Salı, Şubat 28, 2023

Manidar (!)

Devlet Bahçeli, geçen pazar oynanan maçtaki protestolardan rahatsız olarak Beşiktaş kulüp üyeliğinden istifa etmiş... Edebilir, hakkıdır elbette ama şunu anlayamadım, Beşiktaş taraftarı bunu ilk kez yapmıyor ki, defalarca (sahiden defalarca) muhalif bir karakteri olduğunu göstermedi mi? Yeni bir şey değil ki bu tezahüratlar, inatlaşmalar, çıkışlar... 

Hani sağcılarımız gevrek gevrek manidar diyorlar ya, "peki niye şimdi" filan diye kaşlarını kaldırarak kostaklanıyorlar ya... Vallahi ne oldu da şimdi (tam da bu zamanda) istifa etti diye merak ediyorum. Garip geliyor çünkü... Haksız mıyım Alper Tunga? Issız acun kaldı mı? 

Pazartesi, Şubat 27, 2023

Kızıl Tehlike ve Ellili Yıllar

Blog üzerinden bana gelen soruları, özellikle araştırmacılardan gelen yardım taleplerini açıklayıcı olmaya çalışarak burada da paylaşmaya çalışıyorum. israil'den yazan bir akademisyenin Dr.Nadav Solomonovich'in sorularına verdiğim cevapları aktarıyorum. 

1950'lerde çizgi roman ve dergi tirajlarını bulamıyorum. Bir yerde mevcut mu?

Ne yazık ki genel bir satış kaydı yok, özellikle çizgi romanlar geniş zamana yayılarak ve tekrar tekrar dağıtılan ürünler oldukları için tam rakamları tespit edebilmek kolay değil. Örneğin ocak ayında çıkan herhangi bir çizgi roman yaz aylarında satılması için yeniden dağıtılıyor. Diğer yandan o yılların çoksatar çizgi romanlarının haftada 60 bin civarında sattığı tahmin ediliyor. Eski yayıncılar ve o yıllarda yayınevleri çalışanlarının söylediği rakamlar bunlar.

Eğer sizi doğru anladıysam, 1950'lerde yayınlanan dergilerin çoğu, temelde Amerikan dergilerinden ihlal edilen çizgi romanlara yer verdi. Bildiğiniz kadarıyla, kopyalanan çizgi romanlar o dönemde en popüler olanlar mıydı yoksa çevrilmesinin ve çoğaltılmasının arkasında ideolojik nedenler de var mıydı?

O yıllarda popüler olan yabancı çizgi romanlar İtalya’da üretilen, İtalyancadan tercüme edilen çizgi romanlar. Bizim popüler kültürümüz o yıllarda frankofon etkisinde… Amerika’yı bile Fransızca üzerinden takip ediyoruz. Şunu demek istiyorum, 1960’lı yıllara kadar yabancı çizgi romanlar Fransızca ve İtalyancadan tercüme ediliyor. Çizgi roman dergileri piyasasında Amerikan çizgi romanı, özellikle süper kahraman ekolü bizde o denli güçlü değil o yıllarda. Amerikan çizgi bantları gazetelerde yer alıyor. Diğer konuya gelince, yayınlanan çizgi romanlarla ilgili seçimlere bakarsak eğer… İdeolojik tercihler kaçınılmaz olarak her zaman vardır ama doğrudan bir propaganda amacıyla bunun yapıldığını söylemek yanlış olur. Bir yanlış anlama olmasın, Amerika’nın veya CIA’nın anti-komünist ve anti-sovyetik tutumu ve yayın manipülasyonu Amerikan çizgi romanını ne kadar etkiledi diye düşünelim. Çizgi romanlar o yıllarda çocuklar için pazarlandığından serüvene odaklanıldığını, çoğu zaman anti-politik bir tavırla işlerin üretildiğini düşünüyorum. Bizdeki tercihler de bundan farklı değil, “çocuklar, siyasetle kirlensin istenmiyor”. Bu aslında siyaseten şu demek, çocuklar her ne olursa olsun milli ve manevi değerlerle büyümeliler. Ellili yıllarda yayın piyasasında hakim olan değerler milliyetçilik ve sekülerizm, yani o sebeple popüler olan western türündeki çizgi romanlar bir hoşnutsuzluk ve endişe yaratıyor. O nedenle düz okuma yapmayalım, bir Amerikan hayranlığı elbette var ama aynı zamanda karşıtlığı da var. Altmışlı yıllarda bu karşıtlık daha da artacak. İtalya’dan tercüme edilen western türündeki çizgi romanlar bu bakımdan çok eleştirilmiştir. Ki İtalya’da çok eleştirilirler, İtalya’da neden western üretiyoruz diye sorulmuştur. Amerika, bizde daha çok Hollywood dolayımıyla biliniyor, çizgi romanlarının piyasamızı domine etmesi için en az elli yıl geçmesi gerekti, yani sizin sorduğunuz dönemde Amerikan çizgi romanlarının esamesi okunmuyordu. Amerikanvariydik, bir hayat tarzı olarak etkileniyorduk, üreticilerimiz Hal Foster ve Alex Raymond’ı modelliyordu ama üretimlerimiz yerel ve milliyetçiydi, üstelik çocuklar için üretilmediler.

Devlet çizgi romanların yayınlanmasıyla herhangi bir şekilde ilgileniyor muydu?

Devletler, çok satarak popüler olan her şeyle ilgilenirler… Muhalif olabileceğini, toplumu gençleri yanlış biçimde manipüle edeceğini düşünürler. Çizgi romanlar çok sattıkları dönemlerde eğitim kurumlarında hoş karşılanmadılar, kütüphanelerde kendilerine yer bulamadılar. Yoz, bayağı, ucuz,  yanlış ve ticari bulundular…

Çizgi romanların genç okuyucuların zihinlerini etkileyebileceğine dair ABD'dekine benzer bir kamuoyu tepkisi var mıydı?

Bizde de oldu öyle şeyler ama çok etkili olduklarını, bir kamuoyu yarattıklarını, yaygın bir tartışma çıkarabildiklerini söylemek yanlış olur. Çizgi romanların zararlı olabileceği konuşuluyordu ama yaygın bir yasaklamaya ve sansüre yol açamadı. Bizim çizgi romanımız komik çizgili, underground eğilimli ve adult niteliklidir, çocuklara yönelik üretilmiş örneğimiz çok azdır. Bu açığı yabancı çizgi romanlar kapatır, e onlar da kendi üretildikleri ülkelerde çocuk pedagojisine ve yerel sansüre uygun olarak üretilmiş ürünlerdir. Hal bu olunca çocuklara zararlı olup olmaması tartışması daha çok yabancı çizgi romanlara yönelik oldu ve hafif tertip milliyetçi tartışmalarla şekillendi. 1970’lerin sonundan itibaren kültür emperyalizmi tartışmalarıyla geliştirildi. Dorfman ve Mattelart’ın Latin Amerika’da Disney çizgi romanlarıyla ilgili eleştirileri popüler oldu diyelim. Yani çizgi romanlar Amerikan karşıtlığından nasiplerini aldılar bir süre…

Türkiye'deki genç yetişkinler de ABD'deki gibi çizgi roman okur muydu yoksa sadece çocuklar için miydi?

Yukarıda söyledim, bizim üretimlerimiz çocuklara yönelik olmadı hiç, bu bakımdan farklı bir piyasamız var. İçerdikleri erotizm ve şiddet nedeniyle pek çok Avrupa ülkesinde sansüre uğrarlardı. Zaten yayınlananlar da kaçınılmaz olarak, ya yayın öncesinde revize edildiler ya da sansüre uğradılar.

1949 tarihli “Kızıl Tehlike” den kitabınızda Türkçe yayınlanan (yine) Amerikan propagandasına örnek olarak bahsetmişsiniz. Hatırlayabileceğiniz başka benzer çizgi roman var mı merak ediyorum yoksa bu benzersiz bir örnek mi?

O denli sert başka örnek yok, zaten global olarak çok sayıda dilde ve ülkede yayımlanmış Kızıl Tehlike… Ben satıldığını değil ücretsiz dağıtıldığını sırf bu nedenle de çizgi roman piyasası ve okurlar üzerinde önemli bir etkisi olduğu düşünmüyorum. Hele o yıllarda çizgi roman, kahramanlarla ilerliyor, serüven edebiyatının bir parçası. O anlayışa uygun olmadığı için etkisi de düşünüldüğü kadar çok olamaz, ticari olarak olsaydı mutlaka arkası gelirdi. Bunun dışında tek tük ünlü Amerikalı siyasetçilerin örneğin Roosevelt’in biyografik çizgi romanları yayımlandı, satılmadı-dağıtıldı diye tekrar vurgulayayım, o bakımdan yine piyasayı etkilemediler. Amerikan elçiliğinin kültür servisinin yaygınlaştıırmaya çalıştığı şeylerdi  bunlar… Devletler ya da dindarlar, bu türden misyoner hamleleri yaparken, çizgi romanı araçsallaştırırlar ama çocuk okurlara tahmin ettikleri kadar nüfuz edebildiklerini düşünmüyorum.

Pazar, Şubat 26, 2023

Çadır satmak

Geçtiğimiz günlerde depremle ilgili yandaşları biraraya getiren bir bağış kampanyası olmuştu, bir arkadaşım şaşırarak, büyük bağış yapan zenginleri hiç tanımadığını söyledi, tek tek gugıllamış... "Bu iktidar değişse bunlar ne olacaklar" diye garip bir soru sordu.

Hepimiz biliyoruz ki, memleketin kapitalist tarihi, devletin imkanlarını kullanarak palazlanan şirket gruplarıyla dolar taşar...siyasetten aldıkları gazla öyle bir yükselir ve düşerler ki... şaşırmayız bile...Hatta birinin elinde büyük bir para biriktiğinde nasıl desem, falan filan edilir, mal varlıklarına çökülür... 

Bir süredir Ahbap adlı yardım kuruluşuna topladığı yardımlara el konulmasını bekliyordum. Şiddetli bir karşı kampanya vardı, fena sıkıştırıyorlardı. 

Dün itibarıyla öğrendik ki, Ahbap, Kızılay'dan çadır satın almış, küçük bir kıyamet koptu, hayal kırıklığıyla bir dünya laf sayıldı, herkesin çok  haklı olduğuna inandığı bir zamanda yaşıyoruz, bir sürü farklı görüş okudum, neler neler...

Ben şuna takıldım, kapitalizmden o vesileyle bahsettim, tarikatlar ve afad öne çıksın isteyen yandaşlar Ahbap'ın varlığından  o kadar hoşnutsuzlar ki... Hadi rekabettir, doğası gereği olabilir diyelim, niye Ahbap'a "mal" satıyorlar peki... ellerindeki çadırı veriyorlar yani... Kendileri ahbap o kadar organize değiller demek bu...veya kazanacakları parayı bu yolla topluyorlar demek...Çünkü biliyorsunuz çadır bulunmuyor... akıl alır ve anlatılır bir çelişki değil...

Gönül Yazar


Tütünlü ses, buzlu rakı, gecenin şarkısı Gönül Yazar. Yankılanan nakarat, “sev beni”. Pembe elbise, pırpır eden neonlar, erkekler ve erkekler. Sabahla öğle arası uyuyan kadın, hafifçe aralanan dudaklar. Bir sigara daha, kabına sığmayan plak. Halime’yi samanlıkta bastılar, entarisini gül dalına astılar Hâkim Bey! Kendiyle alay eden hayat ağacı. Musallat olana İstanbul tokadı. Neşeli ve güzel. Beyaz leblebi, yuva kavunu. Herkesin bir adresi olmalı, Gönül Yazar kır gazinolarının ve kır sarhoşlarının otel odası.

İlüstrasyon: Deniz Karagül

Cumartesi, Şubat 25, 2023

Sessiz sedasız

Bozkır ikinci sezonun yayını deprem nedeniyle ertelenmişti, yaşadığımız faciayı düşününce insan belki yine bekleyebilir, daha da geç başlayabilirdi diyebilir ama hayat bir yandan da devam ediyor, binlerce aile bu işle geçiniyor,  diziler hemen her yerde birer birer yayına girdiler...  Bozkır da duyurusu ve tanıtımı olmadan ilk iki bölümüyle geçen perşembe yayına verildi... 

Hırsız Defterinin Kadınları


Epey oluyor sahaflardan bulduğum bir suçlu defterini paylaşmıştım. Defter dediğime bakmayın, 1950'li yıllarda, İstanbul'da, polislere dağıtılan, suçluların vesikalık fotoğraflarından oluşan bir cep kitabından söz ediyorum. 

Bu defa, benzer nitelikte, daha çok sayfalı, hırsız resimlerinden oluşan bir yenisine ulaştım. Aynı boyutlarda üretilen kitapçık kendi içerisinde bölümlere ayrılmış: Dükkan hırsızları, Deniz hırsızları, Ev Hırsızları, Otomobil hırsızları gibi..

Suçlu sayısı artınca galiba, kadın sayısı da artmış, benzer bir yorumu Rum ve Ermeni azınlık için de söylemek mümkün ama ben kadınlarla ilgili dikkatimi çeken bir iki karakteristiği paylaşacağım. Kadın suçlular, tamamıyla ev hırsızlıklarında görülüyorlar, otomobil ve tekne işine hiç girmemelerini anlıyorum ama sanki dükkan soygununa da dahil olurlarmış gibi geliyordu bana. Meğerse, en azından o yıllarda hiç yer almamışlar.

Kadınlar,  "anne ve ev hanımı" olarak evle-ev hayatıyla özdeşleştirilirler, suça bulaştıklarında iyi bildikleri "ev"e yoğunlaşmaları hiç garip değil elbette.

1930-50 yılları arasında yazılmış polis hatıratlarına baktığınızda kadınların "bohçacı" gibi evlere sızıp, etrafı kolaçan ettiğini, soyguna gelen  erkek hırsızlara yardım ettiğini biliyoruz. Veya fuhuş niyetiyle girdikleri erkeklerin evlerini soyduklarını... Çoğu erkeğin kaçamak yaptığı için gıklarını çıkaramadıklarını filan... 

Suçlu kadınların resimlerinden örnekler seçtim, ne zaman-nerde-ne suç işledikleri veya kişisel hikayeleri belli olmadığı için ne desek boş... resme bakıp hafif tertip "uçuyoruz"... Yaşlıca görünen kadınların bohçaçı olduğu tahmin edilebilir... Hepsinin nitelikli hırsız gibi görünmedikleri de anlaşılıyor. Erkek fotoğraflarındaki alamode esintilerden eser yok...Jale hariç hepsinin geleneksel isimleri var. Lakaplarının olmaması suç bahsinde amatör kaldıklarının bir delili. 

Cuma, Şubat 24, 2023

Sevene

Lisedeyken din hocası yazılı yapıyor, tek bir soru yazdırmıştı: "Allah, sevene adaleti verir"... Hadismiş, işte mealini bir kompozisyon şeklinde açıklayın filan.. Tabii ki yanlış anlamıştım, aslında "Allah, onu sevene adaletini verir" diyordu... Ben yanlış yazınca, lüzumsuz bir biçimde kafa patlatmış, "seven" derken neyi kastediyor, niye daha açıklayıcı değil, neyi ima ediyor diye düşünüp durmuş,  tuhaf yerlerde dolanarak bir cevap yazmıştım. Allah, adaleti isteyene adaleti verir falan filan diye diye kastırmıştım.... 

Çocukken, oyun oynarken bir mızıkçılıkla, bir haksızlıkla karşılaştığımızda tartışmayı uzatmadan "Allah, hakkımızı getirir" derdik... Allah'ın dengesinde mutlaka eşitleneceğimize inanırdık, haksızlık edersek bir yerden "çıkardı" bu... Korkardık, Allah korkusu benim için en çok birinin hakkını yemekti, onun ilahi adaleti beni bir biçimde cezalandırırdı. Dede çağla yerse, torunun dişi kamaşırdı... Sen iyiysen ve doğruysan, Allah'a da inanıyorsan, mutlaka yardım görürdün-görecektin.

Gündelik hayat ve kanunların ruhu ise dünyada-paralel evrende "yaşar", cenneti ve cehennemi değil bugünü kollarız, iyilik ve kötülüğü, suç ve ceza üzerinden değerlendiririz. Yani olması gereken "hakkaniyeti",  insanların aklettiği kanunlar düzenler ve yaşatır. İnsanlar, kendi adlarına hakkaniyetle karar vermeleri için profesyonellere hak devrederler. Polise ve hakime gerekirse hapsetme ve öldürme hakkını biz veririz. Allah'ın hakkımızı getirmesini yine isteriz ama bu dünyanın hesabı, bu dünyada görülür. Çünkü, toplum(lar) inşa edilirken bir karar vermiş, kendi kaderimizi kendimiz belirlemiş, suçları, suçlar için cezaları, o cezaları seçecek mahkemeleri seçmiş, düzenlemiş ve kabul etmişizdir. Allah'ın cezası Allah'ın bileceği bir meseledir, biz birbirimize, kamu vicdanına karşı sorumluyuzdur. 

Yani hak yiyenlere Allahsız demek, onlara beddua etmek, onları Allah'a havale etmek nafiledir, olsa olsa yüreğinizi soğutur ya da haddinden fazla ısıtır. 

Depremle ilgili gelişmeleri hep birlikte seyrediyoruz, hemen her konuşmada Allah'ın zikredilmesi, bu kadar çok ölümün olduğu, bu büyük trajedinin yaşandığı bir yerde ve zamanda normal... Diğer yandan siyasi ve idari çaresizliği kapatmaya yarıyor, bile isteye kanırtılıyor çünkü, ne ki en hafif ifadesiyle "nafile" de çünkü bu dünyanın sorunları çözemiyor... İmar Affı için toplanan paralar nerde, bu kadar vergi nereye harcandı, nerde bu "mütahit" demenin, onları Allah'ı havale etmenin bize bir faydası olmuyor.... 

İçinde yaşadığımız siyasi iklimin büyük etkisi var, tabii ki Müslüman bir ülkede yaşıyoruz ama bu kadar çok Allah vurgusu sadece onlarla açıklanamaz gibi geliyor bana, depreme de bağlayamıyorum hatta, adalet sistemine güvenmediğimiz için mi Allah'a başvuruyoruz yoksa dillerinden Allah'ı düşürmeyenleri Allah'ı zikrederek siyaseten hırpalıyor muyuz bana karışık geliyor... 

Çarşamba, Şubat 22, 2023

Uğraşmayın ya bizimle!


Kıyaslama imkanım hiç olmadı, başka kültürlerin insanlarında böylesi bir hararet var mı hiç bilmiyorum ama benim bu topraklardan ve yaşadıklarımdan çıkardığım şey şu: insan kendini ne kadar çok önemserse o kadar çok acı çekiyor.

Diyebilirsiniz ki, hani tek tek insanlar için bu dediğin doğru olabilir ama memleket ne alaka?

Biz kendimizi çok önemsiyoruz. Hep yazıyorum, bu kadar gökdelen bu kadar bayrak direği, bu kadar "en büyük" vurgusu boşuna değil...

Okullarımızda şunu okuyarak derslere giriyoruz "Türk övün...". Evvela gurur duymamız isteniyor, sonra çalışmalı ve sonra ortaya çıkardığımıza güvenmeliyiz...Bağlamı farklı, bir asır önceki vurgusu başka diyenler çıkacaktır. Kabul diyelim, milliyeti, milli kimliği, kolektifliği bir kenara koyalım şimdilik...

Kendini önemsemek, kulağa hoş geliyor da olabilir size, tabii ki kendimizi önemseyeceğiz denebilir. Bizi bir şey yapmaya/üretmeye iten temel motivasyonlarımızdan biri benliğimiz ve önemsenme arzumuz. Öte yandan bunun bir hastalığa dönüşme ihtimalinin de farkındayız. Kişisel ilişkilerimizde başkalarının kibir ve büyüklenme hevesinden şikayetçi oluruz hep. Birine kızarken burnu havada deriz, g.tü kalkmıştır şu bu...Kendileriyle alay edebilen insanları ise hepimiz severiz. Neşe ve mizah, "benlikten" çok daha iyi gelir bize .

Önemsenme ve acı ilişkisine de buradan bakıyorum.

Gündelik ilişkilerimizde, pek çok insan arkasından konuşulduğunu, yersiz yere eleştirildiğini, ciddiye alınmadığını, göz ardı edildiğini, haksızlığa uğradığını düşünüyor, iddia ediyor bunu diline doluyor. Öyle ya da böyle keskinliklerini o "saldırı tahayyülüyle" besliyorlar.

Memlekete dönelim, medyaya, siyasete, popüler kültüre, ahalinin ağzına dikkat kesilince hemen anlaşılıyor, kendimiz dışında hiç bir ırkı, etnisiteyi, ülkeyi sevmiyoruz. Herkesin düşmanımız olduğuna inanıyoruz. Türkün Türkten başka dostu yok diyoruz, bizimle aynı fikirde olmayanları Türk düşmanlığıyla, Türk olmamakla suçluyoruz. Şöyle de bir iddiada bulunayım, bunu eleştirenler dahi aslında o yabancı düşmanlığını değil kendilerinden olmayan konuşmacıyı eleştiriyorlar aslında...Devran dönüyor, bir bakıyoruz aynı yerdelermiş, meğer yokmuş birbirlerinden farkları.

Laf uzamasın, biliyoruz ne olduğunu (!), Türk olmayanlar sürekli iş çeviriyorlar arkamızdan. Oyunlar, kumpaslar, manipülasyonlar hiç bitmiyor...Hep kandırılıyoruz. Çinliler, Türkleri savaşarak değil kurnazlıkla kandırmışlardı, tarih kitaplarından öyle hatırlıyorum...

Bize deprem bombası attılar, "yav he he" mi demeliyiz, diyemiyoruz...Buna inanıldığına da inanıyoruz...

Aralıklarla hep şunu sormaya başladım, niye bizimle uğraşıyorlar, Türkiye neden önemli? Jeopolitik önemi filan denir, Asya'yla Avrupa arasında köprüdür, Türki devletlere açılan kapıdır, İslam alemi için modeldir... Yıllardır duyarım bunları. Bir ara bor madeni vardı filan... Petrol ve doğal gaz yok ama geleceğin yakıtı vardı şu bu... Ne dersek diyelim, abarttığımızı hepimiz biliyoruz, Türkiye neden önemli, neden bizi işgal etmek istiyorlar sorusunun cevabı yok...

Bu ihtimali kendimizi önemsediğimiz için biz konuşuyoruz zaten, soru ve cevaplara da bizden başka inanan ve dinleyen yok. Anlamıyorlar üstelik.

Önemsenmek istiyoruz, önemsenmiyoruz, bunun farkındayız. Biz söylüyoruz, biz dinliyoruz. Bu yüzden de acı çekiyoruz. "Avrupa, Avrupa duy sesimizi" psikolojisi milim değişmiş değil...

Bu psikolojinin tek tek hepimizi etkilediğine, mantığımızı belirlediğine inanıyorum.  "Bizimle uğraşıyorlar" ile "benimle uğraşıyorlar" aynı ana babanın çocukları...Devlet buna inanırsa, öğretmen de öğrenci de buna inanır, fikir dolaşımdadır, her meşrebe dahil olur.

Salı, Şubat 21, 2023

Cuara


Bir iki kez yazdım, eski fotoğraflarda erkeklerin elinde-ağzında mutlaka sigara var... Poz verirken sigara yakmak, bir hatıra "istiflerken" sigarayı işin içine katmak neden bu kadar gerekliymiş diye düşünüyor insan... Haz aldığın, keyifle içtiğin bir şeyi insanın bu kadar hayatının içine alması, beni sigaramla hatırlayınız demesi... 

Kimliklendirme ilgili olduğunu düşünerek yazıyorum bu yorumu... Sigara içince, sigarayı bir aksesuar olarak işin içine katınca "daha erkek", "daha muteber", "daha ciddi" hissediyor olmalılar. Bilemiyorum, belki de bir beğendirme arzusu var ve o cuara araçsallaştırılıyor. 

Gerçi, fotoğrafta sigara niye var filan derken birden dank etti... Ne diyorum ben oldum. Sigara, orda burda filan değil ki, son yirmi yıl hariç, her yerde ve olmadığı yer yok gibi... Modern zamanlarda insanlığın sigarasız bir an'ı yok desek yanlış olmaz. 

Ters köşe yapalım ve şunu soralım: Kadın sigarayla poz verince nasıl oluyor? Ne değişiyor? Daha mı "kadın", daha mı "ben buradayım" demeye getiriyor. 


Fotoğraf, 1960'lı yıllardan... yani yukarıdaki erkek fotoğraflarından bir on yıl sonra çekilmiş. Haliyle, erotik ve meydan okuyucu duruyor. 1920'li yıllarda Paris'te saçları özellikle kısa kesilmiş genç kadınlar, erkek kıyafeti giyerek, sigara içerek herkesi şaşırtıyorlardı. O marjinal muhalefetin modaya dönüşmesi eh işte kırk yılı aşmış... ki yine de bu genç kadın, zamanına göre avangart duruyor... Sigara içen, hele herkesin içinde tellendiren kadın, erkekleri hem kızdırıyor hem heyecanlandırıyor... bir başka deyişle hem erkeksi hem de seksapel sayılıyor... 

Demek ki, insanlık derken, bir erkek alışkanlığını, bir erkek gözünü konuşuyormuşum... Herkesin elinde olan cuara, kadının eline geçince pusula şaşıyor, akort bozuluyormuş. Kültür tarihini tek tek bir nesneyle, aksesuarla, tütün gibi keyif verici maddeyle anlatmaya kalktığımızda cinsiyet ayrımını kolayca gözardı edebiliyoruz, onun nasıl alımlandığını, farklı sınıf ve cinsel kimliklerle nasıl başkalaştığını, neye dönüştüğünü uzun uzadıya düşünmeyebiliyoruz.  

Pazartesi, Şubat 20, 2023

Asıl soru

Sosyal medyada paylaşılmıştı, "işte bize bomba attılar, deprem oldu" filan biliyor olmalısınız... Huyumdur, bu türden iddiaları ve o iddiaları kasıla kasıla, büyüte büyüte tartışanları izlemeye çalışıyorum. Çünkü bana acayip çocukça geliyor. İspat edilemeyecek bir şey hakkında insanlar artık nasıl bir cesaretle bilemiyorum, uzun uzun bir uzman gibi konuşabiliyorlar... Hesapta her biri deprem bombasının bir palavra olduğunu düşünüyor ama yine de konuşuyorlar. Bir gazeteciye soruyorlar, "mümkün mü?" O da cevap veriyor... 

On iki sene ülkenin önemli bir iletişim fakültesinde gazetecilik bölümünde çalıştım, bir başka önemli üniversitede yine gazetecilik anabilim dalında doktora yaptım. Öğrencileri, çevreyi, dersleri, mezunları, hocaları iyi kötü biliyorum... Böyle bir silahın mümkün olup olmadığını, kullanılıp kullanılmadığını bilecek-öğretecek bir eğitim verilmiyor, yani o eğitimden geçen tek bir öğrenci de yok. Ama adam cevap veriyor, oluyormuş, mümkünmüş, ama o kadar etkili olamazmış. Uzaydanmış, yok gemidenmiş, yok titanyum çubuğuymuş atılan, atılıyormuş falan vır vır anlatılan deprem silahından bahsediyorum yani...

Niye konuşuyorlar? Çünkü doğru olup olmaması önemli değil, konuşuyorlar işte...Post-truth filan onlara girmeyelim...

Bir kişi bile şu soruyu sormuyor, yok Amerika yok işte başka birileri...bu bombayı neden Türkiye'ye atsın, hadi attı, hangi çıkarla, ne kazanacaklarını düşünerek bunu yapıyor olabilir, kazançları nedir soran yok...Sorsalar, zeminleri ve konumları sarsılacak...

Son okuduklarım 67

Jourdy'nin Rosalie Blum üçlemesi tamamlandı, ilk söylenebilecek şey iyimser ve neşeli bir hikaye okuduğum, insanın içini ısıtan bir mizah taşıyor. Bir sahil kasabası rehavetinde saplantılı, kaçıklık ölçüsünde eksantrik kadınlar ve erkekler anlatıyor bize... Akıllı bir kurgusu, eğlenceli tivistleri, zihin açıcı psikolojik göndermeleri var... 
 
Aynalı Teke, ta 87'de Güneş'te ilk yayımlandığında gazeteden okuduğum, çok beğendiğim, hatta meraklılarla yaptığım sohbetlerde memlekette üretilmiş en iyi işler arasında gösterdiğim bir çizgi roman... Öncelikle albüm olarak yayımlanmasına sevindim. Tabii, otuz beş yıl sonra yeniden okumak, insanın beğenilerinin değişip değişmediğini de gösteriyor. Halen iddialı, dönemi için öncü nitelikli olduğunu, belgeselci tutumuyla ayrıca bir ilginçlik taşıdığını düşünüyorum. Diğer yandan fantastik edebiyat bu fikri defaatle tükettiği için bizim için dahi yeni değil artık... Yalçın Didman, bir doğasever olarak keşke daha çok üretebilseydi diye düşünüyor insan... Epileptik, David B.'nin kült grafik romanı, öyle ki türü tanımlayan, tür anlatılırken ismen zikredilen bir çalışma. Yıllar önce okumuştum,tekrar okumak zihin açıcı olabiliyor diyerek, bir iş için tekrar giriştim... İlk fikrim değişmedi, okunması kolay bir anlatı değil kesinlikle... bunun temel nedeni kitabın yarattığı ağır atmosfer, hani derler ya "pekmez gibi" diye... okudukça koyulaşıyor, tekrara düşüyor, çünkü yekpare geliştirilmemiş bir öykü... Aralıklarla yıllar içinde çizilmiş ve nihayetinde bir hastalık anlatıyor. Ailenin başetme stratejilerini, arayış ve sapmalarını, dağılıp toparlanmalarını maharetle resmediyor. Bir anlatı sizi sıkıntısına  ortak edebiliyorsa zaten "başarmış" demektir

Pazar, Şubat 19, 2023

Organize İşler

Memlekette bir organizasyon sorunu olduğu söylenir, Avrupa'da veya Amerika'ya imrendiğimiz örneklere bakarak hayıflanır, karalar bağlarız. Kişisel olarak, benzer argümanları benim de söylemişliğim olabilir, yaptığım işler gereği, insanları çalıştırmak ve koordine etmekle ilgili epey gayretim oldu çünkü... Özel bir dikkat ve kimi önkabullenmelerle işe başladığımı, tek başıma olduğumdan çok daha fazla çalışmak zorunda kaldığımı söyleyebilirim mesela... 

Yaşım ilerledikçe, organize olmanın hevesle, iş ahlakı ve bitirme iştahıyla ilgisi olmadığını geç de olsa anladım. Yani siz o hislerle işe başlayabilirsiniz belki ama  asıl bağlayıcı ve yürütücü olan motivasyon genel olarak çıkar ortaklığı, genellikle paradır... Ortada paylaşılan bir para varsa, insanlar güzelce organize oluyor ve birbirlerine "ne yapabiliriz, nasıl bitirebiliriz" hissiyle yardımcı oluyor, eksiği gediği şevkle kapatıyorlar.

Deprem ülkesi olduğumuz için çeşitli yasalar yürürlüğe girdi, inşaatlar denetime tabii tutuluyor mesela, belli aşamalarda denetçiler geliyor ve her katta bir kontrol yapıyorlar. Yani teknik  olarak inşaatta bir sorun varsa, onay vermeyebiliyorlar. Her satıştan yüzde dört pay alan emlakçi arkadaşların değişiyle hepsi "sıkıntılı adamlar" üstelik...E bu sıkıntı nasıl çözüldü-çözülüyor bilmeyen yok... Denetçiler, inşaata gitmeden imza verebiliyorlar artık, hatta yanlış olmasın "Pasif Proje Uygulama Denetçisi" diye bir iş-(yazıyla meslek tanımı) bile var. Arada halkımız mağdur olmasın diyerek İmar Affı çıkıyor, "mütahitler" eliyle görülen lüzum üzerine partiye veya camiye yardım yapılıyor, örtülü ödeneklere katkıda bulunuluyor filan... Bunların hepsi organizasyon mesela... Gerçekten kimse sesini yükseltmiyor ve tatlı tatlı parayı paylaşıyorlar, süphaneke amin... Herkes suçu paylaştığı için kimse kimseyi suçlayamıyor da...

İstersek organize olabiliyoruz yani, kendimizi hafife almayalım...

Kaç kitap?


Ferit Edgü ile 1965 yılında yapılmış bir söyleşide rastladım. Edgü, kitap severliğini vurgulamak isteyerek bir sayı vermiş, "on yaşındayken elli altmış kitaplık bir kütüphanem vardı" demiş. Doğum tarihi 1936, on yaş için 46 yılını, büyük savaşın kıtlığını hesap etmemiz gerekiyor, yeterince kitap çıkmıyor...  Çocukça bir rekabetle yazıyorum, gülmeyin, otuz yıl sonra eh, benim de o kadar kitabım vardı diyeceğim. Çizgi romanları hiç saymıyorum. Zaten onları kitap yerine koyan yoktu... 

İnsan, kitapla nasıl tanışır, evvela evde ve ailede karşılaşırsınız.. evde yoksa, okulda ya da kütüphanede... Şu anda sahaflık yapan bir yazar arkadaşım, değil evde, yaşadığı köyde tek bir kitap olmamasını anlatmıştı, nasıl açlıkla saldırmış kitap bulduğunda... Seneler önce, ünlü bir yazarımız henüz 13 yaşındayken Don Quijote'uin tam çevirisini okuduğunu söylemişti, o yaşta ben neler okuyordum diye düşünmüştüm. Don Quijote okuyan ünlü yazarın, çok ünlü bir babası vardı ve yaşadıkları evde birkaç dil konuşuluyordu filan... Edgü'nün babası bir Osmanlı paşasının torunuymuş vs vs... Kültürel sermaye böyle bir şey...Doğarken sizden önceki kuşaktan bir miras alıyorsunuz. 

Bizim evde daha çok serüven romanları vardı, babam her iş seyahatine çıktığında yolda okumak üzere kitap satın alırdı, eve döndüğünde, bavulundan çıkan romanları günlerce dallardım, E Yayınları favorisiydi, döner dolaşır onları alırdı. Eş dostla arada kitaplar konuşulurdu ama sanat ve edebiyat değil de heyecan ve gerilim mesele edilirdi. Yanlış anlaşılmasın, siyaseten bir reddiyecilikle filan yapılmazdı. Şöyle anlatayım, babam ölümünden iki ay evveline kadar günde iki üç film seyrederdi, benden daima "heyecanlı olsun" diye romanlar isterdi, o filmlerin ve romanların ortak noktası "edebilik" değildi, festival filmlerini, yönetmenleri, sanat sinemasını, sinema ve edebiyat ödülleri umursamazdı babam. Onları satın almaz, seyretmez, geçiştirirdi... Kitabı ve sinemayı bir eğlence olarak görüyordu, ancak o kadardı... daha fazla değil.

Kültürel sermaye dedim, insan o sermayeyle hayata başlıyor ama o sermayeyi, o birikimi bile isteye reddedebiliyor da... İlla ki sahiplenecek diye bir kural yok demek istiyorum. Kitaplardan nefret eden çok sayıda yazar ve akademisyen çocuğu tanıyorum. Nasıl, evinde hiç kitabı olmayan bir çocuk, ailesine hiç benzemeden bir kitap kurduna dönüşebilirse... tersi de mümkün. Fakat, ne olursa olsun, kitaplar bence liberter bir dünyanın kapıları açar, romantize ediyor olabilirim ama ben buna inanırım, sadece "büyük edebiyat" değil, serüven romanları da açar...Okunanlar tuvalette çıkmaz veya uzayda kaybolmaz yani...Bir noktada direksiyon sakinliğe ve hoşgörüye dönüverir. 

Sayılara, kitap sayılarına gelince, kendimce hep şunu düşünürüm... 19.Yüzyılda ortalama bir entelektüel hayatı boyunca kaç kitapla karşılaşıyor ve okuyabiliyordu...İnanın çok çok az... 16 yaşımda filan, seksenli yıllardayken, çıkan her Türkçe romanı okuyacağım gibi bir hevese kapılmıştım, sahiden bunu yapabiliyordunuz ama... Pek kitap çıkmıyordu çünkü... İşte o azlık (kıtlık mı demeli) bizi hem kötü kitaplara mahkum ediyordu hem de nasıl demeli, bize şiir ezberleten Türkçe öğretmenimin deyişiyle "sindire sindire" okuyorduk, o yıllardan pek çok roman halen kanlı canlı aklımdadır... 

Fotokopi çıkınca, dünya kadar kitabı kopyalamaya başladım, sonra dijitallerle fotoğraflarını çekmeye, internetten download etmeye koyuldum...Okunmayı bekleyen dünya kadar şey... Tabii ki çok okuyorum ama eskisi kadar "sindirerek" okuyor muyum emin değilim... Yani, yaşadığımız çağda, on yaşımdayken şu kadar kitabım vardı demenin belki de anlamı kalmadı, oğlumun, on yaşında, benden ve Edgü'den daha fazla kitabı vardı ama onlara sarılıp uyumadı, başka eğlenceleri vardı ve onları daha fazla önemsiyordu.

Cumartesi, Şubat 18, 2023

Ahali Gecimen'i Arıyor


Orta Anadolu'da kullanılıyormuş, yeni öğrendim. Gecimen diye bir hayvan varmış, bana anlatanın deyişiyle "sincabın bir çeşidiymiş".

E işte çoban keçi sürüsünü otlatmaya çıkarınca, hayvanlar beslenip doyunca, çoban etrafa baka baka manzaraya uyunca, gözleri ufalıp gölgeliğe uzanınca bu Gecimen denen sincap ortaya çıkıyor ve keçilerin sütünü emiyormuş.

Öyle kolay iş değil tabi, keçi dediğin huylu hayvan, boşuna koyun gibi demiyorlar, her denileni yapmaz keçi, koyuna hiiç benzemez. Hoplar zıplar, inat eder, paranormal alemlere dalar filan.

Düşünün, Gecimen, kimselere görünmeden, hayvanları ürkütmeden keçilerin sütünü sağa sağa, cork cork, midesini dolduruyormuş. Yavuz hırsız yani...

Çoban ne bilsin Gecimen'in marifetlerini, ikindi vakti sürüyü köye dönderiyor, evlere dağıtıyor. Aldım, verdim, selametle kalın diyerek ocağının yolunu tutuyor. Millet, keçiler dağa çıktı, yeşile doydu, hava aldı, sütü olmuştur-dolmuştur deyip hayvanı yoklayınca anaaa bir bakıyorlarmış ki sütü yoook...Haydaa...

Ne oluyormuş, kabahat Çobana kalıyormuş. Ahali susmuyor, garibana saydırıyormuş zındığın oğlu şu bu,  e Çoban yeminler ediyormuş, Vallah deyom Hacı abi, Muhtar emmi elimi sürdüysem Kur'an çarpsın şu bu... Fakirin lafı ne ki, sıkışınca sıralıyor Allahı peygamberi...Allahümme rabbena amin!

Bizim burda bir taksici var, o anlattı bana bunu... Gecimen dediği de Keçi Emen tabi...Pek sever Angaralı, ka'ya gaa demeyi...Hani, dedi merkez bankası bağış yaptı ya, hani benim cebimden alıp bana verdi ya, o misal dedi... Birisi de bizim sütümüzü sağıyor, sen sağ ben selamet, ne olduğunu bile anlamıyoruz.... 

Ya da anlıyoruz da Gecimen yok ortada, uzaydan titanyum çubuğu atıp deprem yapıyor...
Tut, tutabilirsen... 

Ahali, Gecimen'ini Arıyor...

Seyrüsefer Defteri 145

++ Enola Holmes 2 (2022) ilk filmden daha iyisini çıkarmışlar, eğlenceli (31 Ocak).++ 7 donne e un mistero (2021) temposu ve fıkırtısıyla tatlı bir eğlence (30 Ocak).++ The Wonder (2022) temposu umduğumdan yavaş çıktı, hikayesi ilginç, vardığı yer "patron mutlu son istiyor" olmuş (29 Ocak).++ You People (2023) haliyle Amerikan popüler kültürünü iyi bilmeyi gerektiren çok esprisi var (28 Ocak).++ İstanbul yolculuğu (23-27 Ocak).++ The Swimmers (2022) popcorn bir mülteci hikayesi (22 Ocak).++ Lady Chatterley's Lover (2022) bana oyuncu seçimleri hiç uymamış gibi geldi, romanın kontrastları berhava olmuş dedim sürekli olarak (21 Ocak).++ Eskişehir Yolculuğu (18-20 Ocak).++ Erzurum yolculuğu (17-18 Ocak).++ La tortue rouge (2016) ısınamadım demek daha doğru, güzel sahneleri var (15 Ocak).++ (2016) Bursa Bülbülü (2022) neşesi ve enerjisi var, finali beğendim, Demirer'in en iyi filmlerinden biri olabilir (14 Ocak).++ The Menu (2022) bir gösterisi var ama bütün bunlar niye oluyor pek de ciddiye alınır gibi değil, abartmanın bir hazzı var anlamıyor değilim ama yani bilemedim (11 Ocak).++  The Banshees of Inisherin (2022) tuhaf film, güzel karakterler var, konuşturuyor insanı (10 Ocak).++ Girl (2020) Bella Thorne ilgi çekici, Rourke için üzülüyorum, film vasat altı (9 Ocak).++ Emancipation (2022) beklediğim gibi bir film çıktı, "Kökler 2022", neden siyah beyaz onu anlamadım, üslup eski olduğu için olabilir mi? (8 Ocak).++ Good Luck to You Leo Grande (2022) haliyle teatral, Emma'yı izliyorsun (7 Ocak).++ Three Thousand Years of Longing (2022) İstanbul ve "bizim" oyuncular merakıyla izledim, türü de severim ama çok da enteresan diyemiyorum (6 Ocak).++ The Pale Blue Eye (2022) Poe seyretmek her zaman güzel, cinayeti araştıran katil çıkarsa hayal kırıklığı olur kuralına saldırı (5 Ocak).++ Puss in Boots The Last Wish (2022) iyi senaryo ama birbirinden rol çalan bir kalabalığa sahip (4 Ocak).++ Yılbaşı Gecesi (2022) mesajlı film, orta sınıf savunusu ilginç (3 Ocak).++ Recep İvedik 7 (2022) duyarlı ve siyaseten doğrucu Recep, Disney'in kahramanı olmuş (2 Ocak).++

 

Cuma, Şubat 17, 2023

Kalben

Televizyon seyretmiyorum, dün olup bitenleri izleyemedim ama yazılanlardan anladığım kadarıyla yandaş bir televizyon kanalında deprem için bağış kampanyası yapılmış, kanunen olmaması gereken şeyler olmuş, kamu bankaları, hatta merkez bankası bile -artık nasıl oluyorsa, yapamayacakları miktarlarda- bağışlarda bulunmuş. Bunun saçmalığını, halimizin trajikliğini, yaşanan usulsüzlüğü, bizim cebimizden alınan vergilerle yapılan ödemelerin vahametini filan anlatmayacağım, herkes konuşuyor zaten. 

Bu komediye "sıradan insanlar inanıyor mu acaba" demiyorum, uygulayıcılar için "milletin buna inanacağına inanıyorlar" da diyemiyorum, "işte efenim bir moral ekonomisi yaparak halkımızı motive ediyoruz" diye bir fikir yürüttüklerini de sanmıyorum. Ben yaptıklarının yanlış, komik, saçma, gayri ciddi, spekülatif ve kusurlu olduğunu filan düşünmediklerini, sahiden buna doğru ve kusursuz bir iyilik olduğuna inandıklarını düşünüyorum. Populizm de tam da böyle bir şey...Kalben inanıyorsun, ölecek kadar inanıyorsun...

Çizgilere Derkenar 24

Toulmé'nin Büyük Aşk çalışmasında rastladım, ünlü feminist aktivist Gloria Steinem söylemiş, "Erkekler hayata isyankâr olarak başlıyor ve yaşlandıkça akıllanıp uslanıyor, buna karşılık kadınlar hayata akıllı uslu başlıyor ve zaman geçtikçe isyankârlaşıyor

Bağlamını bilmiyorum, bizimkisi gibi toplumlara uyup uymadığı da ayrı bir konu, ne ki, bu tür çıkarımların doğruluğundan çok zihin açıcı ve tartışmacı olması önemli. Kadın hareketinin güçlü olduğu metropollerde, orta sınıflarda bu çıkarım doğrulanabilirmiş gibi geliyor... 
Red Kit'in Paris'te Bir Kovboy albümünde rastladım bu kareye, "Ben bir Fransız vatandaşıyım" dedirtmemişler, endüstriyel bir tasarım olduğu için siyaseten doğru yayımlanmak zorunda Red Kit, tepki alacağını düşünerek-bilerek "hassasiyet" göstermişler. Birisi bizde "Türkiye Vatandaşıyım" dese, insanlar mutlaka bir huzursuzlanır, ya güler ya küfrederler. 

Suat Yalaz'ın yetmişli yıllarda Fransa'da yayımlanan Sony Ringo serisi, en az iki kere bizde de neşredildi. İlk yayımlanan sayının arka kapağında şöyle yazıyor: "Fransa'da yayına 1 frang fiatla başlayan Ringo gördüğü büyük ilgi üzerine adını değiştirdi, fiatını 1,5 franga ÇIKARDI!!" Pulp edebiyatının böyle garip iddiaları vardır, sahiden bayılıyorum bunlara, "pahalandı-çünkü çok ilgi gördü" demişler "satmayınca maliyeti kurtarmadı, fiyatını artırdık" değil yani... O yıllarda Türkiye'de yüksek enflasyon var, her şey sürekli zamlanıyor, okurlar ne demek istendiğini anlamamış olabilirler. Ben Yalaz'ın ne hissederek böyle bir şey yazdığını merak ediyorum. 

Perşembe, Şubat 16, 2023

Linç

Mutlaka rastlamış olmalısınız… Deprem bölgesinde yağmacılar ve yağmacı olduğu düşünülen başka şehirliler veya doğrudan Suriyelilere dayak atılıyor, hele iddia doğruysa bir defasında öldürmüş, öldürdüklerini videoya çekerek paylaşmışlar… İzleyenler kendi aralarında tartışıyorlar, oh olsun diyenlerle dehşete kapılanlar arasında konuşulanlar linçin başka bir merhalesi elbette.

Hepimiz bu dünyadaki mutsuzluğu, acı çekenleri, yoksulları, katledilen masumları gördükçe onlara yaşatılan zulmü durdurmak, en azından ıstıraplarını dindirmek isteriz.  Ama buna gücümüzün yetmeyeceğini biliriz, acizliğimiz karşısında şunu düşünürüz. Benim hissettiğim acı ve kederi, insan olan herkes hisseder. Sonra acı ve keder kesilmedikçe, katledilenler bitmedikçe bu düşünceden giderek uzaklaşırız, insanın insan tekini sevmediğini, rekabet ettiğini, kendini bir diğerinden üstün gördüğünü biliriz, öğreniriz. 

Eğer inanıyorsak,  hissettiklerimizi Allah'ın da gördüğünü, er ya da geç, bu haksızlığını gidereceğini, olup bitenlerden sorumlu olan kimlerse onları cezalandıracağını kabul ederiz. Tabii ki bu bir temennidir, gerçekte, başka tür bir cezalandırmadan yanayızdır. Parçası ve faili olduğumuz, hemfikir olduğumuz bir cezalandırmayı isteriz. Suç, bizim yakınımızdaysa, bizim hayatımıza dokunuyorsa cezanın şimdiki zamanda, bu dünyada çekilmesini, verilmesini isteriz. 

Linç, tam da böylesi bir mantıkla nefes alıp verir.

Peki ya kanunlar? Eğer biz istiyorsak, intikamcıysak, kanunların bizden yana olmadığına inanırız. Ya da kanunların yeterli olmadığına, yetmediğine, elinin kolunun bağlandığına... Zulmü durdurmak isteyen bilincimizi de Allahı da kolayca unuturuz. İntikamı hepimiz istiyorsak haklıyızdır, hepimiz istiyorsak meşruyuzdur.

Deprem, benzersiz bir çaresizlik yarattı, ülke zaten gergin, ekonomik çöküntünün getirdiği büyük sıkışma cabası… Böylesi zor zamanlarda bir sorumlu, bir suçlu aranır, genellikle de yabancılar suçlanır, işte depremi dış güçler fış fış gemilerle gelip ultrasüperbiyonik bombalar patlatarak yapmıştır, Suriyeliler ölülerimizi yağmalıyordur filan… Ortada dövecek-öldürecek CIA ajanı ya da bir “çirkin Amerikalı” olmadığı için, iş döner dolaşır,  en düşük işlerde, en düşük ücretlere çalışan yoksul yabancıların başına patlar… 

Her biri kendini filmin başrol oyuncusu sanan kanun koyucu lümpenler, onları döve döve depremin acısını çıkartır, ölüp gidenlerin “intikamını” alırlar (!). İktisaden denge kuramadıkça linç hikayelerimiz de bol olacak... Ananem'in deyişiyle "Allah sonumuzu hayretsin"

Çarşamba, Şubat 15, 2023

İmar Affı neye yaradı?

2019 yılının İmar Affı reklamından bir fotoğraf, bugünlerde yeniden dolaşıma girdi, görmüş olabilirsiniz, ilk çıktığında da konuşulmuştu, "imar affı"yla bugünkü deprem bölgesinde yaşayan en az üç yüz bin kişinin "sorunu çözülmüş" ve rejimle özdeşleşen Hasan Kaçan da işin takdim reklamında oynamıştı. 

O gün traji-komikti, bugün ne desek, ne söylesek az kalır, dehşet verici çünkü...Affettiniz, bak ne oldu mu diyeceğiz... 

Ben asıl olarak akıllı, sağduyulu, Vallahi o kadarına bile gerek yok, normal bir insan böyle bir reklamda nasıl oynar, onu anlayamıyorum. Bir deprem ülkesindeyiz, Kaçan'ın bugün yaşananların olabileceğini bilmemesi mümkün değil. 

Para için oynadı denebilir, daha önce kazanılan paraların hatırına kabul etti denebilir filan...Ama değer mi ya, hangi inşaata kim nasıl kefil olabilir ki...Reklamın yayımlandığı gün deprem olabilirdi çünkü... Gel zaman git zaman ne'tsen olmayacak, kaçarı yok rezil olacaksın, suçlanacaksın, sembolleştirileceksin, hatırlanacaksın... Çok ciddiyim, ileride ne diyecekler, nasıl savunacaklar merek ediyorum.

Evet bir kutuplaşma içindeyiz, kahramanlar, güzel insanlar, hainler, soytarılar, yandaşlar şunlar bunlar uçuşup duruyor, böyle bir havada rekabetle inatla söylenebiliriz, küfür gibi dikleşebiliriz ama söz konusu insan hayatı olunca aklımızı-kalbimizi yitiremeyiz... 

Oy uğruna imar affı yapılmasaydı, bu kadar insan ölmeyebilirdi diyebiliyor muyuz? Diyebiliyoruz. Neye yaradı bu reklam?

Çizgilere Derkenar 23

Cihan Kılıç'ın Ve Sinem çizgi romanı yayıncı değiştirmiş, yeniden basılmış, içerik birebir aynı...  Ne ki, Kılıç hoş bir oyun yaparak iki basım arasında bir fark yaratmış, kapak resmini açı olarak değiştirmiş, güzel olmuş...Bilmeyenler için soldaki birinci, sağdaki ikinci ve yeni baskısı...

Red Kit ve Asteriks'in yeni serüvenleri...Eskisi kadar ilgiyle okumuyorum ama iki ayrı seriyi de takip ediyorum. Her iki serinin yaratıcıları Morris ve Uderzo çoktan vefat ettiler. Onlar öldükten sonra yayınları bitebilirdi, aile şirketleri başka bir tasarrufta bulundu. Çizgi ve esprilerini taklit edecek isimler aradılar, endüstriyel bir ürün gibi her şeyiyle orijinalini birebir devam ettirdiler. Tabii şu çok rahatsız edici, bir iş yapıyorsun, açıklaması zor, işte çizgi romancıyım, ne çiziyorsun, "tıpkı Uderzo gibi çiziyorum," veya "Morris ile benim çizgimi ayırt edemezsiniz" mı diyeceksiniz... Böyle bir iş mi olur ? Yalan olmasın, Tenten'in bu hale düşmemesi içten içe sevindirir beni... 

Ali Murat Erkokmaz'ın çizgi romanıymış, vakt-i zamanında Hürriyet'te yayımlanmış, ben hatırlamıyorum, anlaşıldığı kadarıyla tarihi çizgi romanların parodisiymiş, orijinalleri satılıyordu, aldım. İlginç olan, elbette ki kahramanın ismi...Ali Murat, kendine kahraman ismi olarak neden Murat Ali ismini seçti acaba?

Salı, Şubat 14, 2023

Güzel gözükmüyor, yakışmıyor

Malumunuz, halkımız, evin veya dükkanın içindeki kolonu kesmek ister, ferah olsun, güzel olsun, genişlesin falan filan... Bu kadar facia oldu, yine yapıyorlar, insan salak demeye utanıyor... Oğlum Tuna, henüz küçük, ateşlendi, hastalandı, yıkayamadık, doktorla konuşurken,  "hasta olacağına pis olsun, hiç dert değil" demişti... 

Avrupa'da Amerika'da dükkanlarda evlerde kolonlarla karşılaşırsınız, alışmamız ya, tuhaf gelir hatta, tuhaf da demeyelim çirkin gelir...Zaten biraz da çirkin geldiği için kesmiyorlar mı o kolonları... Hani galericiler, arabaları park etmek için kesiyorlardı ya... Bu öyle değil, büyük görünsün istiyorlar aslında, misafir odası sarayın salonu gibi olsun... Salon büyümeli, salon salomanje de yetmiyor, gelenler oo ne geniş demeli... 

Görmüş-okumuş olmalısınız, yine dünya kadar vaka var, binanın altındaki dükkanlarda kolonları kesen bankalar, marketler, mutfağı genişleten daireler falan filan..."tapusu benim değil mi kardeşim, istediğimi yaparım"...Cinayet olunca polisiye oluyordu değil mi? Seviyorduk, okuyorduk, seyrediyorduk...  

Pazartesi, Şubat 13, 2023

Son okuduklarım 66

Herkesin Keyfi Yerinde, Oky'in ilişki öyküleri. Sıkışık ve geveze karelerinde iç döken, saplanıp kalan, kaçan ve kovalayan erkekleri, onları perişan eden, kafa karıştıran, savuran kadınları okuyoruz. Artık yaşlanan, nostaljiye kapılan karakterleri anlatıyor Oky. Doksanlı yılları bu kadar çok hatırlaması, müzik ve gençlik alt kültürlerine atıf yapması, dünyaya ve hayata aktüel (siyaset ve Türkiye) dışı bir yerden bakması bana her zaman ilginç geliyor. Onun öykülerinde yoksulları, çalışanları, çalışma ortamlarını neredeyse hiç görmüyoruz. Bir genç erkekle genç bir kadın odada, yatakta, telefonda konuşup duruyorlar aslında. Kıskançlık gösterileri, aldatma ihtimalleri, yalanlar, kabullenmeler, kandırmacalar oluyor diyaloglarında. Daima erotizmin eşiğinde olsa da pek "göstermiyor" filan. Ne ürettiğini merak ettiğim, kendini yenileyebilen çizgi romancılardan. İleride bir gün İstanbul'da Kadıköy'de ya da Taksim'de alt kültürlerle ilgili çalışanlar, onun anlattıklarına dikkat kesilmek zorunda kalacaklar gibi geliyor bana. Sahte Alkışlarla Olağanüstü Anlar, Gipi'nin dilimizde yayınlanan son grafik romanı. Ölüm döşeğindeki annesini ziyarete giden bir komedyenin ruhsal yolculuğu anlatılıyor denebilir. Galiba bir anafikir olarak böyle özetlenebilir. Gipi, bu yolculuğu beklenildiği gibi düz bir biçimde değil, kolay anlaşılmayacak ara sahnelerle istifliyor, sembolik olarak "geleceğe" ve geçmişe-hatta ilk çağlara gidiyor. Bu tür anlatılara ancak sanat sinemasında-festival filmlerinde rastlıyoruz. Aralıklarla yazıyorum, grafik roman nedir, ne anlatır diyenler Gipi'nin albümlerine bakmamalılar, şaşıracaklarını tahmin ediyorum.

Kubilay Odabaş, orta sınıftan metropolden okur yazar genç erkek ve kadınları, sakin sakin itiraf eden, mırıldanan, yalan söyleyen, kendini önemsetmek isteyen, tahliller yapan, egosunu koru(yama)yan, eve kapanan, biteviye çay içen, saplantılarla varolan, hayal kırıklığının eşiğinde yaşayan karakterleri resmediyor, sitkom kötücüllüğü ve komik ürkekliğiyle aralarında salınarak geziniyor. Sarmaş Dolaş'ı benzer nitelikte bir örnek diye düşünerek Odabaş'la yan yana getireyim istedim, ilgisi yokmuş...Meğerse Chetwynd,  genç kız romantizminin peşindeymiş, "eksik parçanızı bulduğunuzda mucizeler gerçekleşmeye başlar" türünden son derece "tatliş" bir şeyler anlatıyormuş. İki sevgilinin aşk hayatını 14 Şubat endüstrisinin cilasıyla parlatıyor, Odabaş'ın nanik diyeceği şeylerden espri çıkartıyor veya. Şunu göz ardı ettiğim sanılmasın, farklı türde okuyucuları var bu kitapların...İkincisi, sanıyorum on dört yaş ergen kız çocuklarına yönelik ve bu bakımdan ayrıca ilginç.  

Pazar, Şubat 12, 2023

Bir ihtimal daha var mı?

Bu fotoğrafı geçen aralık ayında İstanbul'da çektim. Akasya diye bir yerin bilmem kaçıncı katından İstanbul'a baktım diyelim, yanlış da anlamış olabilirim, orası İslamcı zenginlerin karma kullanım dedikleri avm ve yaşam alanıymış, ne hayal edilmiş, ne olmuş nereye varmış bir fikrim yok. Anadolu yakasında "Ak" ile başlayan bir yerin kurulması bana ancak gösteri hissiyle açıklanabilir gibi geliyor.

Gösteri demişken, benim çok katlı yapı karşıtlığım var, sevmiyor ve anlamıyorum. Şimdiki zamanda benimkisi nostaljik görünebilir, demode ve akıldışı sayılabilir ama bu bir hoşnutsuzluk hissi ve geçecek gibi durmuyor. Bu manzara bana korkunç, sevimsiz, ürkünç ve kaotik geliyor, kimisine muazzam (tremendous), çağın hızı, zamanın ruhu, gururlandırıcı filan gelebilir...

Normal bir devletin, akılcı bir kamu idaresinin deprem bölgelerinde kat sınırlaması getirmesi gerektiğine inanıyorum. Ben bu fikri ne zaman söylesem, Japonya'daki gökdelenlerden söz ediyorlar, asıl mesele şuymuş buymuş sıralanıyor. İnanın o kadar bilgili değilim, şüpheciyim, susuyorum ama konuşanların  o kadar bildiklerini sanmıyorum... Japonlar ve Japonya'yla ilgili o kadar çok uydurmamız var ki bence tam bir martavalcı fıkrasıyız.

İstanbul'da neden bu kadar çok gökdelen var? Neyin gösterisi bu? Neyin büyüklüğü, neyin uzunluğu... Kime yapılıyor hem? Lafa gelince modernizm estek köstek, puta tapmıyoruz, heykel sevmiyoruz...

Cumartesi, Şubat 11, 2023

Ders çıkarmak palavrası

Yaşadığımız büyük trajedi karşısında insanlar öfkeleniyor, isyan ediyor, en hafif deyimiyle devleti eleştiriyorlar. Enkaz kaldırılamadı, kurtarma çalışmaları gecikti, organize olunamadı vs vs Hepimiz "olması gerekeni" konuşuyoruz, üstelik bir hayal olduğunu bilerek yapıyoruz bunu. Biliyoruz ki devlet yetişemedi, yetişemez, yetişemeyecek... 

Perişan olacağımızı, on binlerce insanın öleceğini, binlerce binanın çökeceğini görmeyen-bilmeyen yoktu diyeceğim ama yaşanan hüsran ve hayal kırıklığına bakıyorum da... aksini düşünen varmış, hayret...

Ben çocukken hayal kırıklığının insanı olgunlaştırıp büyüttüğüne inanılırdı, pedagoji böylesi bir mantığa dayanırdı...Yani acı çeken ve hüsrana-hezimete uğrayan çocukların ve gençlerin kendilerine dersler çıkarmaları beklenirdi, çıkarmalıydı ki bir sonraki engeli daha rahat karşılayabilsin filan... Bugün biliyoruz ki, her acı, hüsran ve hayal kırıklığı olumlu bir sonuca dönüşecek demek değil, bir travmaya dönüşebiliyor, bunu aşamayabiliyorsun... Yani insanın üzerinde bir endişe ve anksiyete bırakabiliyor. 

Biz ebeveynlerinden ve öğretmenlerinden dayak yiyen bir kuşağız, bana öyle geliyor ki, sırf bu sebeple durup durup her felaketten bir ders çıkarmaktan söz ediyoruz. Okullarda ders olarak okutulmalı falan filan.... Evirip çevirip lafı oraya getiriyoruz. Hayatımda duyduğum en şahane palavralardan, ezber laflardan biridir. İşte şimdi Büyük İstanbul Depremi için kendimize dersler çıkartmalıymışız.

Nasıl bir ders olabilir ki bu? İşte şunları ve şunları yapmamalıyız, e güzel, nasıl yapacağız ki, e yapamıyoruz-yapmıyoruz ki... Borsada çimento hisselerini speküle etmek aklımıza geliyor, buna yol veriyoruz mesela... Bulunan çözümün ve şık deyimiyle gelecek projeksiyonunun İstanbul'u terk etmek olduğunu düşünürsek... bunun adına ders çıkarmak mı diyeceğiz. 

Cuma, Şubat 10, 2023

Gidilecek yer

Çocukken, biz Adana'dayken, evden kaçmışım, önemli bir şey de değil, annem perişan olmuş, komşular kaçırıldığımı düşünmüşler filan, sonra bana tren bileti satmadıkları için kös kös yürüyerek geri dönmüşüm, eve gitmek istiyormuşum, dedemin, babamın sevmediği adamın yanına Ankara'ya... Artık neye hararet yaptıysam? 

Evden ayrılırız, evden kaçarız, eve döneriz, evi özleriz...Büyüdüğümüz ev, en güçlü hatıralarımızla doludur, mutsuz oluruz, hayal kırıklığına uğrarız, başaramayacağımızı orada anlarız, ilk hötü zötü orada yaşarız, çalış derler, eve erken gel, evden çıkma, ve evet eve kapanırız, eve sığınırız, ev kalemiz olur, kıyamet çıksa çıkmayız dışarı...

Ev, gidecek yerimizdir...

Bugün pek çok yer dümdüz oldu depremden...Gidecek evi olmayan yüzbinlerce insan var artık.  Varınızın yoğunuzun moloza dönüşmesinden söz etmiyorum, insanların senelerce yaşadığı, hatırladığı, sevdiği ve sevmediği her şeyin yok olmasından söz ediyorum. Büyük bir çaresizlik bu...Tarif edilemez bir yoksunluk. 

Perşembe, Şubat 09, 2023

Özen

Fotoğrafı, Erzurum'da tarihi bir kalede çektim, tavandaydı galiba, ulaşılabilir, açılabilir bir pencere değildi, havalandırma için yapılmış, sonradan cam takılmış filan... Yukarıya bakınca ışık görüyorsunuz, karanlığın içinden baktığınız için gözünüz kamaşıyor üstelik... 

Sanat bize  karanlığın içindeki o pencereyi ve oradan gelen ışığı genellikle "umut" olarak kodlar. Klişe ama çok benzer göndermelerle karşılaştığımız için hemen anlarız bunu... Kale olduğu için yukarıya ışığa doğru bakan mahkumlar hayal ettim ben de...

Yıllardır blog yazarım, bugünlerde ne yazsam saçma olacakmış gibi geliyor, sadece bu da değil, uyumak, yemek yemek, komedi filmi seyretmek, ısınmak ve saire de aynı şeyi hissettiriyor... On binlerce insan deprem bölgesinde mahrumiyet içindeyken ne yapsak-ne yaşasak-ne arzulasak haksızlık olacakmış gibi geliyor. 

Dün, üniversiteden bir hocamın sosyal medyada paylaştığı neşeli bir fotoğrafı gördüm, kafede birileriyle oturuyor ve kameraya gülerek poz veriyordu, onun adına içim acıdı. Keşke paylaşmasaydı diye düşündüm. Sırası mı filan... Bekleyebilirdi, paylaşmayabilirdi, erteleyebilirdi... Ben yapamam, hal bu iken neşemi ve eğlencemi, hatta kişisel kederimi paylaşamam.

Asrın en büyük facialarından biriyle karşı karşıyayız... Çok değil, bölgeden uzakta yaşayanlar için hayat bir hafta içinde normalleşecek, ekonomik etkileri mutlaka olacak ama bir biçimde hayatlarını sürdürecekler. Normali de bu belki ama yine de azami dikkat gerekiyor. 

Oldum olası insanların iyi şeyler yapabilme yeteneğine inandım, ona sığındım, iyi bir insan olduğumu düşünmüyorum ama daima iyi kalmaya çalıştım, kolay vazgeçebileceğim bir his de değil, özen etiği de o iyiliğin bir parçası...

Büyük bir trajedi yaşanırken nasıl davranacağımız ve yaşayacağımız önemli bir insanlık meselesidir. Ben galiba "hayat devam ediyor" tarafında oldum, farkındalıkla,  yapılması gerekeni yaparak, o özeni gösterip hayata devam etmekten yanayım. 

Blogta bu özeni olabildiğince göstermeye çalışacağım.

Salı, Şubat 07, 2023

Deprem

Hayat çok tuhaf, dün akşam hava koşulları nedeniyle İstanbul'a gidip gidemeyeceğimi bilemiyor,  Ankara-İstanbul uçak seferleriyle uğraşıyordum, gitmem gerekiyordu, çünkü bu akşam Bozkır'ın ilk gösterimi vardı, bir elli altmış kişi biraraya gelip ilk bölümü seyredecektik, perşembe yayın vardı filan... Geç saatlerde uçuşum iptal edildi, tren seferleri doluydu, karayolu kötüydü şu bu... Bir baktım İstanbul'a gidemiyorum, e ne yapalım "sabah ola hayrola" dedim ve üstelemeden yattım.

Sabah deprem haberleriyle uyandım, şu saate kadar da vakit nasıl geçti, ne yaşadım, ne konuştum bilmiyorum. Arkadaşları, eş dostu ve eski öğrencilerimi arayıp soruyorum...  İlk kez bu kadar geniş alanda deprem gördüm, gerçekten korkunç... Dün akşam ne yaşıyordum, bugün ne oldu... Bu yüzden hayat tuhaf dedim, bir oradayız bir burda...

Yirmili yaşların hemen başındaydım, ölümcül bir kaza geçirdim, bu benim ikinci hayatım sayılır... O kazadan sonra uzunca bir zaman "hırsımı" kaybettim, "buna mı inat ediyordum", "bu muydu kavga ettiğim şey", "ne diye bu kadar gerildim ki" diyerek kendimi doğru biçimde frenledim... 

Sonra üstünden zaman geçtikçe  dünyevilik mi desem kapitalizm mi, artık o neyse işte, akacak mecra buldu kendine, yine bildiğini okuttu bana...Geçti gitti unuttum...Oysa hayat çok kısa ve beyhudeliğini bize hatırlatıyor işte...

Hatay'ı ve İskenderun'u öyle güzel hatırlıyorum ki...

Pazartesi, Şubat 06, 2023

Pragmatizm

Turhan Selçuk'a ait bu orijinali, Refi' Cevad Ulunay'a ithaf ve hediye edildiği için satın aldım. 1961 tarihli, esprisine bakılırsa,  Ulunay'ın siyasetle uğraşanları ve genç politikacıları küçümseyen anti politik görüşleriyle uyumlu. 

Turhan Selçuk'un Ulunay sempatisinin hatırlatmam gereken bir yönü var, ünlü çizgi romanı Abdülcanbaz yazarın Sayılı Fırtınalar kitabından ilham alınarak yaratılmıştır... Onu bir hayran ilgisiyle takip ettiği, üstad dediği ve saydığı karikatüre yazdığı ithaftan anlaşılıyor.

Karikatürün orijinalinin sahaflara nasıl düştüğünü bilemeyiz ama Ulunay'ın elden çıkardığını düşünüyor, öyle tahmin ediyorum...

Turhan Selçuk,  Dost dergisinin mart 1968 sayısında Ulunay'ı da dahil ederek yaşlı ve sağcı yazarları hicveden bir yazı yazmış, pek yazı yazmadığı için ve bence Ulunay'a olan hayranlığını sonlandırdığını göstermesi bakımından enteresan bir yazı olmuş. "Bunların çoğu bizlere hücum eder" derken siyaseten kendini nasıl tanımladığını belirtmemiş, solcu mu ilerici mi, anti emperyalist mi çok açık değil. 1968'in millici sol refleksleriyle konuşuyor diyelim.

Yanlış anlaşılmasın, deşifre etmek gibi bir heves taşımıyorum, defaatle yazdım, gazetecilerin (haliyle karikatüristlerin) siyasetle ilişkileri daima değişir, dikkat kesilirseniz mutlaka çelişkiler görürsünüz, aktüeli yaşamanın doğal bir sonucudur pragmatizm...

Herkesin birbiriyle sert konuştuğu bir hayatta kimi sözcük ve kavramlara pejoratif anlamlar yükleniyor, pragmatizm de böyle... Bütünüyle olumsuz bir şey gibi görülüyor, hain ve dönek olmanın bir göstergesi sayılıyor filan... Oysa istisnasız hepimiz öğretmenlerimizle ebeveynlerimizle, üstlerimizle konuşurken, emreder ve emredilirken, maç yaparken, birini ikna ederken, çocuklarımızın psikolojisini hesap ederken filan pragmatik davranırız, hayat bize pragmatik olmayı öğretir... 

Asıl mesele şaşmaz, sapmaz, dümedüz, dosdoğru ve yanılmaz olduğumuzu sanmamızda...

Pazar, Şubat 05, 2023

Ecee

Sahil çocuğu, malmüdürünün oğlu, kaymakam. Sinematekçi, redaktör E Yayınları’nda. Sivil şair, vukuatçı, tangocu, her yazdığı özel bir fuhuş tarihi. 12 Mart’a, devlet dersinde öldürülen çocuklara. Erkek emziren dizeler. İlle de mor külhani. Sıkı şiir, kavgacı, kara duygulu, karaşın, anadan doğma, çıplak, bıyıklı Ece. Yalançarpar. Ağır ve sert bakıyor birbirlerine, şiir ve kıyamet. Ece Ayhan, Türkçenin en güzel yort savul’u. Mülksüz dipyazı.

 

Cumartesi, Şubat 04, 2023

Son okuduklarım 65

Toulmé'den yeni bir albüm daha... Klişeleri iyi bilen, rahat okunan, şimdiki zaman meselelerini maharetle anlatabilen bir hikayeci olduğunu biliyoruz. Sadece çizgi-grafik romanlarda değil özellikle Avrupa popüler kültüründe geçmişte kalmış, yaşanamamış, yarım kalmış bir aşk hikayesini tamamlamak için yaşanan yolculuk hikayeleri çok yaygınlaştı. Büyük Aşk da aynı reçeteye yaslanmış, kocası ölen ananemizin, evlenmeden hemen önce bir İtalyan genciyle çok kısa süreli bir şeyler yaşadığını öğrenen torunu ona İtalya'da nihayetlenen nostaljik bir tur ayarlıyor ve hikayemiz ilişkileri konuşa konuşa anlatılmaya başlıyor. Toulmé, geveze ölçüsünde konuşkan bir yazar, uzatmayı seviyor, karakterlerini konuşturarak iyileştirmeyi tercih ediyor. İki ayrı kuşaktan kadının ilişkilerini irdeleyerek bize bir mutlu son "sunuyor." Enikonu iyimser bir "kadın" hikayesi okuyoruz.  

Onca sene sonra Mustafa Delioğlu'ndan kendi deyişiyle "resimli roman" okumak-görmek heyecan verici. Bu yaşta gösterilen azim, sebat ve çalışkanlık hayranlık uyandırıcı... Evliya Çelebi'nin kabusu andıran mesellerinden birini anlatmış Delioğlu. Çok iyi bir ilüstratör olduğu için gözalan kareler görüyoruz, ardışıklık ve hikaye derinliği ise her zaman kurulabilmiş değil. Gülabi Ağa'nın Başından Geçenler yoklukla geçen son iki yılın sürpriz çalışmalarından biri.

Öğrenci Kız, Osamu Dazai'nin ünlü bir kısa öyküsüymüş, bilmiyordum, Çavdar Tarlasında Çocuklar-Gönülçelen ile kıyaslanıyormuş. Ben pek ilgi kuramadım. Ergen edebiyatını severim, isyanı ve huzursuzluğu anlatabilmek kolay değildir. Salinger türü iyi anlatan, muzip diliyle bunu bize hissettiren değerli bir hikayeci. Dazai, ergen bir genç kızı konuşturmuş ama bana epeyce erkek bir sesle bunu yapmış gibi geldi, üstelik anlattıklarını ilginç de bulmadım... Halıdaki Desen ise ilginçmiş, Borges hikayesi gibi işliyor, muamması ve sürükleyiciliği var...Hoş bir edebiyat magazini aslında. Yazarlar, eleştirmenler, kitapların saklı sırları, dedikoduları falan filan... Öğrenci Kız kadar eski durmuyor, bir hınzırlık taşıyor, esprisi ilham verici. Henry James okumamışım onu fark ettim. Geçen hafta İstanbul'a giderken ve dönerken bitirdim bu ikisini...o ölçüde kısalar.