Pazar, Kasım 30, 2025
Ev
Cumartesi, Kasım 29, 2025
Slacktivism
Cuma, Kasım 28, 2025
İnterregnum
Pek çok Marksist yazar “interregnum” kavramını yaşadığımız “şimdiki zaman” için verimli biçimde kullanıyor. Eski değerler hükmünü yitirir ama bir alışkanlık olarak sürmeye devam eder; yeniler ise doğmadan ömürsüzleşir, güdük kalır, daha ilk adımda yorulur. Kurumlar işlevsizleşir, otoriteler güvenirliğini yitirir, dil dahi eski anlamlarını taşımakta zorlanır. Gramsci’nin işaret ettiği o tutukluk tam olarak budur: tarihin kısa süreliğine kitlendiği an.
Bu kitlenmeyi yalnızca siyasetten okumak eksik olur; popüler kültür ve gündelik hayat da aynı boşlukta salınır. Evvelsi gün, yönetmen olmak için okuyan ve benimle meslektaşı gibi konuşan oğlum sinemaya dair “yeni bir şey olmalı” diyerek delikanlıca hallenince bikbik konuşmaya, bu interregnum halinin kültürel karşılığını sesli düşünmeye başladım. Bugünün tahkiyeleri, ister üreticisi ister tüketicisi olalım, bu aralıkta yeni bir iddia ortaya koyamıyor. Hiçbiri tam olarak geçmişe ait değil; geleceğe de değil. Eski biçimleri taklit ederken onları ironik, hatta bazen yorgun jestlerle dönüştürüyorlar.
Dijital kültür, eski otorite ve anlatıları yerinden etti ama yenilerini de kuramadı. Herkes “söz sahibi”, ama güven başka yerde aranıyor. Gerçeğin yerini alan sayısız “yorum” dolaşıyor; fakat anlamın kendisi eriyor. Gramsci’nin uyarısını hatırlayalım: “Kriz, eskilerin can çekişip ölürken yenilerin doğamamasından ibarettir.” Yine de bu ara dönem yalnızca hastalıkların değil, yeni tahayyüllerin de doğum yeridir.
Interregnum, iyimser bir yorumla tarif edersek, çöküş değil, bir doğum sancısıdır. Bugünün karmaşası, yeni bir hegemonya biçiminin, yeni bir dilin ve yeni bir hissiyatın henüz şekillenememiş halidir, onu yaşıyoruz. Tarihe bakılırsa yaşanan radikal dönüşümlerin çoğu, tam da böyle aralıklarda; her şeyin belirsiz olduğu, ama hiçbir şeyin tamamen bitmediği geçiş anlarında ortaya çıkar.
Elbette karamsar olmak için daha çok neden var. Yine de dünyanın dönüşümüne dair ihtimali (umut ya da avuntu) henüz elimizden tümüyle bırakamıyoruz.
Perşembe, Kasım 27, 2025
Vicdansız
Senaryosunu yazdığım Vicdansız, Tod platformunda yayımlanacak. İlk teaser geçen hafta paylaşıldı. Hikayeyi muamması ve fantastiği olan, modern bir masal olarak tanımlayabilirim. 18 Aralık'ta ilk yayını olacak...
Çarşamba, Kasım 26, 2025
Salı, Kasım 25, 2025
Sabah Duası (1)
Politik Düşünce Vasatı
İşte, medya, “ideolojilerin sonu” ideolojisinin yeniden üretildiği bir mecradır, bu ideolojinin biçimidir. Özellikle televizyonun gün be gün tekrarlanan, en “vahim” olayları bile olağan akışı içindeki vahamet efektleriyle sıradanlaştıran döngüsü, konformizmin en güçlü jeneratörüdür. O vahamet efektleriyle, çarpıcı sunumlarla, dramatizasyonlarla gün be gün tazelediği bir gündemle, heyecan ve merakı da canlı tutan bir rutini çevirir. Gündemin değişim hızındaki olağanüstü artış, rutin format içinde sürekli yeni içerik talebini kışkırtır; bu da belirli bir meseleye, bir soruya, giderek bir fikre konsantre ve angaje olmayı güçleştirir. Televizyonun esas itibarıyla bir eğlence mecrası olması, ister istemez “sulandırıcı” bir iğvanın kaynağıdır. Televizyonun zamansal yoğunluğunun ve hızının, sözün/düşüncenin kısa ve pratik formülasyonunu zorladığını eklemeliyiz buna. Bu vulgerizasyon veya popülarizasyon zorlaması, aynı zamanda konuların ve düşüncenin pratik hûlâsasını çekip çıkartmaya dönük bir zorlamadır, bu bakımdan politikleştirici bir etkisi olacağını düşünebiliriz. Yine, biçimin politik sözü yönlendirici, kısıtlayıcı etkisini görmezden gelmemek kaydıyla… Pazartesi, Kasım 24, 2025
Sahildeyiz
Hazır Ankara'ya kar yağmış ve içime bir Neşet Coşar oturmuşken... Eskilerden şen şatır bir sahil fotosu paylaşayım... Empati yapıyorum, kar fotoğrafları paylaşmıyorum, gören var göremeyen var...
Fotoğrafın bir hikayesi var tabii, hiç unutmam, fotoğraf çekilirken Raffaella Carra çalıyordu, “scoppia scoppiia” filan işte… Hiçbir Türk'e yakıştırılamayacak gayri ciddi bir melodi… Sonrasında arkaşlarla Borges ile Calvino’yu karşılaştıran bir tartışma yaşamıştık, egolar dahil olmuştu işin içine, ter ve gözyaşı fasılları olmuştu, e alfalar var, e mansplaining var, kolay değil tartışmak…
Meraklısı için soldan ikinci benim, sağ başta abim var, kolyem suya girmesem iyi olur demişti, dinlememiştim. Arkada değerli münazara hocalarımız…
Bu fotoğraf çekildikten yirmi yıl sonra sol baştaki abimiz “tarikatçı” oldu, kafirle bağlarını kopardı, bizle konuşmuyor, biz de o bizimle konuşmadığı için onunla konuşamıyoruz…
Hemen yanımdaki ufaklık “rakçı” oldu ve annesi, kızıyla bir konuşmamı istemişti, muhtemelen “seks yapacak bu kız korkusu” yaşıyordu… Bittabi böyle bir konuşma yapmadım. Yıl olmuş 1997 filan demiştim içimden… Yıl olmuş 2024’le aynı anlama sahip bilmeyenler için yazayım…
Onun yanındaki Fatih, otuz beş yıl önce Amerika’ya işçi olarak gitti, orada “bize çok benziyorlar, eve girerken ayakkabılarını çıkarıyorlar” dediği çekik gözlü bir kızla evlendi, mutlu mesut iki çocuklu yaşıyor, geçen hafta mesajlaştık o kadar yıl sonra…
En sonda çömelmiş duran abim, ailemizin aşk avantüriyesi olarak Urla’da üçüncü evliliğini sürdürüyor… Aralıklarla annemi, rahmetli pederi, borsayı ve türlü geri zekalılıkları konuşuyoruz.
Kendimi anlatmayacağım, hiiiç sevmem öyle şeyleri…
Münazara hocalarımızdan kayıplarımız var, onu da tahmin edersiniz…
Ve ne var, dışarıda kar var…
Pazar, Kasım 23, 2025
Plauen ve Nadir
![]() |
Sessiz sinemada oyuncular konuşamadıkları için hikâye abartılı jest, mimik ve hareketlerle anlatılıyor. Sinema büyük ilgi gördüğü için ilk çizgi romanların sinemayı taklit etmesini de anlayabiliyorum. Bizde de ilk dönemlerde çizgi roman yerine “sinema hikâyesi” veya “sinema romanı” dendiğini hatırlayalım. Üstelik bu taklit her yönüyle olumsuz değil. Balon ve anlatı yazılarını minimumda tutmak, ardışıklığı güçlendirmiş; kare içinde hareketin akışkanlığını artırmış.
Bu bağlamda Cemal Nadir’in Plauen’den etkilenmesini de anlıyorum. Çünkü Plauen moderndi; çizgisi akışkandı ve çağının ilerisinde espriler kuruyordu. Fotoğrafla yarışan bir resimsellik peşinde değildi zaten onu Ramiz Gökçe daha iyi yapıyordu. Onun aradığı şey hareketti.
Cumartesi, Kasım 22, 2025
Levendddd
![]() |
Cuma, Kasım 21, 2025
Ben, hayal kırıklığı
"Bu dünyanın sahibiyim" dedi bana, cevap veremeyecek kadar halsizdim. Sesler anlaşılmıyor, ışıklar bir toz kümesi gibi havada uçuşuyor, yüzüme çarpıyordu.
"Ben, hayal kırıklığı, bu dünyanın sahibi"
"Her şey neden bu kadar kısa sanıyorsun" dedi.
Uyandığımda Tabucchi okumak istiyordum. Dünya kirliydi.
![]() |
Perşembe, Kasım 20, 2025
Paran kadar konuş!
![]() |
![]() |
Onat
![]() |
Çarşamba, Kasım 19, 2025
Gazete okuyan beyfendi
![]() |
Salı, Kasım 18, 2025
İmgelerle Konuşan Kaos
![]() |
![]() |
Pazartesi, Kasım 17, 2025
Maaile
Fotoğraf, büyük ihtimalle 1925-33 arasından. Cumhuriyet’in ilk on yılının tazeliğinden, “iyimser” zamanlardan birine ait. Bir tatil günü, muhtemelen bir sayfiye gezmesi… Maaile dışarı çıkılmış, belli ki hem hatıra bırakmak hem de kendilerine güzel bir gün armağan vermek istemişler. Oksijen, ömrü uzatıyor diyor Fransızlar, “hadi bir hava alalım”.
Hoşuma giden şey şu: Ağaç dibine sırtlarını verip ince bir rahatlıkla kaykılmışlar. Hava efil efil, dalların arasından geçen ışık ortama küçük bir sahne ferahlığı katıyor. Her biri kendi hâlinde ama aynı anda birlikte; iç içe, dip dibe poz vermişler. O kuşak için yakınlık göstergesi doğal bir beden diliydi; bugünkü mahremiyet takıntısından eser yok.
Kıyafetler döneme göre oldukça “a la mode”: Kadınların başörtüleri modern şehirli zevkine yakın; erkeğin takım elbisesi özenli ve sade. Sepet, örtü, şişeler ve kırıntılar… Hepsi günlük hayatın küçük ayrıntıları ama yıllar sonra bakınca insana hem bir düzen hem de hoş bir dağınıklık duygusu veriyor.
Aile ilişkisini de az çok ele veriyor fotoğraf: Bana baba, anne-gelin, hala-görümce ve çocuk-yeğen gibi geldiler. Aralarındaki mesafe, bakışlar, yan yana diziliş biçimleri… Belli ki birbirlerine alışık, birbirlerini taşıyan bir aile grubu. Gülümsemiyorlar ama rahatsız da değiller; o tipik erken Cumhuriyet ciddiyeti içlerinden sızıyor: “Poz veriyoruz, gülmek şart değil, duruşumuz önemli.”
Sonuçta, hüzünle neşenin arasında kalan eski fotoğraflardan biri bu. Hem bir günün telaşsızlığını hem de o yılların kısıtlı ama umutlu modernliğini taşıyor. Ağaçların altında kaykılan insanlar azalmadı da ama galiba bakışlarımız değişti.
Pazar, Kasım 16, 2025
Paşa hazretleri
![]() |
![]() |
Cumartesi, Kasım 15, 2025
Doğru söyleyen kadın
Okura not:
Yazının üst kısmını üç-dört yıl önce yazmıştım. Bugün Altan Erbulak’ın Kibar Hırsız bantlarının orijinalleri elime geçti. Okur okumaz, Münif Fehim illüstrasyonuna sonradan eklenmiş Yusuf Ziya Ortaç esprisini hatırladım. Arada neredeyse çeyrek asır var. Erbulak, 1934’te henüz beş yaşında…
“Faruk paraşütle kadınların arasına iniverdi…” diye başlayan sahnede, kadınlar yine alay nesnesi; erkek kahraman ise gülmenin merkezinde. “Hayret, hem kadınsınız hem sözünüzde duruyorsunuz,” diyor kahramanımız. Kadınların güvenilmezliği, hâlâ mizahın hammaddesi.
Kadın, bir kez daha bir “durumun” ya da “tepkisel mizahın” taşıyıcısı; özne değil, esprinin hedefi. Yani 1934’te Havva’ya “İlk sevdiğim erkek sensin” dedirten dil bitmemiş. Erbulak gibi gerçekten neşeli, sevimli, hatta “mutedil” bir çizer bile erkek egemen ironiyi sürdürmüş.
Cuma, Kasım 14, 2025
İkisi birarada: Sulh için Atom
Akbaba, 1955 / yeniden yorum: LeCe, 2025 |
Perşembe, Kasım 13, 2025
Bir balkon sahnesi
![]() |
Muazzez
![]() |
Bir otel odası, biraz görüş günü, biraz eski bir şarkı.
Sabaha kadar içelim, masa güzel, sen ağla Firuze! İki kere çaresiz, üç kere
yorgun. Her seven bir değil. Arafta yağmurlar, rüzgârda yağmur hep eğri yağar.
Abacı, azalan gündüzlerin, “bitti o sevda” diyen hayatın boğuk tınısı. Yokuş
aşağı.
Çarşamba, Kasım 12, 2025
Zabıta gazetelerinden skandal estetiğine
![]() |
![]() |
Salı, Kasım 11, 2025
Çizgilere Derkenar 40
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
Pazartesi, Kasım 10, 2025
Dumanın cinsiyeti
![]() |
İnsanlar bu kadar şaşırınca hem öfkelenir hem de tahrik olurlar. O yüzden kadınların cuara tellendirmesi, ahlak tarihinin ana hatlarından birini oluşturuyor.
Sigara içmediğim için tat ve keyif kısmını bilmiyorum; benim ilgimi çeken pulp evreninde sigara içen kadınların gösterilme biçimi ve bu kullanımın dönüşümü. Dergi ve kitap kapaklarında ince topuklu ayakkabılar, jartiyerler, yırtmaçlı etekler, dar kazaklar, abartılı takılarla ve mutlaka elde sigarayla resmedilen kadınları o kadar çok gördüm ki… Maceraperest ve az bulunur türden bir fanteziydi galiba.
Üniversitede tanıştığım bütün feministlerin kısa saçlı olması ve sigara içmesi de beni şaşırtmıştı. Onlar da benim gibi gençtiler; kadın özgürleşmesini kısa saçla ve sigara içme hakkıyla ilişkilendiriyorlardı. Böyle popülerleşmişti veya…
Popülerleşmişti demişken, popüler kültür literatürü sigara içen kadına yönelik hoşnutsuzluğun altındaki afrodizyak etkiyi fark etmişti. Cemiyetin öfke ve husumetini çekmeyi göze alan kadın erotizm yaratıyordu; kışkırtıcı ve tekinsiz biçimde cesaretliydi. Cehennemlikti, gamsızdı, doymazdı ama sigarayı “emerken” vaad ettiği şeylerle erkeklere büyüleyici geliyordu.
Bence altmışlı yıllardan sonra sigara içen kadın, az bulunur bir şey olmaktan çıktığı için o serüvenci yönünü kaybetti. Sigara tüketimi arttıkça, reklamlarla kitleselleşip, kolay bulunur oldukça, endüstriyelleştikçe daha çok kadın tarafından kullanılmaya başladı.
Serüven edebiyatı tam o yıllarda bocaladı; klişesini kaybetmişti, kurtarılmayı bekleyen kadınlara döndü… Çığlık atan, masum ve güzel “gerçek kadınlara” (!). Cinsel devrimle ve feminizmle birlikte erkeklerin korkusu da arttı galiba. Fanteziler, “şımarık cadıları” susturma ve “sütyen takmayan” kadınlara haddini bildirme teması etrafında şekillenmeye başladı.
Özetleyelim, geçen yüzyılın başında sigara içen kadın “ahlaksızlık” ve “tehdit”ti; otuzlu yıllarda “suç ve erotizm” ile özdeşleşti. Bir yirmi yıl sonra arzu ve tekinsizlik sembolü oldu. Feminizm ile birlikte “cezalandırılması gereken isyan”a dönüştü.
Laf uzamasın, sigara yalnızca bir alışkanlık değildi; kadın eline sigara aldığı anda, erkek dünyanın iki uç tepkisini (arzu ve öfkeyi) kışkırtıyordu. Kadının ağzından çıkan duman, onun konuşma hakkının, nefesinin, özneliğinin dışavurumuydu.
Belki de o yüzden, kadınların savurduğu dumanla “şimdi bile” bir tür yangın başlıyor; geçen yüzyılın ahlakı mı demeli erkek dünyanın korkuları mı bilmiyorum, içten içe bir şeyler tutuşuyor…
Pazar, Kasım 09, 2025
Epistemik Sis: Belirsizliğin Hegemonyası
![]() |
Yaşadığımız şeyi tarif etmek kolay değil. Siyaseti, kültürü, gündelik dili ve hatta zamanın akışını belirleyen bir şey var, ama adını kimse tam koyamıyor. Genel bir epistemik bulanıklık, güvensizlik, inançsızlık ve yönsüzlük hali… Çağdaş siyaset teorisinde ve kültür eleştirisinde sıkça tartışılan bu meseleye dair tek bir “isim-niteleme” yok; birkaç kavram bu tabloyu farklı açılardan yakalıyor.
Yanlış anlaşılmasın, epistemik muğlaklık otuz yıl önce de vardı; yönsüzlük, bütün iddiasına rağmen yetmişli yıllarda da yaşanıyordu. Fakat bugün tanık olduğumuz şey, failin ve mağdurun, sebep ve sonuçların sürekli yer değiştirdiği deveranlar silsilesi. Bir günün suçlusu ertesi günün kahramanı olabiliyor.
Bir tür epistemik kriz içindeyiz. Gerçeğin, bilginin ve otoritenin kaynağı belirsiz. Kimse kimseyi ikna edemiyor çünkü herkes kendi “hakikat rejimi” içinde yaşıyor. Kimse medyaya, akademiye ya da siyasete güvenmiyor. Ortada saf bir gerçek varsa bile insanlar buna kesin bir dille i-nan-mı-yor. Malumunuz, buna post-truth da deniyor. Artık insanlar doğruya değil, kendi duygusal gerçeklerine inanıyorlar. Bu yüzden tartışmaların kazananı olmuyor; herkes yankı odalarında dönüp duruyor. Kimse kimseyi dinlemiyor, herkes yalnızca kendi yankısını işitiyor.
Kendime yakın bulduğum bir başka kavram, Gramsci’nin interregnum dediği “ara dönem”. Eski düzenin ölmekte olduğu, yenisinin doğamadığı bir evreyi anlatıyor. Gramsci, Hapishane Defterleri’nde mealen şöyle yazar: “Kriz tam da şu gerçekte yatar: Eski olan ölüyor, yeni doğamıyor; bu ara dönemde çeşitli hastalıklı belirtileri ortaya çıkar.” Bugün yaşadığımız kafa karışıklığı, tam da bu ara dönemin belirtisi. Neyin meşru, neyin mümkün olduğunu anlayamıyoruz; hegemonik düzen dağılmış, yenisi henüz kurulamamış.
Fredric Jameson bu belirsizliği, “komplo düşüncesinin kültürel mantığı”yla açıklar. Her şeyin ardında gizli bir niyet, görünmeyen bir el aramak, aslında sistemin aşırı şeffaf hale gelmesinin sonucudur. Herkes bir tezgâh olduğuna emin, ne ki bu “bilme hali” hiçbir işe yaramıyor. Herkes biliyor, ama kimse değiştiremiyor.
Bu tartışmalarda iki adlandırma öne çıkıyor: kolektif şüphecilik ve nihilistik uzlaşma. Kimse kimseyi ikna edemiyor çünkü artık kimse ikna olmaya değer bir hakikat olduğuna inanmıyor. Siyaset, sanat, medya, popüler kültür hepsi “mış gibi yapma”nın teatral alanlarına dönüşmüş durumda.
Bir örnek: “Memlekette barış olacak mı?” diye soralım. Cevaplar saniyesinde çoğalıyor: “Olacak” demek de zor, “olmayacak” demek de. Tarafları dahil olmak üzere kimse ne olacağını bilmiyor. Bu sadece bize özgü bir durum değil. Her kültürde, her gerilimde, her tartışmada aynı tablo tekrarlanıyor. Belirsizlikler, istisnasız her meseleyi belirliyor. Artık insanlar neye inandıklarından çok, neden inanmadıklarıyla tanımlanıyor.
Şu soruyu sormadan geçmeyelim: Bu belirsizlik hali yalnızca bir kriz mi, yoksa yeni bir hegemonya biçimi mi? Yani Mıstık abi, kimse kimseyi ikna edemiyorsa, bu durumdan kim yararlanıyor?
Kişisel fikrim şu: Artık kimse “eskisi gibi” yararlanamıyor. Yerel ya da küresel muktedirler bile bu belirsizlikten korkuyor, neyin neye dönüşeceğini kestiremiyorlar. Gramsci’nin dediği gibi: “Eski olan ölüyor, yeni doğamıyor.” Bizse o doğamayan dünyanın canavarlarıyla yaşıyoruz.
![]() |
Cumartesi, Kasım 08, 2025
Kuytuda
![]() |
































