Pazartesi, Haziran 23, 2025

Fezaya atılan mısralar

Kitabı duymuştum ama görmemiştim, bir çabayla edindim. Suavi Koçer imzalı Uzay Yolcuları isimli bir şiir kitabından söz ediyorum. Frapan, ajitatif, kendine hayran, pek çok bakımdan bayağı ve komik duran bir kitap olduğu söyleniyordu. Önsözdeki ciddiye alınma çabası, edebi ve felsefi anıt olma isteği, dili ve temayı büyütme arzusu en baştan hoşuma gitti.

Batılılar buna “monumental olma hırsı-iştahı” diyorlar, yani şair, şiirle yetinmiyor, kendisini tarihsel bir misyonun ve davanın temsilcisi gibi sunuyor. Bir şeyler anlatıyor ama çok şükür hepimiz faniyiz veya ermiş değiliz, iddiasıyla dili uyuşmuyor, büyük anlatı üreteceğim diye başlayıp ikinci satırda tıkanıyor diyelim.

İtiraf edeyim, retorik coşku ve epik abartıyı izlemeyi severim, kimi insanlar nebi evliya ve peygamber gibi konuşmaya bayılırlar. Şairimiz de öyle, hem uyarıyor, hem kutsuyor, hem anlatıyor, hem tarih yazıyor. Baştan sona zamanın yükünü taşıyor, kayıp defterleri diriltiyor ve elbette evrensel bir hakikatin izini sürüyor. Bu gizemli ve yüce poz, güzel değil mi şimdi?

Ne ki büyük laflar ediyor ama bir yere varamıyor, söylem anlamı öteliyor. Şairin sesinin daima “yüksek perdeden” gelmesinin kökenleri Tanzimat sonrası edebi muhkemlik arayışında yatıyor elbette, şiir dediğin mutlaka ciddi, ulvi ve kutsal şeyler söylemelidir saplantısından.

Kitabın adına ve değindiklerine gelemedim, mebzul miktarda “atom”, “uzay”, “yörünge”, “zamanda yolculuk” gibi kavramlar zikrediliyor, bilimsellik beklemiyorum ama bu kavramların mistik romantizmle sunulması ilginç. Yani uzayı, “gelecek” değil, ehlileştirilmiş kaderin yeni yüzü olarak araçsallaştırmış.

Atom çekirdeği, motor, radar, ışık yılı gibi terimler birer seküler mitoloji ögesi gibi işleniyor, oralarda komikleşiyor. Bir tür teknoloji (bilim ilerler, insan yükselir, halk uyanır) romantizmi taşıyor ve şair de bu büyük yürüyüşün sözcüsü ve hikayecisi gibi davranıyor.

Şair, sanki bir kürsüde, millete sesleniyor. Her dizeyi bir nutuk parçası gibi yazmaya uğraşmış, duygudan çok hacimle, ölçüyle değil iddia ile çalışmış. Epik olmak isterken ajite olan bu tarz şiirler,  lirizmi değil etse etse bir dönemin ideolojik reflekslerini temsil edebilir. Bugünden bakıldığında yazılanlara en iyimser yorumla nostaljik ama ironik, samimi ama trajikomik bir tona sahip denebilir ancak. 


Pazar, Haziran 22, 2025

Popüler kültür yazıları

Yıllardır dergilere yazı yazmıyor, iş güç bahane edip kaçıyordum. Disiplinimi kaybetmezsem aralıklarla da olsa popüler kültür hakkında ufak ufak yazılar yazmak niyetindeyim. Meraklısına duyurulur. 
 

Cumartesi, Haziran 21, 2025

Erotizmin Utancı: Erimez'in Kadınları

Geçenlerde Salih Erimez’in resimlediği bir hikâyeden söz etmiştim. Bir dönem hicviydi, sıradan bir adamın saraya dahil olup yükselişini ve skandallarla düşüşünü anlatıyordu. Bayram, kederle “sadakat dediler, sustum. Terfi dediler, sustum. Şimdi de unutsunlar diye susuyorum” diyordu. Klişe bir deyim vardır, güldürürken düşündürmek denir, bir başka türü, güldürürken utandırmaktır. Hikâyeyi vurguladığı için bu yönünün altını çizmek istedim. Saray hikâyelerinde illaki harem anlatılır, kadınlar entrikaların merkezindedir. Kadınların aşırılığı, dedikodusu, kıyafetleri hem dönemi hem sarayı karikatürize etmeye yarar. Onlar üzerinden dönen ilişkiler, saraydaki gücün dağılımını ve yozlaşmasını simgeler.

Erkek (male gaze) bakışının erotik bir bakış olduğunu da unutmayalım. Sarayın çürümüşlüğü, haz düşkünlüğü, ahlaki çöküşü en çok kadın bedenleri ve erotik bakışlar üzerinden anlatılır. Kadınlar sadece arzu nesnesi değil; rüşvetin, terfinin ve sadakatin ölçü birimi gibi sunulur. Hikâyedeki erotizm de “zevk” değil, iktidar ilişkisi üretir. Bayram’a verilen “armağan”lardan biri bir cariyedir. Irigaray, [kadın] değişim değeri taşıyan bir meta gibidir diyordu. Kadın, ödül değil, sistemin içinde bir “sözleşme nesnesi”dir. Kadınlar arasındaki erotik görünürlük ve onay üzerine bir rekabet vardır ama bu onların gücünü değil konumlarını daha da açığa çıkarır: şehvet, onların kendi aralarındaki tek sermayeye dönüşür. John Berger diyordu hani, “erkekler kadınlara, kadınlar da bakılan olarak kendilerine bakarlar.”


Bazı çizgi romanlar erotizmi bilinçli olarak absürtleştirerek, karikatürleştirerek kullanır. Bu, o erotik sahnelerin altında yatan (ataerkil düzeni, kadının metalaştırılmasını ve teşhir toplumunu resmeden) bir teknik hâline gelir. Eskiden Salih Erimez’in kadınları erotik çizmemesini anlamıyordum. Sonradan erotizmi bir “utandırma aracı” olarak işlevselleştirdiğini, sahnelere bakarken okurun tahrik değil, rahatsızlık hissetmesini istediğini fark ettim.  Erimez, anlatırken bir biçimde sınıfsal farkları görünür kılıyordu, güçlü erkeklerin sahip olduğu kadınları, fakir kadınların “satılabilir” güzelliklerini, cinselliğin para ve rütbeyle pazarlanmasını betimliiyor, eleştirisini erotizm üzerinden yapıyordu. Bu nedenle onun kullandığı biçimiyle erotizm çizgi romanda estetik bir tema değil, politik bir anlatım aracıydı.

Hikayedeki Nazik Hanım, Damat Paşalardan birinin metresi olarak saraya girmiş, güzelliğiyle çevresini etkilemiş, zeki ve hesaplı bir kadın. Baş karakter Bayram’la olan ilişkisi erotik ve politik bir gerilim hattına dönüşüyor. Bayram, Nazik Hanıma karşı zaaf gösteriyor ve konumunu riske atıyor. Ona yazdığı mektup, bir başka kadının eline geçiyor ve mesele bir tür skandala dönüşüyor. Yani Nazik, güzel, ulaşılmaz, karmaşık ve susturulmuş— tam anlamıyla bir femme fatale bir kadın olarak istifleniyor. Arzulanan, kıskanılan, hakkında çok konuşulan biri. Bu yüzden ilginç zaten: “Nazik Hanım, ismi gibi değildir. Gülüşüyle adam yükselir, susuşuyla çökertir.”

Konu uzun ama Nazik Hanım’ın Abdülcanbaz’daki pek çok kadının özellikle Cihanyandı Saliha’nın öncüsü olduğunu iddia edeceğim. Meraklısı karşılaştırabilir.

Cuma, Haziran 20, 2025

Bana öğretilen aşk

Yirmili yaşlarımın başında epeyce iddialı konuştuğum bir meseleydi aşk… Aşkı hep Doğu’ya ait bir hastalık gibi tarif ederdim; aklın değil, arzunun yönettiği bir sarsıntı hali derdim. Batılılar aşkı hesaplardı, analiz ederdi; Doğu aşkı ise kendini yakar, kavurur, terk eder, kavuşamaz, yakar ve yine kavrulurdu. Mecnun’un çöle düşüşü, Ferhat’ın dağı delişi ya da Hallac’ın “Enel Hak” diye parçalanması şu bu sayardım… Hepsi bir teslimiyeti, bir akıl dışılığı ve kendinden geçişi resmediyordu. Edward Said’in meşhur kitabı Oryantalizm’de belirttiği üzre, Batı bakışı bu tür aşkı egzotik, aşırı ve irrasyonel bulur; tam da bu yüzden büyülenirdi. Çünkü aşk burada sadece bir duygu değil, bir varoluş biçimiydi: bir tür vecd, bir vecd içinde yokoluş haliydi. O körolasıca modernizm ve  çağın akılcılığı ise  aşka yer bırakmazdı; çünkü bu aşk ölçülmez, çünkü aşk tedavi edilmez, anlatılmazdı. Ve Doğu bu yanılsamayı yücelterek yaşardı.

Bu yüzden Doğu’da aşk, bir hedefe varmak için değil, yolda harcanmak içindi. Aşk ne evlenmekle, ne mutlu olmakla, ne de tamamlanmakla ilgiliydi. İbn Hazm’ın Güvercin Gerdanlığı’nda yazdığı gibi, aşk bir eksiklikten değil, fazlalıktan doğardı. Aşık kişi kendi benliğini taşıyamaz hale gelir ve kendini başkasına taşırdı. Batı anlatılarında ise aşk, Freud’un teorileriyle birlikte nevrotik bir simgeye indirgenir: çocukluk travmalarının ya da bastırılmış arzuların dışavurumu olurdu. Doğu’da aşk bir sebepten değil, kaderden kaynaklanırdı. Aşk olurdu;  çünkü olmalıdır. Akılla açıklanmaz, hatta akla direnirdi. Tasavvufta buna “aşk-ı mecazî” denir— sınırların silindiği, benliğin eridiği, âşıkla maşukun birbirine karıştığı bu bulanıklıktı, Batı düşüncesinde ise aşkhep tehditkâr bir alan olarak kaldı. Michel Foucault, Cinselliğin Tarihi’nde anlatmıştı, Batı modernitesi arzuyu terbiye etmek, denetlemek ve tarif etmek ister; oysa Doğu aşkı, tarifi bozardı.

Doğru mu bunlar? Yirmili yaşlarımda bu Doğulu aşk fikri bana romantik değil, kaderci değil, neredeyse ayrıcalıklı geliyordu—sanki aşkı böyle tanımlamak onu sıradanlıktan kurtarıyor, beni de sıradan âşık olmaktan kurtarıyordu. Belki de aşkı anlamak değil, ona büyü atfetmek istiyordum.

Cümleleri elden geçirdim ama 1991’de yazmışım bunları, inanmışım ve doğru kabul etmişim…Bu kadar yıl sonra bir kere daha doğru kabul etmem, itiraf edeyim bana saçma geldi… Değişmeyen bir inanç, sabit kalmış bir sezgi gibi. Acaba yıllardır aynı fikri tekrar edip durmam, yeterince düşünmediğimi mi gösteriyor? Yoksa bu fikir zamanla derinlik mi kazandı, yeni anlamlarla gelişti mi? Bazen bir düşünce değişmez çünkü henüz yaşanarak yanlışlanmamıştır. Ya da daha kötüsü: o fikri doğrulayan tek şey, insanın kendi kuruntuları olur.

Aşkın tarifini bile kültürden ödünç alıyoruz. Nasıl âşık olacağımızı, neye âşk diyeceğimizi, aşk acısının ne zaman başlayıp biteceğini bize romanlar, filmler, şiirler söylüyor. Sezgilerimiz sandığımız kadar özgün değil; hatta belki en kişisel sandığımız o delilik anı bile, daha önce binlerce kez yaşanmış ve adına aşk denilmiş bir şablonun yeniden yürürlüğe konmasından ibarettir. Yani ben aşka inandım, ama bana öğretilen biçimde inandım. Seçtiğim yol bile belki seçilmiş bir patikaydı, başkasına ait bir kaderi bir elbise gibi giyinip kuşandım.

Belki de aşk, düşündüğüm kadar Doğulu değil; sadece ben, ona bakarken hep doğuya dönüyorum


Perşembe, Haziran 19, 2025

Bir dönemin hayaleti

Salih Erimez’in yazıp çizdiği “1900 Yılında İdi” adlı resimli tefrikayı bilmiyordum, gazete çizgi romanları bir derya olduğu için kaçırmamak pek mümkün değil. Çalışmayı  Erol Gökşen getirmişti, eksik olmasın…Hangi gazeteden fotoğraflamış bilmiyorum, baskı kalitesine bakılırsa, 1960 öncesi olmalı…

Hikâye, II. Abdülhamid İstanbul’unda geçiyor. Baş karakter Bayram, sarayda küçük bir görevle işe başlayan, zamanla saraya ve padişaha yakınlaşan, iştahlı sıcaklığı, zekâsı ve tesadüflerin yardımıyla yükselen biri. Jön Türkleri jurnallemek aklında yokken, bunu bir fırsata çeviriyor örneğin. Padişaha takdim ediliyor. Günbegün unvanlar alıyor, itibar kazanıyor, saraydaki entrikaların ve sefahat alemlerinin bir parçası haline geliyor. Kadınlar, hediyeler ve jurnaller arasında yükseliyor.

Bürokratik çürümüşlük, jurnalcilik, sefahat ve dalkavukluk hicvedildiği için bu yükselişin bir de düşüşü oluyor elbette. Saray hikayelerinde şaşmayan bir yönsemedir: birincisi, entrikayla gelen entrikayla gider. İkincisi, cinsel iştahını kontrol edemeyenler mutlaka “iktidarlarını” kaybederler. Bayram, ünlü bir saray kadınının aşığı (ve mağduru) oluyor, kurtulmak için çeşitli paşalarla konuşup sadakatini kanıtlamaya çalışıyor. Ancak saray içindeki dedikodular ve kadınlarla yaşadığı ilişkiler artık kontrol edilemez bir hal alıyor. Son sayfalarda Bayram zehirleniyor. Öldü mü kaldı mı anlaşılmıyor; hikâye dramatik ve belirsiz bir sonla bitiyor.

Bugünün ölçüleriyle bir grafik roman anlatısı gibi olduğunu söyleyeyim. Klasik bir “trajik kahraman” anlatısı olduğu da eklenebilir: Bayram yükseldikçe kendini (ve değerlerini) kaybeder. Saray bir iktidar mekânı değil, entrika ve ahlaki çöküşün merkezi olarak resmedilir. Bayram’ın hikâyesi dramatik bir yalnızlıkla biter. Sarayla yükselmiştir ama artık insan değildir; saygı duyulan ama sevilmeyen, anılan ama konuşulmayan, etrafındakilerin gözünde tehlikeli bir mendebura dönüşür vs vs

Abdülhamid hikâyede yok tabii… Neredeyse doğrudan hiç konuşmuyor, temel sahnelerde görünmüyor. Ama herkes onun adına konuşuyor, onun kararları bekleniyor, onun gözüne girmeye çalışılıyor. Tipik, bir iktidar simgesi olarak kullanılıyor, onun şahsi varlığı ve tınısı değil, etrafındaki korku sistemi anlatılıyor. Bu kısım güzel. Dönem anlatılarında klişe olan kadın eksikliği yine karşımıza çıkıyor. Ancak mektuplar, söylentiler, fısıltılar yoluyla var oluyorlar yani hiçbir kadın karakter kendi iç sesiyle temsil edilmiyor. Bayram’ın saray içindeki yükselişi kadınlar üzerinden oluyor: onlarla kurduğu ilişkiler, onların sırlarını bilmesi ya da onları memnun etmesi, Bayram’a avantajlar sağlıyor.

Zülfü Hafız, yani Bayram’ı saraya taşıyan karakter, benim sevdiğim türden bir “aracı”. Anlatının vicdanı gibi geziniyor. Bayram’ın başına gelen her şeyin mümkün olmasını sağlayan biri… Hikâyede Bayram ne zaman bir adım atsa, Zülfü Hafız ya o adımı daha önce atmış ya da sonuçlarını görmüş oluyor. Bayram, finalde yeniliyor, Zülfü ise devam ediyor, çünkü mesafeli, arada durmakla yetiniyor… Eşiği bilerek aşmıyor.

Tefrikayı sevdim, hatta oyun oynayarak blogta devam niteliğinde ilgili yazılar yazacağım. Hikâyenin önemli kadın karakteri Nazik ve “yazarı” Erimez’i dahil ettiğim edebi oyunlar mambo jambolar işte. Meraklısı ayrıca bakabilir. 

Özel not: Çizgilerin ilk ikisi Erimez'i taklit eden yapay zeka çizimleri. Gazeteden okuduğum sayfalar, gerek baskının kötülüğü gerekse Erimez'in hızlı çizimleri nedeniyle pek okunur-görülür gibi değildi, o yüzden bu yola başvurdum. 


Çarşamba, Haziran 18, 2025

Salı, Haziran 17, 2025

Hipofiz bezi tartışması...

Haber yeni değil, yıl(lar) geçmiştir üstünden. Oyuncu Tuba Ünsal sabah namazına başlamış; hissettiklerini, deneyimini yoga ile kıyaslayarak paylaşmış. Doğal olarak ti’ye alınmış, sosyal medyada epeyce parodileştirilmiş. Merak eden açar, bakar. 

Şöyle bir yargı var, yoga popüler kültürdür, ona aittir, din hayır, asla değil. Müslümanlığın popüler kültürün bir parçası hâline geldiği gerçeği kolaylıkla göz ardı ediliyor. Oysa popülerleşen her şey gibi, dinî pratikler de farklı biçimlerde alımlanır, farklı anlamlarda yeniden üretilir. Stuart Hall anlatırdı, kültürel bir metnin anlamı sabit değildir, alımlayan tarafından yeniden ve yeniden kurulur. Aynı şey inanç biçimleri için de geçerlidir. Ve evet, alay edilerek de olsa tüketilir ve tüketilir.

Bir şey bu kadar çok kişi tarafından seviliyorsa ya da nefret ediliyorsa, o sevgi ya da nefretin tek bir gerekçesi yoktur. Din, ideoloji ya da popüler ikonlar için bu kaçınılmaz olarak geçerlidir. Onları asla tek bir “anlam”a sabitleyemezsiniz. Tam da bu yüzden popüler olurlar.

Her tüketici, mesajı kendi kültürel ve siyasi sermayesine göre yeniden anlamlandırır. Her defasında bir kere daha “üretir.” Pierre Bourdieu’nün “habitus” kavramının bize anlattığı gibi, bireylerin algı ve pratikleri, içinde bulundukları toplumsal konum tarafından şekillenir. Erzurum’daki Müslümanlıkla Edirne’deki Müslümanlık aynı değildir. Her yaşayan inandığı dini kendi hayatına, çevresine, zamana adapte eder.

Edirne’de bir ramazan günü iftara düğüne gider gibi dans ederek gidenleri görmüştüm. Şaşırmamam gerekirdi. Cezayir’de, Dubai’de, Tahran’da da farklı yaşanıyor — biliyordum. Ne ki şaşırmıştım, iftara giderken davul zurna çalıp göbek attılar. Seyrettim…

Ama biz ne yapıyoruz, biz hâlâ, ortada herkesin okuyabileceği bir kutsal kitap var ve sadece o referans alınmalı diyerek tartışmayı bitirmeye çalışıyoruz. Oysa biliyoruz ki hiç de öyle değil. O kitap ve etrafında gelişen öğreti, tarih boyunca öyle çok farklı biçimde yorumlandı ki… Say say bitmez. O din çok insan, çok kültür, çok farklı diller, çok farklı ideolojiler, rejimler gördü, mealen yazıyorum, kapitalizm, modernleşme, küreselleşme yaşadı … Talal Asad söylemişti, din sadece inanç sistemlerinden ibaret değildir; modern dünyada söylemsel olarak şekillenen, toplumsal olarak müzakere edilen bir pratiktir.

Bu nedenle “gerçek Müslümanlık budur” ya da “dinde bu yok” gibi başlayan vik vik cümleler, bugünün dünyasında savunma ya da saldırı işlevi görmek dışında bir anlam taşımıyor. Zamanın ruhuna göre savrulan-estirilen cümleler yalnızca.

Gençken, bağnaz bulduğum bir şey duyduğumda, “Ama Kur’an’da yazmıyor!” diye inatla itiraz ederdim. Sonra fark ettim ki, tartışmanın esası metnin kendisiyle ilgili değilmiş. Mesele “bizden olan”la “olmayanı” ayırt etmeye yönelikmiş. O metinde yazıp yazmaması kimsenin umurunda değilmiş. Çünkü din, asla sadece o metne dayanmıyor işte. Din, Birgit Meyer’in ifadesiyle, medya ve gösteri aracılığıyla dolaşıma giren, bireysel performanslarla şekillenen bir fenomene dönüşmüş durumda. İnsanlar tek tek inançlarını ve kim olduklarını meşrulaştıracak çıkışlar arıyor. Asıl olan da bu.

Popüler kültür derslerinde sorardım: Olumlu düşünmek ile besmele çekmek arasında ne kadar fark var? Geçenlerde sosyal medyada rastladım: Orta sınıftan, tahsilli bir kadın, paylaştığı her fotoğrafın altına “Bugünü de yaşadığım için şükrediyorum” yazıyor. Her defasında. Yineliyor.

Tuba Ünsal’ın “namaz” anlatısı da böyle. Kendi dünyasından, kendi hayat tarzına uygun bir yorum getiriyor. Üstelik ilk defa da yapılmıyor. Dikkatli bakılırsa buna benzer on binlerce yorum var, yapılmış, yapılıyor ve yapılacak.

Bu yüzden, “doğru” ya da “yanlış” demek boş. Öyle de denecek, böyle de. Çünkü Stewart Hoover’ın vurguladığı gibi, medya çağında din, hem sekülerleştirilmiş hem de yeniden kutsallaştırılmış bir zeminde varlığını sürdürüyor. Yani, neyin hakiki, neyin samimi, neyin sahici olduğunu ispat edemezsiniz. Sadece konuşursunuz.

Pazartesi, Haziran 16, 2025

Ivır Zıvırın Belleği

Kitabı duymuştum ama iş telaşından epeyce gecikerek edinebildim. Yazar Henry Jenkins, yıllardır ilgimi çeken bir akademisyen. Popüler kültüre dair yazdıklarını eskisi kadar yakından takip edemesem de dikkatle okuduğum isimlerden biri. Çizgi romanla ilgili bir çalışma kaleme alınca, bu kitabı edinmem kaçınılmaz oldu diyelim.

Jenkins bu kez “stuff” kavramına, yani bizim dilimizle “eşya”, hatta daha doğrusu “ıvır zıvır” dediğimiz nesnelere odaklanıyor. Kitabın temel savı şu: Stuff, yalnızca fiziksel nesneler değil,; aynı zamanda duygusal, kültürel ve toplumsal anlamlarla yüklü (medium, vessel) taşıyıcılardır. İçinde yaşadığımız üretim tüketim rejimi, varlığını epeyce bu eşyalar aracılığıyla sürdürür. Satın alıyoruz, yeniliyoruz, almak zorunda hissediyoruz, ama bir yandan da atmaya kıyamıyoruz filan ya…. Jenkins, bu geçici gibi görünen nesnelere yüklediğimiz kalıcı anlamları fark ederek, onlara dikkatle eğiliyor.

Düşünün: Neden bazı eşyaları atmıyoruz? Neden saklıyoruz? Çünkü o nesneler bize birini, bir zamanı ya da bir hâli hatırlatıyor. Kullanışlı olmasalar da duygusal bir değer taşıyorlar. Zamanla “bizim kim olduğumuzla” “sahip olduklarımız” iç içe geçiyor. Nesneler, bireysel hafızayla kolektif kültür arasında bir köprüye dönüşüyor.

Benim açımdan stuff, ıvır zıvır demek. Ve bu niteleme hoşuma da gidiyor. Yıllarca, başta çizgi roman olmak üzere pek çok “lanetlenmiş tür” üzerine çalıştım. Ailem, çizgi roman gibi konularla ilgilenmemi hiçbir zaman anlamlı bulmadı. Akademisyen olduktan sonra da bu çalışmalar pek ciddiye alınmadı. Sanat dergileri, hele o yıllarda, çizgi romanla ilgilenmezdi. Ama çizgi roman ve ıvır zıvır, bana kalırsa birbirlerine çok yakışıyorlar. En azından benim dünyamda, yan yana güzelce demleniyorlar.

Takipçileri fark etmiştir: Günümüz grafik romanlarında artık klasik kahramanlık anlatılarından çok, ev içi ayrıntılar, bastırılmış duygular, fiziksel objeler ve bireysel kırılganlıklar öne çıkıyor. Jenkins de tam olarak bu kırılgan nesnelliğe odaklanmış. Objelerin nasıl anlam yüklendiğini, bu anlamların bilinçdışı süreçlerle nasıl ilişki kurduğunu ve toplumsal hafızaya nasıl gömüldüğünü inceliyor. Artık nesneler, kimliğin bir ifade biçimi, sınıfın bir göstergesi ya da kültürel değerlerin bir yansıması olarak okunuyor. Jenkins, bu büyük havuza cesurca dalıyor.

Çünkü grafik romanlardaki eşya, karakterlerin travmaları, arzuları ya da içsel dünyalarıyla iç içe geçmiş durumda. Özellikle kadın anlatıcıların, ev içi mekânlar ve özel hayatlar aracılığıyla yeni bir anlatı dili kurduklarını savunuyor. Bu gözlem, güncel üretimlere bakan herkesin dikkatini çekiyordur zaten.

Comics and Stuff, çizgi romanlarda eşya, mekân, bellek ve duygu arasında kurulan ilişkileri inceleyen teorik ve kültür odaklı bir çalışma. Hem gündelik nesneleri hem de bu nesnelerin estetik olarak nasıl temsil edildiğini odağına alıyor. Bu yönüyle yalnızca sanat tarihi ya da medya çalışmalarına değil; tüketim kültürü, toplumsal cinsiyet, hafıza ve kimlik araştırmalarına da katkı sunuyor.

Kitabın ilginç ve ilham verici bölümleri var. Ben olsam, son çeyrek asırdaki yerli üretimlerimize bakarak bu kitabı tartışan bir makale kaleme alırdım. Editör olsam, birilerine mutlaka yazdırırdım.

Pazar, Haziran 15, 2025

Dünyanın en güzel yeri

Tuna, çocuk yaşta, “dünyanın en güzel yeri neresi?” diye sormuştu. Ne cevap verdiğimi tam hatırlamıyorum ama yüksek ihtimal, “Kaf Dağı” demişimdir. O günden beri bu bana çok tatlı bir soru gibi geldi, insanın varoluşla, yuva duygusuyla, anlam arayışıyla kurduğu ilişkiyi içeriyor çünkü.

Zagor, yaşadığı Darkwood ormanını dünyanın en güzel yeri olarak nitelerdi. İnsan, hele çocukken bu türden iddialı laflara ayrı bir dikkat kesiliyor. Platon, aksini söyler ve bence bıkkın bir biçimde kaşını kaldırarak bu dünyanın “güzeli” bu dünyada değildir der bize. Gerçek güzellik, duyularla değil, akılla kavranan idealar dünyasında yer alır beyfendiye göre. Bu dünyadaki yerlerin hepsi sadece o ideal güzelliğin soluk birer yansımasıdır. Yoksa? Yoksa dünyanın en güzel yeri düşüncenin içinde midir Romalılar.

Zagor’un ormanını Heidegger tatlı tatlı tarif ediyor, “canım benim”, “yurdum dediğin yer (Heimat), sadece doğduğun yer değil, dünyayla ve kendinle anlamlı bir ilişki kurduğun mekândır” diyor. En güzel yer, bir ev (ya da “orman”) değil, bize ev hissi veren bir anlam alanıdır. Zagor, hayal edilmiş bir kahraman, öyle bir orman da ev de yok elbette ama Bachelard, Mekanın Poetikası’nda, dünyanın en güzel yeri olarak, hayal kurabildiğin yeri işaret ediyor. Bir arkadaşım, dünyanın en güzel yeri deyince Cihangir Camii Avlusunu ve Heybeliada’yı söyledi. Sanmıyorum diyerek matrak yapabilirim. Thoreau, ormanın içinde kurduğu kulübede geçirdiği iki yılı anlatırken dünyanın en güzel yerinin doğayla baş başa kalınan yer olduğunu savunur. Medeniyetten uzaklaştıkça insanın aslına döndüğünü düşünür.

Türk mitolojisinde Ötüken vurgusu vardır, pek çok kültürde benzerlerini gördüğümüz güzellemelerden biliyoruz, ırkların kök saldığı yerlere yönelik romantizmden söz ediyorum. Yani bize kim olduğumuzla ilgili anlam ve aidiyet veren ortam, dünyanın en güzel yeridir. Edebi olarak sevdiğim için paylaşayım, Orhan Pamuk “İstanbul’un en güzel yeri, oraya bakarak kederlenebileceğiniz yerdir” diyor, hah diyorsunuz şahane…Bana hep soruluyor mesela, “Ankara’da bok mu var?” Gülüyorum.

Virginia Woolf, özgürce dolaşabildiği, kimseye hesap vermeden yazabildiği odasını anlatır ya… Görsek, orada da bir bok yoktur ama onun için özgürlüğün mekanı olmuş işte Mıstık abi… Cioran, damardan girer ve en güzel yer “intihardan vazgeçtiğin yerdir, çünkü orası seni hayata bağlayan son kaledir” der. Edward Said, o büyüleyici diliyle sürgünlüğü anlatırken: “hayalini kurduğun ama hiç gidemediğin yer, dünyanın en güzel yeridir” der ve bizi buruklaştırır… Beyaz yakalılar, sahil kenarında bir ev hayal ediyorlar, hepsinin rüyası Ege’ye yerleşmek…  Bauman tam da onlara nanik yapıyor zaten, bizi tarumar eden akışkan modernitede diyor, mekânlar sürekli değişir ve bu yüzden de güzellik geçicidir, şaşmaz biçimde nostaljik ve kırılgandır diye ekliyor.

Galiba, dünyanın en güzel yeri kendin olabildiğin yerdir. Seni oluşturan yerdir, hala sevildiğin, kazandığın, istediğin kadar susabildiğin, gönlünce konuşabildiğin, hayaller görebildiğin, yargılanmadığın yerdir. 

Ee Mıstık abi, benim diyeceklerim bu kadar… 

Cumartesi, Haziran 14, 2025

Vicdansız

Yeni hikayem Vicdansız'ın çekimleri başladı. Devrim çekiyor, Fatih yapımcılığını yapıyor. Eylül ayı gibi yayını olacak, Todd platformunda... Fotoğraf set ziyaretinden Arzu, ben ve Deniz... 

Son Okuduklarım 106

Yumuşaklığın Gücü, yumuşaklığı yalnızca fiziksel bir his değil, aynı zamanda varoluşsal, duygusal ve etik bir durum olarak ele alıyor. Yumuşaklığı görünmez, kırılgan ama dirençli bir güç olarak tanımlıyor. Çocuklukta, dilin oluşumunda, ritüellerde, hafızada, doğada ve aşkta sessizce yer alan bir his biçiminde betimliyor. Yumuşaklık bazen ölüm dürtüsüne eşlik ediyor, bazen de iyileştirici bir hafıza aracına dönüşüyor. Genel olarak zarafetle ve yavaşlıkla tanımlanır biliyorsunuz. Yumuşaklık, görünmeyeni fark etme, olanı olduğu gibi kabul etme ve başkasıyla bağ kurma cesareti demek diyelim. Benim çok sevdiğim bir deyiş vardır, "ipek gibi sağlam, ipek gibi yumuşak" ol derler, biraz onun kitabı. Kitapta derli toplu ilginç ayrıntılar mevcut. Diğer yandan metin, epeyce “Frankofon”, dili bazen hoş, bazen çok of puf. İlham verici de olabiliyor, geveze ve bağlamsız da…

Hayatın Anlamı, Terry Eagleton’ın memleket ölçülerine göre çok satan bir kitabı. İsmi de ilgi çekmiş olabilir, yaşadıklarımızdan-sorun ettiklerimizden dolayı hemencecik cevap alalım istiyoruz, herkesin kitaba bir el attığı-dalladığı tahmin edilebilir. Eagleton'a göre mutluluk, yüzeysel hazlardan ya da bireysel iç huzurdan ibaret değil. Tahmin edeceğiniz üzre Aristoteles’in çizgisinden gidiyor, erdemli bir yaşam biçimiyle, yani insanın kendini gerçekleştirerek yaşamasıyla ilgili bir mutluluktan söz ediyor. Bu mutluluk anlayışını, sadece bireysel değil, toplumsal ve siyasal koşullara bağlıyor; özgürlük, adalet ve etik sorumluluk olmadan gerçek anlamda mutlu olmak mümkün değildir iddiasında bulunuyor. Sevdiğim ve ne diyeceğini merak ettiğim bir yazar Eagleton. Şimdiki zamanın refah, güç ve haz gibi araçsal değerlerinin hayatın anlamı yerine konulmasını güzelce eleştiriyor. İddialı bir konusu var, refah, güç ve hazzın anlamın yerine geçememesini tartışıyor diyelim.

Basit Yaşama Felsefesi, tüketim toplumuna ve sürekli büyüme anlayışına karşı çıkan, doğayla uyumlu, yerel ve sade bir yaşam biçimini savunan alternatif düşünceleri ele alıyor. Ekonomik büyümeye dayalı modellerin yerine “küçülme” (degrowth), “yavaş yaşam” ve Latin Amerika kökenli “Buen Vivir” gibi toplumsal ve çevresel uyumu önceleyen yaklaşımlar öneriyor.  Metin, bu alternatiflerin sadece bireysel değil, kolektif ve politik bir dönüşüm çağrısı olduğunu, tüketimi ve hızı yücelten modern yaşam anlayışına karşı etik, ekolojik ve kültürel bir itiraz sunduğunu savunuyor. Ne ki kitapta yer verilen, sınıfsal ayrıcalıkları olan elit figürlerin çevreci mesajlarının önemsenmesi biraz garip olmuş. Bu tür popüler kitaplara oldum olası ilgi gösteririm. Yeni  olanı, kendini yeni olarak sunanı merak ederim. Neye denk düşüyor da popüler oluyor merakı da denebilir buna. 

İyileşme, daha da popüler ve klişe bir kitap. Kötü diyemem. Doğru ve savunulabilir görüşleri var. Örneğin sağlığı yalnızca hastalıksızlık değil, bedensel, ruhsal ve sosyal bütünlüğün hali olarak tanımlıyor. İyileşme sabit bir hedef değil, kişiye özgü, yönünü bulmaya yönelik bir süreçtir diyor. Kronik hastalıklarla bile anlamlı ve onurlu bir yaşam mümkün olabilir şeklinde iyimser bir tavrı var. İyileşme içim umut, kabulleniş, yön tayini, destek sistemleri ve küçük gündelik pratikler (dinlenmek, yürümek, sevdiklerimizle vakit geçirmek) önemli rol oynar demiş. Tıbbi tedaviler kadar bireyin kendi deneyimi ve yaşam hikâyesi de iyileşmeyi şekillendirir demiş. Bunu doktorlar da söylerler biliyorsunuz. Yeni bir yönü yok, felsefi bir derinlik bulamıyorsunuz.  Blogu takip edenler, bu aralar "mutluluk" bahsine çok kafayı taktığımı görüyordur, o bahisten okundu diyelim. Derli toplu ne öneriyor, neyi nasıl tanımlıyor, nasıl bir mesafe kuruyor diye merak ettim. Yoksa kitap, benim okuma tarzıma pek uygun değil. 

Cuma, Haziran 13, 2025

Pulp kapağının yedi kuralı

Sevdiğim bir kapak... Pulp estetiğinin nitelikli bir örneği. İsim "ürkünç", spottaki iddia ise tek kelimeyle merak uyandırıcı "1965'in en korkulu macera romanı..." Altına itibarlı bir derginin ismi yazılmış...Okuru çağırıyor, heyecanlı ve zamanın en iyisini okuyacaksın çağrısı bu...

Trençkot pardösülü biri kadın üç kişi karanlıkta, köprüde, gece ışığının altında buluşmuşlar, yüzü görülmeyen biri diğer ikisine silah doğrultmuş. Polisiye estetiğinin klişeleri öne çıkartılmış demek gerekiyor. Sahneyi gördüğümüz açı, hele o günler için yeni ve muammayı artırıcı türden istiflenmiş. Karanlık, renk olarak mavimsi-tramlı kurulmuş... Amaç, merak uyandırmakmış, bunu da başarmışlar.

"Pulp Kapağının 7 Emri" gibi bir şey uyduracağım…Pulp kapağı nasıl yapılır-nasıl olmalıdır gibi madde madde kurallar düşünmek istedim. Birincisi, kapakta sahne donmuş gibi olmalı ama aksiyon da içermelidir… İyi bir kapakta zaman durmuş gibi görünmeli ama her şey hareket halinde hissedilmelidir. Silah çekilmiş, biri kaçmakta, biri yakalanmak üzere vs. Mutlaka düğüm anı çizilmeli, başka bir âna izin verilmemelidir. İkincisi, renklerde gerçekçi olmaya çalışılmamalıdır. Göz alıcı bir kırmızı, ürkütücü bir mavi, çığlık atan bir sarı olabilir. Renkler atmosferi değil histeriyi yaratmalıdır.

Üçüncüsü, hiçbir yüz tam gözükmemelidir. Gölgeler karakterin kimliğini örter, gerilimi besler çünkü. Kapağın üçte biri karanlıkta kalmalı ki okur, kalanını kendi zihninde tamamlamalıdır. Dördüncüsü, femme fatale olmazsa pulp olmaz. Tekinsiz bir güzel, masum bir kurban kapağın ortasındadır. Biz ona bakarken bu kadın tehdit de edilmelidir. Beşincisi, tipografi bağırmalı, başlık afiş gibi olmalıdır. Büyük puntolarla kırmızı, siyah ya da sarı gözükmeli, yazı görselin değil, okurun ensesinde ciyaklamalıdır. Altıncısı, pulp kapağı edepsizdir, hikayeyi değil hisleri satıyorsun. Unutma, ne kadar “ayıp” o kadar “ilginç”tir.  Yedincisi, kapakta her şeyi gösterme, okur kapağı açmalı, sayfayı çevirmeli…


Çarşamba, Haziran 11, 2025

Salı, Haziran 10, 2025

Televizyon, dünya ve yollar

Bir on beş yılı geçmiştir, televizyon izlemiyorum. Her medium telefona taşındığı için bir şeylerden haberim oluyor ama kim kimdir anlayamıyorum.  Bu kadar yıldır herhangi bir tartışma programı ya da siyasetçi münakaşası izlemedim. Küçük örnekler vereyim: Burhan Kuzu diye biri vardı, vefat etti, çok eleştirilen biriydi. Ben bu beyefendinin sesini dahi duymadım örneğin. 2016’da Amerika’nın başkanı değişmişti; Trump’ı parodi sanmıştım — o kadar kopuktum.

Üniversitede popüler kültür çalışırken olup biteni mutlaka izlemem gerekir gibi gelirdi. Delice bir tutkuyla aktüel olanın peşinden giderdim. Evde gazeteler keser, dosyalar yapar, kutulara yerleştirir, malzemeyi başlıklara ayırırdım. Bazı gazete ve dergileri izleyememek beni kahrederdi. Sırf bu nedenle kütüphaneye gider, fotokopiler çektirirdim.

Sonra gazete ve medya tarihiyle uğraştıkça bu huyumdan vazgeçtim. Güncel gazeteleri ve köşe yazarlarını takip etmeyi 90’lı yılların sonunda bıraktım. Kütüphaneye gidiyor, yalnızca eski gazete okuyordum. O dönemden kalma onlarca defter, binlerce sayfa fotokopi hâlâ bir yerlerde duruyor. 1930–1950 arası çıkan yayınlara yönelik merakım bir ara bütün dünyamı kaplamıştı.

Üniversiteden istifa ettikten sonra yayınevinde Türkçe edebiyat dosyaları okumaya giriştim,  ömrüm gelen dosyalarla geçmeye başladı. Böylece, eski gazeteler ve kütüphane çalışmalarım geride kaldı.  Yedi yıldır hayatımı sadece senarist olarak sürdürüyorum. E bu evre de beni yerli edebiyattan uzaklaştırdı, çıkan her kitabı izlemeye çalışır, kitapçıları dolaşır, yeni ve popüler olanı takip etmeye uğraşırdım. Hepsi geride kaldı. Az insan var hayatımda, çeşitli ilgilerimle de vedalaştım. Son iki yıl içinde on iki bin civarı kitap ve ilgili materyali elden çıkardım. Ev küçük, ona göre minimal yaşıyorum, yazıyorum ve evden dışarı sadece yürümek için çıkıyorum. Az insanlı, olabildiğince az şeyle ilgilendiğim, yazmayı sürdürebildiğim bir hayatı hep hayal ederdim, kaosun içinde debelendiğim yıllarım oldu, kaça kaça en nihayetinde gemiyi o kıyıya yanaştırabildim.

Eskiden televizyon çok önemliydi. Bize “dışarıdan” ve “başka dünyalardan” haberler getirirdi. Gazeteler de öyleydi. Ama artık değiller. Hatta sinema bile değil. Dijital platformlar bizi global PR’la kuşatıyor, ürünlerini seyrettiriyor ve konuşturuyorlar. Keşfetmiyoruz, seçiyor gibi yapıyoruz. Önümüze konanı konuşuyoruz. Biz eskiden buna manipülasyon derdik. Şimdi koşullandırarak harekete geçirme deniyor. Zuboff, “veri, davranışı anlamak için değil, yönlendirmek için toplanıyor” derken tam bunu kastediyor, algoritma bizi sürüklüyor. İhtiyaç duymuyoruz keşfetmeye. Alternatiflerle karşılaşmaya… Çünkü çok şey var önümüzde. Çünkü hepimiz konuşulanı konuşmak istiyor ve bunu yaparken kendimizi daha önemli hissediyoruz.

Kaçma hayalim, şunu fark ettiğimden beri benim için bir hedefe dönüştü, Byung-Chul Han da diyormuş, “her şeyin görünür olduğu yerde hiçbir şey artık anlamlı değildir.” 17 yaşımdayken çıkan her yerli romanı okuyacağım diye kendime söz vermiştim. Ve bunu yıllarca tuttum. Kolaydı çünkü… Gerçekten çıkan az sayıdaki kitabı okuyabiliyordunuz. Yıllar içinde giderek imkânsızlaştı. Hele bugün, o kadar çok kitap, o kadar çok yazar ve yayınevi oldu ki mümkün değil artık yetişebilmek. Bir ara editörken, işim gereği manyakça çok okuyordum. Nafile bir yetişme telaşım vardı, deliliğimin farkında olarak inatla sürdürüyordum bunu. Hepsine nüfuz etmek, temas etmek, kaçırmamak, farkında olmak, peşinden gitmek… Biteviye bir öğrenme ve yakalama iştahı işte. Ellili yıllarla ilgili benden bir yazı istendiğinde, o yıllara dair gazete-dergi taramalarımı tamamlamadığım için yazamayacağımı söylerdim.

Bugün, “seyretmedim–okumadım–duymadım” dediğimde, kibirli olduğum, kendimi başka bir mertebeye yerleştirdiğim sanılabiliyor. Zerre ilgisi yok. Bilerek ve tasarlayarak olmadı ama galiba hissederek, artık takip edilmesi imkânsız bir çokluk içinde yaşadığımı bilerek ve sakınarak kendime bir yol seçtim. Doğru yol yok elbette. Ama en doğru açıklama bu olabilir. I did it my way. Palavracı Frank Sinatra şarkısını söylesin…


Pazartesi, Haziran 09, 2025

Kadının harareti az olunca...

Ahmedi Bican’ın Yaratılmışların Acâibleri adlı kitabından bir alıntı yapmak istedim, kitap hayli ilginç, on beşinci yüzyılda yazılmış, aslına bakılırsa El-Kazvînî’den yapılan serbest bir çeviri olduğu söyleniyor. Bu tür eserler, sadece dönemin doğa anlayışını değil, malumatın nasıl işlenerek dolaşıma sokulduğunu ve hatta nasıl kutsandığını da gösteriyor. Kozmolojik açıklamalarla günlük hayat arasında kurulan bu dolaysız bağ, bugünkü anlamda “bilim” filan değil elbette, asıl amaç hikmet arayışı elbette. Bugün için okuduklarım “deli saçması” görünüyor, iddiacılığı, büyüklenerek yaptığı kestirimleri, özetle hikayeciliği benim hoşuma gitti.

Kitapta diyor ki, işte kadınla erkek seks yaparken ateşli olursa ve Allah da izin verirse çocuk erkek olurmuş… Yok, ilişki sıcak rüzgarlarla sıcak havalarda olursa, kadınla erkek “ehtiyar” olursa filan, çocuk kız oluyormuş… Bu tür açıklamalar ilk bakışta gülünç gelse de, aslında Antik Yunan’dan İslam tıbbına aktarılan humoral kuramın bir yansıması. Sıvılarla ilgili dört hılt (kan, balgam, sarı safra, kara safra) kuramı, bedenin ve mizacın sıcaklık/soğukluk dengesine göre şekillendiğini varsayar. Cinsiyet de bu dengenin bir tezahürü olarak düşünülür. Thomas Laqueur’un işaret ettiği gibi, modern öncesi anlayışta kadın ve erkek iki ayrı cins değil, aynı çizgi üzerinde eksik/tam biçimlerdi. Kadın, erkeğin eksik olanıydı.

Kitapta fazlası var, cinsel ilişkide kadının harareti az olursa çocuk hünsa olurmuş…Vay diyorsun, cinsel iştah sen nelere kadirsin… Kitapta yayın tarihi yok ama doksanlı yıllarda yayımlandığını tahmin ediyorum. Yayına hazırlayan hünsa için parantez içinde açıklama yazarak (hem erkek hem dişi olur) demiş ve Ahmedi Bican yerine devam etmiş, el artırmış, “günümüzde ameliyatla cinsiyet değiştirenlerin vücut yapılarının aslı bundan ibarettir” diye eklemiş. Bir parantez açalım: Bu tür bir anakronizm, yani geçmişin kavramlarını bugünün kimliklerine dayatmak, sadece analitik hataya değil, etik bir soruna da yol açar. Modern cinsiyet teorileri –örneğin Judith Butler’ın toplumsal cinsiyetin performatifliği üzerine olan tezi– biyolojik indirgemeciliği eleştirmesiyle bilinir. Hünsa (interseks) ile trans kimlikleri özdeşleştirmek, hem tıbbi hem toplumsal olarak ciddi bir kategorizasyon hatasıdır.

Neresinden tutsak dökülüyor da, cinsiyeti belirleyen hararet ve ateş(lilik) vurgusu komik, hünsalığın sebebini kadının isteksizliğine bağlamaksa trajik diyelim… Ama belki de asıl dikkate değer olan, tüm bu anlatının hem cinselliği hem cinsiyeti “doğal” değil “kozmik” bir düzene bağlamaya çalışması. Bugünkü beden algımızdan çok uzak, ama kendi döneminin içinde tutarlı bir evren kuruyor. Foucault’nun dediği gibi, bilgi yalnızca doğru önermelerden ibaret değildir, belli bir söylemsel düzenin ürünüdür. Belki de bu yüzden, gülmekle yetinmeden, hangi bilgi biçimlerinin hangi tahayyüllerle el ele yürüdüğünü de düşünmek gerekiyor.


Pazar, Haziran 08, 2025

Teessüf ederek yaşayan adam

Yaşıtım sayılır, eskiden bana-bize anlatırdı, uzun uzun, hayıflanarak, bazen gözleri dolarak....şimdi sosyal medyada herkese anlatıyor, sürekli teessüf ediyor, hep gadre uğrama hali, hep insafsızlıkla karşılaşmış, hep yanlış anlaşılmış, hep çıldıracak gibi oluyor... 

Geçmişte yaşıyor, hep özlüyor, ne iyi insanlar vardı eskiden falan filan inter milan... Sanki çok yaşlandı veya yaşlanmaya karar verdi... Katlanamıyorum, diyip duruyor... Sağlığım kötü, dışlanıyorum, hatırlanmıyorum, yok sayılıyorum...İçinde felaket çukurları, mutsuzluk katarları...Her cümlenin ucuna eklenen iç çekmeler...

Svetlana Boym'un anlattığı "nostaljik yansıtma" tam da böyle bir şey, geçmişi özlemiyor aslında, geri gelsin filan da istemiyor, sadece kişisel kaybedilmişliğini görünür kılmaya çalışıyor. Kaybın kendisiyle var oluyor, biteviye bir dijital yas töreni sahneliyor. 

Katlanamıyor ama anlatmadan da duramıyor. İroni hissini çoktan kaybetti, artık sadece kırgın görünmek istiyor. 

Kutsallık atfettiği bir kırılganlık.

Dijital bir iç monolog yazıyor, başkaları okusun diye yazmıyor, kendi sesini duymaya çalışıyor. 

Üzülerek izliyorum, patetik göründüğünün farkında mı yoksa öyle mi görünmek istiyor bilemiyorum. Sahiden merak ediyorum. 

En ilginç tarafı her yazdığı metni, kendini kutsarcasına, beğen butonuyla bizzat beğenmesinde saklı...

Cumartesi, Haziran 07, 2025

Falan filandır


 Video büyük olduğu için kalitesini düşürerek paylaşıyorum, affola...

Cuma, Haziran 06, 2025

Hacıağa Barda

Eskiden, gazete bayiilerinde forma forma ucuz romanlar satılırmış... (Gazete bayii dedim ama, daha öncesi: tütüncüler...) Yol üstünde, ayak altındaki bu dükkanlarda ipe dizilmiş-mandallanmış, neredeyse olabilecek en az paraya satılan yayınlar düşünün... Doğal olarak abartısıyla ilgi çeken, hemen her şeyiyle bayağı gözüken, taklit ve tekrar eden, okunup atılmak için üretilmiş kitapçıklardan söz ediyorum.  

Görselini paylaştığım Hacıağa öyle bir şey, kapakla birlikte 12 sayfa...Sekiz sayfa içi, dört sayfa da kapağı... İlk forma Hacıağa İstanbul'da: taşralı amcamız, davarlarını dolandırıcı bir kadına kaptırmış, ikinci (aşağıdaki) formada ise ilk kez et döner görüyor, lokantada yemek yediğinde para vermesi gerektiğini (artık nedense) bilmiyor, tuvaletin nerde-nasıl olduğunu anlamıyor, en nihayet cebinde kalan paraları bar kadınlarıyla şıkıdımda harcıyor filan.  Kaba kaçacak ama başka türlü anlatılamaz, kaba bir mizah yapılıyor çünkü... Hacıağa yemesini, içmesini, sıçmasını, konuşmasını bilmeyen biri... Bakhtin'in grotesk bedeni  akla geliyor haliyle, Hacıağa kültürel sınırların dışını temsil eder demek istiyorum. O, güldüğümüz biri değil, bütünüyle bir sınıftır. Şehirli olmayı yüceltmeye yarar, kültürel ayrımları kalıcılaştırır. Bauman olsa bu gülmenin bir tür savunma mekenizması olduğunu söylerdi.

O dönemin insanları Hacı Ağa, dendiğinde gazinoları, müsrifliği, cehaleti, yersiz böbürlenmeyi hatırlardı ve bunda mizahçılar kadar gündelik dilde yaygınlaşmış esprilerin payı büyüktü. Şehre gelen zengin köylünün uyumsuzluğu, parasına mukayyet olamaması, libidosuna gem vuramaması, kurnazlığı, bönlüğü türlü türlü anlatılırdı. Hacı Ağa, mutlaka tramway'ı ya da galata kulesini satın alır (!), peri kızı sandığı dalavereci bir güzel uğruna ceplerini boşaltırdı. Hollywood'a, köşklere, balolara gider, işin içine siyaset katanlar onu Moskova'ya kadar taşırdı. Pervasızdı, cahil cesaretiyle utanmazdı, ölçüsüzdü, dangozdu...

Taşralılar bugün dahi gece hayatının dikkat çekici müşterileridirler filan ama  bu saldırganlığın gerekçesi sadece "doğruluk" olamaz.

Arada yazıyorum, nefret, toplumlar için bir ihtiyaçtır, her dönem şaşmaz bir biçimde göçmenlere yönelik husumet olmuştur. Köylüler, cahiller, magandalar, Kürtler, Suriyeliler İstanbul'u işgal ediyordur filan... 

Hacıağa tam öyle bir tipleme değil, göçmen ve cahil (kültürel sermayesi yok) ama tam da alt sınıfla özdeşleştirilmiyor. Çalışmaya gelen ırgatlardan biri değil... Aksine para harcamaya geliyor ve çok para harcayarak görünürleşiyor... Hacıağa'ya gülenler, yalnızca onu aşağılamıyorlar, kendi zevklerini onlarınkiyle kıyaslayarak sosyal konumlarını yeniden üretiyorlar. Bourdieu, güzel anlatır bu faslı, orta sınıfın alt sınıflarla karıştırılma korkusu vardır...

Görünme meselesi önemli, toplumlar ve kalabalıklar şöyle bir şey arzularlar, şehre (ülkeye) gelen göçmenler en pis  (bizim yapmadığımız) işlerde çalışabilirler ama kamusal alanda gözükmemeli, dışarı çıkmamalı, mesai kaçta bitiyor mesela, saat yediden sonra kaybolmalıdırlar... David Harvey, alan ve mekanın sahipliği için yaşanan didişmeyi anlatır, bara girme ya da Beyoğlu'na çıkma hakkı maddi olduğu kadar kültürel bir denetime de tabiidir çünkü.  Hacıağa istenmiyordur ama içerdedir. 

Hacıağa, istenmeyen biçimde görünüyor ve parasıyla istediğini "göstere göstere" satın alıyor... Galiba asıl yaralayıcı olan bu. Esprilere bakıyorum, onun aldatılmasından, rezil edilmesinden, parasının elinden alınmasından açıkça zevk alınıyor... Çalanlara, kandıranlara, suç işleyenlere kimse kızmıyor...

Ben ne zaman hacıağa anlatsam, ya da yüz yıl öncesinin "popüler düşmanlarını" konuşsam öğrenciler olup bitenlere geçip gitmiş nostaljik bir vesika olarak bakma eğiliminde olurlar. Tiktok'ta lüks gösterisi yapan taşralı gençler, ya da avm gezen çok çocuklu altsınıftan aileler, kahve zincirlerine oturan dayılar sizce çok mu farklı diye sorarım hep. Burada da sormuş olayım.