Pazar, Nisan 30, 2023

Herkes gibi

Ellili yıllarda çıkan Polis Mecmuası'nın arka kapağı, BMW motosiklet reklamı vermiş, "Türk Polisi'de" diye yanlış yazmışlar...Bazen duyuyorum, eskiden bu kadar yanlış yazım olmuyordu deniyor, sahiden ilgisi yok, "eskiyle" meraklısı dışında karşılaşan olmadığı için yok sanılıyor... Hayır, de/da ayrımı yapamama hususunda azalma-eksilme filan olmadı, bu yanlış yazım hep vardı, hep de olacak...

Bir arkadaşım, reklamı görünce sıradan insanlar yanlış yazabilir ama e arada ajans var filan gibi şeyler söyledi, ilgisi yok dedim, ajans majans hak getire... İyi bildiğimden sanatçı sayılan karikatürist ve çizgi romancıların çok çok önemli bir kısmının bu yanlış yazımı yaptığını anlattım, hatta örnekler gösterdim. Çoğunun hata yapmasını kaligrafistler önlüyor hatta... Yakınlarda bir arkadaşım önemli bir çizgi romanımızın gazete ilavesi olarak yayın hazırlığını yapmıştı da, yanlış yazımlarla nasıl uğraşmak zorunda kaldığını şaşırarak anlatmıştı. 

Çocukken çizgi romanlara o gözle bakamıyoruz, serüvene ve çizgilere kapılıp gidiyoruz. Üstelik, hele o yıllarda çizgi romanlardan kimse edebilik, özgünlük ve sanat beklemiyordu... Üreticileri Türkçeyi bilmeme eleştirisiyle hiç karşılaşmıyordu. Zaten karşılaşsaydı, nitelikle ilgili zorlayıcılık çok daha önce kurulabilirdi. 

Laf dağılmasın, de/da meselesi Türk'ün Türk'e eziyeti gibi duruyor, bunun farkındayım, bir yandan  Türk'ün Türk'le eğlenmesi gibi olabiliyor, onun da farkındayım, benim meselemse şu, herkesin yorulduğu yere han kurulmuyor, kamusallığın içinde sanat, edebiyat, reklam veya başka türlü zamazingo yapacaksanız, o ortak dile riayet edeceksiniz, uygulayıcısı ve geliştiricisi olacaksınız.

Cumartesi, Nisan 29, 2023

Nah (2)

Geçenlerde bir Güney Afrika polisiyesi (Wild is the Wind, 2022) izliyorum, başroldeki polislerden biri, ırkçı mekan sahibine yukarıdaki nah işaretini yapıyor. İster istemez gülümsedim, çevremdekiler ve eski öğrencilerim bilirler, argo ve küfür ile ilgili çalışmışlığım, akademide kalsaydım çalışmak isteyişim vardı, hayat insanı farklı yerlere savuruyor. 

Şu nah işaretiyle ve yaygınlaşmasıyla alakalı bir iki kez yazdım... Merak edenler şuraya ve şuraya bakabilir... Bunu kıkırdayarak söylüyorum, daha uzun ve ayrıntılı yazarım diye bildiklerimi de saklıyorum. Artık ne yazacaksam (!)

Yine de kısacık notlar düşeyim. Dünyaya kapalı bir toplum olduğumuz için bu nah işaretini bize özgü bir şey sanıyoruz, ben de öyle biliyordum, bu nerden çıkmış diye düşünüyordum. Karikatürlerde, resimlerde gördükçe farklı kültürlerde kullanıldığını anlıyorsunuz. Avrupalı kaynaklar genellikle Rus kültürünün etkisiyle ilişkilendiriliyor, belki Slav etkisi demek daha doğru... Yani bu mantıkla bize balkanlardan gelmiş gibi görünüyor. Oysa bunu bir Kore veya Güney Afrika filminde görünce pek de öyle değilmiş diyebiliyoruz. 

Muamma sürüyor ama kimi muammalar eğlencelidir. Aşağıya Drifter'in paylaştığı resmi de bırakayım, yazı linkte ... Doktorun elinde sidik şişesi var, muayene sonrası fikirlerini paylaşıyor olmalı, arkadaki çocuğun el işaretine bakarak sahneyi nasıl yorumlamalıyız?

Cuma, Nisan 28, 2023

Son Okuduklarım 70

Çizgilerle Nazım Hikmet isminden anlaşılacağı  gibi Nazım'ın biyografisi. Turgay Fişekçi'nin yazdığı metni rahmetli Soner (Tuna) resimlemiş. Kitabın tasarımını Soner'in çizgileri ve kaligrafisi belirlemiş, öyle anlaşılıyor. Oysa yazı-resim dengesi her zaman kurulamamış, bazen yazı az ya da çok, bazen resim büyük kalmış. ilüstrasyonların büyük kullanılmasının esere güç kaybettirdiği de olmuş. Tasarıma ayrıca uğraşılmalıymış. Fişekçi, Nazım'ı iyi bilen bir şair-yazar, özellikle ansiklopedik olmaya çalışmış, bana biraz daha yorum katabilirmiş gibi geldi. Hayvan Katliamları ve Himaye bir sosyal tarih kitabı. Osmanlı'dan erken cumhuriyet sonuna kadar, özellikle sokak hayvanlarıyla ilişkimize odaklanıyor. Medenileşme-modernleşme, şehir hayatını tanzim etme gayretimizde hayvanlara hayli tuhaf bakıyoruz. Seviyor-sevmiyor, istemiyor, yok sayıyor ve kendimize kızıyoruz. Benim gibi mizah dergilerine aşinaysanız, kedilerle ve başıboş köpeklerle, martılar ve kargalarla ilgili geniş bir malzemeyle karşılaşırsınız. Kitap, hemen hepsiyle ilgili bir basın taraması içeriyor. Diğer yandan söylemesem olmaz, bana yazarın zamanı anlamaya yönelik empatisinde bir eksiklik var gibi geldi... Meselelere bugünden bakmamak mümkün olmayabilir ama insanın bunu bir sorun olarak görüp kendini dengelemesi gerekiyor. Geçmişten ders çıkartalım veya "o günden bugüne tek bir şey değişmedi" iddiaları ne kadar klişe ve abartılıysa, bugünden bakarak geçmişi ve insaniyet hallerini yargılamak da kolaycılık olabiliyor, hayat ve siyaseten doğruculuk değiştiği için geçmiş her zaman yanlış ve eksikliklerle dolu görünebiliyor çünkü... 

Pera Palas'ta Gece Yarısı, tek kelimeyle enfes bir inceleme, yüz yıl öncesinin İstanbul'unu öncesi ve sonrasıyla son derece tatlı bir akıcılıkla öyle güzel anlatıyor ki...1910-30 aralığı yazı dilinin değişimi nedeniyle bir parça kuraktır, akademide yeterince çalışılmamıştır, 1923 öncesi zaten geçiştirilir filan... Çok bilinmeyen bir dönemi anlattığı için kitabı abartıyor olabilir miyim diye kendime sordum, hayır, İstanbul'un gündelik hayatını az bilinir ve tuhaf yerlerden bakarak anlatmıyor sadece, akıllı, mesafeli, konuya hakim olduğunu göstererek yapıyor bunu. Şaşırarak okuduğum epey bölümü oldu. Tuvofi, Cihan Kılıç'ın Ve Sinem kadar popüler olmayan bir tiplemesi. Kılıç, şimdiki zaman gerginliklerini, rekabetçi insan ilişkilerini, para kazanma hırsını, erkeklik hallerini anlatmayı seven bir üretici. Ortaya Tuvofi isimli masum ve kalben masum (haliyle hafif aptal) bir canlı atmış, onun temiz kalamamasını, oradan oraya sürüklenmesini anlatıyor. Mad hikayelerindeki gibi Tuvofi bir anda ünlü oluyor, köşeyi dönecek gibi olduğunda elindekileri kaybediyor vs... İlginçliği şurada, eskiden aptal kahramanlar, bir şekilde sıyırır, "son gülen iyi güler" misali en azından güzel kızı filan kapardı, Kılıç ise bunu yapmıyor, o da ucundan kıyısından Tuvofi'ye gülüyor.  

Perşembe, Nisan 27, 2023

Mavi Zıya

Cumhuriyetin erken döneminden, fasiküller halinde satılan ucuz serüven seriyallerinden, Nat Pinkerton polisiyesi kapağı... Tahmin edileceği gibi, serüvenin ismi nedeniyle satın aldım. Bir yerelleştirme yapılmış, bir gangstere, bir kötü adama Ziya adı verilmiş sandım, hatta lakabıyla birlikte Mavi Ziya diye düşündüm. "Nat Pinkerton, Mavi Ziya'ya Karşı" gibi bir şey düşündüğümü itiraf ediyorum. 

İlgisi yok tabii... Mavi Işık/Ziya demek istenmiş. İlginç olan o yılların dil tercihiyle ilgili, dikkat ederseniz, Ziya derken "i" kullanılmamış, "ı" demişler, içerde de öyle... Mavi ile Zıya'yı karşılaştırırsanız, daha iyi anlarsınız. 

Biz bugün zıya'yı yitik, kayıp anlamında kullanıyoruz, ışık anlamındaki ziya ise "i" harfiyle yazılıyor, nasıl değişmiş, o gün neden öyleymiş merak ettim.

Nat Pinkerton, dil değişimine karşı!

Çarşamba, Nisan 26, 2023

Çizgilere Derkenar 27

Zoraki Evlilik diye bir çizgi roman okuyordum, bizde 70'lerde yayımlanmış ama sanki ondan çeyrek asır önce üretilmiş gibi... Sahne hoşuma gitti, paylaşayım istedim. İşte genç adam, sevdiği kadınla "sevişiyor", ertesi sabah neşe içinde uyanıp tıraş oluyor, şarkılar söylüyor. Çevirmenler, hele o yıllarda, güya adaptasyon adına, uydur kaydır değiştirirlerdi, genç adamın söylediği şarkı "Kuuş sesleri" nedense beni güldürdü.

Sanıyorum, kırklı yıllarda yayımlanmış Roosevelt'in Hayatı çizgi romanından bir sayfa kesiti... İntihab sözcüğü kullanılmış, o ilgimi çekti, o tarihte kullanılmıyor, "seçim" diyoruz çünkü. Düşünün bir propaganda çizgi romanı yayınlıyor, güzel basıyor, çok ucuza satıyor, belki dağıtıyorsunuz filan ama tercümede intihab diyerek seçimi baştan kaybediyorsunuz. 

Görmemiştim, meğer Turhan Şimga, Preveze Deniz Zaferi'ni çizmiş. 1950 yılında Armağan Haftalık Çocuk Gazetesi (dergisi), anlaşılan o ki, yerli ve milli bir çizgi romanla yayına başlamak istemiş... O yıllarda çıkan çocuk dergileri kapak renkli olarak ayrı basıldığı için arka kapakta renkli çizgi roman kullanma yoluna gitmişlerdir. İlk örneklerden olduğu için ilgimi çekti, Ratip Tahir'e öykünmüş diyelim... Balon kullanılmamış, on üç hafta sürüyor, belgeselci bir dili var filan... 
Tam bir Altan Erbulak esprisi olmuş, yazılarından oluşan Sensin İnsan kitabında rastladım, savaş karşıtı bir yazısı için kullanmış. Erbulak'ın babasının asker olması bilgisi onun karakterini ve dünyasını ne kadar açıklar çok emin değilim ama bir zıtlaşma olarak bana enteresan geliyor. 

Pazartesi, Nisan 24, 2023

Bozkır soruları

[Üçüncü sezon olacak mı?] Benlik bir durum değil, seyirci ilgi gösterirse, BluTv isterse olur… Dördüncü sezonu yazar mıyım bilmiyorum ama üçü yazarım demiştim zaten.

[İlk sezonla ikinci sezon arasında ne fark var?] Beş yıl var öncelikle esprisi yapacağım. İkinci sezonda daha katmanlı bir hikaye anlatmaktı niyetim, içiçe geçen ve tamamlanan bir şimdiki zaman resmi vardı aklımda. Şehirde geçmesini istiyordum. En temel fark bu diyebilirim.

[Nuri Pamir niye yok?] Ekin’in ailevi dertleri vardı, öyle de olmayabilirdi, mesleki olarak başka bir meselesi de olabilirdi, hakkıdır anlamında söylüyorum bunu, oynamak istemedi, ben de başka bir karakteri Payidar’ı kattım. Değişikliğe gittik. 

[Katili neden en baştan gösterdiniz?] Bu hep soruluyor ama finale geldiğinizde başka bir şey görüyorsunuz, bir twist yapmak istedim. Bazen katilin kim olduğunu merak ettirirsiniz, bazen katili bilir nasıl yakalanacağını izlersiniz. Polisiye klişelerini kullanıyorum ama ben asıl olarak bir ruh hali, bir dönem panoraması anlatıyorum.

[Polisiye] Eski polisler, şimdi cinayet çözmek öyle kolay ki diyorlar, her yerde kameralar var, her temas artık bilimsel olarak  tespit ediliyor filan. Bizde çözülmüş cinayet dosyalarını okuyorum, bizim polisler ya sahiden rastlantılarla bir şeyleri fark ediyorlar ya da zanlıyı saatlerce sorguluyorlar filan... E hikayede başka zorluklar gerekiyor bize... hem kolay olmaması lazım hem de o sorgu seyirciyi sıkıyor. Benim kurmak istediğim gerçeklik vehminde hiçbirinden geri durmadım, hepsini kullandım. İlk sezon daha slow burn bir işti, ikinci sezonda özellikle son üç bölümde daha yüksek tempo ve o temponun içinde polisiye bir çözülüş kurdum.

[Nordic] Yıllardır suçlu profillerini okuyorum, aynı katil hakkında o kadar değişken hikaye ve yorumla karşılaştım ki, neden sonuç ilişkisi zihin açıcı olsa da verili "gerçekten" şüphe etmem gerektiğini anladım. Amerikan polisiyesi daha net şeyler söylemekten yana, Nordic tahkiyesi bana daha yakın geliyor. Seyfi'nin finaldeki sözleri profilci Amerikan basitleştirmesine yönelik bir eleştiri.

[Alevileri neden hikayeye katma gereği duydunuz?] Özel bir şey yapmadım, cami görünce bu soru sorulmuyor mesela, Aleviler hayatın içindeler, hiç yoklarmış ki gibi davranılıyor, varlar… Mesaj vermeye çalışmıyorum, bu kadar basit bir meselenin arkasında başka bir niyet yok… Alevi değilim. Ha şu var, bizim hikayelerimizde deprem veya covit de yok. Sakıncalılar listemiz epey uzun… 

[Akif Emre kim?] Özel birisini işaret etmiyorum, taşrada yaşayan, metropolde taşralı hallerini sürdüren epey akademisyen ve yazar tanıyorum, onların bir ortalaması diyelim.

[Göndermeler] Yapıyorum ama bunları konuşmak istemem, oyunbozanlık gibi geliyor bana. Kolay anlaşılan bir tanesi, ilk bölümün isminde var, Aliço’nun Dirliği… Fakir Baykurt’un Irazca’nın Dirliği romanına gönderme mesela…

[Ailenin iç ilişkilerini neden göstermediniz] Ben popüler kültürün imkanlarını kullanarak yaşadığımız zamana muhalefet ediyorum. Göstermek üzerine kurulu bir sistemin içindeyim, her şeyi açıklamanızı istiyorlar. Bu faslı anlatmamayı, insanların hayal gücüne bırakmayı tercih ettim. Kaldı ki epeyce done verdiğimizi düşünüyorum.

[underrated bir dizi olması…] Ben öyle düşünmüyorum, bir dizinin beş yıl sonra devamı çekiliyorsa o iş underrated olamaz. İnsanlar, bir hikayeyi sevdikleri zaman onun çok konuşulmasını, harcadıkları vaktin değer kazanmasını istiyor, hayıflanarak ilgi görmediğini söylüyorlar. Popüler kültürün işleyişi böyledir. Tüketiciler o rekabete dahil ederler kendilerini. İşte Amerikalılar yayımlasaydı şöyle konuşulurdu gibi gibi… Önce kendi tarafımdan anlatayım, beni herkesin bilmesini değil bilenlerin bilmesini tercih ederim. İstanbul’da yaşamamayı isteyen benim, o dağı ve gürültüyü biliyorum. Hayıflanmıyor ve üzülmüyor, kaybettiğim bir şey olduğunu düşünmüyorum. 

[Netflix’e iş yapsanız keşke…] Benim “keşkem” farklı… keşke HBO olsa da onlara çalışsaydım, iki Amerikalı arasındaki farkı bilenler bilmeyenlere anlatsın…BBC de olur… Mavra yapıyorum elbette, arada geçişler olsa da her platformun hikâye tercihleri var, kimisi hamburger yapıyor, kimisi masada oturmayı gerektiren yemek… Netflix’e senaryo yazabilirdim, üç kere teklif geldi, baştan reddettim, birinde sözleşmem gereği olacaktı, onda da ben huysuzluk ettim, film senaryomu geri çektim, seyretmeyecektim çünkü… Benim açımdan mesele, hikayeme ne kadar müdahil olunacağı ve ne anlatabileceğim, neye ne kadar izin verileceği ile ilgili…Kahramanlık hikayesi gibi anlaşılmasın, şartlar benim lehime değişirse yazarım, Netflix’e iş yapamadım diye üzülüyor filan değilim yani. Bugüne kadar bana özgürlük sağlayan-ihtimam gösteren insanlarla çalıştım ayrıca. Bu işlerde günü yaşıyorsunuz, sonraki günlere dair bir endişem yok.  Hayat kısa, mutlu olacağım işler yazmak ve gerçekleştirmek istiyorum. Yapamazsam da dünyanın sonu değil, kendime yeni patikalar bulabilirim.

[Geniş maddi imkanlar elinizde olsaydı neler yapardınız?] Gerçekten bilmiyorum, Amerikalılar, geçenlerde yerli bir dizinin sadece prodüksiyonuna 17 milyon dolar harcamışlar filan. Çok da şaşırıyorum bu kadar para harcanmasına. Birlikte çalışacağım insanların hayatını kolaylaştırabilir ama motivasyonum para değil, sahiden sadece hikayeyle ilgileniyorum.  O kadar para nasıl harcanır bir fikrim yok ayrıca. Ben böyle deyince senin hayal gücün yok filan diyerek çevremdekiler gülüyorlar bana...

[Neden yönetmenlik yapmak istediniz?] Benim bu türden bir arzum vardı diyemem, BluTv “Showrunner” olarak çalışmamı istiyordu, o beni düşünmeye sevk etti, bizde pek bilinen bir çalışma biçimi değil, önce cesaret edemedim, örneğin bunu Yeşilçam’da da yapabilirdim, yapımcılar da yönetmenler de böyle bir çalışmaya alışkın değiller. Bir dirençle karşılaşacağımı, set tecrübesi olmayan biri olarak bana karşı bir refleks göstereceklerini, mutsuz olabileceğimi düşünüyordum. Bozkır daha uygundu benim için, daha özgür olabileceğimi bildiğim bir ortamdı. Başta iki bölüm yönetmek istediğimi söyledim, 1 ve 8’i çekerim gibi geliyordu. Oyuncu programlarının karmaşıklığı, hızlı çekmek zorunda olmamız, önhazırlık yapamamak filan derken bölümleri içiçe çekmek durumunda kaldık, öyle olunca baştan sona içerde kaldım.

[Nedir showrunnerlık?] Yapımda benim onaylamadığım herhangi bir şeyin olmaması üzerine kurulu bir sistem düşünün, itiraz hakkım da var, baştan sona içerdesiniz. HBO esasen böyle bir sistemi istiyor ve uygulattırıyor, yazarlarla ilerleyen yeni bir eğilim. Biz, yönetmenin tek adamlığına inanan, idari yapımcıların kolaylaştırıcı gibi çalıştığı, asıl olarak ışık ve ses grubunun kontrolünde gelişen bir sistemle ilerliyoruz. Senaristlerin sette hükmü var denemez. Onlara arada sorular sorulur, genellikle mekanla ilgili, maliyet düşürücü detaylardır bunlar. Aslına bakarsanız özel bir sözleşmeyle sınırların belirlenmesi gerekiyor, benimkisi bütün tarafların varlığımı ve seçme hakkımı onayladığı bir sözlü anlaşmaydı. Ben seçimler yapmak üzere oradaydım, itiraf edeyim önce biraz turist gibiydim ve sadece sahne istifi ve oyunculara nasıl oynamaları gerektiğine dair yorumlarda bulundum. Benim konumum herkes için zordu, bir gerilim olduğunda yönetmen ne diyor diye bakmaya alışmış bir kalabalık var. Eğer işinizi seviyor ve herkes kadar çalışıyorsanız, set size daha kolay alışıyor.

[En büyük sorun neydi?] Sete gitmeden önce iyi bildiğim bir şey vardı, yaptığım iş benim için çok önemliydi ama çalışanların yüzde doksanı için herhangi bir işti, parasını alacak ve bir sonraki işe geçecekti. Oran olarak işi sevenleri çoğaltabilirsem iyi olurdu. Onun dışında sanat yönetmeni ve sahne tasarımına takık birisiyim, onu bir parça değiştireceğime inanıyordum. Asıl sorun, sorunlarla nasıl başedeceğimi bilmememdi, öğreniyorsunuz, hızlı öğrenirim, çünkü işimi seviyorum. İnsanlar sizin iyi niyetinizi anlarsa her şey daha kolay gelişiyor. Ha bir de, hasta olmaktan korkuyordum, en az on dört saat süren bir mesai, zor koşullar, sürekli zaman kayıyor, gece gündüz dönüyor, yoruluyordum ve bağışıklık sistemim beni korumayabilirdi, bu kadar insan bana güvenmiş, çat yatağa düşüyorum, Ankara’ya dönüyorum filan, bu ihtimaller beni geriyordu, hiç istemiyordum çünkü, çok şükür kazasız belasız hastalanmadan süreci atlattım. 

[Showrunner olmak ve yönetmenlik yapmak size ne kattı?] Asıl amacım, auteur alanımı genişletmekti… Dijital platformlarda bir şey üreteceksem bana bu alanı açacak insanlarla devam etmek istiyorum. Ne yapabileceğimi göstermek istedim. Onun dışında bu deneyimin senaryo yazarken katkıları mutlaka olur.

[İlk sezonla ve başka dizilerle karşılaştırılmak…] İnsanlar ikili-dualistik ayrımlarla düşünürler, biri iyi diğeri kötü derler, ben sahiden böyle şeylere kafayı takmam, önemli olan üzerine koymak. Bozkır beş yıl sonra yayınlanabildi, seyirci istemese ve seyretmese ikincisi çekilemezdi. Üçüncüsü olursa ikincisi başarılı olmuştur, çok basit aslında. Başka dizilere gelince, popüler kültür böyle işler, herkesin bildiği popüler olduğu için popüler olanla karşılaştırılırsınız, True Detective taklidi deniyor mesela, polisiye onunla başladı sanılıyor çünkü… Bozkır’ı ilk yazdığımda ünlü bir televizyoncu okudu ve beğenmeyerek bana dedi ki, ben True Detective arıyorum… Herkes bir şey söylüyor aslında. Çevreden ve sektörden yorumlar duyuyorum ama sosyal medyada diziyle ilgili yazılmış herhangi bir şeyi okumadım, çok doğrudan bana yazılmış ve gönderilmiş bir şey değilse görmüyorum yani.

[Bir senaryom var, okur musunuz?] Hayır, bu işe başladığım ilk günden itibaren bir başkasının yazdığı senaryoyu ilke olarak okumuyorum, değil bana kimseye göstermeyin, çalışmalarınızı doğrudan yapımcılara gönderin derim. Ortada bu kadar para ve popülerlik olunca, dedikodusu ve haseti bol bir çevrede çalışıyorsunuz demektir, “asla okumam” bununla ilgili bir önlem.

[Senaryo ekinizde sizinle birlikte çalışabilir miyim?] Bir ekibim yok, üstelik  işlerimi kolaylaştırıcı biri bile olsun istemiyorum artık, denemedim değil, piyasa madden belirsiz olduğu için birlikte çalıştığım insanların geçim sorumluluğunu düşünüyorsunuz, üstelik yaratıcı insanların narsizmi de var, aşılmayacak şeyler değil ama zor oluyor.   Dijital platformlara çalıştığım için kabul edilebilir ve üstesinden gelinebilir uzunlukta işler üretiliyor, tek başıma yazabilirim demek bu. İlk zamanlarda yazarken-çalışırken biriyle konuşmam gerekiyor gibi hissediyordum, çok az insan gördüğüm bir hayat sürdürüyorum çünkü, sonra anladım ki, ihtiyacım olan şey, mesai arkadaşı değil, sosyalleşmekmiş … 

Pazar, Nisan 23, 2023

Kıyıda bir masa



Bu fotoğrafı seviyorum, 1975-85 aralığı olmalı, mekan salaş görünüyor, Hayat dergisi posterleri, halıcı kız resimleriyle kıyı lokantalarını andırıyor. Masada demlenen iki erkek benim için "merkezden" o şehre teftişe gelmiş müfettişler, maliyeci, bankacı gibiler... Giyim kuşam çok fikir vermiyor, malum erkekler "renkli" giyinemiyorlar, hepimizde üniformalar... Gri, siyah, kahverengi gibi kasvetli ve itidalli renklerle, heyecansız ve vakur görünmeliyiz... Hele müfettişsek... "Eyyvatan, gözyaşların dinsin, yetiştik çünkü biz..."

Yine de iki erkek mizaç olarak farklılar, biri kendini koyvermiş, hanendeye-şarkıya kapılmış, ahuvah ediyor feleğe, kıpır kıpır...Gamsa gam, neşeyse neşe... Diğeri mesafeli, "he heccavdım, bırak alla'sen" diye bakıyor objektife... Sigarayı tutuşuyla makam sahibi, düğün sahibi değil mi yani, "getir oğlum" diyecek garsona, göz ucuyla bakacak mezelere... İstanbul görmüş "izzetli" beyfendiler var aklında. 

Şarkıcı kadının takma kirpikleri, mikrofonu tutuşu, inanarak söylüyor oluşu, yumulmuş gözleri, sıcak ve çıtı pıtı görünümü... Sahneden inmiş, sahne el kadar, mekan havasız, masaları dolaşıyor ki müşteri tutsun, yine gelsin, temenna edecek, toka edecek, nakaratı bir daha bir daha söyleyecek ki, hesaba değsin, ahalinin geldiğine değsin, "Ankara'dan mı geldiniz, hoşgeldiniz... Söylerim efenim, bakışından süzülen, işvene kurban olayım... Lütfuna ermek için..."

Cumartesi, Nisan 22, 2023

Vicdan Adlı Bir Kedinin Hikâyesi

İlban Ertem, Gırgır Kuşağı çizerlerinin en çalışkanlarından biriydi, ‘çizgi roman fabrikası’ olarak anlıyor, gerçekten büyük sabır ve özveri isteyen bir yaşam temposuyla sürekli üretiyordu. Gırgır, Fırt, Avni, Hıbır, Joker, Küstah gibi dergilerde tefrika mantığıyla çizgi romanları yayınlandı. Dişi bir kedinin hayat hikâyesini anlattığı Vicdan (1989), bu yoğun dönemin uzun soluklu çalışmalarından biri... Türkiye’deki çizgi roman geleneği (özellikle Gırgır sonrasında) komik çizgili ve underground eğilimli bir anlayışa dayanıyor çoğunlukla. Ertem, böylesi bir belirginleşmenin başat yönlendirici ve anlatıcılarındandı… Her şeyi başaran muktedir erkek kahraman modeline dayalı anaakım çizgi roman anlayışının aksine Ertem, zaafları olan, orta alt sınıflardan gelen, geçim sıkıntısı çeken, yanılabilen, hayli sıradan ve başarısız karakterler seçiyor; harekete dayalı hikâyeleri içinde onların hayatlarını resmediyordu. Vicdan, aslına bakılırsa, Ertem’in ‘bütün eserleri’ içinde ayrıksı bir yerde durmuyor. Yoksul, işsiz ve karnını nasıl doyuracağını düşünen, şehrin tekinsiz sokaklarından kurtulmaya çalışan taşralı genç kahramanlarından çok farklı değil Vicdan. Belki şu söylenebilir: Ertem, hep erkek kahramanlarla hikâye geliştirdiği için Vicdan’ın kedi olması ve dişiliği, maşist ve vicdansız bir dünyayı hicvedebilmesini kolaylaştırmış, ona yeni bir açılım sağlamış.

Vicdan, pek çok kedi anlatısında olduğu gibi insan özellikleriyle tipleştirilmiş, yanlış anlaşılmasın, funny animal – Walt Disney tarzı insan gibi konuşup yürüyebilen hayvanların kahramanı olduğu bir anlatı değil bu. İnsanlarla hayvanlar birbirlerini anlamıyor, iki tarafın konuşmalarını okurlar olarak biz izleyebiliyoruz. Bu anlamama hali, anlatıcı olan Vicdan’ın yorumlarıyla komikleştiriliyor. Hınzır, hazırcevap, ağzı bozuk, ‘erkek Fatma’ ölçüsünde bir sokak kedisi karşımızdaki… Gerçi Vicdan’ın cinsiyeti bazen önemsizleşiyor, meydan okuyuculuğu nedeniyle bir erkek gibi algılanabiliyor, bu ilginç. Ertem, Vicdan’da iyi bildiği bekâr evlerini, sonraki çalışmalarında özel olarak ilgi gösterdiği hırsızlar, metresler ve fahişelerin dünyasını resmediyor bize. İnsanlarla pragmatik ilişkiler kuran, karnını doyurmak için sevimlilik yapmak zorunda kalan ve tüm bunlara rağmen özgür bir ruhu olduğuna çevresindekiler kadar kendini de inandırmaya çalışan Vicdan, seyahatleri sırasında karşılaştığı, metreslik yapan kadınlara benziyor en çok. Vicdan nasıl evden eve savruluyorsa bu kadınlar da hoyrat ve zengin erkekler arasında bir yaşam mücadelesi veriyorlar. Tavizkârlar, iltifat ediyorlar, refah peşinde koşuyorlar ve işler ters giderse kıyasıya kavga ediyorlar. Vicdan da ev kedisi olmaktan, balkona kısılıp kalmaktan şikâyetçi ama sokak feylesofumuz, hazıra öyle alışıyor ki, Hüso adlı naif köpek arkadaşıyla sokağa bırakıldıklarında ne yapacağını bilemez bir halde dolanıp duruyorlar. Vicdan, doğumdan yaşlılığa gelişen bir hayat hikâyesi olduğu için, bu geç yaşta gelen terk edilme tedirgin edici oluyor. Neyse ki mutlu son’la bitiyor albüm. Hikâyenin kendisinden çok sürükleyici olması ve yansıttığı hayat detayları daha önemli sanki... Gırgır üreticileri, bir yabancının, bazen bir Uzaylının ya da başka bir çağdan gelen birinin gözünden Türkiye’yi, özellikle İstanbul’u anlatmayı hep sevdiler. Vicdan’ın flaneur yorumları, Türkleri, erkekleri-kadınları ve hayatın yeknesaklığını anlatması bakımından geleneği sürdürüyor.

İlban Ertem, paranın bütün hayatı yönettiğini anlatır genellikle, duygusal derinliği bu ana temaya çelişkili olacak biçimde kurar. Sadece Vicdan değil, yaşamak için herkes eğilip bükülmektedir buna göre. Çıkarları söz konusu olduğunda bütün insanlar sorumsuz ve keyfi davranabilmekte, sevgi gösterdikleri her şeyi bir kalemde silebilmektedir. Vicdan, Hüso’yla olan birlikteliklerini ‘ortaklık’ sayıyor uzun süre örneğin, yıllar geçtikçe bunun dostluk olduğunu fark ediyor. Kedi-köpek dostluğu para merkezli hayata yönelik bir ironi şüphesiz…Usta bir çizer, nitelikli bir ‘yazardan’ iyimser bir kedi hikâyesi ve toplum eleştirisi okumak isterseniz, Vicdan neredeyse yirmi yıl sonra Mürekkep Yayınları tarafından yeniden basıldı, kaçırmayın derim.

Birgün Kitap, 10.7.2010

Cuma, Nisan 21, 2023

Ya evde yoksak...


Geçen gün Tuna'ya (18) yeni tanıştığı arkadaşları, hiç sokakta futbol oynadın mı diye sormuşlar, o da yok deyince,  artık neye takıldılarsa, nasıl bir ezber kurdularsa "al işte bir burjuva çocuğu" diye yapıştırmışlar. Gülerek anlatıyordu ama bu "sallama" çalışmadığı yerden geldiği için pek hoşuna gitmemişti. 

Ben çocukken özel okula giden her çocuk, bizim için istisnasız "burjuva çocuğuydu"... Otuz yıl sonrasındayız, Tuna ve arkadaşları özel okulda okuyorlar, kendilerine göre başka bir kıstas belirlemişler... İlla ki Tuna'nın da "burjuva çocukları" olacak...lazım bi şey çünkü...

Klişeler , ön yargılar, peşin hükümler, bakmayın siz, kendimizi iyi hissetmemizi sağlarlar, rengimizi belli ederiz, saldırır ya da sakınırız... 

Lise biter bitmez, bıyık bırakmıştım, parka giyiyor, saz çalmaya çalışıyor, türkü söylüyordum, çok uzun yıllar hiç kola içmedim, kola benim için Amerika'ydı, burjuvaziydi filan, halen de pek içmiyorum. Barlarda, meyhanelerde vakit öldürenleri solcudan saymazdım, kahvede kağıt oynamak, saatler geçirmek filan bana ihanet gibi gelirdi. Otomobil konuşanları tek kelimeyle ahmak bulurdum. Sahil kenarında yaşamak isteyenleri, hele Bodrum diyenleri dejenere sayardım vs vs

Yanlış anlaşılmasın, iç dökmüyorum, geçmişimle hesaplaşmıyorum, pişmanlık duyarak veya değiştim demek için yazmadım bunları.  Büyürken bir yerlerden geçiyor, aklediyor, öğreniyor, sakinleşiyoruz...

Büyük laflar etmenin,  dikkat çekmenin, kederlenmenin, bağırıp çağırmanın ve kestirip atmanın tatlı tarafları yok değil, bence sandığımız kişi olmadığımızı anlamamızı kolaylaştırıyorlar. 

Perşembe, Nisan 20, 2023

Düğün Dernek

Dedem ile Babaannem, 1938 yılına ait evlilik fotoğrafları. Dedem, öksüz ve yetim bir adam, soyadımız Cantek, bu tek başınalığı vurgulamak için seçilmiş. Berber Hasan'ın ilk karısı Bahtiyar'dan olma Necibe'yle evleniyorlar. Dedem çok küçük yaşta öksüz ve yetim kaldığı için sadece anne ve babasının adını biliyoruz: Ömer ve Kadriye. Babaannem ise eve gelen yeni anne Cemile nedeniyle evden ayrılmak istiyor...
Bir yıl kadar sonra daha şaşalı bir merasim. Anne tarafından Dedem Baki Beyle Hacı Bey'in kızı Ayşe Arslantürk nişanlanıyorlar. Evkaf Umum Müdürlüğü Veznedarı Halil Bey, oğlan tarafı adına bir davetiye yaptırmış.
Bu da düğünden bir fotoğraf. Düğüne gelenler eve doğru yürüyorlar.

Anneannem Ayşe Hanım, en fazla yirmi yaşındayken...

Düğünden bir fotoğraf. Ön sıradakiler Annemin anneannesi ve bababannesi
Soldan sağa: Dayım Ali Nihat, Kemal Dayım ve Annem...Ortadaki Kemal Dayım, Dedemin kızkardeşi Nüzhet Halamın oğludur. Babası memleketi terkedip Avustralya'ya göç ettiği için annesiyle birlikte Dayısının evine taşınmış, Annem ve Dayımla birlikte bir kardeş gibi birlikte büyümüşlerdir.1946 ya da 1947 yılından bir yaz resmi...

Başka bir nikah resmi, çeyrek asır sonrasından, annemle babam evleniyorlar. Düğün yapamamışlar, yoksul Hacettepe'deler...Bir taksi tutup nihah salonuna giderken çekilmiş bir fotoğraf...

Annem Nejla Hız ile babam Metin Cantek nişan resmi...1963 olmalı...
1964 yılından nikah sonrası. Sol başta Babaannem Necibe Hanım, kucağında kuzenim, halamın kızı Nevin, arkada kabarık moda saçlarıyla Halam...Halamla babamın arkasından gözüken Dedem Sıddık...Annemin arkasında Dayım, Anneannem ve henüz 5 yaşında olan teyzem Bakiye..Annemim babası bir kaç sene önce beklenmedik biçimde ölmüş, bu izdivacı göremediği için kız tarafı buruk...

Nişandan bir resim...Dayım Ali Nihat, Annem ve Babam...
Dedem, nikahtan sonra fidayda oynuyor. Dedem Sıddık Cantek, yalnız bir adamdı, gamsızdı. Öksüz ve yetim biri olarak, bu dünyadaki tek başınalığı bütün hayatını etkilemişti. Kıyamet kopsa umursamaz, kendi bildiğini yapardı. O kadar çok kötü şey yaşamıştı ki kimi hayat badirelerini dertten saymazdı. "Geçer" derdi. Sahiden de anlatılacak kadar renkli, dramatik ve çetrefil bir hayatı olmuş. Zor bir babaymış ama iyi bir dedeydi. Beni potuk diye severdi, bilmeyenler için potuk deve yavrusuna denir.

Bu da ben ve abim...1970 yılına ait...10 aylığım, arkada abim Savaş...Keçiören'deki evimizin balkonundayız. Borç harçla ev alınmış, ben de aradan çıkmışım aslına bakarsanız... Babam, Sınger Grevi yüzünden sıkıntılar çekiyor, annem üzüntüden düşük yapıyor filan... Arkadan ben doğuyorum...O grev olmasa o düşük olmasa ben olmayacağım...Şimdiki gibi zamanı belirlenmiş çocuklardan değiliz. Aradan çıkmışız. Kader kısmet...

Çarşamba, Nisan 19, 2023

Gaslighting ve diğer bezdirici şeyler

Gaslighting, yılın sözcüğü diye duyurulmuştu,  süreci çok bilmiyorum, 2022'de çok aranmış ve merak edilmiş bir sözcük olduğu için seçilmiş, öyle anlaşılıyor, ben doksanlı yıllarda rastlamıştım, medya çalışmalarında "manipülasyon" çok geçerdi, ya da yeni keşfettiğim için dönüp dönüp vurgulanması bana ilginç geliyordu, o aralar öğrenmiştim "gaslighting"i... Olumsuz anlamda bir yönlendirme kastediliyor aslında, taraflardan biri, bir diğerini yalan söyleyerek, abartarak, kandırarak kötü hissettiriyor... 

İnsan tabii ki şunu merak ediyor, niye bu kadar ilgi çekti bu sözcük diye.... Şöyle bir bakındım, mobbing anlatırken gaslighting'ten söz ediliyor, emin değilim ama oralardan bir popülerlik kazandı gibi geldi bana. Çünkü, mobbing meselesi  çok konuşuluyor, öğrenilmek isteniyor. 

Ben çalışırken bu kadar ayrıntılı bir farkındalığım yoktu...Eziyet ediyor diyorduk, incesini bilmiyorduk. Üniversitede çalışmaya başladığımda, fakültenin dekanı, bana her gün kimi gazetelere bakmamı, istediği türden ilgili haberleri tespit ederek fotokopilerini çekmemi, çektiklerimi ayrı bir kağıda yapıştırarak kendisine takdim etmemi istedi, iki buçuk yıl her sabah saat on buçuğa kadar yetişmek üzere yaptım bu işi, benimle birlikte bir başka asistan daha yapıyordu bu işi ama o benim kadar şikayetçi değildi, hani çömezlik desen o da değil, bizden sonra başka asistanlar alındı, biz yapmaya devam ettik. İlk okuyanlar anlamayabilir, sonuçta iletişimle, medyayla, ekonomiyle ilgili haberleri topluyorum, o yıllarda gugıl filan yok, nihayetinde bir arşivdir, mutlaka birilerinin işine yarar diye düşünülebilir... Öyle değildi işte, Dekan, bulduğum, kestiğim, getirdiğim kağıtlara enikonu bakmadan bir  reklam broşürü gibi tutup kenara fırlatıyordu, birkaç kez gözümün önünde yırtıp çöpe attığını gördüm. Bana eziyet ettiğini gizlemeye dahi gerek duymuyordu. Arada haber kaçırırsam beni çağırır ve azarlardı, gecikirsem paylardı, sekretere arattırırdı... Günbegün artan, eziyet olduğunu bildiğim bir stres yaratıyordu üzerimde...

Senaristler üzerinde kurulan garip bir mobbing var, pek ilgisi yok ama ben matrak olsun diye love bombing diyorum buna, işe başlarken mutlaka çok teşvik edici, çok övücü şeyler söyleniyor. Bir süre sonra bu beğenilerin yerini revizyonlar, vasat ve yetersiz bulmalar başlıyor, yapımcı ve kanal talepleri karışıyor, reyting baskısı artıyor, özgüvenle işe başlayan senarist beğenilmeme korkusuyla mutsuzlaşıyor, aşama aşama "yazamaz" hale geliyor, gerçekten kişiliksizleşiyor. Aşk bitiyor, terk edilmeyi hakeden bir eski sevgili kalıyor geriye. İki yıl kadar önce, pek çok senaristle görüşmeler yapmıştım, yaşadıkları mobbing ve istismarı anlatırken gözleri dolanlar, elleri titreyenler vardı. 

Bu sözcük niye popüler oldu derken laf uzamasın, çünkü söylenecek çok şey var... İnsan, insanın kurdudur diyelim, çekilelim.

Salı, Nisan 18, 2023

Yürüyüş rotasında

2018 yılında dijitale diye başlayıp televizyona evrilen Halka diye bir senaryo yazıyordum,  mevcut şartlarda reyting alma imkanı olmayan bir işti, yorucuydu, sahiden efor gerektiriyordu, son bölümü yazdıktan sonra doktora gittim, sağlığımla ilgili endişe verici düşüşler yaşadığım ortaya çıktı... 

Düzelebilir şeylerdi ama hayat tarzımızı değiştirmeye karar verdim,  o günden sonra her gün en az beş kilometre yürümeye başladım. Yürümek, sadece sağlığıma değil ruhuma da iyi geldi, kendimi dinlediğim, müzikle hemhal olduğum, bazen uzun telefon konuşmalarıyla rutinimden çıktığım bir zaman aralığına geçer oldum böylece... 

Yakınlarda  Ciro Taniguçi'nin Yürüyen Adam albümü yayımlandı... Bir adamın yürüyüşlerini anlatan bir hikaye düşünün... Keşfetmesi, özgürleşmesi, amaçsızca dolanması,  umursamaması, tanışması, kulak misafiri olması, manzaraya dalması, başka canlıları, yaşlıları fark etmesi anlatılıyor. Bir şey olmuyor gibi de geliyor önce, veya bir yere varmıyor filan... sonra çok çok güzel çizilmiş karelere ister istemez kapılıyorsunuz. 

Albüme haliyle  yakınlık duydum, her gün yaptığım yürüyüşlerde pek çok insanla karşılaşıyorum, ilk zamanlar telaşlı biri olmam sebebiyle her yerden süratle geçiyordum, rutine bindikçe, ne yaparsanız yapın, birileriyle rastlaşıyor, tanışıyor, selamlaşır oluyorsunuz. Yavaşladıkça da bir manzaraya dalıyor, geleni geçeni izliyorsunuz... İşlerimin yoğunluğu nedeniyle istediğim ölçüde keşfedemiyor, farklı rotalara yönelemiyorum ama bunu yapmayı hep çok istiyorum.

Bir iki kez daha yazdım, ağaçlara bakarak rahatlayan biriyim, ormanda yürüdüğümü, kuş sesleri arasında oturup beklediğimi, bir şey olacağından değil, oralarda kalakalmayı hayal ederim hep...Taniguçi'nin beyfendisi bunu tatlılıkla yapıyor, güzel hayaller ve seyahatler çıkarıyor...

Pazartesi, Nisan 17, 2023

Hayırlı Ölü


Ofise kitap taşıyan kargocularla ister istemez ahbaplık ediyorum, haliyle "hepsini okuyor musun" sorusuyla başlayan, "satıyor musun" ile süren bildik sorularla gelişiyor konuşmalarımız...

Geçen birisi "Abiii sen ölünce n'olcak" dedi. E dedim, "gidici gibi miyim?". Karşımdaki gevşek ve kurnaz bir ortanadolulu olunca "maşallahın var" filan diye çevirip, "sen ölünce satarlar bunları biliyon di mi?" diye asıl gelmek istediği yere getirdi lafı.

"Hayırlı ölü olurum" dedim. Anlamadı.

Etobur arkadaşımıza  "dananın osuruğu dışında her şeyinden faydalanılmıyor mu?" dedim, aklına yatınca "Hah, işte o hesap, ben ölünce, benimkiler bunları satar, alanı vereni, sahafı, meraklısı, hastası mutlu olur, üçtü beşti, herkes nasiplenir, ne güzel işte" diye devam ettim.

Haa dedi. Gitti.

Pazar, Nisan 16, 2023

Eşcinsel Kızından Eşcinsel Babaya Grafik Roman

Türkçede bugüne değin yayınlanmış ayrıksı nitelikli beş on grafik roman varsa, ileride, Cenaze Evi-Şenlik Evi (alt başlığı Bir Aile Trajikomedisi) rahatlıkla onların arasına dâhil edilecektir. Albümü okurken şaşırdığımı itiraf etmeliyim, doğrusu beklemiyordum. Dokunaklı dili, edebi göndermelerin sıklığı, fasılalarla makale havasına bürünen psikolojik tahlilleri nedeniyle söylemiyorum bunu. Grafik roman vurgusunu bu yüzden ve bilerek kullandım; albüm, Türkiye’deki anaakım çizgi roman algısının enikonu dışında bir içeriğe sahip. Şu bile hemen fikir verebilir, eşcinselliği mesele eden grafik bir romandan söz ediyorum.

Üniversitesi öğrencisi genç bir kadın, babasının beklenmedik ölümüyle geçmişine dönüyor, bu hatırlamalarla birlikte ailesiyle olan ilişkilerini öğreniyoruz daha en baştan. Otuz yıl önce yaşanan (albümün orijinali 2006 tarihli) bir travma dönemi hikayeleştirilmiş. Çizer (yazar) Alison Bechel, grafik roman sanatında sıklıkla yapıldığı gibi otobiyografik bir tutumla geçmişini anlatıyor bize. Bunun bir iç dökme olduğunu sonradan fark ediyoruz. Uzak Amerika taşrasında, dededen kalma Cenazeevi işlerini yarı zamanlı sürdüren, esas olarak Lisede edebiyat öğretmenliği yapan anne-babasını, kardeşlerini, kuzenlerini, büyükannesini, bakıcılarını, “gotik” bir estetikle (babasının delice tutkusuyla) revize edilen evlerini betimliyor. Sıkıcı bir atmosfere dâhil ediliyoruz böylelikle, sanki her şey seyrek, yeknesak ve küflü.
Anne Ben Bir Lezbiyenim
Sonra birden, hayır birden değil, o müze evden, ebeveyn baskısından kurtulduğu, üniversitede kendini bulduğu sıralarda elbette, Alison Bechel lezbiyen olduğunu kendine itiraf ediyor. Ailesine yazarak, kendi deyişiyle “mesafeli bir yolla, mektupla” açıklıyor durumunu. Bir şok, büyük bir infial beklerken babasının da gizli bir eşcinsel olduğunu öğreniyor annesinden. Daha da sonra babasının bir kamyon çarpması sonucu öldüğü haberini alıyor. Hikâye asıl yoğunlaşmasını bu sürpriz ifşaat ve ölümle gelişen dramatik eşikle artırıyor.

Alison’un ebeveynleri, taşra tekdüzeliğini kapılmamak için edebiyata ve sanata yoğunlaşan, sürekli okuyan birileri. Babanın geniş bir kütüphanesi var, Anne tiyatroyla bağını koparmamış, sahneye de hazırlanıyor vs. Babasının eşcinselliğini öğrenmesiyle birlikte Alison, geçmişteki kimi olayları yeniden hatırlıyor ve daha farklı anlamlandırmaya başlıyor yaşadıklarını. Bağlantılar kuruyor, kimi küçük muammaları aşikârlaştırıyor. Babasının sevdiği romanları, gizli hayatıyla birleştirerek yorumlamaya girişiyor. Eski fotoğraflar, mektuplar, günlükler, kitaplardan alıntılar sunuyor bize. Çocukluğuyla ilgili anılarına bakılırsa Alison babasını pek de sevmiyor; nobran, dediğim dedik ve tartışma götürmeyecek kadar kendiyle dolu bir baba resmi çiziyor bize. Sevilecek gibi değil doğrusu ama hınç da duymuyor: “Babamın kusurlarını saymayı iyi becersem de, ona öfke beslemekte zorlanıyorum. Bunu kısmen babamın ölmüş olmasından kaynaklandığını sanıyorum. Kısmen de çıtanın babalar için anneler için olduğundan daha düşük olmasından”

Sahici Bir Terapi
Kıstırılmış, kendi olamamış, tercihlerini yaşayamamış bir eşcinseli, eşcinsel olan kızının tasvirleriyle okumak, çarpıcı demek istemiyorum ama gerçekten ilginç. O keşifle babasına yakınlık duyan, onu daha çok seven veya bize de sempatiyle aktaran bir yazar olmamış Alison. Anlattığına göre baba çok açık etmiyor kendini, sadece bir kez, kısaca karşılıklı konuşuyorlar o kadar. Bir iç dökme, itiraf ya da kontrol dışına çıkan bir kriz olmuyor, albümü sahici kılan da bu. Otobiyografik olması, kimi hassasiyetleri belli ki gerektirmiş. Ya da sahiden öyle yaşanmış, Alison bize bunu inandırıyor.

Alison ve ailesi, cenaze evi işleri yüzünden olabilir, ölümle hemhal olmuşlar, öyle anlaşılıyor. Soğukkanlılıkla karşılıyorlar olanları. Ağlarken görmüyoruz hiçbirini, mutfak sohbetleri, anlamlı tebessümler ve suskunlukla geçiyor ölümün ertesi. Fiziksel teması olmayan bir aile bu, sarılıp öpüşmüyorlar, hatta dokunmuyorlar birbirlerine. Alison albümün sonunda babasıyla barışıyor; daha önce barışmak ya da küsmek gibi bir niyette değilmiş de sanki anlattıkça bu mesafeliliğini değiştirmiş duygusunu veriyor. Tüm kitap boyunca Fitzgerald, Proust, Camus ya da Joyce’a yönelik hatırı sayılır çoklukta göndermeler yapılıyor. Öyle ki özellikle kitabın sonuna doğru metnin bütününe nüfuz ederek handiyse o yazarlar ve o kitaplar bilinmeden bir şeylerin “eksik” kalacağı okura hissettiriliyor. Alison’un otobiyografik çizgi romanı, tam da bu noktada, narsistleşip yazarın günlüğüne dönüşüyor. Ve anlaşılıyor ki albümün yaratım sürecinin yazarı için sağaltıcı işlevi olmuş. Kitap arkasındaki notlara bakılırsa, Alison’un hikâyeyi anlatmasını engellemedikleri için annesine ve kardeşlerine teşekkür etmesi, anlatılanların aile içinde konuşulan bir mesele olduğunu da gösteriyor.

Son sözü çizgilere ayıracağım. Kötü hikâye ne kadar iyi çizilirse çizilsin kendisini okutmaz. Pek çok büyük çizerin okunmadığını, sayfalarının seyredildiğini düşünüyorum. Cenaze Evi-Şenlik Evi, olağanüstü bir çizgicinin elinden çıkmamış ama öyle ustalıkla anlatıyor ki hikâyesini, bunu fark etmiyoruz. Kendi adıma kendini unutturan çizerleri daha çok severim, aslolan hikâyedir. İyi hikâye zaten yaratıcısını unutturmayacaktır.

Birgün Kitap, 1.5.2010, Eşcinsel Kızdan Hesaplaşmalar adıyla yayınlanmıştır.

Cumartesi, Nisan 15, 2023

Çolak Sendromu

Ortaokul'da bir matematik hocamız vardı, yöneticilik de yapıyordu, yüksek şiddet eğilimi olan  habis ve hastalıklı biriydi, sahiden ağız burun dağıtarak öğrenci döverdi. Bugünden bakınca anlaşılmayabilir, çünkü öğretmen şiddeti geçmişle kıyaslanmayacak ölçüde "azaldı", oysa seksenli yıllarda zerre yadırganmıyor, hafifseniyor, hak veriliyor, meşru sayılıyordu,  defalarca öğrencileri evire çevire, kan kırmızı dövmesine şahit oldum. 

Sadece ben değil, mesela benden beş yaş küçükler veya on yaş büyükler de görmüşlerdir. Yaşları 11 ile 14 arasında değişen küçücük şuncacık çocuklarız. Karşımıza çıktığı her yerde bize tebelleş olacağını, birimizin illa ki dayak yiyeceğini bilirdik, neşemiz kaçar, dehşetle korkar, onu koridorda görünce yolumuzu değiştirir, göz göze gelmemeye çalışırdık. Birini sınıftan alıp, ders sırasında, koridorda, tuvalette, herkese duyurarak, bağırarak ve bağırtarak döverdi. Teneffüse çıktığımızda yerde kan damlaları görürdük. 

Bir gün, bir sınıf arkadaşımızı hepimizin gözü önünde kafasını kalorifere çarptırarak dövmüştü, bir iki kere de değil, gerçekten defalarca yapmıştı bunu, şimdi düşünüyorum da aklım almıyor, eğitimci olmaması gereken biri, kaç kuşağa dayak attı ve bildiğimiz kadarıyla tek bir soruşturma ve şikayet almadan emekli oldu. 

Adamı bu yaşımda hatırlamamın iki sebebi var,  ilki, "suç yoksa suçlu da yoktur" derler ya onu ispat eden bir şey.... Yaptıkları suç sayılmalıydı, meslekten atılmalı ve hapis cezası almalıydı, tek bir şey olmadı, akla dahi gelmedi. Çünkü, kimse adamın yaptıklarını suç olarak görmüyordu. Hep aklımda olan bir örnektir bu. İkincisi, adam emekli olduktan sonra, süt ürünleri satan bir dükkan açtı, taze ve uygun fiyatlı bir yerdi ama tutunamadı ve kısa sürede ticari olarak "battı". Mahallede, yaşıtlarımla sonradan bu meseleyi konuştuk, hiçbirimiz adamın dükkanına gidememiş, gitmek istememiştik, ortada alınmış bir karar yokken, birbirimizi bilmeden yapmıştık bunu. Adam sevilmediği, korkulduğu hatta nefret edildiği için dükkanını kapatmak zorunda kaldı, bana sorarsanız, o çocuklar, o yeniyetme ergenler kolektif bir biçimde intikam almış oldu. Birer birer dükkana gitmeyerek batırmıştık onu. Geçerken bakıyordum, sinek avlıyordu ve o esnaf çaresizliğini gördükçe hoşuma gidiyordu. Adam suçlarından dolayı cezasız kalmıştı ama biz onunla hesabımızı görmüştük. Herkes kaderini yazar mı demeli, sevilmemek kadar ağır bir ceza bilmiyorum. 

Yazının başlığı neden Çolak Sendromu derseniz, adamın soyadı Çolak'tı, soyadıyla konuşulurdu, ömrüm boyunca böyleleriyle yazarak uğraştım, uğraşmak isterim, bendeki karşılığı böyle bir sendrom...

Cuma, Nisan 14, 2023

Son Okuduklarım 69

Mahrem bir Portre, Rodin'in biyografik çizgi romanı. İlk bölümlerde senaryoyu çok kesitli-kesintili buldum, bir konuşma metni gibi, sanatçının hayatından bahsediliyor gibi düşünün, o havada bölük pörçük akıyor... Yani tahkiyesi ve karakterizasyonu iyi değildi, ilerledikçe, hatta ancak Camille ortaya çıkınca seyir değişti ve "etlendi"... Yine de genel olarak belgeselciliği, hikayenin önüne geçmiş bir iş, beğendim diyemem. Kanun Dışında, bizde pek yapılamayan, az bulunur türden bir çalışma. Malum, bu tür metinlerde bayık bir romantizm, parmak sallayan bir modernist ve öğretmen edası kendini fazlasıyla hissettirir. Epey bir araştırma yapılmış, iyi toparlanmış ve güzel anlatılmış. Aşağı yukarı yüz yirmi yıllık bir dönemden gazetelere düşmüş, sansasyon ölçüsünde konuşulmuş yerli suç hikayeleri derlenmiş. Beğenerek ve imrenerek okudum.

Meydan Okuyan Kadınlar'ı uzun zaman önce satın almıştım ama nedenini bilemiyorum, bir türlü elim gitmemiş, okuyamamıştım. İlginçmiş, albüm kısa kısa hikayelerden oluşuyor, biyografik bir temeli var ama kuru bir dilin ve enformatik bir vasatlığın çok ötesinde...Sahiden akıllı ve ironik bir tınısı var senaryoların, iddiasının karşılığını veriyor... Global popüler kültürün parçası olan çok bilinen isimleri de okuyoruz, yerel kalmış, yaşadığımız coğrafya ve siyaset kültürü içinde bize "irrelevant" gelen kadınlarla da tanışıyoruz. Dört beş sayfalık hikayeleri takip eden iki tam sayfalık ilüstrasyonlar ayrıca yeni ve farklı duruyor. Uzun yıllar önce Uygarlık Tarihi dersi vermiştim, şimdi olsa albümden bir iki bölümü öğrencilere okuturdum. Yazmak Üzerine, Raymond Carver'in yazarlık serüvenine, olgunlaşmasına ve keşiflerine dair denemelerden oluşuyor. Çeşitli zamanlarda yazılmış bir derleme olduğu için tekrarlar içeriyor, iç dökme ve hatıralar da var, belirginleştirmeden akıl fikir vermeler de... Carver'ın yazma iştahı oldum olası hoşuma gider, işin zanaat kısmını önemsemesi, tekrarlamaktan gocunmaması, emekçi olması, geçim sıkıntısıyla türlü işlerde çalışırken yazmayı sürdürmesi filan... Tatlı tatlı anlatıyor bunları, yazarlık öğretmenlerine olan sempatisi, onları anlatırken kurduğu koyu duruluğun lezzeti insanı çarpıyor...

Perşembe, Nisan 13, 2023

Eksantrik

İlgimi çekeceğini düşünerek bir arkadaşım göndermiş, anladığım kadarıyla bir tivitır hesabı, memlekette "kötü" üretilmiş, kitsch olan heykelleri ve mimari yapıları fotoğraf olarak paylaşıyormuş... İlgimi çekmedi diyemem de bu gördüğüm şey bana "yok artık" filan dedirtmedi, hatta hoşuma gitti desem yalan olmaz. 

Birisi, evinin bahçesine kendince bir şey yapmış, güzel veya değil, bence ilginç, yani vergilerimizle üretilen bir şey değil ki bu, adam kendi zevkine göre bir şey uydurmuş...  Kolektif bir estetik üslubu filan göstermek gibi bir niyeti ve iddiası yok ki... Tatlı bir eksantrik işte...
 
İtiraf edeyim, bu çeşmeyi üretenle sohbet etmek isterdim, beni yakından tanıyanlar bilir ki, karşılaşsaydım, bunu mutlaka yapardım zaten... Aşağıdaki fotoğrafı da bu sebeple paylaştım, çekimler sırasında yerli halktan-çevreden mutlaka izleyenler oluyor, toplaşıyorlar. Bir tanesi, kıyafeti ve tavırlarıyla hemen dikkatimi çekti, beyabiyle konuşmak üzere yanına yanaşırken fotoğrafımı çekmişler, bunu da ben paylaşayım, bakmayın muzip muzip gülümsediğime.