Pazar, Aralık 31, 2017

Hayat Kısa...



Resim, 1920'lerin ikinci yarısından. Hiç görmediğim, anne tarafımdan dedemin (öl.1959) ilkokul resmi. Muhtemelen birkaç sınıf birarada topluca resim çektirmişler. Tek öğretmen var. Güzel hatıra. Fotoğraf o yıllar için eşsiz ve yepyeni bir şey, öğrencilerin heyecanlandıkları tahmin edilebilir. "Yarın fotogıraf çektireceğiz, iyi kıyafetlerle gelin" denmiş olabilir. İlla ki denmiştir. Öğretmenin başka tarafa bakışı, çocukların kameraya kitlenmiş gözleri...Çocuksu ifadeleri, asker taklitleri, büyük adam pozları...

Evkafın Veznedarı Halil Bey'in oğlu olan dedemin kıyafetleri modernmiş. Beyaz geniş yakaları, bel üstü kalın kemeriyle safariye çıkan Jungle Jim'i andırıyor. Ailenin seçtiği "Hız" soyadı bile modernliğin peşinden gittiklerini gösteriyor.

Dedem, bu fotoğraf çekildikten sonraki otuz yıl içinde evlenecek, üç çocuğu olacak, iş hayatında başarısızlıklar yaşayacak, kendince romanlar yazacak, resimler çizecek, lüzumsuz harcamalar yapacak ve zamansız-beklenmedik biçimde bir kalp kriziyle ölecek... Hız'la yaşamış ve gitmiş de diyebiliriz...

O küçük çocuk, bu resim ve sonraki otuz yıl...Ne düşünüyordu acaba? Ne olmak istiyordu? Nasıl bir hayatı hayal ediyordu?

Nereye varacağımızı bilmiyoruz. Hayat kısa. 

Bayramlarda "Allah tekrarına erdirsin" denir, yılbaşlarında "umutttan, sevgiden, barıştan" söz edilir. Herkes kendi meşrebine göre temennilerde bulunur. Blogu takip edenler bilir, her yıl benzer bir temennide buluyorum. İnsanların birbiriyle paylaştığı iyi dileklerden farklı değil söylediklerim.

Yeni şeyler öğrendiğimiz, neşeli, sağlıklı, tasası az bir yıl olsun isterim. Daha önemlisi iyi insanlar olsun etrafımızda, yokluklarını da göstermesin bize. Beraber yürüyelim onlarla...

Hepinize iyi seneler

Yeni Yılı Gırgır'la Karşılamak


Gırgır, ilk yıllarında erotik kapakları ve kadın çıplaklığını çokça kullanırdı, haliyle yılbaşılarında da bu tavrı sürdürürdü. Siyasetle ilgilenmeye 1976 gibi başladı, ülke bir gerilimin içindeydi, politize olmuştu, böylelikle en azından kapaklarında mevcut durumu, siyasetçileri eleştirmeye başladı.

Yukarıdaki kapak, 1976'nın son kapağı, iç savaş olarak da nitelenebilecek sağ-sol çatışmasını engelleyemediği için dönemin Başbakanı Demirel suçlanıyor. Gırgır için hele yılbaşı için radikal bir kapak, o sebeple kimin çizdiğini gösteren bir imzaya yer verilmemiş.


Bir hafta sonra çıkan yılın ilk sayı kapağında genel çizgisine ve dergi politikasına geri dönmüşler. Arkada zengin ve yaşlı bir çift, önde genç ve orta sınıftan bir vatandaş-bir mağdur...


1978 yıl sonundan. İlban Ertem'in yumuşacık çizgileriyle yoksullar gazinodalar. Sahnede yasaklı Bülent Ersoy var. "Biri yer biri bakar, kıyamet ondan kopar" deyişi mizah dergilerimizin hep akıllarında tuttukları esprilerdendir.

Dolaylı bir sınıf ve kapitalizm eleştirisi, sevimli ve komik çizgiler... Hep dolana dolana söylemek, popüler ve çok satarlığın ilk kurallarındandır.

Benzer bir haber anlayışı ve tutumu bulvar gazetelerinde de görebilirsiniz. İşte muhabiri yılbaşı gecesi, gazinoya gönderip, fiyatlarla olup bitenlerle ilgili haber yaptırırlar. "Vatandaş bu hesabı ödeyemez", "kuru fasulyeye talim" şu bu...


Tipik bir Gırgır kapağı, sevimli bir siyasi eleştiri, dikkat edin buna rağmen yine imzasız. Yine vatandaşla siyasetçi, yoksulla zengin arasında bir kontrast kurulmuş. 1979 yılı sonundan.


1981 sonu, darbe olduğu için bir önceki yıl "sokağa çıkma yasağı" nedeniyle, yılbaşı kapağı olmadan çıkmış dergi. Ümitli görünmekle birlikte, siyaseten sarkastik ve kendine inanmaz bir bıkkınlıkla gelecek yıldan beklentilerini sıralamışlar.

Amerikan başkanı Reagan, Polonyalı sendika lideri Walesa, Sıkıyönetim hükümetinde Başbakan yardımcısı olan Özal'a yer verilmiş... "İnşallah toto" demişler, siyaseten "cennet" tarifi yapmışlar... İlginç olan araya sıkıştırılan oy sandığı, demokrasi beklentisi...


Son seçtiğim kapak 1983 başından, milli piyangonun çok konuşulmaya başladığı yıllardan. Gırgır'ın yeni kahramanı Muhlis Bey kapağa taşınmış. Muhlis Bey mizahı, sonradan daha iyi anlaşıldı, dergilerimiz için önemli bir espri değişimini gösteriyordu, Oğuz Aral o güne değin uyanık görünmeye çalışan, eğitimsizliğini kurnazlığıyla kapatmayı deneyen, hayli erkek kahramanları kullanıyor, onlarla ilgili hafif erotik hafif politik serüven hikayeleri anlatıyordu ve bu durum, Gırgır başta olmak üzere dergileri ve dergi üreticilerini etkiliyordu.

Behiç Pek ise Muhlis Bey'le yavaşlığı, komik bir ciddiyeti ve salaklığı öne çıkardı. Bizi güldüren şey, aptal kahramanın zaferi değil, bizatihi aptal kahramanın aptallığıydı.

Doksanlı yıllarda kötülüğün komikliğine de gülmeye başlayacaktık.

Cumartesi, Aralık 30, 2017

Yeni yıla girerken


Eskiden mizah dergilerimizin bir alışkanlığı vardı, yılın son sayısının kapağını hemen her yıl tekrarlanan bir espriye ayırırlardı: geçen yılı temsil eden yaşlı dedeyle çocuk yeni yılı karşılaştırır, fıkra tadında vecizeler kullanırlardı. Esprideki amaç geçip giden yıla kahırlanmaktı,  yaşanan yıl iyi geçmemişti, görünen o ki gelen yıl da iyi geçmeyecekti. Haklıydılar, abartıyorlardı, muhafazakarcaydı, şuydu buydu o kısma hiç girmeyeceğim.

Dünya tarihi açısından ilginç bir döneme, büyük savaş öncesine gidip, Akbaba'dan kapaklar paylaşacağım. İlk kapak, 1936 yılı sonundan. Savaşı temsil eden karikatür klişesi, çocuk 1937'yi üstü silah dolu sofraya çağırıyor. Dünya, o yılları savaş beklentisiyle, diplomasinin biteyazdığı bir ruh haliyle geçiriyordu.


 Bir önceki yıl korkuyla sofraya bakan çocuk artık yaşlanmış mı demeli, yok değil, yaşlı dede, "tarihi" temsil ediyor bu kez ve gelecek olan yılın tarihini kanla kılıçla yazıyor. 1937 sonundayız.


1939 sonunda, savaşın ortasındayız. Bir melek gibi çizilen 1940, yeni yılı karşılıyor. Dünya karikatürü, o yıllarda, uçaklardan, füzelerden, bombalardan yıldızları ve gökyüzünü göremiyoruz esprileri yapıyordu. O bahsin bir parçası.


Dünya milletleri 1940 yılını defnetmişler, hepsi yorgun ve öfkeliler. Gelen gideni aratır anlamında söylenen o ünlü dizeler karikatüre eklenmiş: "Ne kendi eyledi rahat, ne halka verdi huzur / Yıkıldı gitti cihandan, dayansın ehli kubûr". Biz çok çektik, şimdi kabirde onu karşılayanlar çeksin /düşünsün anlamında bir espri...



1943 sonudnayız, bombanın üzerinde 1944'ü temsilen Şeytan var... Şevki çizmiş. Tipik Akbaba kapaklarından demek gerekiyor, sadece bu değil hepsine dikkatle bakarsanız apolitik ve antipolitik bir hava var. Nazilerle uğraşılmıyor örneğin, taraf olmak istemiyorlar.


Sevdiğim bir kapak. Dünya, yılları kurşuna diziyor, "Varan yedi" denmiş...1945 de diğerleri gibi ölecek, eli kolu, gözü bağlı. Katil olan dünya, yılları ve tarihi harcıyor.


1945'teyiz savaş bitmiş, Naziler yenilmiş, Türkiye'nin dış politikasının anti komünistliği belirginleşmiş, içeride solcu avı başlamış. Akbaba, artık gönül rahatlığıyla taraf olabilir. Noel Baba, Komünist Rus ayısı olmuş: "Avrupa'nın damında Noel Baba". Asıl büyük tehlike ve yeni şeytan,  komünistler ve Rusya...

Cuma, Aralık 29, 2017

İyi Adam


1951, yeni grafik romanımız pek yakında ...
Sefa (Sofuoğlu) çizdi, ben yazdım...

Perşembe, Aralık 28, 2017

Seyrüsefer Defteri En İyiler 2017


Geldik yılın sonuna, en iyiler listesi yapmaya... Blogu takip edenler, benim günbegün seyrettiğim film ve dizileri yazdığımı biliyor, doğrusu arada kendimi anlatıyorum ama her defasında da birileri eleştiriyor. Niye açıklayıcı olmuyorum, niye uzun uzadıya anlatmıyorum, niye vasat filmleri seyrediyorum şu bu...

Geçen yıl yazmıştım, tekrar alıntılıyorum:
"Doğrusu, kendimi bir meraklıdan fazlası olarak görmüyorum. Filmlere, dizilere not veya yıldızlar vermek, uzun uzun yorum yazmak bana göre değil, üstelik önceden de az okurdum ama galiba on yıldır, belki çok daha fazla bir süredir film eleştirisi okumuyorum. Belki arada Fatih Özgüven okumuşumdur. Fatih'in de yazdıklarını eleştiriden çok, edebi bir huysuzluk olarak görüyorum, o yönü hoşuma gidiyor.

(...) Yoğun bir hayatım var, hep bir şey okuyorum, işim ve sürdürdüğüm hayatın dışında kalan zevkim için kendimi çok belirlemek (ve etkilenmek) istemiyorum. Gezinmek istiyorum demek daha doğru. Sonuçta filmler ve diziler hakkında pek bir bilgim olmuyor, sinema yayınlarını takip etmiyorum, sinefilleri okumuyorum. Eğer onlar benim hayatıma dahil olmazlarsa sinefil tanımaya çalışmıyorum. Ne kadar az bilgiye sahip olursam o kadar çok hoşuma gidiyor. Tabii şu da var, öyle bir hayat yaşıyoruz ki, bir filmden bir diziden haberdar olmamak çok zor  olabiliyor. Bazen bir yönetmeni, senaristi ya da bir başka çalışanın yeni işini bekliyor ve merak edebiliyorsunuz. Bütün bunlara rağmen dışarıda kalmaya çalışıyorum demek istiyorum."

Üst üste iyi film ya da dizi seyredemiyorum. Bunu yapanlar, bence, ya az film seyrediyorlar ya da poz yapıyorlar, sıkıcılar. Aşağıda seçtiğim filmlerin bir kısmı potansiyeli nedeniyle oradalar, bazıları sahiden "büyük film" sayılmaları gerekir. Ben o niyetle seçmedim. Vasat bulunan bir filmden alınacak çok ders vardır. Konuşulan film bence başarılıdır.

Bu yıl yine 400'ü aşkın film ve dizi bölümü izlemişim, bunlar aklımda kalanlar, ilham verici ve kendimi haklarında konuşurken bulduğum hikayeler...Sıralama gibi okumayın...

The Square (2017)
Glory /Slava (2016)
Darbereye Elly (2009)
Una (2016)
Club Sandwich (2013)
Ah-ga-ssi (2016)
Ma' Rosa (2016)
Still Life (2013) 
Lo Chiamavano Jeeg Robot (2015)
Effie Gray (2014)
Jeune et jolie (2013) 
Hanyo (2010)
I, Daniel Blake (2016)
Nocturnal Animals (2016) 
Forushande (2016)
Il Sorpasso (1962)
The Sweet Smell Of Success (1957) 
Arrival (2016)
Quills (2000) 
El ciudadano ilustre (2016)

Meraklısı için dizilerim de şöyle: Godless / Mindhunter / The Deuce / Room 104 / Fargo Sea3 / Taboo / Night Of

Salı, Aralık 26, 2017

Güvenme!


Uykusuz'un son kapağı, BM Dünya Mutluluk Raporu varmış, mutsuz çıkmışız, güvenimiz yokmuş birbirimize. Onun esprisini yapmışlar. Defalarca yazdım,  tek bir ülkeye, tek bir millete de güvenmiyoruz. Eskiden olsa hastalık derdim, şimdi o kadar iyimser değilim. Hastalık dediğimiz şey tedavi edilebilir bir şey çünkü. Bence bu durum genlerimize işlemiş durumda. Kalıtımsal, te tarihten geliyor. Çinliler bizi kandırdığı gün, Orta Asya'da başladı bu kabus.

Mahalle esnafıyla konuşuyorum, KHK ile Fetöcü diye atılan, bu işlerle zerre ilgisi olmayan birinden söz ediyorum, bir tanesi, hakkaten kibarca lafımı böldü, yanlış anlamayayım diye alttan aldı, özürler diledi ve yumurtladı: "Abi, bunlar herkesi kandırırlar, bunların kandıramayacağı insan yok. O arkadaşı da kandırmışlardır senin haberin yoktur. Vallahi tillahi arkadaşının haberi yoktur."

Burada laf bitiyor, ne desem nafile. Dosya kapanıyor bu mantıkla.

Benim kendi hayat tecrübem şunu söylüyor, bu kadar çok kandırılmak diyen, bu kadar çok komplo diyen, kandırmaya da komploya da inanır. Bu kadar inanan komplo nedir, kandırmak nedir bilir. Bu kadar bilen, gün gelir komplo kurar ve kandırır. Çünkü karşısındakinin komplo kurduğuna, yalan söylediğine, kandırdığına inanıyordur.

Düelloda karşı karşıya gelen kovboylar misali kim silahını daha hızlı çekerse artık..."Ben yapmasam o yapacak" di mi ama?

Cuma, Aralık 22, 2017

Annie Goetzinger


Güle güle tatlı kadın. Bize ne şahane sayfalar bıraktın. Annie Goetzinger (1951-2017)

Pazar, Aralık 17, 2017

2018 Resimli Türkçe Edebiyat Takvimi


Hepimiz bir iş yapıyoruz, o işi seviyoruz veya sevmiyoruz, yoruluyoruz, bıkıyoruz, yeri geliyor övünüyoruz. Dört yıldır bu takvimi yapıyorum, ileride, yıllar sonra biri merak eder ve sorarsa, şu bilinsin isterim. Bıktırıcı, öldürücü, gebertici, öldürücü bir iş bu. Ömrümden götürdü, nefesimden gitti.

Cuma, Aralık 15, 2017

Noktalı Virgülle Biten Bir Kitap


Veresiye espri satmayan komedyenler, bayramda el öpmeye kendi klonunu gönderen yeniyetmeler… İkinci köprüde intihar etmek yasaklandığı için üçüncü köprüye giden, oradaki kuyruğu görünce de intihar etmekten vazgeçen memurlar, fotokopi makinesinin ışığında görülen ekspresyonist rüyalar… 

Batıkan Köse, muktedirlerin izahına mizahla karşılık vermek lazım diyerek başlıyor işe ve ustaca biçimlendirdiği taşlarla duvarlar örüyor, takılar tasarlıyor, yollar döşüyor.

Noktalı Virgülle Biten Bir Kitap noktaya mecbur olmadığımızı, çağrışım denen şeyin bize bin bir seçenek sunduğunu gösteren öyküler.

Perşembe, Aralık 14, 2017

Rüyadaki Kadın


Edebiyat öğretmenliğinden emekli olduktan sonra düzeltmenlik yapan, okuma gruplarında vakit geçirip hayatını da düzeltmeye çalışan Hikmet, namı diğer Ataç Abi… Cebinde taşıdığı konyağı mesai boyunca yudum yudum tüketen, kendini tüketmemek için de Hikmet’e sığınan bankacı Aylin… Ne kadar tuhaf olabilir ki iki kişi arasındaki bu ilişki?

Abi ile kardeş, âşık ile maşuka, veyahut iki sıkı dost arasında salınıp duran bir sarkacı anlatıyor Kemal Selçuk. Rüyadaki Kadın tek başınalıktan baş başalığa, oradan da kalabalıklara geçişin romanı.

Salı, Aralık 12, 2017

Çizgilere Derkenar 8


1958'den Karikatür dergisinin çıkış duyurusunun yapıldığı ilan. Dikkat çekici olan, kadronun darlığı... Hepi topu on kişiler. Hemen hepsi eş zamanlı olarak başka yerlere, gazetelere iş veriyorlar. Hepsi de dergiyle geçinemeyeceklerini biliyorlar. Yetmişli yıllardan itibaren mizah dergilerimiz en az otuz kişinin verdiği katkılarla çıkar oldular. Uykusuz son sayıya baktım, kabaca yirmi beş kişi katkıda bulunmuş. Gırgır'da 1980 yılında bu sayı 45 ile 55 arasındaydı, saymıştım.


1989'dan, Semih Poroy'un Harbi bantı. Okur yazar esprileriydi, ilk akla gelen ironisi değil güzel çizgileriydi. Harbi'nin asıl önemi Amerikan tarzı çizgi bantın en iyi denemelerinden biri olmasıydı bana kalırsa. Ne/nasıl yapılmalı/yapılmamalı örneği olarak incelenmesi gerekiyordu, halen aynı fikirdeyim... Bizim üreticilerimiz günlük tempo ve devamlılıkla baş edemediler... Çizgiden, sanattan çok manşete ve gazeteciliğe kapıldılar belki. Sonuç, bu kadar çok çizerin olduğu bir ülkede yeterince günlük bant üretemedik... Geçti gitti orası ayrı...


Emrah Ablak'ın Hamsi'yi Beklerken albümünden bir Ankara karesi. Hikayenin kahramanları dolmuşla ODTÜ'ye gidiyorlar. Sorun şu ki, görünen yer Atatürk Bulvarı ve şehir tarihinde o yolda dolmuş çalışmış değildir. Üstelik, diyelim ki çalıştı, o dolmuş o yönde gidiyorsa ODTÜ'ye değil Ulus'a, batı'ya değil kuzeye-Dışkapı'ya gider. Teferruat tabii ama serde huysuzluk ve mesleki deformasyon var...


Gipi'nin son albümü Bihikaye'den... 18 yaşında biri aynada elli yaşındaki yüzünün halini görse "kusmaktan ölürdü" filan diyor...Çocukken, yirmi beşime kadar yaşasam çok yaşamış olurum diye düşünürdüm. Kırk yaşında biri bana inanılmaz yaşlı gelirdi. Peh peh... Elliye yaklaşırken üstüme alındım galiba...


1964 yılından, Nejat Erhan'ın çıkardığı Akbulut Kaan dergisinden... Yazar olarak bir kadının ismi geçiyor. Doksanlı yılların başında dönemin çizerleriyle röportajlar yaparken Günay Ayla'yı da sormuştum. Nejat Erhan, sırf iltifat olsun diye sevgilisinin adını da yazdırırdı diyenler olmuştu. Küçümseyerek, alay ederek bahsediliyordu. Doğru mu değil mi bilmiyorum ama şu saatten sonra ne söylense şüphe duyarım, beni cezbeden bu sevgili olayının kendisi galiba. Bizi sürükleyen şey arzularımız... Nejat Erhan'ın hikayesini düşündüm, hoşuma gitti.. Muhabbetle...

Cumartesi, Aralık 09, 2017

Merida

https://bewareitbites.deviantart.com/art/Merida-498257647

https://soulvalkyrie.deviantart.com/art/Merida-360398609

https://laurenwalsh.deviantart.com/art/Princess-Merida-Fanart-707548647

https://shricka.deviantart.com/art/Marida-713205370

https://efraimsdotter.deviantart.com/art/Merida-397731259

https://josephqiuart.deviantart.com/art/Merida-706920905

https://enveniya.deviantart.com/art/Merida-390631066

https://maaronn.deviantart.com/art/Merida-706799931

https://www.deviantart.com/art/Merida-414575607
Bilmeyenler için yazayım, Merida karakteri Disney'in Brave (2012) animasyonundan. Seyrettiğim zaman da yazmıştım, hafif tertip ters köşesi olan bir filmdi ve çocuk-kadın kahramanının hayatla ilişkisi nedeniyle ayrıksı duruyordu. Yahu etme eyleme, Disney'den ne ayrıksılığı çıkacak dediğinizi duyar gibi oluyorum.

Popüler kültürün işleyişi sanıldığı gibi tek biçimli değildir. Örneğin bizim dizilerimizin Arap illerinde bu kadar çok beğenilmesi kadın karakterlerimizin toplum içinde görünürlüğüyle, erkekler arasında başarılı olmalarıyla doğrudan ilgili. Oysa biz baktığımızda sadece klişe görüyoruz. Ne ki diyoruz... Westernler sağcı içerikleriyle tefe koyulurlar, oysa Britanya'da yıllar önce yapılan araştırmalar gösteriyor ki, filmlerin meydan okuyucu ve bireyci kahramanları, geleneksel toplum içinde bastırılan gençlere iyi gelmiş... Sür'atli ve enerjik görünmüşler...

Merida, pek çok kız çocuğuna model olacaktı, çok belliydi. Eviriyor, çeviriyor, inat ediyor, ayakta kalıyor ve başarıyordu...

Geçenlerde şöyle bir taradım, inanın binlerce Merida ilüstrasyonu yapılmış...Amatörler, fanlar, profesyoneller... Bile isteye, severek iştahla resmetmişler... Yukarıdakiler benim hoşuma gidenler...Niye bu kadar çizilmiş, niye bu kadar beğenilmiş şaşırmayın...Bu daha başlangıç diyorum, gülerek, daha da hatırlanacak...Yaşayacak...

Cuma, Aralık 08, 2017

Mizah dergiciliği bitiyor mu?


Levent (Gönenç) ile birlikte mizah dergilerinin geleceği hakkında bir yazı yazdık Birikim'e...

Pazartesi, Aralık 04, 2017

“Eskisi Gibi Bir Emperyalizm Değil Bu“


Arif Hoca, bu ay başında aramızdan ayrıldı. Dirlik, küreselleşme tartışmalarında görüşleriyle farklılık gösteren, itibar gören entelektüellerden biriydi. Bizden çıkan Kriz, Kimlik ve Siyaset kitabı (İletişim Yayınları, 2009) vesilesiyle tanışmış, epey bir mektuplaşmıştık. Ölçülü, nezaketli, önemli bir akademisyen ve entelektüeldi. Kitap çeşitli dönemlerde yayımlanmış yazılarından oluşuyordu. 1989 sonrasına, uzam ve zamanı değiştiren yıllara odaklanan kitap, bugünü ve süregelen çatışmaları zihin açıcı biçimde yorumluyordu. O yıl kitabı temel alarak Kerem'le (Ünüvar) birlikte kendisiyle bir röportaj yapmıştık. Kitabın çevirmeni olan Sami (Oğuz) de tercüme etmişti. Hatırası için paylaşayım istedim. 

• İlk olarak, kişisel bir soru ile başlamak istiyoruz. Küresel bir dünyada “Türkiyeli bir Çin Tarihçisi” olmak şaşırtıcı değil ama yurtdışında sizden bir Türk olarak beklenen bazı şeyler olabilir. İnsanlar sizden bir Türk olarak tepki vermenizi isteyebilir, yakın dönem tarihinin birçok önemli olayı konusunda size danışabilir ya da sizden destek bekleyebilir. Kendinizi kültürel tarih ve etnisite bağlamında nasıl konumlandırdığınızı merak ediyoruz. Bir başka ifadeyle nasıl bir yaşam stratejisi oluşturdunuz?
– Bu soruyla, bu işe yeni başladığımda şimdikinden daha çok karşılaşıyordum. İnsanlar benim Türkiyeli olduğumu öğrendiklerinde, Türkiyeli birinin neden Çin hakkında çalıştığını merak ediyorlardı. Bazen bu basitçe coğrafi bir cehaletin sonucu oluyordu. ABD’de coğrafya öğreniminin mevcut halinde, bazı kimseler Türkiye’nin Çin’den “hayli uzak” olduğunu sanıyor. Bu tür sorulara neden olan varsayımların ise önemi daha büyük. Alan çalışmaları, sömürgeleştirme teşebbüsünden doğduğu için, sömürge uzamları kimin kimi araştıracağı ve nasıl araştıracağının şekillendirilmesine çok büyük etkide bulundu. Amerikan yerlileri, Filipinliler ve Havaililer dışında, ABD sömürgeci olmaktan çok yeni sömürgeci -İmparatorluk- olduğu için dünyanın incelenmesi daha çok her şeyi kapsayan bir yapıya sahiptir, ama aralarında Doğu Asya’nın da bulunduğu bazı bölgelerin incelenmesi diğerlerinden daha önemlidir. İlginç bir şekilde, Çinli meslektaşlarımdan ve hatta sokaktaki Çinlilerden daha farklı bir tepki alıyorum. Orada kökenlerim beni “Asyalı” bir hemşeri olarak gösteriyor ve buna bir tür akrabalık duygusu eşlik ediyor. Benim kendi tutumuma gelince, hiçbir zaman kendimi Çin üzerine çalışan bir Türk olarak gördüğümü düşünmüyorum. Kimi zaman Çin’de olan bazı şeylere kızdığımda, gizli duyguların yargılarıma etki etmediğini garanti altına almaya çalışırım. Türk geçmişim konusunda ise, bu, çocukluğumda romanlarını okuduğum Nihal Atsız gibilerin sattığı ırkçı temsillerin zihnimdeki herhangi bir kalıntısına karşı uyanıklık anlamına gelir. Toplamda, ben ABD ve Avrupa’daki meslektaşlarımla farklılığımı, Çinli meslektaşlarımla paylaştığım Çin üzerine bir “Üçüncü Dünya” perspektifine bağlıyorum. Samimi olarak, uzun bir zamandır, genellikle bir Türk olduğumun farkında değilim- bu uzun bir süredir böyle. Evet, Türkiye’de büyüdüm ve Türkiye benim tarihimin bir parçası. Ama bu tarih, benim için birincil anlamda çok daha önemli olan çok daha başka şeyleri de içeriyor.

• Ulus-devletlerin kuruluşuna baktığımızda, hemen hepsinin kendi geçmişlerini inşa ve icat ettiklerini görüyoruz. Küreselleşmenin bu olguyu ortaya çıkardığı veya daha da belirginleştirdiği söylenebilir. İnsanlar ve toplumlar sanki kendi yaratılışlarının geçmişine bağımlı kalmak zorundaymışlar gibi... Siz, hayli iyimser bir yorumunuzda “küreselleşmenin tarih fetişizmini sona erdirme” ihtimalinden söz etmiştiniz. Bugün farklı mı düşünüyorsunuz?
– Hayır, böyle bir şey söz konusu değil. “Tarihi Ulustan Kurtarmak” adlı bir kitap yazan bir meslektaşımı eleştirmiştim, ama milliyetçilik ve uluslardan gurur duyduğum için değil ama total bir kınamanın milliyetçiliğin tarihin farklı dönemlerinde oynadığı farklı rolleri göremeyeceği için. Çin devrimi de dâhil olmak üzere modern devrimler milliyetçilikle başlamıştır. Vatandaşlık kavramını ulusa borçluyuz. Ve demokrasiyi, ulus-sonrası koşullara nasıl aktaracağımızı hâlâ bilmiyoruz. Öte yandan, milliyetçilik açıkça, ulus bir kez ortaya çıktıktan sonra hemen unutulan bir sömürgeci etkinlik sürecidir. Her durumda, benim itirazım şuydu: Eğer “tarihi ulustan kurtaracaksak” ulusu da tarihten kurtarmamız gerekir ki kendi yaratılışının tarih tarafından sınırlandırılan geleceklerden farklı gelecekler yaratmak için çalışmak mümkün olsun. “Küreselleşmenin tarih fetişizmini sona erdirmesi” konusunda ise, bağlamı tam olarak hatırlayamıyorum, fakat hayır, bu görüşümü değiştirmemi gerektiren bir neden yok. Bu cümleyi söylerken aklımda, tarihe, insanın tarih konusundaki sorumluluğunun üstünü örten, özerk bir öznellik verilmesi vardı. “Tarih der ki,” “tarih bize anlatıyor” gibi cümleleri hep şüpheli bulmuşumdur. Bunlar bana Karl Marx’ın yazdığı şu tür cümleleri hatırlatır. “Tarih hiçbir şeydir. Tarih hiçbir şeydir. Tarih, erkek (ve kadınların) kendi hayatlarını üretirken yaptıklarının dışında başka hiçbir şeydir.” Küreselleşmenin tarihin anlaşılmasında, farklılıkların farkına varılmasını teşvik ederek, özellikle de Avrupamerkezci erekselliğe karşı çıkışıyla, önemli bir rol oynadığını düşünüyorum. Bu tür farklılıkların kabul edilmesi, herhangi bir eleştirel düşünürün tarihin ideolojik meşrulaştırma amacıyla kullanılmasından endişe duymasını sağlamalıdır.

• Size göre Çin sadece kapitalizme alternatif bir modernite haline gelmedi, aynı  zamanda küreselleşmenin ortaya çıkardığı yeni sorunlara da somut çözümler sundu. Çin’in hem Üç Dünyacılığın sona ermesi hem de postkolonyal (ve postmodernist) eleştiri bakımından nasıl konumlandırılabileceğini düşünüyorsunuz?
 – Aslında “alternatif modernite” terimini sevmiyorum ve onun hakkında eleştirel biçimde yazmaya devam ediyorum. Çin’in farklılığını öne sürdüğümde, bunun Maocu Çin’e referansla olduğunu düşünüyorum. 1978’den bu yana bir Çin alternatifinden (sözde “Pekin uzlaşması”) söz etmek giderek çok daha zor hale geldi. Çin’in küresel kapitalizme entegrasyonunun nereye gideceğini birlikte göreceğiz, ama şu ana kadar, bir alternatiften bahsetmek zor, eğer bu terimi aşırıya götürmeyeceksek ve alternatif modernitede herhangi bir farklılık algılamayacaksak ki bu bazı çevrelerde olagelen bir şeydir. Mao’nun Çin’ine, başka şeylerin yanı sıra, “kalkınmacılığı” için de eleştirel bakıyorum, ama Maocu, sanayi ve tarım faaliyetini birleştiren bir bütünleşik kalkınma ile birlikte, farklı bir modernite yaratma arzularını ciddiye almak zorunda olduğumuzu düşünüyorum. Sözde “reformların” başlamasından bu yana ve özellikle 1990’larda Çin, kentli bir tüketim toplumuna doğru gidiyor. Krizin farkına varıldı, ama çözülmedi. Çin’in nerede olduğunu ben “küresel modernite” kavramı ile yakalamaya çalışıyorum, yani küreselleşmiş bir ekonomi politik ve (değişik alanların yerelleştirilmiş uzamsallıklarına göndermede bulunan) yerel özgüllüklerin etkileşimi ile farklı kapitalist modernite biçimlerinin yaratılması. Bu dinamiklerin nihai olarak bizi nereye götüreceği hakkında hiçbir fikrimiz olmadığını itiraf etmemiz gerekir (kaçınılmaz ekolojik felaketten kurtulacağımızı varsayarak). Çin’in bu bakımdan farkı, en önemlisi, Çin’in bir postmodern ya da postkolonyal toplum olmaktansa, bir devrim sonrası toplum olmasından geliyor. Devrim inkâr edildi ama o, Çin’in modern deneyiminin ayrılmaz bir parçasıdır ve en azından şimdiye kadar, çekip gitmeyi reddediyor.

• Gözlemlerinize dayanarak, Maoculuğun Üçüncü Dünya’da (bu kategoriye Türkiye’yi de dâhil edebiliriz) nasıl dönüştüğünü veya ne tür farklılaşımlardan geçtiğini sormak isteriz. 
– Bu soruyu, yakınlarda yazdığım, henüz yayımlanmamış bir makalemin ilk paragrafını alıntılayarak yanıtlamama izin verin: 1969’da, kendi “Devrimci Saldırısı” ile Çin’deki Kültür Devrimi arasındaki benzerlikler sorulduğunda, Castro ‘eğer Çin komünistlerine benzer şeyler yaptıysak, bu tarihsel bir rastlantıydı’ diye yanıt verdi. “Tarihsel rastlantı” terimi üzerinde daha fazla düşünmek isteyebiliriz ama açıklamanın kendisi, Mao Zedung Düşüncesi’nin Üçüncü Dünya devrimci hareketleri üzerindeki etkisi hakkındaki her türlü mülahazada bir ihtiyatlılık uyarısı olarak hizmet ediyor. Mao’nun düşüncesi (ve genel olarak Çin devrimi ilhamı) en açık biçimde 1950’lerden 1970’lere kadar ulusal kurtuluş hareketleri döneminde vardı ve bu dönem ayrıca Asya, Afrika ve Latin Amerika’ya kadar geniş bir bölgede yerli devrimci yenilenme vizyonları üretti. Mao Zedung Düşüncesi’nin cazibesi Üçüncü Dünya’da sömürgelikten kurtuluşa eşlik eden arzularla ve sömürgelikten kurtuluşun sadece Üçüncü değil Birinci Dünya’da da ilham verdiği yeni dünya vizyonları ile arasındaki elektriklenmede yatmaktadır. Eğer bu küresel hareketin basit bir “tarihsel rastlantı”dan daha fazla bir anlamı varsa, bu anlam, aynı zamanda da Mao Zedung’un ki de dahil bu vizyon ve ideolojilerin herhangi birine belirleyicilik gücü atfedilmesine karşı ihtiyatlı olunması çağırısında da bulunur. Mao’nun vizyonu İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kısa bir süreliğine ortaya çıkan bir dizi alternatif kalkınma vizyonundan biri idi. Eğer onun vizyonu, diğer vizyonlardan daha fazla ilgi çektiyse, bu Maocu vizyonun kendisinden çok, Çin toplumunun gücü ve tarihsel ivmesi ile  ilgilidir.” Bu Maoculuğun çok az sonucu, etkisi olduğu anlamına gelmez. Açıktır ki, dünyanın birçok yerinde kendilerini Maocu olarak gören hareketler vardı (ve hâlâ var): Nepal’den Filipinlere, Hindistan’daki Naxalcılara, Peru’daki Aydınlık Yol’dan Latin Amerika’daki Zapatistalara kadar. Ondan sonra da Avrupa ve Kuzey Ameri-ka’da Mao’dan ilham alan gruplar vardı. Türkiye’deki Maocu grupların da buna benzer olduğunu sanıyorum. Bunlardan bazıları hayli ciddi gruplardı, diğerleri taklitçilikleri ile acıklıydı. Benim için Maoculuğun temel varsayımlarından biri, devrimin yerelleştirilmesi ve yerlileştirilmesi üzerindeki ısrarıdır. Bazı başarıları olan Maocu gruplar, yalnızca bu varsayımı kalpten benimseyen ve kendi devrimlerini yapmaya çalışanlardır. Kültür Devrimi’nden ilham alan birçoğu ise, ne yazık ki Maoculuğun biçimini izlemeyi seçti ve Mao Zedung’un hırkasını devralma iddiasında olan ve taraftarlarını felakete sürükleyen yerel despotlar yarattı. Tanıdığım arkadaşlarımdan edindiğim izlenime göre, Türk Maoculuğunda da daha çok bu durum söz konusu.

• Bugün Postkolonyal (ve postmodern) eleştiri hedeflediği kimi şeyleri ıskalamış görünüyor. Bu konudaki fikrinizi öğrenebilir miyiz? Devam edersek, eleştiride daima bir hata payı vardır ama siyasi muhafazakârlık, postkolonyal (ve postmodernist) eleştiride diğer yanlara baskın çıkmış gibi görünüyor; bu olgu bir kültürcülük, tarih fetişizmi ve tekbiçimlileştirilmiş bir kapitalizm algısını da kendisi ile birlikte getirdi. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
– Birbirleriyle ilişkili oldukları için, sanırım bu iki soruyu birlikte ele almak iyi olacak. Buna benzer soruları, şimdi’nin gelecekte, zorunlu olarak uzak bir gelecekte değil, mevcut gelişimini tamamladığında nasıl görüneceğini hayal ederek ele almaya çalışırım. Son 20 yıl, böyle bir gelecekten, pekâlâ, sömürge geçmişin şimdi’nin kurucu bir gücü olarak kabul edilebilir hale geldiği bir geçiş dönemi olarak görülebilir.  Bu dönem aynı zamanda postkolonyal eleştirinin bir biçiminin (devrimci milliyetçi) başka bir biçim (liberal kozmopolitin yanı sıra köktenci/ milliyetçi şeklinde iki farklı yüzü olan) tarafından sahnenin merkezinden (merkezî konumundan) dışarı sürüldüğü bir dönemdir de. Bu ikisini bir çift olarak görmenin nedeni, iki farklı siyasi çehreye sahip olmalarına rağmen, ilgiyi İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki 20-30 yılda ve sömürgelikten kurtuluş döneminde egemen olan ekonomi politik sorunlarından başka yana kaydırarak, kültürün küresel toplumsal ilişkilerde belirleyici bir güç olduğuna vurgu yaparken taşıdıkları ortaklıktır. Bunun önemli bir sonucu, ırk ve etnisite sorunlarının öne çıkarılıp, sınıf sorunlarının marjinalize edilmesidir. Köktendinci eleştiri, ekonominin bir kenara ittiği sınıflara hitap etse de, genellikle sınıf dili içinden konuşmaz. Liberal kozmopolit(ler) ise, ırk ve etnisiteyi sınıfa tercih ederler; çünkü bu, en önemlisi, sömürgeci etkileşimlerin ürünü olan sınıfların çıkar ve deneyimlerini dile getirir. Bu sınıfların kendi kurtuluş talepleri, sömürgeci mirasın kendi kuruluşlarının oluşturucu bir unsuru olarak olumlanmasını, kültürel karışıma ve melezliğe olumsuz gözle bakan milliyetçi saflık taraftarlığının aşılmasını ve göçmenlerin -özellikle göçmen entelektüellerin- büyük oranda Birinci Dünya toplumlarına entegrasyonunu engelleyen baskıcı ırkçılık ve etnik hegemonyanın yok edilmesini gerektirir. Bunlar çoğunlukla, giderek daha fazla, bir zamanlar Üçüncü Dünya dediğimiz toplumlara nüfuz eden küresel modernitemizi yaratan küreselleştirici sürecin bir parçası olarak gördüğüm postkolonyalizm için geçerlidir. Postmoderne gelince, o da 1930’lardan ’50’lere kadarki modernitenin eleştirisi olmaktan, bir yerde modernitenin parçalanmasının kutlanmasına dönüştüğü bir dönüşümden geçti. Bu dönüşün bir kurbanı, küreselleştirici ekonomi politiğin ortaya attığı yapısal sorunlarla ilgilenmenin, dünyanın değişik türlerden temsiller yoluyla yapılaştırılması pahasına itibarsızlaştırılmasıydı. Kültürel dönüşten sağlanan kazanç ne olursa olsun, ekonomi politik sorunlarının söz konusu olduğu yerlerde, -özellikle “ulusaşırı sermaye sınıfı” denen şeyin doğuşuyla ilgili olarak- bir körlüğe yol açtı. Şimdi acil olan görev, bu değişik toplumsal kimlik, kültürel aidiyet ve küreselleşmiş ekonomi politik sorunlarını yeniden bütünleştirmektir. Bu aynı zamanda, şimdi, hatta çağdaş değişimlerin yeni sömürgecilik biçimleri yarattığı da dikkate alınırsa, ilginin yeniden sömürgeci geçmişin şimdi içinde yaşama yollarına çekilmesini sağlayabilir.

• Uzun süredir Michael Hardt ve Antonio Negri üzerinden, modern dünyada, ABD dâhil tek bir ulus-devletle özdeşleşmiş hiçbir gücün tek başına eskisi gibi dünyayı kontrol etme araçlarına sahip olamadığı iddia ediliyor. Üzerinde düşünmemiz ve tartışmamız gereken başka bir şey daha var sanki. Bu belki, onların ifadesi ile bir İmparatorluk. Bu dünyayı birada tutan şeyin ne olduğunu düşünüyorsunuz? Para mı ve dolayısıyla herkesin birbirine olan borcu mu? Dağılma korkusu mu? Yoksa bizzat korkunun kendisi mi?
– Bu çok önemli ve zor bir soru. Bazı bakımlardan, bir Uluslararası İlişkiler çözümlemesinin merkezî sorusu: Tek bir güç merkezinin hegemonyasının kaçınılmaz alternatifi anarşi midir? Bu soruyu ele almak için Hardt ve Negri’nin en iyi kalkış noktası olduğundan emin değilim. Bu arada, onlar “modern dünya” demezler, çağdaş dünya derler... İlk zamanlardaki anlamıyla emperyalizmden bahsetmenin yanıltıcı olabileceği iddiasına kendimi yakın hissediyorum, ama bunun ardından, dolayısıyla merkezî olmayan bir dünyada yaşadığımız anlamı çıkmamalı. İlk olarak, ampirik olarak mevcut merkezin (ABD) bir gerileme içinde olduğundan ve dünyanın yeniden nasıl merkezlileştirileceği hakkında bir çatışmanın ortaya çıktığından- eğer tek merkezli bir dünya aslında bir ihtimal ve arzulanır bir şey ise- söz etmek daha doğru olur. Günümüzdeki mücadelelerin çoğu bu sorun hakkındadır. ABD, benzeri olmayan askerî üstünlüğü dışında açık bir gerileme içinde. Öte yandan, askerî seçeneği kullanmak için başkalarına ihtiyacı var. Bunu Irak’taki iki savaşta da gördük. Şimdi de İran’da görüyoruz. ABD’nin ekonomik ve ideolojik hegemonyası gerilese de, sorun hâlâ devam ediyor. Yine de, emperyalist faaliyet devam ederken, bu artık eski türden bir emperyalizm değildir, her şeyden önce ötekilerin işbirliğini sağlamaya ihtiyacı olan bir emperyalizmdir- sadece meşruiyet için değil, fiilî güç kullanımı için de. İkinci olarak, ABD bu türden bir işbirliğini sağlayabilmektedir, çünkü ötekilerin şimdi küresel kapitalizmin garanti altına alınmasında çıkarları vardır. Bu Çin ve Hindistan gibi ülkeleri de içermektedir. “Ulusarışı kapitalist sınıf”ın sahneye girdiği yer burasıdır: Bu sınıf, eski birinci-ikinci-üçüncü dünyadan olup da şimdi küresel ekonomide bir pay sahibi olan ve küresel kapitalizm içinde bir egemenlik mücadelesine girmiş olsalar da ortak çıkarları paylaşanlardan oluşan bir sınıftır. Kültürel çatışma bu mücadelenin bir yüzüdür. Ama tek yüzü değildir. Bu koşullarda, sadece bütünleştirici güçler yoktur, aynı derecede önemli parçalayıcı güçler de vardır. Küresel siyasi faaliyetin büyük bölümünün, güçlü merkezkaç kuvvetleri karşısında yerküreyi bir arada tutmanın yollarını aramaya yöneltildiğini söyleyebiliriz. Bu merkezkaç kuvvetlerin bazıları yeni güçlerdir, ötekiler dünyanın Soğuk Savaş biçimindeki örgütlenmesinin kılık değiştirmiş, geçmişten kalan miraslarıdır.

• 11 Eylül’ün hemen arkasından bir trajedi, buna bağlı olarak korku ve endişe vardı... Ama dünyanın diğer yüzünde Amerika’nın dünyada tek başına olmadığını fark edeceği düşünülüyor, ister istemez anlamak için daha fazla çaba göstereceğine inanılıyordu... 11 Eylül ile ilgili karamsar ve iyimser tahminler vardı. 11 Eylül sonrası için öngörülen gelişmeler oldu mu? Beklenen bir tablo ortaya çıktı mı sizce?
– 11 Eylül’ün ABD’nin dünya ile ilişkisindeki derin çelişkilerin su yüzüne çıkarılması açısından çok önemli olduğunu düşünüyorum. 11 Eylül, bütün dünyada ABD’ye karşı büyük bir sempati yarattı ve diğer ülkelerle ilişkileri açısından ABD’nin liderliğini yeniden canlandırması için bir temel yaratarak yaptı bunu. Diğer alternatif, 11 Eylülün yarattığı avantajı ABD gücünün dünyaya karşı tek kutuplu liderliğini yeniden ileri sürmek, ABD egemenliği ve hegemonyasına karşı muhtemel herhangi bir meydan okumanın önünü kesmek için kullanmaktı. Bu seçenek, siyasi sağ tarafından çok daha önceden, Amerikan gücünün 21. yüzyılda da zorla sürdürülmesini öneren Yeni Amerikan Çağı Projesi içinde zaten dile getirilmişti. Sağcı Bush-Cheney liderliği ile birlikte bu seçeneğin galebe çalması en talihsiz gelişmeydi. Ve Amerikan liderliği için fırsat olabilecek bir imkân, Amerika gücünün kötüye kullanılmasına dönüştü. Obama yönetimi şu anda öteki alternatife –egemenlik üzerinde liderlik– dönmeye çalışıyor ama ABD gücünün devam eden gerilemesi siyasi paranoyayı beslemeye devam ettiği için artık çok geç olabilir. Ve elbette, eski alışkanlıkları yenmek kadar iktidardan vazgeçmek de zordur. Dolayısıyla, en iyi niyetlere sahip olan bir hükümet bile, olguları gerçekten önemli ölçüde değiştiremez; İsrail’de, İran’da, Afganistan’da ve elbette en önemlisi küresel ısınma sorunları ile son ikiyüz yılın yağmacı kapitalizminin kalkınmacı ideolojisinden uzaklaşma acil ihtiyacında (başarılamadığını-çn) gördüğümüz gibi.

• Doğrudan Türkiye üzerine çalışmadınız ve yazmadınız. Şimdiye kadar hiç, bir şeyler söylemeyi isteyeceğiniz Türkiye ile ilgili herhangi bir tartışma oldu mu?
– Haklısınız. Türkiye ile ilgili sadece birkaç makale yazdım. Birisi Atatürk ve Sun Yat-sen’in karşılaştırılması, diğeri Yaşar Kemal’in (ve J.M. Coetzee’nin) yapıtlarında barbarlık ve uygarlık sorunu üzerine. Yüksek lisans öğrencisi iken, bir gün Ermenilere uygulanan etnik temizlik (bu terim, ne kadar çirkin olsa da, olanların tarifi için “soykırım” demekten daha uygun) hakkında yazmayı umuyordum. Hatta görgü tanıklıkları da toplamaya başlamıştım. Ama muhtemelen Türkiye’ye dönmeyeceğim ve dolayısıyla belgesel malzemelere ulaşamayacağım açığa çıkınca vazgeçtim. Bazı nedenlerle Çin’de 1920’ler ve 30’lardaki Marksist tarih yazımına oldukça benzeyen, Türkiye’de 1960’lar ve 70’lerdeki Marksist tarih yazımı üzerine yazma planımdan da vazgeçtim. Çin’deki Marksist tarih yazımını doktora tezimde ele aldım ve sonunda benim ilk kitabım olarak yayımlandı. Şimdi eğer zaman bulabilirsem, Türkiye’deki Çin algısı (akımları) hakkında bir şeyler yazabilirim. Özellikle Nihal Atsız’ın çalışmaları ve bu çalışmalara hayat veren ırkçı varsayımlar ilgimi çekiyor. Bu, yukarıda belirttiğim bazı nedenlerden dolayı, bir süredir zihnimin arka planında olan bir şey. Son dönemdeki bazı gelişmeler de sorunla tekrar ilgilenmeme neden oldu. Bu gelişmelerden biri kendisine Türk Amerikan Dernekleri Federasyonu diyen bir grubun ABD’deki faaliyetleridir. Bu bana, bazı etnik özler adına bazı önemli farklılıkları halının altına süpüren ki bu zamanımızın ortak bir olgusudur, dünyadaki bütün “Türklerin”, “Türkler” olarak bazı ortak paydaları olduğu şeklindeki varsayımının ırkçılığı nedeniyle çarpıcı geldi. Öteki neden Sincan’daki son olaylara gösterilen Türk tepkisidir. Çin, Türkiye ve başka yerlerde etnik baskı sorunlarıyla ilgilenmek önemlidir. Öte yandan, bu durumların karmaşıklıklarını anlamaya çalışmak da önemlidir. Eldeki bütün verilerden anlaşıldığı kadarıyla, bana öyle geliyor ki, Türk tepkisi yetersiz bilgilenmeye dayanmaktadır ve şüpheli etnik akrabalık deklarasyonlarınca tetiklenmiştir ki bu da yüzeysellikten öteye geçen çözümlemeleri gerektirmektedir. Bu projeye el atabileceğimden de emin değilim, ama eğer ben yapamazsam, başka akademisyenlerin buna el atmasını dilerim.
Çeviren: SAMİ OĞUZ

Cumartesi, Aralık 02, 2017

Çizgili güzeller



Çizgi roman tarihinin hayati dönemeçlerinden biri 1950’li yılların Amerika’sında gerçekleşti. O yılların ahlakçı ve antikomünist havası, çizgi romanların ne/nasıl anlatacağına ilişkin bir kamuoyu yaratmış, yayıncılar kendilerini bağlayan kurallar ve bir otosansür kurulu oluşturmak zorunda kalmışlardı. Görüşleriyle saldırılara temel teşkil eden Fredric Wertham, “çizgi romanların peri masalları gibi olması gerekir,” diyordu. Ona göre çizgi romanların mevcut içerikleri çocukları suça teşvik ediyordu, yasaklanmaları gerekiyordu. Dönemin en çok eleştiri alan ünlü yayıncısı Will Gaines, “dergilerimiz yetişkinler için yazılıyor, çocuklar da okuyorsa bu bizim suçumuz değil,” diyerek kendini savunurken aslına bakarsanız kimseleri ikna edemiyordu. Aksini düşünen yoktu, çizgi romanlar çocuklar için üretilmeliydi. Wertham sansürü olmasaş, çizgi romanın sanat olarak değişeceğini, çocuksu biçiminden daha o yıllarda sıyrılacağını düşünmemek elde değil.

Bugün eğlence biçimlerinin değişmesi nedeniyle çizgi roman üretirken çocuklar pek hesaba katılmıyor. Geçmişte ucuz kağıtlara çok sayıda basılan ve gazete bayiilerinde dergi olarak satılan düşük fiyatlı çizgi romanlar, bugün kitabevlerinde kitap ve edebiyat dünyasının beğenilerine göre tasarlanır oldular. Böylelikle yeni ve eski –artık çocuk olmayan– okurlarının beğenilerine göre üretilmeye başladılar. Yayın mecrasının değişimi, çizgi romanlara sanılanın aksine itibar ve nitelik bakımından büyük bir zenginlik getirdi. Geleneksel anlamda yenilmez bir kahramanın serüvenlerinin anlatıldığı “seriyal” çizgi romanları sayıca azalıp nostalji konusu olurken, edebi nitelikleri ve farklı anlatım biçimleriyle grafik romanlar devreye girdiler.


Bu yazıda, geride bırakmak üzere olduğumuz yıl içinde İngilizcede çıkan kimi dikkat çekici eserlere değineceğim. Türkiye’deki süregelen yayın tercihlerine uygun örneklere ağırlık vermekle birlikte ayrıksı çalışmalardan söz edeceğim diyelim. Son beş yıl içerisinde hatırı sayılır sayıda grafik roman yayımlanmakla birlikte memleket yayıncıları daha çok biyografik çizgi romanlara ve edebiyat uyarlamalarına yoğunlaştılar. Yakınlarda Çizgi Düşler’den çıkan Beşinci Beatle: Brian Epstein’in Hikâyesi çalışmasını hatırlatarak iki müzisyen biyografisi önereceğim. İlki, Muñoz&Sampayo ikilisinin ortak üretimi olan Billie Holiday (NBM, 2017); ikili, genç yaşta ölen caz şarkıcısı Holiday’in ölümüne ve yaşadığı son güne ilişkin yarı belgesel bir çalışma çıkartmışlar. İlk kez 90’lı yıllarda yayımlanan albüm, bu yıl Amerika’da neşredilince yeniden hatırlandı. Meraklısı, Muñoz’u, Julio Cortázar’ın Charlie Parker için yazdığı öyküye (Takipçi, DeliDolu, 2016) yaptığı illüstrasyonlardan hatırlayacaktır. İkinci albüm, isminden anlaşılacağı gibi, John Lennon’ın New York yıllarını anlatan Lennon: The New York Years (IDW, 2017). David Foenkinos’un Lennonkitabından yapılan uyarlamayı Horne çizmiş, Corbeyran hikayeleştirmiş. Siyah beyaz olan çalışma Billie Holiday’in aksine fotoğraf gerçekçiliğinde üretilmiş; belgesel nitelikli çalışmalarda çizerin o ünlü kişiyi benzetememesi, o benzerlikle ilgili süreklilik sağlayamaması önemli bir handikap olabiliyor. Albüm bu sorunun üstesinden gelmiş. Biyografilerden devam edersem; Amerika’da merak uyandıran bir başka frankofon çeviri çalışma Sartre (NBM, 2017) oldu. Depommier’in çizdiği Mathilda Ramadier’nin yazdığı renkli uyarlama, ünlü entelektüelin hayatından çeşitli dönemleri anlatıyor. Sartre gibi üretken insanları anlatmak pek kolay değil, Simone de Beauvoir ile uzun yıllara yayılan ilişkisi, düşünceleri, kavgaları, iştah ve saplantıları görsel olarak iyi resmedilmiş. Dikkat çekici bir başka çalışma, Calamity Jane’in 360 sayfayı aşan biyografik çizgi romanı (IDW, 2017); The Calamitous Life of Martha Jane Cannary1852-1903 alt başlığıyla çıktı. Yine Fransızcadan bir çeviri olmakla birlikte, albüm siyah beyaz ve anaakım frankofon çizgisinin hayli dışında. Matthieu Blanchin’in kıvrak çizgileri, kareler arası akışkanlığı ve ironik yorumu, hayli geveze olan metnin devamlılığını güzel sağlamış. Western severlerin ilgisini çekebilecek nitelikte iyi bir biyografi.

Edebiyat uyarlamalarına iki örnek vereceğim. İlki, yakınlarda Alone isimli şahane bir çalışması daha çıkan Christophe Chabouté’nin Moby Dick uyarlaması (Dark Horse, 2017). Görselliği, yavaşlığı, giderek yükselen gerilimi o denli başarılı kurmuş ki, kendi adıma yapılmış en iyi Moby Dick uyarlaması olduğunu iddia edeceğim. Üstelik Chabouté keşfedilmesi, okunması ve seyredilmesi gereken etkileyici bir “auteur.” İkinci uyarlama, romanı ve filmleriyle uluslararası bestseller olan Stieg Larsson’un Millennium Üçlemesi. Sylvain Runberg’in senaryolarını yazdığı üçlemenin çizerleri Homs ve Carot. 2018 yılında tamamlanacak olan serinin henüz ilk iki kitabı yayımlandı. Kendine özgü ve maharetli bir uyarlama olduğunu teslim etmek gerekiyor; özellikle ilk albümün çizgi aurası, ilgi çekici ölçüde ustalıkla kurgulanmış. Karelerdeki mesafe, sahne istif ve açıları ticari bir ortalamanın nitelik olarak çok üzerinde…

Son bölümü sevdiğim türden grafik romanlara ayırdım. The Lighthouse (NBM, 2017) İspanya İç Savaşı sırasında yaralı halde bir deniz fenerine sığınan gencecik bir asker ile fenercinin hasbihallerinin anlatıldığı yumuşak bir hikaye. Maggy Garrison (Dupuis, 2017), üç albümlük bir Londra öyküsü; banliyöler, yaşlılar, barlar, hoyrat erkekler, küçük hesaplar sakin bir dille öyle hoş anlatılıyor ki arka plandaki entrika enikonu önemsizleşiyor. Thomas Campi ile Vincent Zabus’un Macaroni! (Dupuis, 2017) albümü hafif buruk ama iyimser bir ergenlik hikayesi. Dedeyle torunun dostluğu, babayla oğulun yakınlığı, taşra sükûneti ve koşut gelişen ilk aşk uğultusu albümün ana izlekleri. Blutch’ın Modern Speed albümü ise tek kelimeyle tuhaf ve uzun bir rüya sekansını andırıyor. Sanata, aşka, sinemaya, şarkılara, Ömer Şerif’e vs komik göndermeler yapılıyor. Fellinivari bir gerçeküstü akışa eşlik eden çizgilerse, neredeyse bir kareden diğerine akıyormuşçasına “rüzgarlı.”

Çizgi romanlar, peri masalı olmak zorunda değiller, üstelik muktedir kahramanlara ihtiyaç duymuyorlar artık. Bu kısmı dostane yazıyorum; yayın için nitelikli hikayeler ve yenilikçi çizgiler seçilirse sadece iyi grafik romanlarla değil iyi edebiyatla, sanatla karşılaşmış oluruz. 

Sabit Fikir, Kasım 2017