Türkçede bugüne değin yayınlanmış ayrıksı nitelikli beş on grafik roman varsa, ileride,
Cenaze Evi-Şenlik Evi (alt başlığı Bir Aile Trajikomedisi) rahatlıkla onların arasına dâhil edilecektir. Albümü okurken şaşırdığımı itiraf etmeliyim, doğrusu beklemiyordum. Dokunaklı dili, edebi göndermelerin sıklığı, fasılalarla makale havasına bürünen psikolojik tahlilleri nedeniyle söylemiyorum bunu. Grafik roman vurgusunu bu yüzden ve bilerek kullandım; albüm, Türkiye’deki anaakım çizgi roman algısının enikonu dışında bir içeriğe sahip. Şu bile hemen fikir verebilir, eşcinselliği mesele eden grafik bir romandan söz ediyorum.
Üniversitesi öğrencisi genç bir kadın, babasının beklenmedik ölümüyle geçmişine dönüyor, bu hatırlamalarla birlikte ailesiyle olan ilişkilerini öğreniyoruz daha en baştan. Otuz yıl önce yaşanan (albümün orijinali 2006 tarihli) bir travma dönemi hikayeleştirilmiş. Çizer (yazar) Alison Bechel, grafik roman sanatında sıklıkla yapıldığı gibi otobiyografik bir tutumla geçmişini anlatıyor bize. Bunun bir iç dökme olduğunu sonradan fark ediyoruz. Uzak Amerika taşrasında, dededen kalma Cenazeevi işlerini yarı zamanlı sürdüren, esas olarak Lisede edebiyat öğretmenliği yapan anne-babasını, kardeşlerini, kuzenlerini, büyükannesini, bakıcılarını, “gotik” bir estetikle (babasının delice tutkusuyla) revize edilen evlerini betimliyor. Sıkıcı bir atmosfere dâhil ediliyoruz böylelikle, sanki her şey seyrek, yeknesak ve küflü.
Anne Ben Bir Lezbiyenim
Sonra birden, hayır birden değil, o müze evden, ebeveyn baskısından kurtulduğu, üniversitede kendini bulduğu sıralarda elbette, Alison Bechel lezbiyen olduğunu kendine itiraf ediyor. Ailesine yazarak, kendi deyişiyle “mesafeli bir yolla, mektupla” açıklıyor durumunu. Bir şok, büyük bir infial beklerken babasının da gizli bir eşcinsel olduğunu öğreniyor annesinden. Daha da sonra babasının bir kamyon çarpması sonucu öldüğü haberini alıyor. Hikâye asıl yoğunlaşmasını bu sürpriz ifşaat ve ölümle gelişen dramatik eşikle artırıyor.
Alison’un ebeveynleri, taşra tekdüzeliğini kapılmamak için edebiyata ve sanata yoğunlaşan, sürekli okuyan birileri. Babanın geniş bir kütüphanesi var, Anne tiyatroyla bağını koparmamış, sahneye de hazırlanıyor vs. Babasının eşcinselliğini öğrenmesiyle birlikte Alison, geçmişteki kimi olayları yeniden hatırlıyor ve daha farklı anlamlandırmaya başlıyor yaşadıklarını. Bağlantılar kuruyor, kimi küçük muammaları aşikârlaştırıyor. Babasının sevdiği romanları, gizli hayatıyla birleştirerek yorumlamaya girişiyor. Eski fotoğraflar, mektuplar, günlükler, kitaplardan alıntılar sunuyor bize. Çocukluğuyla ilgili anılarına bakılırsa Alison babasını pek de sevmiyor; nobran, dediğim dedik ve tartışma götürmeyecek kadar kendiyle dolu bir baba resmi çiziyor bize. Sevilecek gibi değil doğrusu ama hınç da duymuyor: “Babamın kusurlarını saymayı iyi becersem de, ona öfke beslemekte zorlanıyorum. Bunu kısmen babamın ölmüş olmasından kaynaklandığını sanıyorum. Kısmen de çıtanın babalar için anneler için olduğundan daha düşük olmasından”
Sahici Bir Terapi
Kıstırılmış,
kendi olamamış, tercihlerini yaşayamamış bir eşcinseli, eşcinsel olan kızının tasvirleriyle okumak,
çarpıcı demek istemiyorum ama gerçekten ilginç. O keşifle babasına yakınlık duyan, onu daha çok seven veya bize de sempatiyle aktaran bir yazar olmamış Alison. Anlattığına göre baba çok açık etmiyor kendini, sadece bir kez, kısaca karşılıklı konuşuyorlar o kadar. Bir iç dökme, itiraf ya da kontrol dışına çıkan bir kriz olmuyor, albümü sahici kılan da bu. Otobiyografik olması, kimi hassasiyetleri belli ki gerektirmiş. Ya da sahiden öyle yaşanmış, Alison bize bunu inandırıyor.
Alison ve ailesi, cenaze evi işleri yüzünden olabilir, ölümle hemhal olmuşlar, öyle anlaşılıyor. Soğukkanlılıkla karşılıyorlar olanları. Ağlarken görmüyoruz hiçbirini, mutfak sohbetleri, anlamlı tebessümler ve suskunlukla geçiyor ölümün ertesi. Fiziksel teması olmayan bir aile bu, sarılıp öpüşmüyorlar, hatta dokunmuyorlar birbirlerine. Alison albümün sonunda babasıyla barışıyor; daha önce barışmak ya da küsmek gibi bir niyette değilmiş de sanki anlattıkça bu mesafeliliğini değiştirmiş duygusunu veriyor. Tüm kitap boyunca Fitzgerald, Proust, Camus ya da Joyce’a yönelik hatırı sayılır çoklukta göndermeler yapılıyor. Öyle ki özellikle kitabın sonuna doğru metnin bütününe nüfuz ederek handiyse o yazarlar ve o kitaplar bilinmeden bir şeylerin “eksik” kalacağı okura hissettiriliyor. Alison’un otobiyografik çizgi romanı, tam da bu noktada, narsistleşip yazarın günlüğüne dönüşüyor. Ve anlaşılıyor ki albümün yaratım sürecinin yazarı için sağaltıcı işlevi olmuş. Kitap arkasındaki notlara bakılırsa, Alison’un hikâyeyi anlatmasını engellemedikleri için annesine ve kardeşlerine teşekkür etmesi, anlatılanların aile içinde konuşulan bir mesele olduğunu da gösteriyor.
Son sözü çizgilere ayıracağım. Kötü hikâye ne kadar iyi çizilirse çizilsin kendisini okutmaz. Pek çok büyük çizerin okunmadığını, sayfalarının seyredildiğini düşünüyorum.
Cenaze Evi-Şenlik Evi, olağanüstü bir çizgicinin elinden çıkmamış ama öyle ustalıkla anlatıyor ki hikâyesini, bunu fark etmiyoruz. Kendi adıma kendini unutturan çizerleri daha çok severim, aslolan hikâyedir. İyi hikâye zaten yaratıcısını unutturmayacaktır.
Merhaba Levent Bey,
YanıtlaSilDün bu yazınızı Birgün Gazetesi’nin kitap ekinde okuyunca – bu arada Birgün Kitap Eki’nin diğer gazetelerin kitap eklerinden çok daha başarılı ve kapsamlı olduğunu düşünüyor ve her birini de özenle saklamaya çalışıyorum- umarım Levent Bey bu yazıyı blog’una ekler de ona oradan teşekkür edebilirim dedim.
Yazınız ile Cenaze Evi – Şenlik Evi Bir Aile Trajikomedisi grafik romanını ilk fırsatta alıp okumaya karar verdim. Konusu, grafik roman özelliği ve yazınız sayesinde kitabı epey merak ettim. Çok teşekkürler.
Süsler, püsküller, biblolar ile evinin istilasını sağlamış olan Gülda
Teşekkürler, beğenerek okuyacağınızı umuyorum...
YanıtlaSil