Pazar, Temmuz 31, 2022
Yapıbozucu bir hayal kırıklığı
Cumartesi, Temmuz 30, 2022
Çizgi roman, Çizgiroman, Çizgi-roman...
Mevcut sözlükte çizgi romanın açıklayıcı karşılığı aynen şöyle: “Konuyu ve olaylar zincirini kesintisiz olarak resimleme yöntemiyle okuyucuya sunan roman.”
Dikkat edilirse çizgi roman, romanın bir türü, biçimi olarak görülmüş. Çizgi, “Nasıl roman?” sorusunun cevabı olarak eklenmiş. Çizgi, sıfat tamlaması olarak romanın, nasıl bir roman olduğunu açıklasın istenmiş. Kimse nasıl bir roman, gerçekten roman mı sorusunu pek düşünmemiş bana kalırsa. O nedenledir ki birkaç kez roman özel dosyaları hazırlayan edebiyat dergileri benden çizgi roman ile ilgili yazılar yazmamı istediler. Yine aynı nedenle “bu roman değil” denerek çizgi romanı küçümsenmiştir de.
Türkiye’de Comics ya da BD olarak giren resimli anlatılara, bantlara, tefrikalara bakıp roman demişler. Romana benzetmişler, benim hoşuma giden bir tercihtir, Sinema Romanı demişler. Mantıklı bulduğum için değil, hep romana yönelik bir yoğunlaşma olmuş ama bunu da düşünmüşler demek istiyorum.
Çizgi roman Türkiye’ye girerken, dışarıdan ithal edilirken kendisine uygun görülen isim, Graphic Novel’in tercümesinde de başımıza iş açtı aslında.
Bana göre, çizgi roman, roman değildir, illa roman yakıştırması yapılacaksa romanımsı denilebilir. Bunun bir tür küçümseme taşıdığı düşünülebilir, ilişkisini başka türlü ifade demedim. Çizgi romanın söz sanatlarıyla ilişkisi var ama bu onu roman yapmaz.
Çizgi roman veya onun öncesinde kullanılan Resimli Roman bence doğru tercihler değiller. Ama kullanımdalar, nasıl jilet, tıraş bıçağının yerini almışsa… Bu da öyle bir şey…
Çizgiromanı birleşik yazalım, kabul ederim ama üzerinde düşünmeden yapılıyor bu… Dilbilgisi, mevcut kullanım, içerik ve hatta estetik evrim/değişim hesap edilmeli böyle bir tercihte…Yoksa bence bu işler, ben yaptım-dedim-yazdım oldu’dan ileri gidemez. İyi savunma gerekiyor!
Cuma, Temmuz 29, 2022
Bu ben miyim?
Perşembe, Temmuz 28, 2022
Zeki Müren ve Yalaz
Çarşamba, Temmuz 27, 2022
Son Okuduklarım 60
Salı, Temmuz 26, 2022
Yüksek hızlı tren
Ben büyürken ailemden hayallerimle ilgili herhangi bir destek görmediğim için en azından oğluma yardımcı olayım istiyordum. Ankaralılar, "karnının ağrısını almak" derler, hani ukte kalır ya insanın içinde, kalmasın diye yapılan bir şeydir bu... Tuna, bu yaz, üniversite sınavı-lisenin son senesi öncesinde, gitsin bir film-dizi setinde çalışsın, ortamı-çalışanları tanısın, gözü açılsın ve gerçekten isteyip istemediğine kendisi karar versin diye düşündük, çünkü gerçekten çok ağır ve meşakkatli bir iş, içindeyim-biliyorum, insanın ömründen gidiyor... E, sonrasına sonra bakarız dedik.
Laf uzamasın, geçtiğimiz pazar günü, Eskişehir'de yeni başlayan bir dijital dizinin ekibine biraz da stajyer gibi, en genç çalışan olarak katıldı. Ben çok daha erken yaşlarda çalışmaya başlamıştım, çalışsın da istiyorum ama onu orada bırakıp Ankara'ya dönmek bana zor geldi, evde annesiyle kalakaldık, odası boş, çocuk orada saatlerce çalışacak filan... üstelik hayatında daha önce çalışmamış...Buruklaştık.
Yanlış anlaşılmak istemem, ailecek verdiğimiz bir kararın doğru olup olmadığını tartışmaya açmak gibi bir niyetim yok. Tuna, eninde sonunda bir işte çalışacak ve para kazanarak hayatını idame ettirecek(ti), yaşadığımız dönem için erken bir yaşta başlamış oldu. Çocuğun didebanı olamayacağımız aşikar. Matrağını yaptım, herkes biyografi yazmaya bayılıyor, ileride "on yedisinde başladım ben bu işe dersin" filan dedim.
Asıl olarak şunu fark ettim, insanın çocuğunun çalışmak için evden gitmesinin en azından iki sonucu oluyormuş, birincisi bu bir büyüme göstergesiymiş, ikincisi, evet ben yaşlanmışım.
Pazartesi, Temmuz 25, 2022
Kilo Kaybetmek
Ertesi hafta espri bir parça daha uzatılmış...
Her derginin yaşadığı dönemin yayıncılık algısı, siyasetle ilişkisi, demokrasi inancı, kamusallaşmış ve kabul görmüş uygulamalara olan bakışı farklıdır. Dergiler ve gazeteler, bir aurada doğar, yaşar ve ölürler. Her dönemin çok satarı bu yüzden farklıdır.
Yukardaki örneğe bakarak, şunu diyebiliriz, evet, bugün buna benzer bir şey yayınlanamaz. Peki, bu Demirel'in daha hoşgörülü olduğunu mu gösteriyor? Bence hayır, çünkü, bakılması gereken sadece Demirel değil. Mahkemelerin, medyanın, siyasetçilerin, kültür endüstirisinin bu espriyi nasıl karşıladığı daha önemli.
Yetmişli yıllar, 61' Anayasasıyla nefes alan özgürlükçü bir dönem, bugünle karşılaştırmak pek doğru olmaz.
Asıl şuna bakalım, Demirel, buna kızarak cezalandırmak isteseydi, ne olurdu... Veya, Demirel adına yargı birimleri harekete geçer miydi? Açılan dava nasıl yürütülürdü? Ve bence asıl önemlisi, insanlar bu esprinin cezalandırılmasını ister miydi? Cezalandırılmasını normal bulur muydu?
Bunları daha önemli sanki. Çünkü insanlar, bugün, mahkemelere konu olan davalarla ilgili şunu söylüyorlar, yazmasaymış canım, çizmeseymiş, o da öyle söylemeseymiş... Su testisi su yolunda kırılırmış... Finito!
Cezayı meşrulaştıran, hızlandıran, pekiştiren, çeşitlendiren şey o dönemi yaşayan insanların zihniyetidir. Siyasetçiler bunu kullanır ve yönlendirirler.
Bugün, böyle bir şey yayınlanamaz diyoruz, niye hem fikiriz?
Tartışacaksak, galiba en fazla şunu tartışırız, daha doğrusu tartışmanın eksenini bile belirleyemeyiz ve şuraya sıkışıp kalırız: ayıp denir, utanmazlık denir, bu görsel, bu kapak bize - Türkiye'ye yakışıyor mu? Onlar da vakti zamanında şunu yazmışlardı, Demirel de şunları yapmıştı şu bu...Hakkaten başka bir maça çıkarız...Atar ve tutarız.
Bu görseli o yıllarda yayınlayan, tartışan, dava açmayan, bu görseli önemsemeyen, üstünde durmayan insanlar nerdeler?
Demokrasiye ve ifade özgürlüğüne inanmıyoruz artık. Belki eskiden de inanmıyorduk ama inanmamız gerektiğine dair eğitim alıyorduk ve herkesi bağlayan bir anayasa inancımız vardı...O kayboldu...
Çok kilo kaybettik...desem çok mu gazeteci tribi olur... [2016]
Pazar, Temmuz 24, 2022
Çizgilere Derkenar 19
Cumartesi, Temmuz 23, 2022
Hacı yatmaz
Perşembe, Temmuz 21, 2022
Son Okuduklarım 59
Çarşamba, Temmuz 20, 2022
Mizojini ve empati
Cumartesi, Temmuz 16, 2022
Son Okuduklarım 58
Cuma, Temmuz 15, 2022
Rakı notları
Rakı neden akıllarda dillerde, galiba diyorum, çok engellendiği, çok yasaklandığı için bu kadar konuşuluyor... altı üstü eğlence, içtin bitti, geçti gitti diyemiyoruz, hayat tarzı tartışılıyor çünkü... Hoş, eskiden de böyleydi, ölçüsü farklı olabilir ama rakı daima siyasetin ve popüler kültürün mezesi oldu. Gazete fıkraları, mizah dergileri ve karikatürlerde rakıyla ilgili öyle çok malzeme var ki... bana gündelik hayatın sekülerleşmesiyle ilgili bir cephaneymiş gibi gelir hep, rakı masaları ve Bektaşi fıkraları bile isteye iştahla anlatılır çünkü. Tersi de var, "devleti rakı masasından yönetmek" mesela.... Veya iki sarhoşun insafına kalmak... Bilmemne resepsiyonunda içki olup olmaması falan filan...
Eskiden de böyleydi dedim, rakılı fıkralar ve karikatürler, tartışmalar çoktu diye devam ederek, cumhuriyetin ilk yıllarından bir kaç küçük örnek verelim: Yirmili yıllardaki rakı yasağına yönelik bir karikatürden: Garson ile Müşteri konuşuyorlar, “Bira yasak değil ama, rakı yasak efendim!” diyor Garson. Müşteri, hınzırca serzenişte bulunarak, fıkra mantığını tamamlıyor: “Üzüm suyuna izin vermeyip de arpa suyuna izin vermek hakaret değil mi?” (Akbaba, 15.10.1923); veya bir Akşamcı hayıflanıyor: “İki günden beri yarım kadeh rakı bulup içemedim... Öyle sarhoşum ki ayakta duracak halim yok!” (Akbaba, 31.5. 1926).
Sarhoş olmuş Karagöz ve Kavuklu bizi güldürür, Bekri Mustafa'nın rakıyla gelen cesareti ve hazırvecaplığı hoşumuza gider filan. Şunu unutmayalım, gülme bizi birbirimize yakınlaştırdığı gibi uzaklaştırır da, gülerek safları sıklaştırırız, gülerek düşmana saldırırız... Babıali'de siyasi muhaliflerle alay edilmek istediğinde rakıdan yardım alınmıştır demek istiyorum. Siyasi tarihimizde hiç şaşmaz, muhalif partiler ve seçmenleri, tutum ve görüşlerini küçümsemek ve marjinalleştirmek adına rakı düşkünlüğü ve ayyaşlıkla suçlanmışlardır.
Yaşadığımız dönemde, 1923-50 arası biliyorsunuz, rakıyla ve içki kültürüyle özdeşleştiriliyor ve aktörleri ayyaşlıkla suçlanıyor, gel gör ki o yıllarda, o yılların muhalifleri de benzer biçimlerde hicvediliyorlar.
Gördüğüm kadarıyla tek parti döneminin muhalifleri, genellikle lümpen-ayak takımına benzetilerek karikatürize ediliyorlar. Öfkeli, anlayışsız, kültürel sermayesi olmayan, işsiz güçsüz bıçkın erkekler olarak çiziliyorlar. Onların karanlık görünümlerini pekiştiren en önemli aksesuar ellerindeki rakı şişesi oluyor, içkiden kızarmış burunları, çökmüş avurtları, baygınlaşmış gözleri, bellerinde bıçaklar, muştalar ve altıpatlarla dâhil ediliyor bu imgeye. Serbest Fırka kuruluşundan itibaren komünist, şeriatçı, ittihatçı ve sarhoşlar tarafından desteklenmiş gibi resmediliyor mesela.
Cumhuriyetin sekizinci yılı için yapılan bir karikatürde Serbest Fırka’yı temsil eden bir sarhoş, CHP binasının kapısını yumruklayarak bağırıyor: “Çocuğumu (cumhuriyeti) verin be! Biraz da tahsiline terbiyesine ben bakayım” (Akbaba, 31.10.1930). İzmir Mitingi nedeniyle çıkan olayları başlatanlar ellerinden silah ve rakıyı düşürmeyen Serbest Fırkalı seçmenlerdir (Akbaba, 8.9. 1930). Aynı dönemin muhalif yazarı (Serbest Fırka'yı destekleyen) Arif Oruç, konu edildiği her karikatürde rakıyla birlikte resmedilir. İçmesini bilmediği için kusmaktadır ya da loğusa (!) yatağında bile yanıbaşında rakıyı eksik etmeyecek kadar alkol düşkünüdür (Akbaba, 8.1.1931; Akbaba, 2.7.1931).
Rakı ve rakı tüketimiyle ilgili olumsuz klişe, rejimin değişmez düşmanları sayılan komünizm ve şeriat söz konusu olduğunda da yineleniyor. Komünistler, memleketi ancak “rakı masasında kurtarabilmekte”, Şeriatçılar ise tüm sofuluk gösterilerine rağmen evlerinde kıyasıya rakı tüketmekte, takiyye yapmaktadırlar vs.
Kırklı yıllarda düşkünleşmeyi pekiştirici bir başka vurgu ve adlandırma daha çıkıyor. Muhaliflere oy verenlere, “İspirtocu” denmeye başlıyor. Rakı’dan yine söz ediliyor ama daha aşağılayıcı bir niteleme aranıyor sanki. Rakı içmek için bir terbiye gerekiyor mu demek istiyorlar acaba? Galiba o aralar, gerekçesini bilmiyorum, rakı fiyat olarak ucuzluyor ve o ucuzlama dahi endişe yaratıyor... Akbaba, rakının ucuzlatılmasının cinayetleri artıracağını iddia ediyor (Akbaba, Sayı: 149, 1947). Ayaktakımı, rakı içmesini bilmediğinden ucuzlatılmış rakıya rağbet edecek, daha çok alkol tüketecek ve suç işleyecek filan diye düşünülüyor. Maksat, bağcıyı dövmek elbette. Lafı evirip çevirip Demokratlara sallıyorlar. Yusuf Ziya Ortaç'tan : “Ağızlarında hürriyet nağralaşır, adalet yalpa vurur ve musavat [eşitlik] şapkayı ayağa, pabucu başa giydirir. Bağırır ispirtonun hiddetile… Güler: ispirtonun neşesiyle… Ağlar: İspirtonun rikkatile [kibarlığıyla]” (Akbaba, Sayı:106, 1946).
Devam ederim diye umuyorum...Perşembe, Temmuz 14, 2022
Sanki Hep Aynı Türkiye
Diğer yandan karikatüre ve üreticilerine eleştirel bir gözle bakmayı pek tercih etmedi. Görsel açıdan zengin kitaplarında ansiklopedik bir enformasyon, çeşitli kitap ve yazarlardan yaptığı iktibaslar dışında yazarlığını öne çıkartmadı. Çok sayıda kitabı olmasına rağmen az yazan ya da az yazmayı tercih eden bir araştırmacıdır Çeviker. Asıl göstermek istediğinin yorumculuğundan çok karikatürler olduğunu düşünüyor da olabilir. Üç ciltlik son çalışması Karikatürkiye’de de bu eğilimini sürdürmüş. Kitaptaki tarihsel betimlemeleri ve görsel açıklama notlarını Ahmet Kuyaş, önsöz niteliğinde bir değerlendirmeyi ise Murat Belge yapmış.
Karikatürkiye, siyaset temelli, günün-haftanın en önemli olayını, manşet ya da sürmanşeti yorumlayan karikatürlerden oluşuyor çoğunlukla. Çeviker’in magnum opus’u Gelişim Sürecinde… dizisiyle kıyaslanırsa, o denli mufassal bir çalışma olmadığı hemen anlaşılıyor. 1923-2008 arasını karikatürlerle anlatmak kuşkusuz meşakkatli iş; karikatür seçimlerine bağlı olarak gelişen bir siyasi tarih perspektifi kurmak, ister istemez bir ‘eksikliği’ mümkün kılıyor, onun da farkındayım. Evet, her seçim subjektiftir, editöryal tercihleri tartışmak ancak bunu hesap ederek mümkün olabilir ama yine de söylemeden edemeyeceğim. Karikatürkiye, belli çizerlere yoğunlaşan, onları romanesk hürmet ve meftuniyetle sarmalayan bir çalışma. İlk dönemler söz konusu olduğunda bir üretici kıtlığı vardır, bu yoğunlaşma o yıllarda anlaşılabilir ama 1950 ve 1970 sonrasında gerçekten önemli bir karikatürist artışı yaşanıyor. Oysa bakıldığında Tan Oral ve Turhan Selçuk ağırlıklı bir seçim yapılmış, Vehip Sinan gibi İslami sağın gerçekten önemli bir ismiyse tek bir çalışmasıyla bile yer almamış örneğin. Gırgır ve sonrasındaki mizah dergilerinin kısıtlı kullanılacaklarını tahmin etmiştim, sağ basının bu denli az yer alacağını beklemiyordum.
Her ne olursa olsun, inanarak yazıyorum, Karikatürkiye, özellikle siyasi tarih çalışmalarına hatırı sayılır bir katkı sağlayacaktır. Ülkemizde muhalif sanat sayılagelen karikatürün kanonik karakterli propaganda niteliklerine veya ‘kadı ekmeği yemeyen karınca’ misali resmiyetçiliğine dikkat çeken bir malzeme içeriyor çünkü. Klişe ve ezberleri, milim sapmayan yönsemeleri karikatürlerden tespit edebiliyorsunuz. Her okuma farklıdır, en azından ben bunu böyle, hemen ve bilcümle görüyorum. Farklı okumalar mutlaka yapılacaktır, kitap buna imkân veriyor. Çeviker, sadece bu titiz arşivciliğiyle bile Türkiye’de karikatürün en önemli sergicisi, ehlivukufu... Dilerim, yeniden bir üretkenlik içine girmiştir, karikatürün hafızı kütübu olduğunu gösteren başka ve yeni çalışmalar çıkarır.
Son sözüm Murat [Belge] Hocaya… Türkiye’de Gırgır’ın bir zamanlar Mad ve Krokodil’den sonra dünyanın en çok satan üçüncü mizah dergisi olduğuna inanılır. Niye bilmiyorum, o da inanmış olmalı ki sunuş yazısında değiniyor. Bu iddia, açık biçimde Gırgır’ın yayıncısı Simavilerin Günaydın gazetesinde ürettiği asparagas bir haberdir, aslı astarı yoktur. Soğuk savaşın iki süper gücünün iki dergisini seçip (dünyada başka bir ülke veya dergi yokmuş gibi) Gırgır’a üç numarayı bahşetmek o yıllarda çok hoşumuza gitmiş ki hâlâ severek tekrarlıyoruz. Gırgır, elbette çok satıyordu ama global ölçekli bir istatistiki veri yok, olmadı da… Olsaydı, Gırgır dünyanın en çok satan üçüncü mizah dergisi olmazdı zaten. Gırgır’ın üçüncülüğünü bir tek Türkler biliyor ne yazık ki… Biliyorum, benimkisi nafile bir çaba, bu romantik iddia unutulmayacak, yüz yıl sonra bile bu ‘şaşılası başarıya’ inanılacak. Hani arada bir, Türkün Türk’e propagandası diyoruz ya… Vallahi öyle!
[Radikal Kitap, 4.12.2010]
Çarşamba, Temmuz 13, 2022
Renkler
Renklerle ilgili fotoğrafın iki kontrastı var; birincisi, erkeklerin kıyafetleriyle fondaki çarşaf, nevresim, bez ve poplinin renk ve desen farklılığı... ikinci kontrast ise aynı farklılığı içerisi-dışarısı olarak okuyabilmemiz. İçerisi daha renkli, dışarısı daha ciddi ve koyu... yani ilki kadınlara ait ve kadınsı, diğeri erkeklere ait ve erkeksi...
Arada yazarım, Aziz Nesin siyah, gri, kahverengi gibi renkler dışında kıyafetler giymez, çocuklarına da kadınsı bulduğu için giydirmezmiş... "Erkeği bozar" gibi bir mantığı olmalı. Eşcinsel sanılabilir, bir işaret olarak görülebilir, yanlış anlamalara sebep olabilir diye düşünürmüş veya...
Türki devletlere gidenlerle konuşursanız, hemen hepsi anlatabilir, ahali, Türkiye'den geldiğinizi görür görmez anlıyormuş. Kılık, kıyafet ve renk seçimlerimiz onlardan farklıymış. Bir arkadaşım, yirmi yıl önceki Türkiye gibi giyiniyorlar demiş, bir başkası hep siyah giyiniyorlar yorumu yapmıştı. Üniversitede çalıştığım yıllarda, epeyce Türki öğrenci vardı, yanıma gelip giden, benden okumak için roman olan çocukları düşünüyorum da hepsi, kumaş pantolonlu, gömlekli, gri ya da mat renkliydi. Seçimler sadece yoksullukla ilgili değildi, zihniyetle alakalıydı.
Totaliter rejimler tek renk üzerinden kendilerini kurarlar, e biliyorsunuz, lgbt bayrağı meydan okuyarak ve bile isteye çok renklidir...Çok saçma olduğu aşikar da bu klişeleri aşmak kolay değil... Arada portakal renkli tişört giydiğimde dikkat çektiğimi ve daha çok insanın bana baktığını biliyorum, gay sanılıyor olabilirim, Hollanda'da olsam, milliyetçi sayılırdım muhtemelen...
İdeolojinin işleyişi gereği, siyasi iktidarlar gündelik hayatı tanzim etmeye çalışır, muhalifler de direnirler, bitimsiz bir mücadele... Renkler de payına düşeni alıyor...
Salı, Temmuz 12, 2022
Falan filan ve homofobi
İlk sayılardan birinden, takdim yazısından bir alıntı yapacağım...Görsel de zaten o bölümden... Yarın ne yapmış? Hürriyet Gösteri'yi, Doğan Hızlan'ı, verdikleri ödülü, o ödülü alan Murathan Mungan'ı diline dolamış diyelim:
"Tekelci basının piyasaya sürdüğü dergilerin en kötüsü ama aynı zamanda en ilginci olan Gösteri'nin genç kuşağı ödüllere çağırışı, bu utanmazlıkların tam örneği oldu. Sanatı değil, eşcinselliği ödüllendiren, yarışmasının sonucu başından belli olan, genç insanların içtenliklerini sömüren Gösteri'nin genç kuşağı ödüllendirmeye kalkışması gülünç oldu (...) Gösteri ödülleri gene göstermiştir ki, sanat ve edebiyat pazarına yeni birkaç piyon sürülüyor. Son günlerin en göz kamaştırıcı piyonu, şu birkaç ödül aldıktan sonra ödüllere karşı çıkacak olan Murathan Mungan da, aynı ruhsal birlikteliklerin ödüllendirdiği yeni bir yıldızdan başka birşey değildir. Bugüne dek değer sayılabilecek bir tek ürün ortaya koyamamış, edebiyatsever her lise öğrencisinin yazabileceği düzeydeki kitap yazılarıyla (...) Doğan Hızlan'ın hazırladığı senaryo, beklenen etkiyi yaratamadı."
Yazılanları bir ödül tartışması olarak okumak haliyle mümkün değil, açık bir homofobik tutum, tahkir ve teşhir edici bir dil kullanılmış. Murathan Mungan'ın eşcinselliğini okura ihbar ettikten sonra ne deseler boş, edebiyat filan hak getire çünkü.
Kırk yıl geçmiş üzerinden, eskilerden bir şeyler paylaşınca arada hep soruyorum, bugün yapılabilir mi böyle bir şey?
Ha bu arada edebiyat magazini sevenler, Yarın dergisinde kimler varmış, kimler yazmış merak edip bakabilirler... Kimler kimler, neler neler...
Pazartesi, Temmuz 11, 2022
Bir karikatürün dökümü
Cumartesi, Temmuz 09, 2022
Olabiliyor
Bir iki kez daha gördüm, Osman Seden senaryolarının başına veya ilk sayfasının üst kısmına mutlaka "besmele" yazarmış, mağfiret niyetiyle yazılır biliyorsunuz...Yeşilçam filmi olunca insan ister istemez ilginç buluyor... Hele o yıllarda seküler orta sınıftan birileri veya şehirli İslamcılar görseler hayret ederlerdi.
Kimin neye-nasıl inandığını, nasıl açıkladığını ve kendi hayatına uyarladığını tartışmanın pek bir anlamı yok... Görüntümüzle-imgemizle yapıp ettiklerimiz uyumlu ya da beklendiği gibi olmayabiliyor.
Bir arkadaşım, benim aklıma gelmemişti, "ya her metnin başına yazılması zorunlu tutulsaydı" dedi.
Seneler önce, Hindistan'da sinemalarda her seans öncesi, film başlarken seyircinin ayağa kalkıp milli marşlarını söylediğini duymuştum. Gelenek olmuş bir kanun diyelim, marş söylemeden filmi seyredemiyorsun, vay ki vay. Trajik gelmişti. Döndük dolaştık, futbol maçlarından önce marş söyler olduk.
Anything goes...olur böyle şeyler anlamına da gelir, her şey (yol) serbest (mübah) de...
Cuma, Temmuz 08, 2022
Seyrüsefer Defteri 141
Perşembe, Temmuz 07, 2022
Kıymetli bir şey
Bazen sinirlenip, vara yoğa dert arayanlara "git, bi dolaş hastaneleri, dünyaya başka türlü bakacaksın" derim.
Dinlemek, konuşmak... Dert dinlemek, derdi konuşmak, teskin etmek... şimdilerde çok kullanılıyor, "kıymetli bir şey" İnsanlar çok konuşuyor ve son sözüymüş gibi marazi bir tutkuyla "bağırıyor" ya... O kadar konuşana karşın bana çok az dinleyen varmış gibi geliyor.
Sırf o yüzden olmalı... İnsanlar terapistlerine aşık oluyorlar.
İnsan ömrü ilaçlarla, ameliyatlarla tıbben uzatılıyor ama... dinlememeye, zaman ayırmamaya çare bulunamıyor...
Sadece mektup arkadaşım değil galiba hepimiz hastalarla konuştuğumuzu ve hasta olduğumuzu fark etsek...öyle konuşsak ve dinlesek... birazcık daha rahata ereceğiz. Sanki... evet, sanki öyle bir şey olacak.
Bugün "amca" olmaya karar verdim ve iyimserim. [2019]
Çarşamba, Temmuz 06, 2022
Malkoçoğlu
Salı, Temmuz 05, 2022
Bahçelerde arzular
Ne ki, her yıl şaşırıyorum, benden başka bu işlere gönül indiren "çocuk" yok sanki... Dallardaki meyveler öylece duruyor… Kimsenin ağaçlara çıktığını, bahçelere daldığını, meyveleri topladığını görmedim... Dünya kadar çocuk ve genç var, Vallahi tillahi biri olsun buna teşebbüs etmiyor... Erikler ve kaysılar kızarıyor, dutlar dökülüyor, önce bademler sonra kirazlar dalında kuruyor, düşünüyorum da çağlayken talan ederdik biz...
Bu durumu kime anlatsam, laf genellikle sokakta büyümemiş çocuk, çocuk değildir yargısına varıyor... yani demek istiyorlar ki "biz çocuktuk" bunlar "yazık yazıkk"... Ben bu türden hayıflanmaları pek sevmiyorum, asıl meseleden uzaklaştırıyor bizi. Niye arzu duymuyorlar ben onu merak ediyorum, yazıklık bir durum olduğunu düşünmüyorum.
Çocukluğumda, aileler ancak önemli günlerde dışarıda yemek yedikleri için yılda bir ya da iki kez İskender yiyebilirdim, Uludağ Lokantasına gidilirdi, yediğim şeye bayıldığım için o gidişlerin tekrarını heves ve heyecanla beklerdim. O lezzet ve "alay-ı vala" beni o kadar etkiledi ki, yaşadığım her sıkıntı sorasında, anne ya da babamın ameliyatları filan geçtiğinde mesela, hastaneden çıkıp doğruca Uludağ'a gider, kendime İskender ısmarlardım. Uzun yıllar yaptım bunu. Oğlumun ya da onun yaşıtlarının bu seremoniyi anlaması kolay değil, İskender özel bir şey değil artık, yemekçiler adım başı her yerdeler, telefonlardan iki dakikada sipariş veriyorsunuz, dışarıda yemek yiyebilmek büyük bir lüks sayılamaz vs vs...
Bir arkadaşıma, dallar meyvelerle dolu, biri bile almıyor dediğimde bunlar eksiklik bilmiyor ve özlem duymuyorlar, ulaşabiliyorlar filan diyerek uzun bir açıklamaya girişti... İktisatçıdır, kısmen katıldım, ona da söyledim, kısmen ezber buldum söylediklerini... İnsanları ve toplumları dönüştüren ve alt üst eden en önemli "şey" bence arzu... Ki arzu dediğimiz kolay bulunmayacak, rekabetçi ve itibarlı görünecek, taze anlamında genç ve tüketilmemiş, az bulunur olacak bir şey...
Çocukluğumu düşünüyorum, mahallede sadece bir tane manav vardı, market mefhumu akla dahi gelmiyordu, haftada bir gün pazar kurulurdu, meyveyi orada görür, satın alırdık. Benim arzularım tabii ki farklı olacak...
Sorun, asıl olarak o arzunun nasıl dindirildiğiyle ilgili, tam da orada işler karışıyor çünkü. Sokak röportajlarında kenardan ortaya seyirten amcalar "yima! içma! alma la alma" filan diyorlar ya o öyle kolay bir şey değil... telefonlarda harca butonu var, indirimli yemekler, sepette sürprizler...
İktisatçı arkadaşım, sen ben lokantadan yemek yemeyebiliriz ama bu çocuklar bunu yapamazlar, lokantadan yemek yememenin bir tasarruf ve tercih olduğu hayatı bilmiyorlar diye ısrar etti... Ananem, "fakirlik değil, zenginken fakir olmak zordur" derdi, arkadaşım biraz onu anlatmak istiyordu.
Bence en büyük sıkıntı, birinin yemesi diğerinin yememesinden çok, birinin yediğinin hayal edilmesinden çıkıyor. İşte arzu tam da böyle bir şey, dinmiyor, durmuyor, ele avuca sığmıyor...hayal kırıklığının tarihini yazıyor.