Pazar, Ekim 31, 2010

Canavarları Kim Besliyor?

Çocukluğumda dinlediğim bir masal beni uzun seneler korkutmuştu. Gerekçesini hatırlamıyorum ama bir Cazu, masal bu ya, haksızlıklar yapmış nemrut bir adama deyim yerindeyse kök söktürüyordu. Her geceyarısı, kargalar dahi uyurken, adamın kapısının önüne çer çöp süpürüyor, süpürgenin çıkardığı hışırtı ve kadının söylediği türkü bütün mahalleyi tir tir titretiyordu. Masalı ilk dinlediğim gece daha yoğun olmak üzere belki aylarca ürpertiyle sokağı dinlemiş, Cazu’nun süpürgesine benzettiğim seslerin uğultusuyla uyumamış, sızmıştım. Beni korkutan şey, Cazu’nun dış görünümü ve intikamcı tutumuydu, daha doğrusu uzun yıllar böyle olduğunu sandım. Aklımda kocakarı’yı evirip çeviriyor, tekinsiz halleri, seyrek saçları, tek tük dişleri, uzun tırnakları, çatlak sesi ve kamburunu tahayyül ediyor, yarattığım resim beni esir ederek kalbimi gümbürdetiyordu. Kötülük yaparsam Cazu çıkıverirdi karşıma. Sabahları okula giderken her kuytudan, her ışık düşmeyen karanlık zaviyeden zuhur edeceğini sanıyor, biteviye üşüyordum. Bir arkadaşım bütün sahipsiz köpeklerin Cazu’nun yoldaşları olduğunu söylediğinde süpürge hışırtılarının yanına köpek havlamaları da katıldı. Cazu’nun köpekleriCazu’nun köpekleri! Bugün, beni asıl titretenin bütün mahallenin Cazu’dan korkuyor olması olduğunu anlıyorum. Herkesin endişelenmesi, kapılarını kilitlemesi, arka odalara toplanması, kulaklarını tıkaması, gözyaşı dökmesi vs vs… Korku kolektifleştikçe büyür, konuşarak ya da susarak biçimsizleştirir insanlar onu…

Christopher Dell, Canavarlar, Garip Yaratıklar Kitabında gerçekten çarpıcı bir Japon halk oyunundan söz ediyor. Tipik bir gece hikâyesi anlatma ritüeli gibi görünüyor ama niyeti nedeniyle bambaşka bir şey bu… Samurayların bir cesaret sınaması olarak oynadığı oyun yüz mumun yakılmasıyla başlıyor. Konuklar sırayla bir hortlak hikâyesi anlatıyor ve her birinden sonra mum söndürülüyor. Son mum üflendiğinde hikâyelerde anlatılan hortlakların içeriye dalacağına inanılıyor. Öyle çarpıcı ki, insanın kendi yarattığı canavarların tutsağı olmasına ancak bu kadar güzel bir gönderme yapılabilir. Korku, her anlatılan hikâyeyle büyütülüyor ve hissiyat olarak gerçeğe dönüşüyor. Korkmak normalleştirilirken, Samurayların cesaret gösterisi gerçek dışı canavar olgusuyla sınanıyor. Etten kemikten bir şey değil karşılarındaki… Hikâyeleri de canavarları da gerçek sayan bir deneyim bu…

Aydınlanma sonrasının edebiyatı, canavar hikâyelerini deli saçması bulduğu gibi halkı korkutan canavar maskesinin ardına gizlenen insanları ve maddi menfaatleri ifşa eder. Ortaçağda okuma yazmanın yaygınlaşması ve birörnekleştirmesiyle koşut olarak cadı yargılamalarının arttığını biliyoruz. ‘Canavarlar cahil halkın uydurmasıdır’ iddiasının sahibi pozitivistlere yönelik cevabı canavarları edebiyata taşıyan türün yazarın verir. ‘Canavar diye bir şey yok’ diyen şehirli modernisti afallatan, aptal yerine koyan kurt adam ya da ne idüğü belirsiz bir yaratık çıkarıverirler ortaya. Bilim adamları kitaplardan gözlerini alamadıkları için gerçeği görememekte, hayatı ıskalamaktadır. Anti-entelektüelizm hikâyelerde başka türlü de zuhur eder. Bilim adamları öyle hırs ve kibir gösterirler ki Tanrı olmaya kalkışıp Frankenstein gibi hilkat garibeleri yaratırlar. Bilim, din ve Tanrı karşısında haddini –sınırlarını bilmezse, sonu mutlaka cehennemdir, ölümdür. Ekseriyetle hikâyeler, o çılgın bilim adamının ölümü ve bilgi birikiminin yanıp kül olmasıyla nihayetlenir.

‘Canavar hikâyeleri neden anlatılıyor?’ sorusunun kesin bir cevabı yok. Dell de cevaplamaya kalkışmıyor, sınırlı değiniler dışında asıl yaptığı görsel bir döküm sunmak. Görsellerden soruya ilişkin bir çıkarım, muğlâklığı azaltacak birkaç yorum yapılabilir. Naif ya da grotesk çizimlerden büyük ressamların çalışmalarına varıncaya kadar canavar görselliğinin ortak özelliği doğadaki canlılardan etkilenerek üretilmiş olmaları. Daha önemlisi hepsinin insansı karakter özellikler taşıması. Hikâyelerindeki saldırganlıkları, umulmadık bir anda duralamaları, âşık olmaları, yapılan iyiliği unutmamaları, utanmaları, acı çekmeleri bütünüyle insana özgüdür. Çünkü insanlar için tahayyül edilmişlerdir. Varlıkları ya da ölümleriyle normatif bir gramer inşa ederler, ihtiyaca cevap verirler.

Nasıl şeytanı olmayan din yoksa…kötülükle hesaplaşmayan vicdan da yoktur. Canavarlar, ilkel dinler döneminden ya da öncesinden kalan arkaik bir vicdanın sağaltım ekseninde serpilmişlerdir. Büyük dinlerin cinleri ve perileri arkaik dinlerin Tanrıları ve canavarlarıdır. Hepsi insanları korku ve ümitle yönlendiren ‘medium’lardır. Kitap, en çok, bu arkaik yönsemeyi belirginleştiriyor. Hoş bir görsel seçki de içeriyor… Eleştirilecek yanıysa ‘Doğu’ denildiğinde yalnızca Japonya’yı aklına getiren bir ‘Batılı’ zihniyetle kitaplaştırılmış olması.

Radikal Kitap, 30.10.2010

Cumartesi, Ekim 30, 2010

Afiş

Uzun zamandır gördüğüm en güzel afiş...Clark Kent'e ve ona ilham veren Harold Loyd'a sevgilerle diyelim

Çarşamba, Ekim 27, 2010

99

99, tipik bir anaakım Amerikan süper kahraman çizgi romanı. Karelendirme, diyaloglar, anlatım tercihleri, renkler, bir bütün olarak üslup bunu gösteriyor… Diğer yandan İslami etiketi bir kenara bırakılırsa konuşulacak bir çalışma değil. Haber değeri taşıyor, İngilizce dolayımıyla her yerde ismen biliniyor ama okunduğunu söylemek doğru olmaz. İyi pazarlandığı çok açık... Projenin fikir babası Kuveytli Naif Al-Mutawa iyi bir hatip, iyi İngilizce konuşuyor, popüler kültüre hâkim, esprili biri… Psikolog, akademisyen, aile babası ve “içimizden biri” kontenjanından Amerikalı Müslüman... Obama bile bir konuşmasında ondan söz etti ve projesini destekledi. 99’u Amerikan çizgi roman pazarına taşıyan şey satış başarısı değil bütünüyle PR… Biraz siyaset, biraz pedagoji, biraz Amerikan yardımı, çokça Kuveyt desteği ve “kahrolsun Taliban!” harareti diye özetleyebilirim 99’u…

[Berrin Karakaş, 99 ile ilgili haber-yazısı için görüşümü sormuştu, 26.10.2010, Radikal]

Seks, Yalanlar ve Videoteyp

Baltimore’de geçen ünlü Amerikan dizisi The Wire (2002-2008) ilk sezonunda oldukça farklı bir mafya ahvali gösteriyor bize. Buna göre mafya mensupları özel arabalarında, büro ve evlerinde işleriyle ilgili konuşmuyorlar. Sokağa çıkıyorlar, sürekli yürüyerek ve karşılıklı yön değiştirerek, ağızlarını aralıklarla kapatarak, bazen şifreli dil kullanarak konuşuyorlar. İzlendiklerini, dinlendiklerini biliyor ve ona göre yaşıyorlar. Kameralar gelmeden konuşmasına başlamayan, en çarpıcı demeçlerini canlı yayına geçildiği zamana saklayan siyasetçilerin tavrıyla kıyaslanabilecek bir takip edilme sendromu bu. Seksenli yılların pop ikonu Madonna’nın ahir zaman yıldızlardan farkının, hayatının her anını kameralar tarafından kaydedilecekmiş gibi yaşaması olduğu iddia ediliyordu. Biri Bizi Gözetliyor türünden reality şovların yaygınlık kazanmasının nedenlerinden birinin de başdöndürücü teknolojik gelişmeler olduğu söylenebilir. Hobsbawn’ın deyişiyle yirminci yüzyıl, sıradan insanların yüzyılıydı ve onların ürettiği, onlar için üretilen sanat bu yüzyıla hâkim olmuştu. Birbirleriyle bağlantılı iki araç, sıradan insanın dünyasını ilk kez bu kadar görünür ve belgelenebilir hale getirdi: röportaj ve kamera. Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla nihayetlenen Soğuk Savaş döneminin etkileri en çok ve bir kez daha gündelik yaşama sirayet eden teknoloji ile kendini gösterdi. Cep telefonları ve internet bu yeni dönemin simgeleri oldular. Cep telefonları sayesinde kolaylaşan ses ve görüntü kayıtları internet aracılığıyla global ölçekli olarak dolaşıma girdi. İnsanların mahremlerine ilişkin görüntüler büyük bir hızla yaygınlık kazandı. Bazen canını kurtarmak için ikiz kulelerden kendini atan 11 Eylül mağdurları, bazen trafik kazasında can veren kurbanın ölüm anı, bazen de zamanında rızaya dayalı olarak çekilmiş, ancak sonra karşı tarafı incitmek için silaha dönüşmüş cinsel ilişki görüntülerinden mürekkep mahrem anlar birer birer internete “düşüyor”du. Dikkat edilirse gündelik dilde “internete düşmekten” söz edilir oldu. Kontrolsüzlüğü, teşhirciliği, ahlaki zaafiyeti, kalitesizliği, herkes tarafından ulaşılabilir olmayı ifade ediyor bu deyim. Dolayısıyla, internet çağında, kendimize saklamak istediğimiz şeyi nereye kadar ve nasıl koruyabileceğimiz konusunda kaygı yaratacak, hatta paranoyaya dönüşecek kadar büyük bir belirsizlik var.

Türkiye’de internet, kabaca son on yıldır yaygınlık kazanmış durumda. Hemen tüm toplumlar gibi bizi de etkilediğini, ahlak, siyaset ve kültürü dönüştürdüğünü söylemeye dahi gerek yok. Cinsellik merkezli bir hayatı bir yandan normalleştirdiği, diğer yandan teşhir ettiği düşünülürse internet kullanıcıları için bir seks kasedinin dolaşıma girmesi ne yenidir ne de sürpriz. Buna göre Deniz Baykal-Nesrin Baytok ilişkisini içerdiği iddia edilen, sansürlenmiş ve/veya kurgulanmış görüntüler, tefrika vaadiyle internette yayınlanmaya başladığında kullanıcıların çoğu görüntüleri aramaya başlamış sonra da bu görüntüleri kim(ler)in vermiş olabileceğini sorgulamıştır. Aslında sayısız tuhaf ve grotesk haber ve görüntü arasında bir flaneur edasıyla dolaşıp, hayli sarkastik ve cool esprilerle hayatı yorumlayan genç kullanıcılar için Baykal’ın içine düşürüldüğü durum sahiden sıradan ve çabuk unutulacak, devamı gelmedikçe reytingini yitirecek bir vakıadır. “Bakalım neler olacaktır?”. Bu görüntülere dair internetteki yorumlara bakılırsa Ağca’yı dans yarışmasında jüri yapmak isteyen Fatih Aksoy, acaba “Ali Kırca ile Deniz Baykal’ı bir sohbet programında bir araya getirebilecek midir?” v.s.

Haksızlık etmeyelim, gazeteciler ve medyatik siyaset erbabı, Baykal’ın istifasını, emanetçinin kim olacağını, dış mihrakları, Kılıçdaroğlu’nu, Tayyip Erdoğan’ın ne dediğini, Fettullah Hoca’yı, halkın nabzını ve tabii ki “Bu AKP varken Baykal kalmalı”yı konuşacaktır ve konuşuyor da. İşbu yazı yazılırken ana haber bültenlerinde Baykal’ın evinin önünde çadır kuran, kameraları görünce sahiden ağlayan partililere yer veriliyordu: “Sayın Baykal’ın partiyi ve ülkeyi AKP’ye bırakmamasını” istiyorlardı. Deniz Gezmiş ile Baykal’ın portrelerini tişörtlerine bastırmış gençler “İnadına Baykal İnadına Sol” diye bağırıyorlardı. Suikast haberiyle gündemi değiştirmek, beklenmedik biçimde işin içine Fettullah Gülen’i katmak, hem soruşturulsun deyip hem ifade vermemek, CHP’yi kurtarmaktan söz etmek, dava adamlığına atıfta bulunmak, parti tabanı ne derse olur gibi klişeler kullanmak bu süreçte sıkça konuşulan haber ve yorumlardı. Kimisi ilginç çoğu yeknesak ve bildik-beklenen gelişmelerdi.

Siyasi bir tezgâhın içine itildiklerini, kamuoyunun bunu bilmesi gerektiğini, bütün CHP’lilerin birlik içinde hareket etmesini söylüyordu bir CHP ileri geleni. Başbakan ise “komplo diyorsun ama bir türlü ben yapmadım demiyorsun” veya “bu toplum eşine ihanet edeni mağdur saymaz” derken başka bir kamuoyuna sesleniyordu. CHP, videonun kendisini mevzu bahis etmediği gibi süregelen alışkanlıklarla polemiklerini devam ettiriyor, görünen o ki devam ettirecek. Benden yana olmayan AKP’lidir tavrını sürdürmeye çalışacak. Anlaşılıyor ki CHP de AKP gibi, ataerkil, tekeşli ahlakı savunan politik bir düzlemde yol alıyor. Cinsel özgürlüğü savunmak veya evlilik kurumunu sorgulamak gibi bir eğilim yok CHP’de de. Şaşırtıcı değil ama kurucu ötekisi saydığı partiyle aynı noktaya savruluyor bu tavrıyla da.

Kriz zamanlarında hukuk devleti, adalet ve demokrasi sözlerinin çokça sarfedildiğine şahit oluruz. Yeni iletişim teknolojileri aracılığıyla bir şeyler dökülüp saçıldığındaysa özel hayatın korunması ve mahremiyet gibi ilkelerden söz ediliyor çoğunlukla. Magazin dünyasının hem teşhir edip hem de ahlak bekçiliği yapan arsız gözü/sözünü andırıyor bu yaklaşım. Öyle ki parti muhabirleri, köşe yazarları ve magazinciler ortak bir paydada birbirlerine yakınlaşıveriyorlar. Önemli bir farkla: teşhir edilen eğer erkekse özel hayat vurgusu çoğalıveriyor ve meslek etiğini sahiplenmenin gururuyla beyan ediyor gazete yöneticileri: Bize gelse yayınlamazdık. Oysa biliyoruz ve görüyoruz ki, kadınları teşhir ederken aynı vakur eda, etik özen gösterilmiyor. Eski erkek arkadaşı tarafından tecavüze uğrayan Gamze Özçelik veya yakın zamanlarda hocasıyla ilişkiye giren bir öğrencinin videosu ve videodan alınan fotoğrafları kolaylıkla teşhir edilebiliyor. Ali Kırca veya Deniz Baykal söz konusu olduğundaysa etik ilkelerden hararetle söz edilebiliyor ve bazen görüntüler büyük bir komplonun parçası sayılabiliyor. Meslek etiği ya da özel hayatın mahremiyeti, mağdur eğer bir kadınsa vicdanları da rahatsız etmeyebiliyor. Haber değeri bütün bu değerlere galebe çalabiliyor.

Olayın bir de cinsel ayrımcılık boyutu var. Nesrin Baytok, ilk demecinde, en çok partisi ve kocası için üzüldüğünü söylerken geleneksel ahlakın ve eril kültürün ağzıyla konuşuyordu. İster duyguların ve/veya cinsel arzuların yönlendirmesiyle olsun, isterse ikbal beklentisiyle olsun, Baytok’un evlilik dışı bir ilişki yaşadığı iddia ediliyor ve bu iddia görüntülü olarak kanıtlanmaya çalışılıyor. İkbal beklentisiyle kurulan her türlü ilişki etik bakımdan sorgulanmalıdır. Böyle bir beklenti varsa ve bu beklenti, karşı cinsle kurulan ilişki neticesinde gerçekleşmişse asıl tartışılması gereken budur ve bu durumda da ilişkinin kendisi değil, neticesi teşhir edilmelidir.

Ama olay arzu edilmeyen biçimde gelişti ve var olduğu iddia edilen ilişkinin bizatihi teşhiri, sonucunda da tarafların lanetlenmeleri söz konusu oldu. Böyle bir durum karşısında Nesrin Baytok, geleneksel ahlakın ve eril söylemin kurallarıyla yargılanmayı yadırgamıyor. Onun yerine, partisi ve eşinin “namusu”na halel getirdiği için eksikleniyor. En zor sınavı eşinin verdiğini beyan ediyor. Neden? Çünkü biliyor ki, eşi CHP karşıtları başta olmak üzere, hemcinsleri ve halkın büyük çoğunluğu tarafından amiyane tabirlerle anılıp hor görülecektir. Hele ki “olay kadın”la evliliğini sürdürmeye kararlı olduğu anlaşıldıktan sonra. Nesrin Baytok’un eşi Can Baytok bu koşullar altında mağdur olmaya bile layık görülmeyip, “nesebi geniş” bir erkek olarak ayıplanacaktır. Üstelik, Nesrin Baytok’un “bağlantıları” sayesinde CHP’ye iş yapıp kazanç sağladığı söylentileri de yayılmış, ihanetin hesabını sormak bir yana, ondan çıkar sağlamış bir koca figürü olarak yaftalanmıştır. İşte bu ithamlarla karşı karşıya kalan bir erkek olarak Can Baytok’un mağduriyeti, Nesrin Baytok’a göre, kendisi dâhil, olayın taraf olan diğerlerine kıyasla daha incitici ve başa çıkılması zor bir sınava dönüşmüştür. Skandal olarak nitelenen olay ile bir kadın olarak özgürlüğünün, mahremiyetinin, kariyerinin ve saygınlığının elinden alınmaya çalışılması Nesrin Baytok’a neredeyse doğal görünmektedir. Erkekler arası bir mücadele, bir oyun alanı olan ve dili, kuralları, taktikleri, ödül ve cezaları yine erkeklerce belirlenen (istenildiğinde dönüştürülen) siyasetin içinde bir figüran olduğunu anlamak onu bir an bile şaşırmamış görünmektedir. O sebepten kendisinden önce, siyaset arenasının asıl yıldızı olarak Baykal ve ihanete uğramış olduğuna inanılan ve bununla baş etmeye çalışan eşini dert edinmektedir.

Özel alanın kamusal alandan itinayla uzak tutulması, özel alandaki eşitsizliklerin, şiddetin, ayrımcılığın da gözden uzak tutulmasına neden oluyor. Bunu biliyoruz. Bu ayrım özellikle muhafazakâr kesimin savunduğu bir ayrım... Ama siyasi mücadelede elini güçlendireceğini fark ettiği hallerde, her cinsten, her ideolojiden muhafazakârlığın özel olanı (bu örnekte görüntüler gerçek ya da fotomontaj olsun) kamusal alana taşımakta tereddüt etmeyeceğini bir kez daha görmüş olduk. Sorun mahrem olanın teşhiri değil bunun ne sebeple yapıldığı. Ve bun yapanların riyakâr ve fırsatçı olup olmadıkları.

Yazı daha önce Birikim'de yayınlanmıştı, Funda le birlikte yazmıştık, duyurmuştum, bu kez tamamını yayınlıyorum.

Başbakan'la Tom ve Jerry gibiyiz


“Erdoğan, bugün (8 Temmuz) Gündoğdu Meydanı’nda yapılacak İzmir mitinginde, kendisinin vahşi Batı’nın yalnız kovboyu Red Kit’e, muhalefet liderlerinin de Daltonlar çetesine benzetildiği karikatürlü afişle karşılanacak. Karikatürde CHP lideri Deniz Baykal ‘Joe’, MHP lideri Devlet Bahçeli ‘Jack’, DYP lideri Mehmet Ağar ‘William’ ve GP lideri Cem Uzan ‘Avarel’ olarak tasvir ediliyor”.

Daltonlar, Turgut Özal’ın sadece ‘Red Kit’ okuduğunu söylemesinden yıllar sonra yine siyasi polemiklerin göbeğinde. Red Kit ile Daltonlar’ın zihnimizdeki yerinden midir bilinmez, AKP’nin seçim kampanyası amaçladığı sesi getirdi. CHP’nin Erdoğan’a yanıtı, Red Kit’i kendine mal etmek oldu. 10 Temmuz’da gazetelerde ‘Bu da CHP’nin Red Kit ve Daltonları’ başlıklı haberle yayımlanan karikatürde ‘Red Kit’ Deniz Baykal, ‘Avarel’ Erdoğan, ‘Jack’ Cüneyd Zapsu, ‘Joe’ Kemal Unakıtan, ‘William’ ise Sami Ofer olarak resmedildi. DP Genel Başkanı Mehmet Ağar, klasik tepkiyi verdi; Erdoğan için “Gitsin Red Kit, Tommiks, Teksas okusun” dedi.

‘Tommiks, Teksas’ kolaycılığıyla çizgi romanları ve okurlarını küçümsemek siyasette de âdetten olsa bile, politikacıların meramlarını anlatmak için çizgi karakterlere başvurduğu hatırı sayılır miktarda örnek vermek mümkün. Örneğin bu seçimde Daltonlar polemiği söz konusu, 2004 yerel seçimlerinden ise Temel Reis’li CHP kampanyası hatırlarda. Elzie Crisler Segar’ın eseri ıspanak tüketici güçlü denizci Temel Reis, 2004 seçimleri için ‘Anadolu Delikanlısı Yağız Oğlan Deniz Kaptan’a dönüştürülmüştü. 15 bölümlük çizgi dizinin kötü adamları ise tabii ki Tayyip Erdoğan esinli Kabasakal kırması Karasakal ve Kemal Unakıtan’dan feyz alınmış Mısırakıtan’dı. Her ne kadar bu benzetmeler bilinçli olarak dile dökülmese de AKP çok geçmeden tepkisini dile getirdi.

Tabii çizgi karakterlerden medet umanlara karşı takınılan o bildik tavırla... AKP Grup Başkan Vekili Eyüp Fatsa, Baykal’a ‘çizgi filmlerle uğraşacağına’ tabanı için sosyal demokrat projeler geliştirmesini salık verdi. Tayyip Erdoğan, Karadenizliliğine vurgu yaparak asıl Temel Reis’in kendisine yakıştığını iddia etti: “Hiç Akdeniz’den Temel Reis çıkar mı?” Baykal ise kendisine Temel Reis ile Kabasakal’ın ortak ‘arzu nesnesi’ Safinaz’ı hatırlatan gazetecilere, “Safinaz’ın ne olduğu önemli. Safinaz demokrasi perisi midir? Milletin aydınlık geleceği uğrunda mücadele ettiği bir olgu mudur? Onu öyle görmek lazım. Bir Safinaz vardır, Safinaz’dan içeri” diyerek kampanyasındaki ısrarını belli etti.

Tommiks koleksiyoner kahramanı

Zaten Tayyip Erdoğan onu farklı formlarda çizen karikatüristleri dava ededursun, siyasi rakipleri onunla atışırken sık sık çizgi karakterlerden medet umuyor. Erkan Mumcu’nun Erdoğan’la aralarındaki dinamiği Tom ve Jerry örneğiyle açıklaması, siyasetin ilginç çizgi karakter göndermelerinden. “Başbakan’ın 10 hakaretinden birine cevap verdim. Tom ve Jerry gibiyiz. Tom, Jerry’ye olmadık kötülüğü yapar, ev sahibi gelince birden uslu kediye dönüşür.”

Yani çizgi karakterler ve politika arasındaki ilişki, sayfalardan, ekrandan taştı, tersi bir seyir de izlemeye başladı. Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde öğretim görevlisi ve çizgi roman bilirkişisi Levent Cantek, politikacılardaki çizgi roman tutkusunun gelip geçici bir heves olduğu görüşünde: “Mesela Red Kit’i herkes tanıyor mu, ulusal bir kampanyada bu ne kadar etkili olur bilmiyorum. Bunlar orta sınıfı etkilemek adına yapılan şeyler. Çizgi roman, şehir kültürünün bir parçasıdır. Bu adlandırmalarda günlük bir polemik var. Yani yarın unutulur. Bir de haber oluyor mesela. Konuşulur kılmak anlamında kampanyanın bir parçası. Ama ben genele gideceğini pek zannetmiyorum.”

Politik arenada yerli çizgi romanlara atıfların kalıcılık konusunda daha büyük bir şansı var gibi. Örnek yine Cantek’in verdiği Bülent Ecevit-Karaoğlan benzetmesi. Gerçi Bülent Ecevit’in lakabının, maceraları Suat Yalaz tarafından çizilen Uygur savaşçısıyla bir alakası yok. Ama diğer cephede tam bir sahiplenme söz konusu. Hatta Cantek, Yalaz’ın bir basın toplantısıyla Ecevit’i Karaoğlan’lıktan azlettiğini söylediğini bile aktarıyor. Cantek, araştırmalarında böyle bir basın toplantısının izine rastlamasa da bu iddia, sahiplenmenin boyutlarını gösteriyor. Haliyle çizgi roman sayfalarında politikaya, seçim arenalarında çizgi romanlara olduğundan daha fazla rastlanıyor (Cantek’in 1970’lerdeki tavrından giderek uzaklaşıp daha ulusalcı bir tavra büründüğünü söylediği ‘Abdülcanbaz’ ilk akla gelen örneklerden).

Son zamanlarda Daltonlar, Temel Reis, miting meydanlarından eksik olmasa da siyasetten çizgi romana yapılan göndermeler görece az. Bu da muhtemelen çizgi romana takınılan küçümseyici tavırla bağlantılı. Mehmet Ağar’ın “Gitsin Teksas, Tommiks okusun” diye eleştirdiği Başbakan’ın, kaçak Kuran kursları ile ilgili soruya kendi verdiği yanıt da pek farklı değildi: “Tommiks, Teksas okumaya kimse mani olmuyor. Kendi kitabını (Kuran) öğrenmesine niye mani oluyoruz?”

Yalnız Cantek’in, çizgi romanı Teksas, Tommiks örneği vererek küçümseyenlere bir hatırlatması var. İtalyan EsseGesse ekibinin 1950’lerde başlattığı bu iki western serisi, artık çocukların değil, 30 yaşın üstündeki koleksiyonerlerin raflarında. Çizgi romanın çocuklara göre olduğuna dair fikir, kafalara bu iki kahramanla nakşolduğundan, karşıdakinin bilgisizliği de hep onlara atıf yapılarak yüzlerine vurulmaya çalışılmış. Ne var ki Cantek, ‘Gitsin Teksas, Tommiks okusun’ ve benzeri atışmaları, şovenizmin, milliyetçiliğin yükseldiği, savaş çığırtkanlığının arttığı bu dönemde ‘kötünün iyisi’ olarak adlandırıyor.

Troçkist Avni

Tabii çizgi romanları kültürsüzlük göstergesi veya seçim malzemesi olarak kullanmayan siyasi oluşumlar da mevcut. İlk akla gelen örnek, her yönüyle üstünde durulası: Mayıs 2005’te Fransa’daki referandumda Avrupa Anayasası’na hayır oyunun çıkması, ‘Avanak Avni’ baskılı tişörtler giyen gençlerce kutlanınca Ferai Tınç da bu kahramanın Avrupa sivil siyasetindeki sıradışı yolculuğunu takibe almış. 12 Eylül sonrası Brüksel’e yerleşen Yiğit Bener’in, çalıştığı siyasi La Gauche gazetesine ‘renk katmak’ için kullandığı Avni sosyalistlerce, Dördüncü Enternasyonel’in gençlik kollarınca sahiplenilmiş. Bener’in Tınç’a aktardığına göre sonrası tam bir Avni çılgınlığı. Oğuz Aral’ın saf kahramanı rozet, flama ve pankartlarla yürüyüş alanlarına taşınmış. Meksikalı Troçkist grup PRT’nin dergisinin kapağına kadar çıkmış.

Yurtdışı sivil toplum örgütlerinden, siyasi oluşumlardan çizgi romanlara talep epey üst düzeyde. İtalya’da ‘Teks’i politik olarak kullanan örgütler, Güney Amerika’da ‘Tenten’in balonlarını değiştirerek seçim zamanlarında propaganda yapan oluşumlar, çizgi roman karşıtı Franco’ya karşı İspanya’da yeraltına inen ve haliyle politikleşen çizgi romanlar, Cantek sayesinde haberdar olduğumuz örneklerden birkaçı. Türkiye’ye gelindiğinde ise akla gelen en esaslı örnek Bergama’da siyanürlü altına pijamalı yürüyüşlerle yıllarca karşı koyan ve bu vesileyle ‘Hopdediks’ lakabını alan Bayram Kuzu ve ‘Asteriks’ Oktay Konyar. 2001’de yaşamını yitiren Bayram Kuzu’nun ölüm haberlerinde isminin önüne hep ‘Hopdediks’ lakabının getirilmesi, Bergama’daki sivil toplum hareketinin asi Galyalılarla nasıl özdeşleştirildiğinin kanıtı.

Son Daltonlar polemiğinde böyle bir özdeşleşmeden söz etmek zor. Red Kit de Daltonlar da rakibe dokundurma stratejisinden fazlası değil. Ama bu hafif dokundurmalar bile, sert havayı yumuşattığına göre Red Kit ile şürekasının ya da diğer çizgi roman kahramanlarının üzerimizdeki etkisinin boyutlarını biraz ortaya çıkarıyor.

[Erman Ata Uncu, 21.7.2007, Radikal Cumartesi]

Çarşamba, Ekim 20, 2010

Là où vont nos pères


Güzel bir albümden, Shaun Tan'ın 2008 yılında Angoulême'de en iyi çizgi roman albümü seçilen çalışmasından söz edeceğim. Tan, 1974 doğumlu Avustralyalı bir sanatçı. Çocuk kitapları resimleyerek başlamış mesleğe. Là où vont nos pères, yazı kullanmadan oluşturulmuş sürrealist bir çizgi roman. Okurken-bakarken ve anlamaya çalışırken, René Magritte çalışmalarına bakıyor gibi hissettim önce. Sonra hardcore bilim kurgu hikâyelerini betimleyen ilüstrasyonlar vardır ya, onları da hatırlıyorsunuz. Shaun Tan, bize bunu duyumsatıyor. Hikâye, Terry Gilliam'ın Brazil filmini de çağrışıtırıyor. Çizer olarak, etkilenmeler faslında, çizgi romancı Raymond Briggs de sayılabilir ayrıca, saygılı ve ölçülü göndermeler var. Oysa derinlikli düşününce çok özgün bir iş olduğunu, bütün bu çağrışımların çalışmanın asıl gücünü yansıttığını anlıyorsunuz. Çağrıştıran ama benzemeyen bir şey bu. Yeni keşfetmemden olabilir, heyecanla yazıyorum, Shaun Tan, açık ara yeni bir ses çizgi roman için.

Cumartesi, Ekim 16, 2010

Znortt!

Tanino Liberatore, 1953 doğumlu bir İtalyan çizer. Adıyla birlikte anılan bir unvanı var, ona çizgi romanın Michelangelo’su diyorlar. 2004 yılında hazırladığı son çalışması Lucy için Liberatore’nin Sistine Şapeli denmesi de bu yüzden. Ülkesindeki çizgi roman anlayışıyla uzak yakın ilgisi yok. 1982 yılından beri Fransa’da yaşıyor. Eski komedyen, oyuncu-yazar-yönetmen Alain Chabat ile çalışıyor uzun süredir. Türkiye’de bilinen Asterix and Obelix: Mission Cleopatra ve RRRrrr!!! gibi Chabat filmlerinde Liberatore imzaları var. Ranxerox, Liberatore’ye uluslararası şöhret kazandıran bir çizgi roman. Fransa’ya gittiğinde L'Écho des Savanes, Tranfert, Métal Hurlant, À Suivre gibi dergilerde illüstrasyonları yayınlanıyordu ama daima Ranxerox ile hatırlanıyordu. Amerika’da Corben tarafından takdim edilmişti; Seksenli yılların ilk yarısında gerek içeriği gerekse ağır işçilik isteyen renkleme biçimiyle Ranxerox (ve Liberatore) Heavy Metal okurları arasında çok konuşuldu. Ranxerox’un yaratıcısı-sonradan senaristi olan arkadaşı Tamburini ölünce çizgi romandan bir süre uzaklaştı. 1993 yılında çizgi roman dünyası için bir sürpriz yaparak Ranxerox karakterinin üçüncü (ya da son) hikâyesini çizdi, senaryo Jean-Luc Fromental’a aitti.

Ranxerox, 1997 yılında GazetePazar’da sansürlenerek de olsa yayınlandı. Ranxerox’un bu denli ilgi çekmesinin nedeni aşırı-şiddet içeren, obsesif ve sapkın karakterlerle dolu bir dünyada geçmesi. Liberatore’nin gerçekçi çizgileri de soğuk, mesafeli, hatta kimi zaman itici özellikler içeriyor; bu üslup yakın gelecekte geçen kara-hikâyeyi ister istemez tamamlıyor. Ranxerox, bir android olarak tanımlanabilir, yakın gelecekte yaşayan bir Frankestein olduğu söylenmişti. “Punk Frankenstein” demek daha doğru olur. Sahibi-sevgilisi olan genç Lubna ile iyi bir “Beauty and the Beast” ikilisi oldukları da söylenebilir. Ranxerox’un punk ve futuristik karanlığı, hikâyeleri seksenli yılların sonunu tasvir ederek anlatılmış olsa da “yaşıyor”, ars longa, vita brevis.

Meraklısı için: Znortt! Ranx’ın kullandığı bir nidadır.

Çarşamba, Ekim 13, 2010

Kararlar

Cengiz Üstün-Bülent Üstün
link

Pazartesi, Ekim 11, 2010

Cumartesi, Ekim 09, 2010

Yeryüzü

Cennet de Cehennem de burada...Yeryüzünde!

Mor Menekşeler

Hacettepe Üniversitesi İletişim Fakültesinden Özgür Orakçı & Egemen Adak imzalı bir Hacettepe belgeseli çıktı. Kabadayıları ve futbol takımıyla ünlü olan, istimlak edildiği için bugün üzerinde Hacettepe Hastahanesinin olduğu mahallenin hikayesi anlatılıyor...Mor Menekşeler adı, futbol takımının mor beyaz forma renginden geliyor...Anlatıldığına göre mahalle çevresinde çok menekşe varmış, renkler de oradan ilhamla seçilmiş...Aileden Hacettepeli olduğum için bu hikayelerle büyüdüm. Bir parça uzun olmuş ama kurgusu başarılı bir belgesel...Hacettepe mahallesini bilmeyenler, garanti veriyorum, ilginç bir belgesel seyrederler. Arayıp bulmak seyretmek lazım diyorum, çekiliyorum....

Pazartesi, Ekim 04, 2010

Kemküm Konferansı

Kel Hasan, Kavuklu Abdi, Hamdi sonra Naşit sonra Vahi... Kekeme bir hatibin kemküm konferansı, bir fıkra haydudunun kısa muştalı yumrukları. Eskiden nelere gülerdik defterleri... Sararmış sayfalarda tüfeyli temayüllerin hicvi, taassubun gırgırı, eski mahallenin pilav üstü kurusu. Kafiyesi mizahın!

Fotoğraf İsmail Dümbüllü...

Seyrüsefer Defteri 3

+ Arthur Penn ölmüş, gelmiş geçmiş yönetmenlerin en iyisiydi (29 Eylül). + Zeki Müren’le ilgili bir film yapılıyormuş, Ediz Hun oynayacakmış Müren’i…hani olur da bu da mı olur dedirtiyor insana… (28 Eylül) + Shaun The Sheep'i seyretmeyen var mı? Şimdi de Party Animals isimli bir filmi çıkmış. Harika bir Aardman çalışması... Keşfetmek için! (27 Eylül). + Machete, yetmişli yılların ucuz aksiyonlarını andırır biçimde estetize edilmiş. Chuck Norris ile C.Bronson arası bir kahraman, siyasetçi ve mafyözi klişeleri. Amazon kadınların erotizmi ve çeşitli şiddet sahneleri... İlgi çekici bir oyuncu kadrosu var, senaryo yok, mantık yok... R.Rodrigez zaten böyle bir film yapmak istiyor (26 Eylül). + Tuna ile Thinkerbell'e gittik. Parmak kız, küçük peri imgesini Disney dünyası çok sever. Bell, Peter Pan'ın arkadaşı olarak ünlenmiştir aslına bakılırsa... Hafif kıskançtır, sinirlenince kıpkırmızı olur vs... Burada thinker vurgusuna eğilmişler, perimiz hayatı kolaylaştıran küçük icatlar yapıyor. Film, Baba-kız seyirciler için tasarlanmış, iki obur olarak yine de seyrettik (25 Eylül). + Dark House adlı bir Polonya filmi seyrettim. Bir kara film. İlginç, bir ara dağılıyor ama temposu güçlü. Kimi zaman tiyatro oyunu izlenimi veriyor, bu bakımdan da ilginç. (23 Eylül). + Malik Aksel'in Anadolu Halk Resimleri kitabını okuyorum, güzel hazırlanmış bir kitap. Eş zamanlı olarak Moliere'den yapılan iki albümlük Tartuffe uyarlamasını da okuyorum (22 Eylül) + The Lost Skeleton Returns Again (2009) filmini seyrettim. Orta yaşlı oyuncuların oynadığı bir tür komedisi... Vasat altı... (21 Eylül). + Joann Sfar'ın Gainsbourg filmini seyrettim. Sfar, yakın dönemin ilginç çizgi romancılarından. Bizde iki albümü yayınlandı. Film, Fellini havasında... Fransız filmi gibi durmuyor. Gösterişli sahneleri var. (20 Eylül). + BBC yeni bir Sherlock Holmes dizisi yapmış, ilk bölümü beğendim. Günümüzde geçiyor, Holmes ve Watson iyi seçilmiş...İyi oyunculuk var... (19 Eylül). + Betül Gönüllü'nün Araba Sevdası'ndan yaptığı çizgi roman uyarlamasını aldım. Hakkında bir şeyler yazacağım, her çalışmasını görmediğim bir çizerdi, pek çok bölümü başarılı (17 Eylül). + Iron Man 2'yi seyrettim. Rourke etkileyici bir kötü değil, uyuşturucu ve botoks arasında salınıyor. Sanki senaryo onun yapıp edebileceklerine göre yeniden şekillendirilmiş (16 Eylül) + The Flesh and Blood Show (1972) nostaljik bir korku filmi diyelim. Yetmişli yılların estetiği için seyrettim, türe meraklı olmayan için tam bir vakit kaybı (14 Eylül). +Yüksel Akkaya'nın Cumhuriyet'in Hamalları: İşçiler kitabını okuyorum. Yüksel'in çeşitli yerlerde yayınlanmış emek tarihi yazılarından oluşuyor kitap (13 Eylül) + Splice adlı bir BK seyrettim. Fly (1986) ve Species (1995) filmlerini hatırlatıyor. Adrien Brody'iyi severim, yer yer hoş sahneler var ama vasatın altında. Yeni değil herşeyden önce, tipik bir muhafazakârlık taşıyor (12 Eylül). + Çok Film Hareketler Bunlar'ı seyrettim. Güzel skeçler var. Yönetmeni beğendim, cin gibi sahneler kurmuş. Bir sonraki filimini merakla bekleyeceğim (11 Eylül). + Tuna ile Çılgın Hırsız animasyonuna gittik. Seslendirme başarılıydı. Filmi zayıflatan gereksiz bir karakter çokluğu var (10 Eylül) . + Oh Yes hakkında bir yazı yazdım (8 Eylül). + Zeynep Ergun'un Kardeşimin Bekçisi kitabını evirip çevirip okuyorum. Ne güzel kitapmış, sakin sakin ne tatlı yazılmış, çıktığında nasıl kaçırmışım (7 Eylül). + Hüseyin Rahmi'nin Gulyabani romanı Oğuz Demir imzasıyla çizgi romana uyarlanmış, kritize eden bir yazıyı Birgün Kitap'a gönderdim (6 Eylül). + U2 köprüden geçerken metrobüsteydim. İftar gerginliğine, trafikte beklemek de katılınca otobüstekiler öfkeyle küfrettiler adama. El işaretleri, cama vurmalar, bağırmalar... Bir İstanbul seyahatime matrak bir anı kaldı (5 Eylül). + Eyvah Eyvah'ı seyrettim, iyi oyunculuklar var, küçük hikâye, neşeli film (4 Eylül) + One Piece Movie-Strong World adlı bir anime seyrettim, mainstream animasyon ve team trüklerinim tamamı kullanılmış (3 Eylül). + Ridley Scott'ın Robin Hood'unu seyrettim. Russel Crowe sevdiğim bir oyuncudur. Tenderness filmini seyretmediyseniz kaçırmayın, bütünlüklü olarak iyi bir film. Robin Hood'ta Cate Blanchett daha başarılı bir performans gösteriyor. Film, asıl olarak bildiğimiz Robin Hood öncesini anlatıyor, Fransızların Biritanya'ya saldırısı, Normandiya çıkarmasını andırıyor, bana kalırsa filmin değerini epeyce düşürmüş. Çocukların midillilerle saldırıya katılması epeyce naif olmuş. Robin Hood seyretmediğinizi düşünüyorsunuz, teknik olarak çok iyi tasarlanmış bölümler var (2 Eylül).

Cuma, Ekim 01, 2010

Arthur Penn

Hayatımı etkileyen büyük filmlerin yönetmeniydi. Yıllardır film çekmiyordu ama benim için hiç bir şey değişmedi, gelmiş geçmiş en büyük yönetmendi. Ne söylesem bir eksik...