım, kapitalizmden o vesileyle bahsettim, tarikatlar ve afad öne çıksın isteyen yandaşlar Ahbap'ın varlığından o kadar hoşnutsuzlar ki... Hadi rekabettir, doğası gereği olabilir diyelim, niye Ahbap'a "mal" satıyorlar peki... ellerindeki çadırı veriyorlar yani... Kendileri ahbap o kadar organize değiller demek bu...veya kazanacakları parayı bu yolla topluyorlar demek...Çünkü biliyorsunuz çadır bulunmuyor... akıl alır ve anlatılır bir çelişki değil...
Gönül Yazar
İlüstrasyon: Deniz Karagül
Cumartesi, Şubat 25, 2023
Sessiz sedasız
Hırsız Defterinin Kadınları
Bu defa, benzer nitelikte, daha çok sayfalı, hırsız resimlerinden oluşan bir yenisine ulaştım. Aynı boyutlarda üretilen kitapçık kendi içerisinde bölümlere ayrılmış: Dükkan hırsızları, Deniz hırsızları, Ev Hırsızları, Otomobil hırsızları gibi..
Suçlu sayısı artınca galiba, kadın sayısı da artmış, benzer bir yorumu Rum ve Ermeni azınlık için de söylemek mümkün ama ben kadınlarla ilgili dikkatimi çeken bir iki karakteristiği paylaşacağım. Kadın suçlular, tamamıyla ev hırsızlıklarında görülüyorlar, otomobil ve tekne işine hiç girmemelerini anlıyorum ama sanki dükkan soygununa da dahil olurlarmış gibi geliyordu bana. Meğerse, en azından o yıllarda hiç yer almamışlar.
Kadınlar, "anne ve ev hanımı" olarak evle-ev hayatıyla özdeşleştirilirler, suça bulaştıklarında iyi bildikleri "ev"e yoğunlaşmaları hiç garip değil elbette.
1930-50 yılları arasında yazılmış polis hatıratlarına baktığınızda kadınların "bohçacı" gibi evlere sızıp, etrafı kolaçan ettiğini, soyguna gelen erkek hırsızlara yardım ettiğini biliyoruz. Veya fuhuş niyetiyle girdikleri erkeklerin evlerini soyduklarını... Çoğu erkeğin kaçamak yaptığı için gıklarını çıkaramadıklarını filan...
Suçlu kadınların resimlerinden örnekler seçtim, ne zaman-nerde-ne suç işledikleri veya kişisel hikayeleri belli olmadığı için ne desek boş... resme bakıp hafif tertip "uçuyoruz"... Yaşlıca görünen kadınların bohçaçı olduğu tahmin edilebilir... Hepsinin nitelikli hırsız gibi görünmedikleri de anlaşılıyor. Erkek fotoğraflarındaki alamode esintilerden eser yok...Jale hariç hepsinin geleneksel isimleri var. Lakaplarının olmaması suç bahsinde amatör kaldıklarının bir delili.
Cuma, Şubat 24, 2023
Sevene
Çocukken, oyun oynarken bir mızıkçılıkla, bir haksızlıkla karşılaştığımızda tartışmayı uzatmadan "Allah, hakkımızı getirir" derdik... Allah'ın dengesinde mutlaka eşitleneceğimize inanırdık, haksızlık edersek bir yerden "çıkardı" bu... Korkardık, Allah korkusu benim için en çok birinin hakkını yemekti, onun ilahi adaleti beni bir biçimde cezalandırırdı. Dede çağla yerse, torunun dişi kamaşırdı... Sen iyiysen ve doğruysan, Allah'a da inanıyorsan, mutlaka yardım görürdün-görecektin.
Gündelik hayat ve kanunların ruhu ise dünyada-paralel evrende "yaşar", cenneti ve cehennemi değil bugünü kollarız, iyilik ve kötülüğü, suç ve ceza üzerinden değerlendiririz. Yani olması gereken "hakkaniyeti", insanların aklettiği kanunlar düzenler ve yaşatır. İnsanlar, kendi adlarına hakkaniyetle karar vermeleri için profesyonellere hak devrederler. Polise ve hakime gerekirse hapsetme ve öldürme hakkını biz veririz. Allah'ın hakkımızı getirmesini yine isteriz ama bu dünyanın hesabı, bu dünyada görülür. Çünkü, toplum(lar) inşa edilirken bir karar vermiş, kendi kaderimizi kendimiz belirlemiş, suçları, suçlar için cezaları, o cezaları seçecek mahkemeleri seçmiş, düzenlemiş ve kabul etmişizdir. Allah'ın cezası Allah'ın bileceği bir meseledir, biz birbirimize, kamu vicdanına karşı sorumluyuzdur.
Yani hak yiyenlere Allahsız demek, onlara beddua etmek, onları Allah'a havale etmek nafiledir, olsa olsa yüreğinizi soğutur ya da haddinden fazla ısıtır.
Depremle ilgili gelişmeleri hep birlikte seyrediyoruz, hemen her konuşmada Allah'ın zikredilmesi, bu kadar çok ölümün olduğu, bu büyük trajedinin yaşandığı bir yerde ve zamanda normal... Diğer yandan siyasi ve idari çaresizliği kapatmaya yarıyor, bile isteye kanırtılıyor çünkü, ne ki en hafif ifadesiyle "nafile" de çünkü bu dünyanın sorunları çözemiyor... İmar Affı için toplanan paralar nerde, bu kadar vergi nereye harcandı, nerde bu "mütahit" demenin, onları Allah'ı havale etmenin bize bir faydası olmuyor....
İçinde yaşadığımız siyasi iklimin büyük etkisi var, tabii ki Müslüman bir ülkede yaşıyoruz ama bu kadar çok Allah vurgusu sadece onlarla açıklanamaz gibi geliyor bana, depreme de bağlayamıyorum hatta, adalet sistemine güvenmediğimiz için mi Allah'a başvuruyoruz yoksa dillerinden Allah'ı düşürmeyenleri Allah'ı zikrederek siyaseten hırpalıyor muyuz bana karışık geliyor...
Çarşamba, Şubat 22, 2023
Uğraşmayın ya bizimle!
Diyebilirsiniz ki, hani tek tek insanlar için bu dediğin doğru olabilir ama memleket ne alaka?
Biz kendimizi çok önemsiyoruz. Hep yazıyorum, bu kadar gökdelen bu kadar bayrak direği, bu kadar "en büyük" vurgusu boşuna değil...
Okullarımızda şunu okuyarak derslere giriyoruz "Türk övün...". Evvela gurur duymamız isteniyor, sonra çalışmalı ve sonra ortaya çıkardığımıza güvenmeliyiz...Bağlamı farklı, bir asır önceki vurgusu başka diyenler çıkacaktır. Kabul diyelim, milliyeti, milli kimliği, kolektifliği bir kenara koyalım şimdilik...
Kendini önemsemek, kulağa hoş geliyor da olabilir size, tabii ki kendimizi önemseyeceğiz denebilir. Bizi bir şey yapmaya/üretmeye iten temel motivasyonlarımızdan biri benliğimiz ve önemsenme arzumuz. Öte yandan bunun bir hastalığa dönüşme ihtimalinin de farkındayız. Kişisel ilişkilerimizde başkalarının kibir ve büyüklenme hevesinden şikayetçi oluruz hep. Birine kızarken burnu havada deriz, g.tü kalkmıştır şu bu...Kendileriyle alay edebilen insanları ise hepimiz severiz. Neşe ve mizah, "benlikten" çok daha iyi gelir bize .
Önemsenme ve acı ilişkisine de buradan bakıyorum.
Gündelik ilişkilerimizde, pek çok insan arkasından konuşulduğunu, yersiz yere eleştirildiğini, ciddiye alınmadığını, göz ardı edildiğini, haksızlığa uğradığını düşünüyor, iddia ediyor bunu diline doluyor. Öyle ya da böyle keskinliklerini o "saldırı tahayyülüyle" besliyorlar.
Memlekete dönelim, medyaya, siyasete, popüler kültüre, ahalinin ağzına dikkat kesilince hemen anlaşılıyor, kendimiz dışında hiç bir ırkı, etnisiteyi, ülkeyi sevmiyoruz. Herkesin düşmanımız olduğuna inanıyoruz. Türkün Türkten başka dostu yok diyoruz, bizimle aynı fikirde olmayanları Türk düşmanlığıyla, Türk olmamakla suçluyoruz. Şöyle de bir iddiada bulunayım, bunu eleştirenler dahi aslında o yabancı düşmanlığını değil kendilerinden olmayan konuşmacıyı eleştiriyorlar aslında...Devran dönüyor, bir bakıyoruz aynı yerdelermiş, meğer yokmuş birbirlerinden farkları.
Laf uzamasın, biliyoruz ne olduğunu (!), Türk olmayanlar sürekli iş çeviriyorlar arkamızdan. Oyunlar, kumpaslar, manipülasyonlar hiç bitmiyor...Hep kandırılıyoruz. Çinliler, Türkleri savaşarak değil kurnazlıkla kandırmışlardı, tarih kitaplarından öyle hatırlıyorum...
Aralıklarla hep şunu sormaya başladım, niye bizimle uğraşıyorlar, Türkiye neden önemli? Jeopolitik önemi filan denir, Asya'yla Avrupa arasında köprüdür, Türki devletlere açılan kapıdır, İslam alemi için modeldir... Yıllardır duyarım bunları. Bir ara bor madeni vardı filan... Petrol ve doğal gaz yok ama geleceğin yakıtı vardı şu bu... Ne dersek diyelim, abarttığımızı hepimiz biliyoruz, Türkiye neden önemli, neden bizi işgal etmek istiyorlar sorusunun cevabı yok...
Bu ihtimali kendimizi önemsediğimiz için biz konuşuyoruz zaten, soru ve cevaplara da bizden başka inanan ve dinleyen yok. Anlamıyorlar üstelik.
Önemsenmek istiyoruz, önemsenmiyoruz, bunun farkındayız. Biz söylüyoruz, biz dinliyoruz. Bu yüzden de acı çekiyoruz. "Avrupa, Avrupa duy sesimizi" psikolojisi milim değişmiş değil...
Bu psikolojinin tek tek hepimizi etkilediğine, mantığımızı belirlediğine inanıyorum. "Bizimle uğraşıyorlar" ile "benimle uğraşıyorlar" aynı ana babanın çocukları...Devlet buna inanırsa, öğretmen de öğrenci de buna inanır, fikir dolaşımdadır, her meşrebe dahil olur.
Salı, Şubat 21, 2023
Cuara
Pazartesi, Şubat 20, 2023
Asıl soru
On iki sene ülkenin önemli bir iletişim fakültesinde gazetecilik bölümünde çalıştım, bir başka önemli üniversitede yine gazetecilik anabilim dalında doktora yaptım. Öğrencileri, çevreyi, dersleri, mezunları, hocaları iyi kötü biliyorum... Böyle bir silahın mümkün olup olmadığını, kullanılıp kullanılmadığını bilecek-öğretecek bir eğitim verilmiyor, yani o eğitimden geçen tek bir öğrenci de yok. Ama adam cevap veriyor, oluyormuş, mümkünmüş, ama o kadar etkili olamazmış. Uzaydanmış, yok gemidenmiş, yok titanyum çubuğuymuş atılan, atılıyormuş falan vır vır anlatılan deprem silahından bahsediyorum yani...
Niye konuşuyorlar? Çünkü doğru olup olmaması önemli değil, konuşuyorlar işte...Post-truth filan onlara girmeyelim...
Bir kişi bile şu soruyu sormuyor, yok Amerika yok işte başka birileri...bu bombayı neden Türkiye'ye atsın, hadi attı, hangi çıkarla, ne kazanacaklarını düşünerek bunu yapıyor olabilir, kazançları nedir soran yok...Sorsalar, zeminleri ve konumları sarsılacak...
Son okuduklarım 67
Pazar, Şubat 19, 2023
Organize İşler
Yaşım ilerledikçe, organize olmanın hevesle, iş ahlakı ve bitirme iştahıyla ilgisi olmadığını geç de olsa anladım. Yani siz o hislerle işe başlayabilirsiniz belki ama asıl bağlayıcı ve yürütücü olan motivasyon genel olarak çıkar ortaklığı, genellikle paradır... Ortada paylaşılan bir para varsa, insanlar güzelce organize oluyor ve birbirlerine "ne yapabiliriz, nasıl bitirebiliriz" hissiyle yardımcı oluyor, eksiği gediği şevkle kapatıyorlar.
Deprem ülkesi olduğumuz için çeşitli yasalar yürürlüğe girdi, inşaatlar denetime tabii tutuluyor mesela, belli aşamalarda denetçiler geliyor ve her katta bir kontrol yapıyorlar. Yani teknik olarak inşaatta bir sorun varsa, onay vermeyebiliyorlar. Her satıştan yüzde dört pay alan emlakçi arkadaşların değişiyle hepsi "sıkıntılı adamlar" üstelik...E bu sıkıntı nasıl çözüldü-çözülüyor bilmeyen yok... Denetçiler, inşaata gitmeden imza verebiliyorlar artık, hatta yanlış olmasın "Pasif Proje Uygulama Denetçisi" diye bir iş-(yazıyla meslek tanımı) bile var. Arada halkımız mağdur olmasın diyerek İmar Affı çıkıyor, "mütahitler" eliyle görülen lüzum üzerine partiye veya camiye yardım yapılıyor, örtülü ödeneklere katkıda bulunuluyor filan... Bunların hepsi organizasyon mesela... Gerçekten kimse sesini yükseltmiyor ve tatlı tatlı parayı paylaşıyorlar, süphaneke amin... Herkes suçu paylaştığı için kimse kimseyi suçlayamıyor da...
İstersek organize olabiliyoruz yani, kendimizi hafife almayalım...
Kaç kitap?
Bizim evde daha çok serüven romanları vardı, babam her iş seyahatine çıktığında yolda okumak üzere kitap satın alırdı, eve döndüğünde, bavulundan çıkan romanları günlerce dallardım, E Yayınları favorisiydi, döner dolaşır onları alırdı. Eş dostla arada kitaplar konuşulurdu ama sanat ve edebiyat değil de heyecan ve gerilim mesele edilirdi. Yanlış anlaşılmasın, siyaseten bir reddiyecilikle filan yapılmazdı. Şöyle anlatayım, babam ölümünden iki ay evveline kadar günde iki üç film seyrederdi, benden daima "heyecanlı olsun" diye romanlar isterdi, o filmlerin ve romanların ortak noktası "edebilik" değildi, festival filmlerini, yönetmenleri, sanat sinemasını, sinema ve edebiyat ödülleri umursamazdı babam. Onları satın almaz, seyretmez, geçiştirirdi... Kitabı ve sinemayı bir eğlence olarak görüyordu, ancak o kadardı... daha fazla değil.
Kültürel sermaye dedim, insan o sermayeyle hayata başlıyor ama o sermayeyi, o birikimi bile isteye reddedebiliyor da... İlla ki sahiplenecek diye bir kural yok demek istiyorum. Kitaplardan nefret eden çok sayıda yazar ve akademisyen çocuğu tanıyorum. Nasıl, evinde hiç kitabı olmayan bir çocuk, ailesine hiç benzemeden bir kitap kurduna dönüşebilirse... tersi de mümkün. Fakat, ne olursa olsun, kitaplar bence liberter bir dünyanın kapıları açar, romantize ediyor olabilirim ama ben buna inanırım, sadece "büyük edebiyat" değil, serüven romanları da açar...Okunanlar tuvalette çıkmaz veya uzayda kaybolmaz yani...Bir noktada direksiyon sakinliğe ve hoşgörüye dönüverir.
Sayılara, kitap sayılarına gelince, kendimce hep şunu düşünürüm... 19.Yüzyılda ortalama bir entelektüel hayatı boyunca kaç kitapla karşılaşıyor ve okuyabiliyordu...İnanın çok çok az... 16 yaşımda filan, seksenli yıllardayken, çıkan her Türkçe romanı okuyacağım gibi bir hevese kapılmıştım, sahiden bunu yapabiliyordunuz ama... Pek kitap çıkmıyordu çünkü... İşte o azlık (kıtlık mı demeli) bizi hem kötü kitaplara mahkum ediyordu hem de nasıl demeli, bize şiir ezberleten Türkçe öğretmenimin deyişiyle "sindire sindire" okuyorduk, o yıllardan pek çok roman halen kanlı canlı aklımdadır...
Fotokopi çıkınca, dünya kadar kitabı kopyalamaya başladım, sonra dijitallerle fotoğraflarını çekmeye, internetten download etmeye koyuldum...Okunmayı bekleyen dünya kadar şey... Tabii ki çok okuyorum ama eskisi kadar "sindirerek" okuyor muyum emin değilim... Yani, yaşadığımız çağda, on yaşımdayken şu kadar kitabım vardı demenin belki de anlamı kalmadı, oğlumun, on yaşında, benden ve Edgü'den daha fazla kitabı vardı ama onlara sarılıp uyumadı, başka eğlenceleri vardı ve onları daha fazla önemsiyordu.
Cumartesi, Şubat 18, 2023
Ahali Gecimen'i Arıyor
E işte çoban keçi sürüsünü otlatmaya çıkarınca, hayvanlar beslenip doyunca, çoban etrafa baka baka manzaraya uyunca, gözleri ufalıp gölgeliğe uzanınca bu Gecimen denen sincap ortaya çıkıyor ve keçilerin sütünü emiyormuş.
Öyle kolay iş değil tabi, keçi dediğin huylu hayvan, boşuna koyun gibi demiyorlar, her denileni yapmaz keçi, koyuna hiiç benzemez. Hoplar zıplar, inat eder, paranormal alemlere dalar filan.
Düşünün, Gecimen, kimselere görünmeden, hayvanları ürkütmeden keçilerin sütünü sağa sağa, cork cork, midesini dolduruyormuş. Yavuz hırsız yani...
Çoban ne bilsin Gecimen'in marifetlerini, ikindi vakti sürüyü köye dönderiyor, evlere dağıtıyor. Aldım, verdim, selametle kalın diyerek ocağının yolunu tutuyor. Millet, keçiler dağa çıktı, yeşile doydu, hava aldı, sütü olmuştur-dolmuştur deyip hayvanı yoklayınca anaaa bir bakıyorlarmış ki sütü yoook...Haydaa...
Ne oluyormuş, kabahat Çobana kalıyormuş. Ahali susmuyor, garibana saydırıyormuş zındığın oğlu şu bu, e Çoban yeminler ediyormuş, Vallah deyom Hacı abi, Muhtar emmi elimi sürdüysem Kur'an çarpsın şu bu... Fakirin lafı ne ki, sıkışınca sıralıyor Allahı peygamberi...Allahümme rabbena amin!
Bizim burda bir taksici var, o anlattı bana bunu... Gecimen dediği de Keçi Emen tabi...Pek sever Angaralı, ka'ya gaa demeyi...Hani, dedi merkez bankası bağış yaptı ya, hani benim cebimden alıp bana verdi ya, o misal dedi... Birisi de bizim sütümüzü sağıyor, sen sağ ben selamet, ne olduğunu bile anlamıyoruz....
Tut, tutabilirsen...
Seyrüsefer Defteri 145
Cuma, Şubat 17, 2023
Kalben
Bu komediye "sıradan insanlar inanıyor mu acaba" demiyorum, uygulayıcılar için "milletin buna inanacağına inanıyorlar" da diyemiyorum, "işte efenim bir moral ekonomisi yaparak halkımızı motive ediyoruz" diye bir fikir yürüttüklerini de sanmıyorum. Ben yaptıklarının yanlış, komik, saçma, gayri ciddi, spekülatif ve kusurlu olduğunu filan düşünmediklerini, sahiden buna doğru ve kusursuz bir iyilik olduğuna inandıklarını düşünüyorum. Populizm de tam da böyle bir şey...Kalben inanıyorsun, ölecek kadar inanıyorsun...
Çizgilere Derkenar 24
Perşembe, Şubat 16, 2023
Linç
Hepimiz bu dünyadaki mutsuzluğu, acı çekenleri, yoksulları, katledilen masumları gördükçe onlara yaşatılan zulmü durdurmak, en azından ıstıraplarını dindirmek isteriz. Ama buna gücümüzün yetmeyeceğini biliriz, acizliğimiz karşısında şunu düşünürüz. Benim hissettiğim acı ve kederi, insan olan herkes hisseder. Sonra acı ve keder kesilmedikçe, katledilenler bitmedikçe bu düşünceden giderek uzaklaşırız, insanın insan tekini sevmediğini, rekabet ettiğini, kendini bir diğerinden üstün gördüğünü biliriz, öğreniriz.
Eğer inanıyorsak, hissettiklerimizi Allah'ın da gördüğünü, er ya da geç, bu haksızlığını gidereceğini, olup bitenlerden sorumlu olan kimlerse onları cezalandıracağını kabul ederiz. Tabii ki bu bir temennidir, gerçekte, başka tür bir cezalandırmadan yanayızdır. Parçası ve faili olduğumuz, hemfikir olduğumuz bir cezalandırmayı isteriz. Suç, bizim yakınımızdaysa, bizim hayatımıza dokunuyorsa cezanın şimdiki zamanda, bu dünyada çekilmesini, verilmesini isteriz.
Linç, tam da böylesi bir mantıkla nefes alıp verir.
Peki ya kanunlar? Eğer biz istiyorsak, intikamcıysak, kanunların bizden yana olmadığına inanırız. Ya da kanunların yeterli olmadığına, yetmediğine, elinin kolunun bağlandığına... Zulmü durdurmak isteyen bilincimizi de Allahı da kolayca unuturuz. İntikamı hepimiz istiyorsak haklıyızdır, hepimiz istiyorsak meşruyuzdur.
Deprem, benzersiz bir çaresizlik yarattı, ülke zaten gergin, ekonomik çöküntünün getirdiği büyük sıkışma cabası… Böylesi zor zamanlarda bir sorumlu, bir suçlu aranır, genellikle de yabancılar suçlanır, işte depremi dış güçler fış fış gemilerle gelip ultrasüperbiyonik bombalar patlatarak yapmıştır, Suriyeliler ölülerimizi yağmalıyordur filan… Ortada dövecek-öldürecek CIA ajanı ya da bir “çirkin Amerikalı” olmadığı için, iş döner dolaşır, en düşük işlerde, en düşük ücretlere çalışan yoksul yabancıların başına patlar…
Her biri kendini filmin başrol oyuncusu sanan kanun koyucu lümpenler, onları döve döve depremin acısını çıkartır, ölüp gidenlerin “intikamını” alırlar (!). İktisaden denge kuramadıkça linç hikayelerimiz de bol olacak... Ananem'in deyişiyle "Allah sonumuzu hayretsin"
Çarşamba, Şubat 15, 2023
İmar Affı neye yaradı?
O gün traji-komikti, bugün ne desek, ne söylesek az kalır, dehşet verici çünkü...Affettiniz, bak ne oldu mu diyeceğiz...
Ben asıl olarak akıllı, sağduyulu, Vallahi o kadarına bile gerek yok, normal bir insan böyle bir reklamda nasıl oynar, onu anlayamıyorum. Bir deprem ülkesindeyiz, Kaçan'ın bugün yaşananların olabileceğini bilmemesi mümkün değil.
Para için oynadı denebilir, daha önce kazanılan paraların hatırına kabul etti denebilir filan...Ama değer mi ya, hangi inşaata kim nasıl kefil olabilir ki...Reklamın yayımlandığı gün deprem olabilirdi çünkü... Gel zaman git zaman ne'tsen olmayacak, kaçarı yok rezil olacaksın, suçlanacaksın, sembolleştirileceksin, hatırlanacaksın... Çok ciddiyim, ileride ne diyecekler, nasıl savunacaklar merek ediyorum.
Evet bir kutuplaşma içindeyiz, kahramanlar, güzel insanlar, hainler, soytarılar, yandaşlar şunlar bunlar uçuşup duruyor, böyle bir havada rekabetle inatla söylenebiliriz, küfür gibi dikleşebiliriz ama söz konusu insan hayatı olunca aklımızı-kalbimizi yitiremeyiz...
Oy uğruna imar affı yapılmasaydı, bu kadar insan ölmeyebilirdi diyebiliyor muyuz? Diyebiliyoruz. Neye yaradı bu reklam?
Çizgilere Derkenar 23
Salı, Şubat 14, 2023
Güzel gözükmüyor, yakışmıyor
Avrupa'da Amerika'da dükkanlarda evlerde kolonlarla karşılaşırsınız, alışmamız ya, tuhaf gelir hatta, tuhaf da demeyelim çirkin gelir...Zaten biraz da çirkin geldiği için kesmiyorlar mı o kolonları... Hani galericiler, arabaları park etmek için kesiyorlardı ya... Bu öyle değil, büyük görünsün istiyorlar aslında, misafir odası sarayın salonu gibi olsun... Salon büyümeli, salon salomanje de yetmiyor, gelenler oo ne geniş demeli...
Görmüş-okumuş olmalısınız, yine dünya kadar vaka var, binanın altındaki dükkanlarda kolonları kesen bankalar, marketler, mutfağı genişleten daireler falan filan..."tapusu benim değil mi kardeşim, istediğimi yaparım"...Cinayet olunca polisiye oluyordu değil mi? Seviyorduk, okuyorduk, seyrediyorduk...
Pazartesi, Şubat 13, 2023
Son okuduklarım 66
Pazar, Şubat 12, 2023
Bir ihtimal daha var mı?
Gösteri demişken, benim çok katlı yapı karşıtlığım var, sevmiyor ve anlamıyorum. Şimdiki zamanda benimkisi nostaljik görünebilir, demode ve akıldışı sayılabilir ama bu bir hoşnutsuzluk hissi ve geçecek gibi durmuyor. Bu manzara bana korkunç, sevimsiz, ürkünç ve kaotik geliyor, kimisine muazzam (tremendous), çağın hızı, zamanın ruhu, gururlandırıcı filan gelebilir...
Normal bir devletin, akılcı bir kamu idaresinin deprem bölgelerinde kat sınırlaması getirmesi gerektiğine inanıyorum. Ben bu fikri ne zaman söylesem, Japonya'daki gökdelenlerden söz ediyorlar, asıl mesele şuymuş buymuş sıralanıyor. İnanın o kadar bilgili değilim, şüpheciyim, susuyorum ama konuşanların o kadar bildiklerini sanmıyorum... Japonlar ve Japonya'yla ilgili o kadar çok uydurmamız var ki bence tam bir martavalcı fıkrasıyız.
İstanbul'da neden bu kadar çok gökdelen var? Neyin gösterisi bu? Neyin büyüklüğü, neyin uzunluğu... Kime yapılıyor hem? Lafa gelince modernizm estek köstek, puta tapmıyoruz, heykel sevmiyoruz...
Cumartesi, Şubat 11, 2023
Ders çıkarmak palavrası
Perişan olacağımızı, on binlerce insanın öleceğini, binlerce binanın çökeceğini görmeyen-bilmeyen yoktu diyeceğim ama yaşanan hüsran ve hayal kırıklığına bakıyorum da... aksini düşünen varmış, hayret...
Ben çocukken hayal kırıklığının insanı olgunlaştırıp büyüttüğüne inanılırdı, pedagoji böylesi bir mantığa dayanırdı...Yani acı çeken ve hüsrana-hezimete uğrayan çocukların ve gençlerin kendilerine dersler çıkarmaları beklenirdi, çıkarmalıydı ki bir sonraki engeli daha rahat karşılayabilsin filan... Bugün biliyoruz ki, her acı, hüsran ve hayal kırıklığı olumlu bir sonuca dönüşecek demek değil, bir travmaya dönüşebiliyor, bunu aşamayabiliyorsun... Yani insanın üzerinde bir endişe ve anksiyete bırakabiliyor.
Biz ebeveynlerinden ve öğretmenlerinden dayak yiyen bir kuşağız, bana öyle geliyor ki, sırf bu sebeple durup durup her felaketten bir ders çıkarmaktan söz ediyoruz. Okullarda ders olarak okutulmalı falan filan.... Evirip çevirip lafı oraya getiriyoruz. Hayatımda duyduğum en şahane palavralardan, ezber laflardan biridir. İşte şimdi Büyük İstanbul Depremi için kendimize dersler çıkartmalıymışız.
Nasıl bir ders olabilir ki bu? İşte şunları ve şunları yapmamalıyız, e güzel, nasıl yapacağız ki, e yapamıyoruz-yapmıyoruz ki... Borsada çimento hisselerini speküle etmek aklımıza geliyor, buna yol veriyoruz mesela... Bulunan çözümün ve şık deyimiyle gelecek projeksiyonunun İstanbul'u terk etmek olduğunu düşünürsek... bunun adına ders çıkarmak mı diyeceğiz.
Cuma, Şubat 10, 2023
Gidilecek yer
Evden ayrılırız, evden kaçarız, eve döneriz, evi özleriz...Büyüdüğümüz ev, en güçlü hatıralarımızla doludur, mutsuz oluruz, hayal kırıklığına uğrarız, başaramayacağımızı orada anlarız, ilk hötü zötü orada yaşarız, çalış derler, eve erken gel, evden çıkma, ve evet eve kapanırız, eve sığınırız, ev kalemiz olur, kıyamet çıksa çıkmayız dışarı...
Ev, gidecek yerimizdir...
Bugün pek çok yer dümdüz oldu depremden...Gidecek evi olmayan yüzbinlerce insan var artık. Varınızın yoğunuzun moloza dönüşmesinden söz etmiyorum, insanların senelerce yaşadığı, hatırladığı, sevdiği ve sevmediği her şeyin yok olmasından söz ediyorum. Büyük bir çaresizlik bu...Tarif edilemez bir yoksunluk.
Perşembe, Şubat 09, 2023
Özen
Salı, Şubat 07, 2023
Deprem
Sabah deprem haberleriyle uyandım, şu saate kadar da vakit nasıl geçti, ne yaşadım, ne konuştum bilmiyorum. Arkadaşları, eş dostu ve eski öğrencilerimi arayıp soruyorum... İlk kez bu kadar geniş alanda deprem gördüm, gerçekten korkunç... Dün akşam ne yaşıyordum, bugün ne oldu... Bu yüzden hayat tuhaf dedim, bir oradayız bir burda...
Yirmili yaşların hemen başındaydım, ölümcül bir kaza geçirdim, bu benim ikinci hayatım sayılır... O kazadan sonra uzunca bir zaman "hırsımı" kaybettim, "buna mı inat ediyordum", "bu muydu kavga ettiğim şey", "ne diye bu kadar gerildim ki" diyerek kendimi doğru biçimde frenledim...
Sonra üstünden zaman geçtikçe dünyevilik mi desem kapitalizm mi, artık o neyse işte, akacak mecra buldu kendine, yine bildiğini okuttu bana...Geçti gitti unuttum...Oysa hayat çok kısa ve beyhudeliğini bize hatırlatıyor işte...
Hatay'ı ve İskenderun'u öyle güzel hatırlıyorum ki...
Pazartesi, Şubat 06, 2023
Pragmatizm
Pazar, Şubat 05, 2023
Ecee
Cumartesi, Şubat 04, 2023
Son okuduklarım 65
Onca sene sonra Mustafa Delioğlu'ndan kendi deyişiyle "resimli roman" okumak-görmek heyecan verici. Bu yaşta gösterilen azim, sebat ve çalışkanlık hayranlık uyandırıcı... Evliya Çelebi'nin kabusu andıran mesellerinden birini anlatmış Delioğlu. Çok iyi bir ilüstratör olduğu için gözalan kareler görüyoruz, ardışıklık ve hikaye derinliği ise her zaman kurulabilmiş değil. Gülabi Ağa'nın Başından Geçenler yoklukla geçen son iki yılın sürpriz çalışmalarından biri.