Perşembe, Nisan 30, 2020

Arkaşlar ve Delihanlular (2)



Kenar mahallede büyümüş bir çocuk olarak delikanlılığın hep içindeydim. Kavga etmek, fedakârlık yapmak, meydan okumak, racon kesmek, birbirine destek olmak bu ruhun payandalarıydı. Kan kardeşim, bacım dediklerim, güzel küfreden, aklı başında demlenen arkadaşlarım vardı. Birbirimizin gururunu okşuyor, aşktan anlıyor, doğrulardan konuşuyor, kadınlarla aramıza mesafe koyar gibi yapıyorduk. Cinsel açlık, parasızlık, başarısızlık, baskıcı ebeveynler hep vardı, içimize üstümüze sinmişlerdi, ne yapıyorduk, onların yerine arkadaşlığımızı koyuyorduk. Ben bu safhayı hayata karışmadan önceki son istasyon gibi gördüm hep. Güçsüzlüğe, hamlığa, yokluğa arkadaşlıkla katlanırsın, ailenden ve hayattan kaçar, birbirine sığınırsın. Yaş ilerleyip, devreye para kazanmak, evlenmek, günü kurtarmak girince o sığınaktan çıkıp farklı yollara dağılırsın. Trafiğin yoğun olduğu yollarda geri dönüş yasaktır!

Orta Anadolu’da, “Akrabaya akrab (akrep) gerek,” derler, hey güzel Allah’ım kurtar bizi şunlardan tadında matrak bir iğnelemesi vardır, hoşuma gider. Ulus (Baker) öldüğünde bir akrabası, “Siz arkadaşısınız, onun adına daha doğru karar verirsiniz. İnsan akrabasını seçemez ama arkadaşını seçer,” demişti ve bunu duyduğumda çok etkilenmiştim. İnsan arkadaşını seçer, olmuyorsa da bırakır gider, oysa amcalar, teyzeler, dayılar, yengeler, hatta kardeşler, anneler, babalar öyle değildir. Islandıkça ağırlaşan paçavra misali dibi buldurabilirler. Büyük ailedirler. Ben ergenken, bizim evde ne zaman toplanılsa, babamın hâkimi ve savcısı olduğu, çocuklarını kifayetsizlikle suçladığı bir akraba mahkemesi kurulurdu, annem şahit olurdu, mütemadiyen hırpalanırdık. Tembeldik, sorumsuzduk, başkalarının çocukları neler neler yapıyordu da biz içler acısıydık, utandırıyorduk, olamıyorduk vs. Arkadaşlar o zamanlar iyi gelirdi bana. Kaçardım. Ucundan kıyısından kendim olabileceğim, fikrimi söyleyebileceğim, salak yerine konmayacağım, eşitler arasında iç dökerek, paylaşarak, yakınlık kurarak, tanıyarak, akıl vererek, akıl alarak nefes aldığım bir yere kaçardım. O sancılı ergenlik kaosunda arkadaşlarım, bana ailemden iyi gelirdi, bir şeylerin bana iyi gelmesine ihtiyacım vardı, büyüyordum, büyümek kolay değildi.

Bugün, çevremdeki orta sınıf ve eğitimli anne-babaların, çocuklarının arkadaşı olmamasından korktuklarını duyuyorum. Otomobillerin park yeri sorunu kadar mühim tek çocuk sıkıntıları… Sadece iyi vakit geçirmek için gerekli olan bir arkadaştan söz etmiyorlar, yetişemediklerinin farkındalar, geçmiş deneyimlerini hatırlıyorlar, arkadaşların bir şeyleri, en çok ruhları tamamladığının farkındalar… Annem, pek çok anne gibi, arkadaş dediğimde, “Kim o arkadaş?” derdi, endişeyle, endişesini gizleyen bir sinirle… Arkadaş dediğin insanı ne yollara düşürürdü. Çocukları kaçıran çingeneler gibi, kötü yola düşüren arkadaşlar var bizim kolektif hafızamızda…

Bir insanın kişiliğinde, huylarında, eğitiminde aile ve okul kadar arkadaşlarının payı vardır. Şöyle düşünün, kişiliğinizde yüzde olarak ailenizin payı nedir ve bunda arkadaşlıklar neden hiç hesap edilmez? Arkadaşlıklar öğrenmenin bir parçası değil midir? Akla dahi gelmiyorlar. Gelse bir bakanlık, bir müdürlük açılırdı…

Çarşamba, Nisan 29, 2020

Sahilde


Fotoğraf, yüksek ihtimal, altmışlı yıllardan... İlk bakışta plaj havası gibi görünüyor ama değil... kadının üzerindeki mayodan çok bir sahne kostümü gibi duruyor... arabalarına dayanarak poz veren bir aile, bir baba-kız gibi değiller o yüzden...

Fotoğrafa bakarken her zaman olduğu gibi uyduruyorum... Beni resimde ilk çarpan, ikili arasındaki mesafe oldu...ne tam yakın ne tam uzaklar, saygılı bir hiyerarşi var, sanki turup ya da kumpanya çalışanları da... amca bana işletme müdürü gibi geldi... Güvenilen, müşfik biri... Yani çalışanlarla patron arasında kalan biri...Kızımız, "Bilmemne Abi'ye" güveniyor sanki..Rahatlığı biraz ondan belki de biraz da yaşından...Orhan Kemal olsa "zarar gelmeyeceğinden" derdi...

Amcamız, Bilmemne Abimiz kaç yaşında, 55 üzeri gibi duruyor.Yaz sıcağında ceketini çıkartmış, yine de beyaz gömlekli-kravatlı... Sağ elindeki yüzük parmağında bir yüzük var gibi... uzatmalı bir nişanlılık mı...Yoksa erkek müşterilerinin hoyratlığından kurtarmak için oynanan bir oyun mu? Yoksaa bir şövalye yüzük mü...

Kadın, sanki otuzunu geçmiş...duruşuna bakılırsa işinde yeni değil, boylu, endamlı bir artist...Evlenmiş, ayrılmış, yeni hayatına kendi ayakları üzerinde durabilmek için başka türlü başlamış... Erkekleri "sağmayı" öğrenmiş, güzelliğini bir maharete dönüştürmüş... Sarhoş avutuyor, yoluyor, şuh kahkahalar atıyor...Bir ev alacak kadar parası olsa bırakacak bu işleri...

İstanbul plakalı araba Anadolu turneleri için münasip...İstanbul'dan gelen müstesna bir heyecan olarak şehir şehir dolaşacaklar...

Devletimiz her yere asfalt döşemiş, kış bastırmadan geze geze para kazanmak lazım...

Salı, Nisan 28, 2020

Arkaşlar ve Delihanlular



Ortaokulda, yakın arkadaşımın kız kardeşinin beni sevdiğini öğrenmiştim. En küçük kardeşleri bana “Lan,” demişti, “bu seni seviyor.” Hoşuma gitmişti ama arkadaşlık yasalarını ihlale götürecek bir çıkmaza düşürüyordu beni. Koyu bir şey hissediyordum, uykum kaçacak kadar dertlendim hatta, en nihayetinde arkadaşıma giderek kimselere duyurmadan usul usul durumu anlattım. “Böyleyken böyle, birinden duyarsın yanlış olur, şu bu…” “Yok yani öyle bir şey, aklına fenalık gelmesin,” vs. Babamdan aldığım derslerin hakkını vermeseydim eksik kalacaktım, arkadaşına ihanet eden, utanmaz arlanmaz biri olacaktım. Şimdi gülüyorum, halbuki nedir, bir şey duymuşsun, varsa nereye varacaktı bu seni seviyor ihbarı… Sınamak istiyorsun kendini, delikanlılık bu kadar konuşulunca ispat edeyim istiyorsun…

O yaşlarda insan anlamıyor, cennetin yedi ismi gibi, hayat dersleri de üç başlıkta toplanırdı. Abiler, dayılar, babalar, kirveler, babayarısılar tek tek sıralayarak küçüklerin ruhlarına üflerlerdi. Tek taraflı değil tabii, sen de bunları yana yakıla duymak istiyorsun! “Bak oğlum, içki masasına herkesle oturmayacaksın, içmesini bilmeyenden kendini sakınacaksın.” “Bak koçum, arkadaşını iyi seçeceksin, gerektiğinde karını ona emanet edeceksin.” “Para için seni satan insan türünden uzak duracaksın.” “Eline, beline, diline hakim olacaksın, bunlardan uzak duramayan dostun, sevdiğin, yakının olamaz.” Bu kafiyeli kestirimlerin erkeklik dediğimiz tahayyülü belirlediğini, ahlâkla, delikanlılıkla, samimiyetle filan ambalajlandığını iyi kötü kafası çalışan, belli bir yaşa gelen veya mağduru olan herkes anlar. Bu pozcu ruh, hayatın her alanında, namus kodlarını, “adam gibi adam” olmayı öğretiyor, önemsetiyor, yaygınlaştırıyor.

Bugün geriye dönüp baktığımda öğrendiklerimden ve yaşadıklarımdan dolayı kahırlanıyor değilim, yanlış öğretilmiş şeylerin baskısını başka türden bir farkındalıkla ayırt edebiliyorum, bunun insana iyi gelen, iç dökücü bir yanı da var. Üstelik delikanlılık ile arkadaşlığın başka vagonlar olduğunu, o meydan okuyucu ve baskılayıcı delikanlılığın karşısında arkadaşlığın bir sığınak olabileceğini de biliyorum. Sadece delikanlılığın değil elbet, ailenin de… Delikanlılığın, aile kutsiyetinden feyzaldığını, onun hiyerarşisini modellediğini, genç erkekleri baba olmaya hazırladığını görmemek mümkün değil.


Bu meseleyle ilgili yazmaya devam edeceğim...

Pazartesi, Nisan 27, 2020

Acar Film


Fotoğraf, altmışlı yıllardan, Acar Film'in sahibi prodüktör Murat Köseoğlu'na ait... Köseoğlu, o yılların kıdemli yapımcılarından... yüzyıl başında doğmuş, çok film çıkarmış biri.. Fotoğrafta nerdeyse 60 yaşında... Sanırım Yeşilçam'da o yıllarda onun tecrübesinde olan bir ya da iki yapımcı ancak vardır...

Fonda Ya Ben Ya O (1961) filminin iki ayrı afişi var... Beyfendi, bana kalırsa, tasarlanmış bir poz vermiş... Özellikle erkekler -o yıllarda- sigarayı duruşlarının bir parçası olarak gördükleri için fotoğraf çekimlerinde birer tane yakarlardı... Sigarası tüterken ve kendini çalışırken hatırlansın istemiş olmalı ki, başını hafifçe öne eğerek bir şeyler yazar gibi yapmış...

Okur yazar insanlar uzun vakit geçirdikleri için çalışma masalarını tutku ölçüsünde önemserler. Yazarın masasını "kavram" olarak düşünün, her yazar, başkaları tarafından nasıl görüneceğini az ya da çok tasarlar, kendisini ve masasını bir müze eşyası gibi teşhir eder, sanat magazini de mutlaka o masada onları fotoğraflar.

Köseoğlu'nun bir iki başka fotoğrafını gördüm, telefonla konuşurken de resimleri var. Gazete-dergi fotoğrafçıları da buna yönlendiriyor olabilir. Çalışırken çekilmiş hepsi, okurken-yazarken, iş konuşurken... Hepsinde kravatlı, yelekli... Eskiden medenilik ölçüsüydü... Kravat, sadece beyfendiliği değil, tahsili, mazbutluğu, nezaketi, muteberliği simgelerdi.

Bugünkü görsel algı, diyelim sinema ve tv evreni, patron odasını ve masasını daha "görkemli" istiflerdi... Tarihi yeniden tasarlardık... Bana ilginç gelen, kimseye o masa, o oda küçük, dar, görkemsiz gelmemiş... Öyle olsa fotoğrafçı da daha geriden çekerdi resmini... veya bir başka yerde, bir başka mizansen kurardı...

Pazar, Nisan 26, 2020

Dağlarca


Asker oğlu asker. Sonra müfettiş, sonra yayıncı, sonra emekli. Kalpten şair. Herkes ne biliyorsa onu yazıyor. Ecdada hürmet, fikri mukaddes, maziye gönül açmak değil. Bir fazlası. Moderni. Sükûnet ve edebiyet, kayıp ruhlar ve meçhulü arayan rüyalar. Uzun uzun aynaya bakan dizeler. Allah’ı arayan çocuk. Necip Fazıl’la sıra arkadaşlığı. Peyami’nin aklı fikri. Mustafa Şekip’in kalemi kitabı. İki gün sürdü şairliği, ikincisi çok uzun. Önce mistik, sonra epik. Destan şairi. Yıldızların, ovaların dili. Dağın sesi. Onun kadar şiir yazan yok, onun kadar çocuklara yazan yine yok. Fazıl Hüsnü, Türkçe destanın tarihi, mikrofona okunan şiir.

İlüstrasyon: Deniz Karagül

Cumartesi, Nisan 25, 2020

Son Okuduklarım 42


Fournier'in her yazdığını okumuş olabilirim, genel olarak tarzını seviyorum. Geçmişini ve ailesini anlatma cesareti, kurduğu bağlantılarla sağladığı okuma rahatlığı ilgi çekici. Bizde bir benzeri yok ama -kahinlik gibi gözükecekse de- yakın zamanda giderek çoğalan biçimde bu dile yakın duran yazarlarımız olacak. Çünkü beyfendinin zamanın ruhunu taşıdığını düşünüyorum. Bir ölçek itiraf, bir ölçek nostalji, bir ölçek ironi ve kibir... Kuzeyli Annem, adından anlaşılabilir, annesi özelinde kişisel tarihini anlattığı bir başka anlatısı... Hiç uzatmadan, bize çarpıcı "resimler" gösteriyor. Bu göstermek daha çok teşhir anlamında anlaşılmalı...

Nasıl Ölünür, Zola olduğu için okuduğum bir novella (mı demeli)... Bana biraz "gazeteci" havasında bir yorum geldi, edebi değil diyemem ama çok mesaj kaygılı demek istiyorum. Tahkiyeyi unutturamıyor size...

Vasmer'in Kardeşi, bildiğim bir çizgicinin işi değil. Seksenli yıllarda Avrupa'da fotoğrafa dayalı, tempo olarak "daha yavaş" çizgi romanlar üretilmeye başlamıştı. Alışılmadık olduğu için gerçekçi ve daha "sanat" duruyordu. Sonradan anladık ki, o yenilik, çizgi romanın temelini oluşturan ardışıklık olmadıkça faydasızmış. O "fotoğraf" karelerden çıksa çıksa ilüstrasyon çıkıyor.... Vasmer'in Kardeşi, her şeyi anlatmayan, açıklamayan, göstermeyen hikayelerden.. iyi tasarlanmış sayfalarına karşın bu tür hikayeler sizi sarmazsa "sarmayacak"... onu bilerek okumak gerek...

Haram, Arap bir kadın yazar tarafından  cinselliği, tabuları, takıntıları, "ilişkileri" anlatıyor. Kapak resmi şu bakımdan açıklayıcı ...  yasaklanmış, tepki çekmiş olmalı... Oryantal olması, epeyce Fransız durması filan tuhaf gelmedi ama asıl olarak meselesini "tutamıyor" gibi geldi bana, nasıl desem, bazen "deneme" havasına bürünüyor, malumatçı da oluyor filan...



Pereira İddia Ediyor, Tabucchi'nin aynı isimli romanından yapılan bir uyarlama. Sağcı ölçüsünde anti-politik bir gazetecinin, orta yaşlı kültür sanat yönetmeninin her bakımdan uyanışını anlatıyor. Doğrusu, beklemediğim ölçüde başarılı bir uyarlama olmuş, esir olmamış, üstesinden gelmiş. Beğendim. 

Bowie, biyografik bir çizgi roman, müzisyen biyografilerine düşkünüm, farklı bir gözle okudum. Fotoğraf referanslı, çalışılmış, iyi çizilmiş, hepsi tek tek bakıldığından güzel duran ilüstrasyonlar var, sayfaların nasıl göründüğü sorun edilmiş, tasarımına uğraşılmış ama ardışıklık hiç hesap edilmemiş...Bowie için üzülmüyor, sevinmiyor veya onunla özdeşleşemiyoruz, bize bir his geçmiyor... Bir biyografi ve tahkiye değil, bir hayat ve iş dökümü okuyoruz.

Refah Şilebi'nin hikayesi ise ilginç, İngilizlerden denizaltı alıyoruz, ama savaş çıkınca gemiler bize teslim edilmiyor. Denizaltıları almak üzere Refah isimli bir şilep kalifiye bir personelle yola çıkıyor ama kısa süre içinde bugüne kadar hangi ülkeye ait olduğu anlaşılamayan bir denizaltı tarafından batırılıyor. Şilep eski olduğu için saldırı telsizle bildirilemiyor. Mürettebatın ancak küçük bir kısmı kıyılarımıza varabiliyor. Geminin battığı da ancak o zaman anlaşılıyor. İhmal olup olmadığı araştırılıyor, iş mahkemeye ve basına yansıyor. Gemileri teslim etmeyen İngiltere, onlara yakınlaşmamızı istemeyen Almanya suçlanıyor. Eldeki veri ve tahminlere gemiyi batıranların İtalyanlar olduğu düşünülüyor. Refah şilebi kim vurduya gidiyor desek yanlış olmaz. Kitap, sanıyorum tezden devşirildiği için pek iştah açıcı değil, başka türlü kurulabilirmiş diye düşünmeden edemedim.

Stalin'den Mao'ya, anti komünist bir inceleme diye tanımlanabilir. Asıl işi çizerlik olan, çizgi dünyamızda da pek hatırlanmayan Bülent Hikmet Şeren'in kaleminden çıkma... Şeren, kitabı nasıl yazmış doğrusu bilemedim,  kaynakları nedir orası belirsiz, epey bir dedikodu ve ciddiye alınmayacak şeyler anlatıyor ama el hak, hatırı sayılır bir emek var. Kitabın en ilginç yönü, bölüm aralarından kullanılan fıkralar... Kitap,sırf bu yüzden bile ilginç... akademide en azından bir yüksek lisans tezinde soğuk savaş dönemindeki sağcı fıkralar derlense ne güzel olur.


Örnek Suçlar, Max Aub'un şöhretli kitabının yeni bir versiyonu, otuza yakın İlüstrator kitabın bölümlerini "resimlemişler"...bu kadar insan ayrı ayrı yorumlar yapınca "ortak bir görsel dil" oluşamıyor, bir sergi kataloğunu andıran çeşitlilik izliyorsunuz. Tavırdan çok kim neyi, nasıl çizmiş diye bakıyorsunuz... Kitabı çok seviyorum, galiba bana yirmili yaşlarımı hatırlatıyor da...Okumadıysanız, neşesi ve tuhaf karanlığını keşfedin derin. Memet Baydur çevirisidir... 

Gil Elvgren, bizde çok bilinmeyen ama özellikle Amerika'da pin-up girl denince ilk akla gelen bir iki isimden biridir. Hakkındaki kitap, tipik bir Taschen albümü, kısa enformatik bir metinden sonra Elvgren'in çizimleri derlenmiş. Gençliğimde, türe yoğun ilgi gösterdiğim dönemlerde Elvgren'i Alberto Vargas kadar önemsemez, işleriyle pek ilgilenmezdim. Şimdilerde nasıl olup da bugüne kaldığını anlamak için bakıyorum, o bakmanın sonucuyla kitabını da aldım.

Kuyucaklı Yusuf'un Erverdi'nin bir önceki Sabahattin Ali uyarlamasına göre daha hızlı çizildiği anlaşılıyor, bu kadar çizince "el" ve "zihin" bir tempo yakalıyor ve başlangıç noktasından daha iyi bir seviyeye ulaşıyor, sadece desenin değişiminden söz etmiyorum, ardışıklık gelişiyor. Hangi sahneyi nasıl istifleyeceğini, o sahneden sonra hangisinin geleceğini daha kolay hissediyorsunuz. Kuyucaklı Yusuf, roman olarak dağınık, kimi yerleri de mutlaka yeniden yazılması gereken arızalar içerir. Örneğin Yusuf parmağındaki-elindeki sakatlık nedeniyle askere alınmaz ama romanın finalinde o sakatlığına rağmen "kötüleri" kırbaçlar, silahla çat çat indirir. Erverdi, bu sorunu bilerek kurmuş finalini... O bakımdan ayrıca takdir ettim. 

Pazarola Hasan Bey, erken yaşta aramızdan ayrılan Yavuz Selim Karakışla'nın bir çalışması. Geçen yüzyılın başında İstanbul hayatının sembollerinden biri olan özürlü, o günlerin deyişiyle kocakafalı ufak tefek adamın etrafında gelişen popüler edebiyat örneklerini derlemiş. Kitap için çok derinlikli diyemem, güzel bir makale -iktibaslarla- çok uzatılmış gibi duruyor, diğer yandan örneğin mizah dünyasında Hasan Bey ne/nasıl anlatılmış, o faslı pek çalışmamış Hoca... Popüler tarih kitabı yapmak istemiş, yeterli görmüş, öyle anlaşılıyor. 

Cuma, Nisan 24, 2020

Tanpınar, neden öldükten sonra daha çok okundu?


Sohbetlerde, edebiyatla ilgili toplantılarda bu sorunun sıkça sorulduğunu sonradan fark ettim. İnsan, bir rutinle karşılaştığını hemen fark edemeyebiliyor. Başlıkta gördünüz, şöyle bir soru-yorum var, deniyor ki, Tanpınar "yaşarken neden ilgi görmedi de, vefatından sonra ona değer verildi."

Spekülasyon elbette ama, ezcümle diyorum ki, bence bunun iki temel nedeni var, birincisi, Tanpınar bir akademisyendi, ebebiyat dünyası bir akademisyenin "yazar" olarak vasatın üstüne çıkabileceğine inanmaz. Belki anti entelektüel bir yargıyla, belki kendini yücelterek Tanpınar veya bir başka akademisyeni kendinden saymaz ve yazdıklarını önemsemez. Sası ve ziyadesiyle edepli bulur. Hoca, eleştiri yazsa sanki daha iyi olacaktır filan... İkincisi, bizatihi Tanpınar, bana kalırsa patetik bir biçimde kendini beğenmiyor ki narsizmin çok güçlü olduğu edebi sanatlar evreninde bu büyük bir handikaptır. Daha kolay listeden çıkartılırsınız. Buna bir de hepimizin bağıran sanatçıları sevmemizi ekleyin derim... Oysa, yaşarken ne olursanız olun, öldükten sonra sadece yazdıklarınız kalıyor, bugün kimse Tanpınar'ın akademisyen olduğunu hatırlamıyor filan... Tanpınar'ın yaşarken değil de öldükten sonra bu kadar okunmasının nedenlerine dair pek çok başka yorum da var. Doğruyu bilebilmek zaten mümkün değil de... Maksat hasbihal etmek galiba...

Bugün biri daha aynı soruyu sorunca (yazınca) bende (daha önce akletmediğim) başka bir ışık yandı. Bu soru neden var dedim, yani nasıl oluyor da farklı yerlerde farklı insanlar bu soruyu akıllarına getiriyorlar... Belki Tanpınar'ı çok sevdikleri için ona yapılanı bir haksızlık sayıyor ve bunu yaparken de bir değerbilir olarak kendilerini kutsuyorlar.

Evet, bu olabilir ama beni enterese eden şey, bu sorunun nasıl kamusallaştığı ve hiç tartışılmadan "doğru" bir soru olarak yaygınlaşabildiği... Çok garip. Acaba diyorum, üniversite müfredatında, edebiyat bölümlerinde böyle bir soru(n) mu ortaya atılıyor, o yolla mı sağa sola sirayet ediyor.

Perşembe, Nisan 23, 2020

E'cik


Çocukken daha katıksız, daha hesapsız, daha coşkulu ve daha saf güleriz. Büyüdükçe çekinerek, ürkerek, kırmamaya özen göstererek, yanlış anlaşılmamaya çalışarak "ölçülü" gülmeyi öğreniriz. Şimdilerde "tebessüm" diyerek yapılan vurgu o ayrıma işaret ediyor. Kahkaha atmayınız, tebessüm ediniz falan filan...

Malum, çocuk eğitimi, ne dersek diyelim, hiç şaşmaz çünkü, yetişkinleri taklit etmeyi öğretir. Çocuklarımızın bir an evvel büyümesini isterken, onları kendimize benzetmeye çalışırız.

Fotoğraf, otuzlu yıllardan, eh o yıllarda, herkesin birer asker olması istendiğinden, bilemiyorum belki estetik olarak güzel durduğuna inanıldığından, münasip bulunduğundan... bütün öğrenciler zorunlu olarak (eskilerin değişiyle) "subay kasketi" takıyorlar.

Ne ki, her kedi kaçar bahçeye,  "büyük adam", "küçük asker" hepsi hoşafı içerken hikaye olmuş, çocuklar fotoğraf makinesini görünce neşelenmişler. Yaşlarına ve poz verme (dayanma) sürelerine göre farklı ölçülerde gülümsemiş, kıkırdamışlar. Hele en küçükleri... Güzel!

Türk vara yoğa gülmez ama bugün yirmiüç nisan, okul da yok, boşverin tebessümü, e'cik gülün işte bebeler...

Pazartesi, Nisan 20, 2020

Tezer


Melankoli tutsağı. Issız şehrin deniz kıyısı, dalga sesi. Yolların yolcusu. Hiçbir Yer’in biletçisi... Acıya, derine, sonsuza yazılmış delip geçen iki satır. Güner’in kız arkadaşı. AST’ın çevirmeni. Hayalet’in tarihçisi. Görecek ne kaldı’nın içli sesi. Leyla’ya mektuplar. Erden’e sinemasal akıllar. Cama vuran dal ve güzel saçlı küçük prensesin günlüğü. Yaşamın ucuna çizilmiş rota. Ufuk çizgisi, Svevo’nun bilinci. Tezer Özlü, Türkçenin yaralı kelimesi. Soğuk ve üşümüş parmakları.


Cuma, Nisan 17, 2020

Üniforma


Resimdekiler kim bilmiyorum,  ilk kadın subaylardan olduğu için mutlaka bulunabilir ama bunu öğrenmek galiba o ölçüde ilgimi çekmiyor... Beni cezbeden ikilinin duruşları, moda deyimle vücut dilleri...

Hep yaptığım gibi kim olduklarına dair bir hikaye uyduruyorum... Bana karı-koca gibi geldiler çünkü...

Saç kesimlerine bakılırsa otuzlu yıllar ortası olmalı...Sonradan fark ettim, arkada çatıda subay şapkası da duruyor...Saçlar, arkadan bağlanmış ve kısa, taranma biçimi filan... Komutanımız şapkasız mı görünmek istenmiş acaba... fotoğrafçı da önermiş olabilir...

Subayın teftişe hazır erkeksi duruşu ve gözünü -kameraya- dikmesi, beyfendinin kenarda-resmin odağında olmamak için yere doğru bakması ve bir koluyla karısına dokunması-sarılması...

Mesafeli ama karısını kollayan, kendisini "kurtaran" bir jest gibi duruyor. "Evde kimin sözü geçiyor" esprisi mutlaka yapılmış olmalı... Hep bir açıklama, hep bir savunma, geçiştirme... Kolay değil, istisnai bir çift olarak ilgi çekmişlerdir.



Perşembe, Nisan 16, 2020

Güleriz elbet



Gülmenin-kahkahanın bir intikam biçimi olabileceğini yazmıştım, gülme, hani “son iyi güler” misali eski metinlerde, sözlü kültürde geniş bir yer buluyor kendine. Kuran’dan bir iki örnek vereceğim.

İlk örnek, Hud suresinden... ki itiraf etmem gerekirse bu bölümü bir karikatür sahnesi gibi hayal ederim hep.  Gemi yaparak Büyük Tufan’a hazırlanan Nuh Peygamber, malumunuz, çevresindekiler tarafından alaya alınır, ‘napcan o koca gemiyi” mi diyorlardı acaba? Surede gülenler için şöyle deniyor: “Bizimle alay ediyorsunuz, biz de sizinle alay edeceğiz. Tıpkı sizin eğlendiğiniz gibi” (11/38). Zühruf suresinde (43/47) “Musa, onlara ayetlerimizi getirdiğinde onlar bu ayetlere gülüyorlardı” denmiş. Benzer bir ifade, Muttaffifin suresinde mevcut: “...suça batmış olanlar, iman sahiplerine gülerlerdi (83/29)...işte bugün, iman sahipleri küfre batmışlara gülüyor” (83/84).

Alıntılar gülmeyi öç alarak yapılan bir zafer kutlaması biçiminde tarif ediyor, “son gülen iyi güler” türü bir vurguyla anlatıyor. Birileri (dinsizler), gülerek, inananlara saldırdıkları için elbette, devran dönüp gün geldiğinde inananlar (kendilerine gülündüğü için üzülenler), gülerek, gülenlere/saldıranlara acı çektiriyorlar. Gülme, burada kesinlikle şiddeti içeriyor.

Buradan zihinsel bir sıçrama yapmanızı isteyeceğim, eski yargılama biçimlerini düşünün… Kadı’nın karşısına çıkan köylüleri hayal edin. Köylü, bir suç işlemiş, bir nedenden dolayı şikayet edilmiş, bir ceza görecek, görmemek için ne yapmalı… Af dilemeli, pişmanlık göstermeli, yalvarmalı ve mümkünse ağlamalı… Çiçero mu derdi, ağlamalısınız, ağlamazsanız yargıç size acımaz diyen… Hep söylerim, Nasrettin Hoca, kendisine eziyet eden Timur’a kızsa ne olur, kızmasa ne olur, onu affetse ne olur, affetmese ne olur… Ama Timur affetmezse Hoca ölür gider. Merhamet etmesi gereken Hoca değil Timur’dur… Acıma hakkı, soylulara, okumuşlara ve yöneticilere verilmiştir… tabi olanlar, onlar karşısında ancak kendilerini acındırırlar, ağlayarak yalvararak içinde bulundukları cendereden kurtulmaya çalışırlar.

Konu uzun da… diyeceğim şu, muzaffer (ve hakim) olan güleni ve gülünecek olanı belirler, neye acıyacağının veya neye acımayacağının kararı keyfi olarak kendisi verir. Kapitalizm her zaman kazanır gibi bir hayat kuralı bu!

Turhan



Yukarıdaki çizgiler, Turhan Selçuk'a ait... Bildiğimiz üslubun dışında bir tarzla çizdiği için şaşırtıcı. 1950'li yılların hemen başı olmalı...demek ki talep olmuş, belki geçim sıkıntısıyla, belki kendini denemek için piyasanın istediği bir çizgiyle hikaye resimlemiş...

Sonra bırakmış, vazgeçmiş, bildiği yolda devam etmiş...

İnsan, ister istemez merek ediyor, bu tarza devam etmek isteseydi, nereye varırdı? İyi ya da kötü olurdu gibi bir anlam çıkmasın. Bile isteye bir seçim yapmış usta bir çizgici hakkında "what if" gibi bir soru sorarak spekülasyon yapıyorum.

Bana ilginç gelen şu, yukarıdaki İlüstrasyonlardaki imzayı silin... o dönemler için size bunu Bedri çizmiş olabilir derdim, hatta daha ileri gideceğim, Suat Yalaz çizmiştir bile diyebilirdim. O derece hısım akraba bir çizgi. Yani, Turhan Selçuk bir şey denemiş ama o alanda o yıllarda mevcut olan ortalamayı tutturmuş demek istiyorum. Şurası çok açık ki, bu yolda (reel çizgilere) devam etseydi yetenekli bir sanatçı olduğu için mutlaka yine başarılı olurdu....

Salı, Nisan 14, 2020

Düşmana Gülmek



1989 öncesinde sağcı gazetelerde komünizmi eleştiren fıkralar kullanılırdı. Bizim evde bir kitabı olduğu için Şinasi Nahit Berker’i hatırlıyorum, sıkça diline dolardı, hakeza Hasan Pulur ve Rauf Tamer… O fıkraların gayesi düşmanın düzenini hicvetmekti,  ince bir çizgidir, asla ve kat’a komikleştirmeye çalışılmıyordu mesela. Komikleştirmek, neyi amaçlarsanız amaçlayın işin içine bir sevimlilik katar çünkü…

O fıkralardan birini anlatarak örneklendireyim: Halk tarafından sevilen bir politbüro üyesi, her ne olduysa artık, yönetim tarafından azledilir. Çoğunluğunu üniversiteli gençlerin oluşturduğu büyük bir kalabalık politbüro önünde toplanarak kararı protesto ederler. Yaşlı bir üye, kalabalığın önüne çıkarak ortalığı sakinleştirmeye, durumu açıklamaya çalışır: “Biliyorum kızgınsınız ama inanın başka bir çaremiz yoktu, onu görevden almamak için elimizden geleni yaptık. Ne yaptıysak olmadı… İnanın bu karara o zorladı bizi.” Kızgın kalabalık nasıl, n’oldu diye sorunca yaşlı üye devam eder: “Çok değil, size sadece üç vakasını anlatacağım, bir gün çeşitli bölgelerden yoldaşlar dertlerini, isteklerini anlatmak üzere ziyaretimize gelmişlerdi. Yoldaş onlarla konuşurken, inanın hiç gereği yokken, bir rüyasını anlatmaya başladı. İşte rüyasında tereyağından oluşan bir dağın üstüne oturmuş Tanrı’yla konuşuyormuş. Neyse ziyaretçiler gidince bir kenara çekip hatırlattık. Yoldaş, ne yaptın öyle tanrı filan dedin? Tanrı var mı ki dedik. Bize tereyağı var mı ki dedi. Bir gün evine gittik. Duvarında önemli büyüklerimizin resimleri asılı. Bir baktık Dubçek’in resmi de var. Yoldaş niye astın bu pezevengin resmini dedik. Hangisini diye sordu. Ve nihayetinde son toplantımıza katılmadı. Yoldaş son toplantıya niye katılmadın dedik. Son olduğunu bilseydim katılırdım dedi. Ve dayanamayıp onu  görevden aldık.”

Dikkat ederseniz, azledilen politbüro üyesinin cevapları uyumsuz ve beklenmedik... Bizi de (güldüysek eğer) bu güldürüyor… Gülmeyebiliriz de… Fıkra muhalif ve iktidara yönelik bir eleştiri içeriyor, Politbüroya inanıyor ve güveniyorsak bize hiç komik gelmeyebilir… Bir duvarda görmüştüm, üç hilalin altında "Cevap Türklük!” sloganı yazılıydı. Hemen altındaysa başka bir renk ve kalemle ek yapılmıştı: “Soru Neydi?”. Ben bu ironiye gülmüştüm ama mutlaka kızan olmuştur.  İnsan her uyumsuzluğa ya da her komik olarak sunulana gülmeyebilir. Hatta herkesin güldüğü bir şey bizi rahatsız edebilir.

Yaşadığımız dönemi ve memleketin içinde bulunduğu yarılmayı düşünün, iki ayrı taraf var ve taraflar birbirine gülmüyorlar. Bir taraf için nemrut ve sevimsiz gelen biri, taraftarları için sempatik ve esprili görülüyor…

İlk fırsatta gülmenin intikamcı yönünü yazacağım.

Pazartesi, Nisan 13, 2020

Çetin Altan


Gassaraylı. Liseli. Avukat ama işi gücü yazmak, hep gazeteci. Ulus’ta muhabir olarak başlıyor, Rüzgârlı Sokak’tan Babıâli’ye göçüyor. Kızıl pırıltılı. Vasatlık avcısı. Ayakta ve soluk soluğa. Akşam’ın ve Milliyet’in sesi. Hep amiral gemisinde. Nar çekirdeği. İşçi Partili. Kürsüdeki hain. Çetin ne yazmış? Şeytanın gör dediğini yazmış. Hükümet, kapitalist bir hükümettir. Çetin, gazetecilerin en ünlüsü, en çok kazananı, en çok konuşulanı. Kahrolsun komünizm diye diye… Dava üstüne dava. 12 Mart’ın mahkûmu, kıyameti sağcıların. Büyük gözaltındaki bir avuç gökyüzü. Çetin Altan, Türkiye’nin 68’i. Sonrası soldan sağa yazılan başka bir defter, başka bir saltanat, bilmem ki ne diyeyim?

İlüstrasyon: Deniz Karagül



Pazar, Nisan 12, 2020

Zamanın küçük ve büyük hikayeleri



Hepimiz kendimizi-geçmişimizi anlatırken bir hikaye kuruyoruz. Bence, bu hikayeler, hele birine anlatılıyorsa, takdim ediliyorsa, kişisel hikayelerimizden (mikro) çok, kamusal (makro) olandan (milletin ve geçen zamanın büyük hikayesinden) besleniyor. Ne yaparsak yapalım, yaşadığımız hayatın kamusallaşmış (veya popülerleşmiş) olan bir büyük hikayesi var. Örneğin, artık pek kalmadılar ama çok yaşlılarla konuştuğunuzda size mutlaka Atatürk'ü gördüklerini anlatıyorlar. Birini görmek niye bu kadar önemli olsun ki (diyemiyor, dinliyorsunuz)... Atatürk önemli ve değerli olduğu için onu hikayelerine katmak, bunu yaparak hikayelerine bir önem ve değer katmak istiyorlar çünkü.

Yukarıdaki görseller, genç bir kadının (1950'lerden başlayarak  çeşitli dönemlerinden) okul kimlikleri...Talatpaşa Ortaokulundan Dame de Sion'a gitmiş... Eğitimli bir aileden geldiği tahmin edilebilir. Vesikalıklara bakarak saç biçimini, bakışını, ifadesini yorumlayabilmek mümkün... Muhtemelen yaşamıyor ama sorsak, bize o yıllarını anlat desek ne anlatırdı acaba...

Demokrat Parti'nin yükselişini ve 27 Mayıs'ı mutlaka hikayesine dahil ederdi gibi geliyor bana. O faslın ilgi çekeceğine inanırdı, tıpkı Atatürk'ü görmek gibi bize 1960'ın mayıs ayını anlatabilirdi... Oysa onun mikro hikayesi, uyduruyorum... diyelim ilk aşkı, regl olması, biriyle yanak yanağa dans etmesi, Lise'den mezun oluşu, sınıfta kopya çekmesi, sigara içmesi, bir yakınını kaybetmesi, bozulan nişanı filan... çok ama çok daha önemli olsa bile sanıyorum anlatmamayı tercih ederdi...Veya hemen anlatamazdı...bizi uğraştırırdı, önemsiz bulurdu, mahrem sayardı vs vs

Makro hikayelere yaslanmadan o mikro, kamusallığa dokunmadan kişisel olan anlatılamıyor. Bizi biz yapan, büyüten kırılma anlarımız, yenilgilerimiz, küçük büyük zaferlerimiz neden önemsiz olsun ki denemiyor... Bana öyle geliyor ki, her zaman ve her yerde olduğu gibi, güce tapıyor, o büyük-makro hikayenin şemsiyesi altına giriyoruz. Ona referans vermeden hikayemizi kuramıyoruz.