Pazartesi, Haziran 30, 2025
Pazar, Haziran 29, 2025
Retromania: Popüler hafızanın ticarileşmesi
Remix ve cover kültürü, eski albümlerin reissue’ları, vintaj kıyafetleri, kaset ve plakların geri dönüşü, genel olarak analog estetiğin yeniden sunumu sanıyorum retromania denince ilk akla gelenler… Nostalji temelli modalar gibi duruyor, işin içine koleksiyonculuk da dahil edilebilir. Bir arkadaşım müzik sektörü için ileriye değil geriye doğru “geri sarıyor” demişti. Üzerine düşünmüştüm, telif hakları bakımından müzik popüler kültürün lokomotifidir, oradaki değişkenlik domino taşı her popüler mecrayı etkiler çünkü.
Şimdiki zamanda, siyaseten gelecek umudunun azaldığı görülebiliyor, ufukta bir devrim ihtimali ya da daha iyiyi hayal ettiren modern bir ütopya var denemez. Eskiden düşündürürdü, şimdi ise retro bir güvenli alan olarak kaçış kolaylığı sağlıyor. Bu durum, sadece bireysel değil; kolektif bir kültürel yönelim olarak da okunmalı. Siyasi bağlama estetiği de teyelleyelim: postmodernizmin pastiş ve ironisi, özgünlük yerine “yeniden yazımı” normalleştirdi. Ve artık her şeye erişebildiğimiz dijital çağın içindeyiz. Geçmiş, bir tık uzağımızda duruyor, bu da eskiyi “yeniden” üretmeyi hızlandırıyor.
Bu tablonun ilk sonucu, nostaljinin bir duygu-his değil pazarlanabilir bir estetik olmasını getiriyor elbette. Sürekli geçmişe dönmek, daha iyisinin üretilemeyeceği fikrini güçlendiriyor ve yeni olanı yaratma cesaretini öldürüyor olabilir. Yenilik, nostaljinin gölgesinde boy veremiyor. Ve bence en önemli sonuç, zamansal bir sıkışma, kültürel yenilenme ya da ilerleme değil, kendi içinde dolaşan bir flaneura dönüşmemiz. Geleceğe değil, sürekli geçmişin içine bakan bir tür kültürel panoptikon yaratıyoruz. Arabesk müziğin sahiplenilmesi retromanianın iyi bir örneği…
Kişisel olarak toplumların nostaljik hafızalarının çeyrek
asırla sınırlı olduğuna inanırım. O sınırı geçtiği an insanlar geçmişle
ilgilenmiyorlar. Retromania ya da post -retro
denilen eğilimler, her ne iddia ile kendilerini ortaya koyarsa koysunlar,
geçmişi-bugünle ve internet estetiği ile harmanlayarak var ediyorlar. Ve o
üretilen geçmiş, popülerleştikçe, bilinir (haliyle satılabilir) bir başka
(geçmiş olmayan) geçmiş malzemesine dönüşüyor.
Bir zamanlar yaşanmış olan, şimdi pazarlanabilir bir “hissedilmiş geçmiş” olarak dolaşıma giriyor. Bu döngüde, kültür kendini yenileyemiyor; sadece aynı şeyleri farklı ambalajlarla tekrar tekrar dolaşıma sokuyor.
Giriş metni gibi oldu, aralıklarla değineceğim….
Cumartesi, Haziran 28, 2025
Seyrüsefer Defteri 170
![]() |
![]() |
Cuma, Haziran 27, 2025
Beğenmiyorum Seni Ben...
![]() |
İkisi de alanın önemli ve yüksek telif alan isimleri. Aynı dergide, aynı gazetede yan yana pek olmamışlar. Daima birbirlerinin ikamesi olmuşlar, rekabet ettikleri kadar rekabete de zorlanmışlar muhtemelen. Maliyet açısından düşünürsek dergiler, gazeteler az sattıklarından iki bahalı isme aynı anda o derece büyük telifler ödeyememiş de olabilirler, akla mantığa uygun bir durum. Ramiz'i alırsan Cemal Nadir'i alamıyorsun, paran yetmiyor olabilir...
Ama benim anladığım, hissettiğim, şu veya bu nedenle, birbirlerini sevmemişler, daima mesafeli olmuşlar.
Yukarıdaki karikatürü Cemal Nadir, Ramiz'i eleştirerek çizmiş. Temcit Pilavı demiş, hep aynı şeyi çizen karikatürist, Ramiz olmuş...
Ha şu olabilir, Ramiz ya da Cemal Nadir'i birbirlerine alternatif olarak gören, biri ayrıldığında diğerini çağıran Akbaba dergisi sahibi yayıncı Yusuf Ziya Ortaç da kızgınlıkla veya husumetle, Nadir'den böyle bir şey çizmesini istemiş olabilir. Son kertede durum değişmiyor, biri yayınlamış diğeri altına imzasını atmış...
Uzun bir hikaye bu... 1945 sonrasında biri CHP'li diğeri DP'li oluyor. Esprileri bazen birbirine çok benziyor, ne farkları var anlamak için uzun uzun düşünüyorsunuz. Kendi çıkarımlarımı başka bir zamana saklıyorum ama şunu iyi biliyorum: birisi Cemal Nadir ile Ramiz'in çizdiklerini tek tek kıyaslayarak bu rekabetin hikayesi yazmalı.
Perşembe, Haziran 26, 2025
İmposter Sendromu
![]() |
Yıllar sonra akademide çalışırken benzer bir hissin yaygın olduğunu fark ettim. Buna imposter sendromu (kendini yetersiz hissetme sendromu) deniyormuş. Dışarıdan başarılı görünen birinin kendini yetersiz hissetmesi, başarısının geçici ya da şansa bağlı olduğunu düşünmesi diyelim buna. Sanki sahtekarlık yapmış, hak etmediği yeri kapmış gibi hissediyorlar, eksiklikleri anlaşılacağından, bilmediklerinin ortaya çıkacağından korkuyorlar.
Klinik psikolojide, özellikle yüksek lisans ve doktora öğrencileri arasında gözlemlenen bir durum olarak tanımlanıyormuş. İlk yoğunlaşması seksenli yıllar olsa da artık sadece bireysel bir psikolojik durum değil, sistemik ve yapısal meselelerle (sınıf, cinsiyet, ırk, aidiyet duygusu, kapitalist performans baskısıyla) birlikte ele alınıyor.
Kapitalizmde insan, üreten, başaran ve sürekli ilerleyen bir varlık olarak tanımlanır. Sosyal medya mecraları başarıyı estetikleştirip pazarlanabilir hale getiriyor, herkesin en parlak anlarını görüyoruz, hal bu olunca insanlar kendi normallerini “yetersizlik” olarak kodlayabiliyorlar. Bu da “ben orada olamam çünkü yeterli değilim” hissini yoğunlaştırıyor, başarılarını “şanslı bir tesadüf gibi” görebiliyorlar.
Çünkü sosyal medyada herkesin sahte özgüveni gerçek gibi görünüyor. Günümüz iş ve kültür ortamı insanı sadece “iyi” değil, görünür, kendini pazarlayabilen, network kurabilen biri olmaya zorluyor. İşin içine algoritma girince artık “değerli olmak” sayılarla ölçülüyor. Beğeni almayan bir paylaşım, kişinin değerini sorgulamasına neden olabiliyor. Aynı üretimi yapan iki kişiden biri viral olurken diğeri görünmezse, görünmeyen kendisini başarısız hissediyor. Böylece başarının gerçek ölçütü belirsizleşiyor.
On iki sene orada çalıştım. Aşırı rekabetçi ve üretim odaklı yapısıyla bu alanı bildiğimi düşünüyorum, halen de benzer bir yaratıcı didişme içindeyim. Akademik ya da yaratıcı alanlarda sürekli “daha iyiler” var. Özellikle yüksek lisans/doktora/yaratıcı üretim gibi alanlarda insanlar sürekli kendi yetersizliklerini büyüteçle izliyor. Çok hikaye var, yüksek lisans ve doktora arkadaşlarımın nerdeyse tamamı sakinleştirici ilaçlar kullanıyordu. Ve artık, hepimiz sosyal medya normalleri içindeyiz. İçine kapanık ya da mütevazı biriysen, “kendi başarını bile satamıyorsan” değersiz gibi hissediyorsun. Yani artık sadece iyi olmak yetmiyor, o iyiliği sürekli göstererek ispat etmen gerekiyor. İşte bu da imposter sendromunu tetikliyor.
İyimser ve inandığım bir yorumla bitireyim: yetersiz olanlar kendini yeterli sanırken, gerçekten yeterli olanlar kendinden şüphe eder. Böyle bir sendrom (veya his) gerçek bir yeterliliği gösteriyor da olabilir. Neoliberal sistem, bireyi her başarısızlıkta kendini suçlamaya iter. İmposter sendromu da bu ideolojinin bir uzantısı olarak, kişiye “sen yetersizsin” mesajı veriyor. Bu içselleştirme, dönüp dolaşıp sistemi görünmez kılıyor.
İmposter sendromu, sadece bir psikolojik bir tıkanma olarak görülemez, görülmemeli veya. Onu bireylerin “özgüven problemi” olarak ele almak yerine, onu üreten koşulları sorgulamak gerekiyor.
![]() |
Çarşamba, Haziran 25, 2025
Salı, Haziran 24, 2025
De-influencing
![]() |
Malum, yaşadığımız çağ gereği kimseye (öğretmene, doktora, esnafa, polise, mahkemeye, taksiciye, lokantacıya, kapıcıya, çalışana, çalışmayana) zırnık kadar güvenmiyoruz. Hep kandırılacağımıza, yanlış yönlendirileceğimize inanıyoruz. Herkesin aptal, eğitimsiz ve eksik olduğundan eminiz çünkü. Sosyal medya çağında insanlar yorumlara ve tavsiyelere bakıyorlar, onların içinden gerçek olanları ayıklıyorlar. Yorum sahiplerini bile stalklıyorlar biliyorsunuz.
İhtiyaç hasıl olunca, kimi içerik üreticileri takipçilerine "popi" ürünlerle ilgili “bunu almanıza gerek yok” türünden açıklamalar yapmaya başladılar. Daha da ileri giderek tüketim baskısını eleştirmeye yöneldiler. Yani, bir şeyleri almaya, denemeye, trendleri kaçırmamaya zorlayan görünmez baskıya karşı bir itiraz geliştirdiler. E bu da bir tür dijital minimalizm yarattı, “az ama öz” satın almayı, “ihtiyacım yoksa almam” gibi yaklaşımları öne çıkardı. De-influencing akımı böyle başladı.
“Bu ürünü almayın çünkü çok pahalı ve eşdeğeri var” veya “bunun yerine şunu kullanıyorum çünkü daha sürdürülebilir” cümleleri insanlara iyi geldi. Gösterişçiliği ve “ürün fetişizmini” eleştiren bir karşı kültür hamlesi olarak görüldü. Harcama baskısına, sahte otoritelere, manipülasyona hayır deme pratiği oldu. Kötü değildi.
[Bir köşeli parantez açayım: “Ben onu almıyorum çünkü gezegeni önemsiyorum” veya “reklama kanan biri değilim” cümleleri size aşina geliyor mu bilmiyorum. İnsanlar sadece ne kadar zengin olduklarıyla değil ne kadar “bilinçli” tükettikleriyle de statü kazanır oldular. E bu da “etik tüketici” kimliğini bir güç gösterisine dönüştürdü. E bunu da sınıfsal bir ayrıcalık ve entelektüel farklılık saymak gerekmiyor mu? Bourdieu hep anlattı bize bunları. ]
![]() |
De-influencing, mikro direnişle teslimiyetin tuhaf bir bileşimi sayılabilir. Zira samimi itirazlar kadar kurnazca pazarlama stratejileriyle harmanlandı. Hem sistem içinde itiraz oldu hem de direnişten çok direnişin gösterisine dönüştü. Direnmenin dahi algoritmaya hizmet ettiği bir dönem bu.
Son üç yılın en çok kullanılan kavramlarındanmış, bu kadar çok konuşulması, “kasa her zaman kazanır” siyasetinin gelişim yönünü göstermesi bakımından tipik elbette.
Pazartesi, Haziran 23, 2025
Fezaya atılan mısralar
![]() |
Batılılar buna “monumental olma hırsı-iştahı” diyorlar, yani şair, şiirle yetinmiyor, kendisini tarihsel bir misyonun ve davanın temsilcisi gibi sunuyor. Bir şeyler anlatıyor ama (çok şükür hepimiz faniyiz veya ermiş değiliz) iddiasıyla dili uyuşmuyor, büyük anlatı üreteceğim diye başlayıp ikinci satırda tıkanıyor diyelim.
İtiraf edeyim, retorik coşku ve epik abartıyı izlemeyi severim, kimi insanlar nebi evliya ve peygamber gibi konuşmaya bayılırlar. Şairimiz de öyle, hem uyarıyor, hem kutsuyor, hem anlatıyor, hem tarih yazıyor. Baştan sona zamanın yükünü taşıyor, saklanan sırları açığa çıkartıyor ve elbette evrensel bir hakikatin izini sürüyor. Bu gizemli ve yüce poz, sorarım size, güzel değil mi şimdi?
Şairin sesinin daima “yüksek perdeden” gelmesinin kökenleri Tanzimat sonrası edebi muhkemlik arayışında yatıyor elbette, şiir dediğin mutlaka ciddi, ulvi ve kutsal şeyler söylemelidir saplantısından.
![]() |
Atom çekirdeği, motor, radar, ışık yılı gibi terimler birer seküler mitoloji ögesi gibi işleniyor, oralarda komikleşiyor. Bir tür teknoloji (bilim ilerler, insan yükselir, halk uyanır) romantizmi taşıyor ve şair de bu büyük yürüyüşün sözcüsü ve hikayecisi gibi davranıyor.
Şair, sanki bir kürsüde, millete sesleniyor. Her dizeyi bir nutuk parçası gibi yazmaya uğraşmış, duygudan çok hacimle, ölçüyle değil iddia ile çalışmış. Epik olmak isterken ajite olan bu tarz şiirler, lirizmi değil etse etse bir dönemin ideolojik reflekslerini temsil edebilir. Bugünden bakıldığında yazılanlara en iyimser yorumla nostaljik ama ironik, samimi ama trajikomik bir tona sahip denebilir ancak.
![]() |
Pazar, Haziran 22, 2025
Popüler kültür yazıları
Cumartesi, Haziran 21, 2025
Erotizmin Utancı: Erimez'in Kadınları
Erkek (male gaze) bakışının erotik bir bakış olduğunu da unutmayalım. Sarayın çürümüşlüğü, haz düşkünlüğü, ahlaki çöküşü en çok kadın bedenleri ve erotik bakışlar üzerinden anlatılır. Kadınlar sadece arzu nesnesi değil; rüşvetin, terfinin ve sadakatin ölçü birimi gibi sunulur. Hikâyedeki erotizm de “zevk” değil, iktidar ilişkisi üretir. Bayram’a verilen “armağan”lardan biri bir cariyedir. Irigaray, [kadın] değişim değeri taşıyan bir meta gibidir diyordu. Kadın, ödül değil, sistemin içinde bir “sözleşme nesnesi”dir. Kadınlar arasındaki erotik görünürlük ve onay üzerine bir rekabet vardır ama bu onların gücünü değil konumlarını daha da açığa çıkarır: şehvet, onların kendi aralarındaki tek sermayeye dönüşür. John Berger diyordu hani, “erkekler kadınlara, kadınlar da bakılan olarak kendilerine bakarlar.”
![]() |
Hikayedeki Nazik Hanım, Damat Paşalardan birinin metresi olarak saraya girmiş, güzelliğiyle çevresini etkilemiş, zeki ve hesaplı bir kadın. Baş karakter Bayram’la olan ilişkisi erotik ve politik bir gerilim hattına dönüşüyor. Bayram, Nazik Hanıma karşı zaaf gösteriyor ve konumunu riske atıyor. Ona yazdığı mektup, bir başka kadının eline geçiyor ve mesele bir tür skandala dönüşüyor. Yani Nazik, güzel, ulaşılmaz, karmaşık ve susturulmuş— tam anlamıyla bir femme fatale bir kadın olarak istifleniyor. Arzulanan, kıskanılan, hakkında çok konuşulan biri. Bu yüzden ilginç zaten: “Nazik Hanım, ismi gibi değildir. Gülüşüyle adam yükselir, susuşuyla çökertir.”
Konu uzun ama Nazik Hanım’ın Abdülcanbaz’daki pek çok kadının özellikle Cihanyandı Saliha’nın öncüsü olduğunu iddia edeceğim. Meraklısı karşılaştırabilir.
Cuma, Haziran 20, 2025
Bana öğretilen aşk
Bu yüzden Doğu’da aşk, bir hedefe varmak için değil, yolda harcanmak içindi. Aşk ne evlenmekle, ne mutlu olmakla, ne de tamamlanmakla ilgiliydi. İbn Hazm’ın Güvercin Gerdanlığı’nda yazdığı gibi, aşk bir eksiklikten değil, fazlalıktan doğardı. Aşık kişi kendi benliğini taşıyamaz hale gelir ve kendini başkasına taşırdı. Batı anlatılarında ise aşk, Freud’un teorileriyle birlikte nevrotik bir simgeye indirgenir: çocukluk travmalarının ya da bastırılmış arzuların dışavurumu olurdu. Doğu’da aşk bir sebepten değil, kaderden kaynaklanırdı. Aşk olurdu; çünkü olmalıdır. Akılla açıklanmaz, hatta akla direnirdi. Tasavvufta buna “aşk-ı mecazî” denir— sınırların silindiği, benliğin eridiği, âşıkla maşukun birbirine karıştığı bu bulanıklıktı, Batı düşüncesinde ise aşkhep tehditkâr bir alan olarak kaldı. Michel Foucault, Cinselliğin Tarihi’nde anlatmıştı, Batı modernitesi arzuyu terbiye etmek, denetlemek ve tarif etmek ister; oysa Doğu aşkı, tarifi bozardı.
Cümleleri elden geçirdim ama 1991’de yazmışım bunları, inanmışım ve doğru kabul etmişim…Bu kadar yıl sonra bir kere daha doğru kabul etmem, itiraf edeyim bana saçma geldi… Değişmeyen bir inanç, sabit kalmış bir sezgi gibi. Acaba yıllardır aynı fikri tekrar edip durmam, yeterince düşünmediğimi mi gösteriyor? Yoksa bu fikir zamanla derinlik mi kazandı, yeni anlamlarla gelişti mi? Bazen bir düşünce değişmez çünkü henüz yaşanarak yanlışlanmamıştır. Ya da daha kötüsü: o fikri doğrulayan tek şey, insanın kendi kuruntuları olur.
Aşkın tarifini bile kültürden ödünç alıyoruz. Nasıl âşık olacağımızı, neye âşk diyeceğimizi, aşk acısının ne zaman başlayıp biteceğini bize romanlar, filmler, şiirler söylüyor. Sezgilerimiz sandığımız kadar özgün değil; hatta belki en kişisel sandığımız o delilik anı bile, daha önce binlerce kez yaşanmış ve adına aşk denilmiş bir şablonun yeniden yürürlüğe konmasından ibarettir. Yani ben aşka inandım, ama bana öğretilen biçimde inandım. Seçtiğim yol bile belki seçilmiş bir patikaydı, başkasına ait bir kaderi bir elbise gibi giyinip kuşandım.
Belki de aşk, düşündüğüm kadar Doğulu değil; sadece ben, ona bakarken hep doğuya dönüyorum
Perşembe, Haziran 19, 2025
Bir dönemin hayaleti
Hikâye, II. Abdülhamid İstanbul’unda geçiyor. Baş karakter Bayram, sarayda küçük bir görevle işe başlayan, zamanla saraya ve padişaha yakınlaşan, iştahlı sıcaklığı, zekâsı ve tesadüflerin yardımıyla yükselen biri. Jön Türkleri jurnallemek aklında yokken, bunu bir fırsata çeviriyor örneğin. Padişaha takdim ediliyor. Günbegün unvanlar alıyor, itibar kazanıyor, saraydaki entrikaların ve sefahat alemlerinin bir parçası haline geliyor. Kadınlar, hediyeler ve jurnaller arasında yükseliyor.
Bürokratik çürümüşlük, jurnalcilik, sefahat ve dalkavukluk hicvedildiği için bu yükselişin bir de düşüşü oluyor elbette. Saray hikayelerinde şaşmayan bir yönsemedir: birincisi, entrikayla gelen entrikayla gider. İkincisi, cinsel iştahını kontrol edemeyenler mutlaka “iktidarlarını” kaybederler. Bayram, ünlü bir saray kadınının aşığı (ve mağduru) oluyor, kurtulmak için çeşitli paşalarla konuşup sadakatini kanıtlamaya çalışıyor. Ancak saray içindeki dedikodular ve kadınlarla yaşadığı ilişkiler artık kontrol edilemez bir hal alıyor. Son sayfalarda Bayram zehirleniyor. Öldü mü kaldı mı anlaşılmıyor; hikâye dramatik ve belirsiz bir sonla bitiyor.
Bugünün ölçüleriyle bir grafik roman anlatısı gibi olduğunu söyleyeyim. Klasik bir “trajik kahraman” anlatısı olduğu da eklenebilir: Bayram yükseldikçe kendini (ve değerlerini) kaybeder. Saray bir iktidar mekânı değil, entrika ve ahlaki çöküşün merkezi olarak resmedilir. Bayram’ın hikâyesi dramatik bir yalnızlıkla biter. Sarayla yükselmiştir ama artık insan değildir; saygı duyulan ama sevilmeyen, anılan ama konuşulmayan, etrafındakilerin gözünde tehlikeli bir mendebura dönüşür vs vs
Zülfü Hafız, yani Bayram’ı saraya taşıyan karakter, benim sevdiğim türden bir “aracı”. Anlatının vicdanı gibi geziniyor. Bayram’ın başına gelen her şeyin mümkün olmasını sağlayan biri… Hikâyede Bayram ne zaman bir adım atsa, Zülfü Hafız ya o adımı daha önce atmış ya da sonuçlarını görmüş oluyor. Bayram, finalde yeniliyor, Zülfü ise devam ediyor, çünkü mesafeli, arada durmakla yetiniyor… Eşiği bilerek aşmıyor.
Tefrikayı sevdim, hatta oyun oynayarak blogta devam niteliğinde ilgili yazılar yazacağım. Hikâyenin önemli kadın karakteri Nazik ve “yazarı” Erimez’i dahil ettiğim edebi oyunlar mambo jambolar işte. Meraklısı ayrıca bakabilir.
Özel not: Çizgilerin ilk ikisi Erimez'i taklit eden yapay zeka çizimleri. Gazeteden okuduğum sayfalar, gerek baskının kötülüğü gerekse Erimez'in hızlı çizimleri nedeniyle pek okunur-görülür gibi değildi, o yüzden bu yola başvurdum.
![]() |
Çarşamba, Haziran 18, 2025
Salı, Haziran 17, 2025
Hipofiz bezi tartışması...
![]() |
Şöyle bir yargı var, yoga popüler kültürdür, ona aittir, din hayır, asla değil. Müslümanlığın popüler kültürün bir parçası hâline geldiği gerçeği kolaylıkla göz ardı ediliyor. Oysa popülerleşen her şey gibi, dinî pratikler de farklı biçimlerde alımlanır, farklı anlamlarda yeniden üretilir. Stuart Hall anlatırdı, kültürel bir metnin anlamı sabit değildir, alımlayan tarafından yeniden ve yeniden kurulur. Aynı şey inanç biçimleri için de geçerlidir. Ve evet, alay edilerek de olsa tüketilir ve tüketilir.
Bir şey bu kadar çok kişi tarafından seviliyorsa ya da nefret ediliyorsa, o sevgi ya da nefretin tek bir gerekçesi yoktur. Din, ideoloji ya da popüler ikonlar için bu kaçınılmaz olarak geçerlidir. Onları asla tek bir “anlam”a sabitleyemezsiniz. Tam da bu yüzden popüler olurlar.
Her tüketici, mesajı kendi kültürel ve siyasi sermayesine göre yeniden anlamlandırır. Her defasında bir kere daha “üretir.” Pierre Bourdieu’nün “habitus” kavramının bize anlattığı gibi, bireylerin algı ve pratikleri, içinde bulundukları toplumsal konum tarafından şekillenir. Erzurum’daki Müslümanlıkla Edirne’deki Müslümanlık aynı değildir. Her yaşayan inandığı dini kendi hayatına, çevresine, zamana adapte eder.
Edirne’de bir ramazan günü iftara düğüne gider gibi dans ederek gidenleri görmüştüm. Şaşırmamam gerekirdi. Cezayir’de, Dubai’de, Tahran’da da farklı yaşanıyor — biliyordum. Ne ki şaşırmıştım, iftara giderken davul zurna çalıp göbek attılar. Seyrettim…
![]() |
Bu nedenle “gerçek Müslümanlık budur” ya da “dinde bu yok” gibi başlayan vik vik cümleler, bugünün dünyasında savunma ya da saldırı işlevi görmek dışında bir anlam taşımıyor. Zamanın ruhuna göre savrulan-estirilen cümleler yalnızca.
Gençken, bağnaz bulduğum bir şey duyduğumda, “Ama Kur’an’da yazmıyor!” diye inatla itiraz ederdim. Sonra fark ettim ki, tartışmanın esası metnin kendisiyle ilgili değilmiş. Mesele “bizden olan”la “olmayanı” ayırt etmeye yönelikmiş. O metinde yazıp yazmaması kimsenin umurunda değilmiş. Çünkü din, asla sadece o metne dayanmıyor işte. Din, Birgit Meyer’in ifadesiyle, medya ve gösteri aracılığıyla dolaşıma giren, bireysel performanslarla şekillenen bir fenomene dönüşmüş durumda. İnsanlar tek tek inançlarını ve kim olduklarını meşrulaştıracak çıkışlar arıyor. Asıl olan da bu.
Popüler kültür derslerinde sorardım: Olumlu düşünmek ile besmele çekmek arasında ne kadar fark var? Geçenlerde sosyal medyada rastladım: Orta sınıftan, tahsilli bir kadın, paylaştığı her fotoğrafın altına “Bugünü de yaşadığım için şükrediyorum” yazıyor. Her defasında. Yineliyor.
Tuba Ünsal’ın “namaz” anlatısı da böyle. Kendi dünyasından, kendi hayat tarzına uygun bir yorum getiriyor. Üstelik ilk defa da yapılmıyor. Dikkatli bakılırsa buna benzer on binlerce yorum var, yapılmış, yapılıyor ve yapılacak.
Bu yüzden, “doğru” ya da “yanlış” demek boş. Öyle de denecek, böyle de. Çünkü Stewart Hoover’ın vurguladığı gibi, medya çağında din, hem sekülerleştirilmiş hem de yeniden kutsallaştırılmış bir zeminde varlığını sürdürüyor. Yani, neyin hakiki, neyin samimi, neyin sahici olduğunu ispat edemezsiniz. Sadece konuşursunuz.
![]() |
Pazartesi, Haziran 16, 2025
Ivır Zıvırın Belleği
![]() |
![]() |
Pazar, Haziran 15, 2025
Dünyanın en güzel yeri
Zagor, yaşadığı Darkwood ormanını dünyanın en güzel yeri olarak nitelerdi. İnsan, hele çocukken bu türden iddialı laflara ayrı bir dikkat kesiliyor. Platon, aksini söyler ve bence bıkkın bir biçimde kaşını kaldırarak bu dünyanın “güzeli” bu dünyada değildir der bize. Gerçek güzellik, duyularla değil, akılla kavranan idealar dünyasında yer alır beyfendiye göre. Bu dünyadaki yerlerin hepsi sadece o ideal güzelliğin soluk birer yansımasıdır. Yoksa? Yoksa dünyanın en güzel yeri düşüncenin içinde midir Romalılar.
Zagor’un ormanını Heidegger tatlı tatlı tarif ediyor, “canım benim”, “yurdum dediğin yer (Heimat), sadece doğduğun yer değil, dünyayla ve kendinle anlamlı bir ilişki kurduğun mekândır” diyor. En güzel yer, bir ev (ya da “orman”) değil, bize ev hissi veren bir anlam alanıdır. Zagor, hayal edilmiş bir kahraman, öyle bir orman da ev de yok elbette ama Bachelard, Mekanın Poetikası’nda, dünyanın en güzel yeri olarak, hayal kurabildiğin yeri işaret ediyor. Bir arkadaşım, dünyanın en güzel yeri deyince Cihangir Camii Avlusunu ve Heybeliada’yı söyledi. Sanmıyorum diyerek matrak yapabilirim. Thoreau, ormanın içinde kurduğu kulübede geçirdiği iki yılı anlatırken dünyanın en güzel yerinin doğayla baş başa kalınan yer olduğunu savunur. Medeniyetten uzaklaştıkça insanın aslına döndüğünü düşünür.
Türk mitolojisinde Ötüken vurgusu vardır, pek çok kültürde benzerlerini gördüğümüz güzellemelerden biliyoruz, ırkların kök saldığı yerlere yönelik romantizmden söz ediyorum. Yani bize kim olduğumuzla ilgili anlam ve aidiyet veren ortam, dünyanın en güzel yeridir. Edebi olarak sevdiğim için paylaşayım, Orhan Pamuk “İstanbul’un en güzel yeri, oraya bakarak kederlenebileceğiniz yerdir” diyor, hah diyorsunuz şahane…Bana hep soruluyor mesela, “Ankara’da bok mu var?” Gülüyorum.
Virginia Woolf, özgürce dolaşabildiği, kimseye hesap
vermeden yazabildiği odasını anlatır ya… Görsek, orada da bir bok yoktur ama onun
için özgürlüğün mekanı olmuş işte Mıstık abi… Cioran, damardan girer ve en güzel yer “intihardan
vazgeçtiğin yerdir, çünkü orası seni hayata bağlayan son kaledir” der. Edward
Said, o büyüleyici diliyle sürgünlüğü anlatırken: “hayalini kurduğun ama hiç
gidemediğin yer, dünyanın en güzel yeridir” der ve bizi buruklaştırır… Beyaz
yakalılar, sahil kenarında bir ev hayal ediyorlar, hepsinin rüyası Ege’ye
yerleşmek… Bauman tam da onlara nanik
yapıyor zaten, bizi tarumar eden akışkan modernitede diyor, mekânlar
sürekli değişir ve bu yüzden de güzellik geçicidir, şaşmaz biçimde nostaljik
ve kırılgandır diye ekliyor.
Galiba, dünyanın en güzel yeri kendin olabildiğin yerdir. Seni oluşturan yerdir, hala sevildiğin, kazandığın, istediğin kadar susabildiğin, gönlünce konuşabildiğin, hayaller görebildiğin, yargılanmadığın yerdir.
Ee Mıstık abi, benim diyeceklerim bu kadar…
![]() |
Cumartesi, Haziran 14, 2025
Vicdansız
Son Okuduklarım 106
![]() |
Hayatın Anlamı, Terry
Eagleton’ın memleket ölçülerine göre çok satan bir kitabı. İsmi de ilgi çekmiş olabilir, yaşadıklarımızdan-sorun ettiklerimizden dolayı hemencecik cevap alalım istiyoruz, herkesin kitaba bir el attığı-dalladığı tahmin edilebilir. Eagleton'a göre mutluluk, yüzeysel hazlardan ya da bireysel iç huzurdan ibaret
değil. Tahmin edeceğiniz üzre Aristoteles’in çizgisinden gidiyor, erdemli bir
yaşam biçimiyle, yani insanın kendini gerçekleştirerek yaşamasıyla ilgili bir
mutluluktan söz ediyor. Bu mutluluk anlayışını, sadece bireysel değil, toplumsal
ve siyasal koşullara bağlıyor; özgürlük, adalet ve etik sorumluluk olmadan
gerçek anlamda mutlu olmak mümkün değildir iddiasında bulunuyor. Sevdiğim ve ne
diyeceğini merak ettiğim bir yazar Eagleton. Şimdiki zamanın refah, güç ve haz
gibi araçsal değerlerinin hayatın anlamı yerine konulmasını güzelce eleştiriyor.
İddialı bir konusu var, refah, güç ve hazzın anlamın yerine geçememesini
tartışıyor diyelim.
![]() |
Basit Yaşama Felsefesi, tüketim toplumuna ve sürekli büyüme anlayışına karşı çıkan, doğayla uyumlu, yerel ve sade bir yaşam biçimini savunan alternatif düşünceleri ele alıyor. Ekonomik büyümeye dayalı modellerin yerine “küçülme” (degrowth), “yavaş yaşam” ve Latin Amerika kökenli “Buen Vivir” gibi toplumsal ve çevresel uyumu önceleyen yaklaşımlar öneriyor. Metin, bu alternatiflerin sadece bireysel değil, kolektif ve politik bir dönüşüm çağrısı olduğunu, tüketimi ve hızı yücelten modern yaşam anlayışına karşı etik, ekolojik ve kültürel bir itiraz sunduğunu savunuyor. Ne ki kitapta yer verilen, sınıfsal ayrıcalıkları olan elit figürlerin çevreci mesajlarının önemsenmesi biraz garip olmuş. Bu tür popüler kitaplara oldum olası ilgi gösteririm. Yeni olanı, kendini yeni olarak sunanı merak ederim. Neye denk düşüyor da popüler oluyor merakı da denebilir buna.
İyileşme, daha da popüler ve klişe bir kitap. Kötü diyemem. Doğru ve savunulabilir görüşleri var. Örneğin sağlığı yalnızca hastalıksızlık değil, bedensel, ruhsal ve sosyal bütünlüğün hali olarak tanımlıyor. İyileşme sabit bir hedef değil, kişiye özgü, yönünü bulmaya yönelik bir süreçtir diyor. Kronik hastalıklarla bile anlamlı ve onurlu bir yaşam mümkün olabilir şeklinde iyimser bir tavrı var. İyileşme içim umut, kabulleniş, yön tayini, destek sistemleri ve küçük gündelik pratikler (dinlenmek, yürümek, sevdiklerimizle vakit geçirmek) önemli rol oynar demiş. Tıbbi tedaviler kadar bireyin kendi deneyimi ve yaşam hikâyesi de iyileşmeyi şekillendirir demiş. Bunu doktorlar da söylerler biliyorsunuz. Yeni bir yönü yok, felsefi bir derinlik bulamıyorsunuz. Blogu takip edenler, bu aralar "mutluluk" bahsine çok kafayı taktığımı görüyordur, o bahisten okundu diyelim. Derli toplu ne öneriyor, neyi nasıl tanımlıyor, nasıl bir mesafe kuruyor diye merak ettim. Yoksa kitap, benim okuma tarzıma pek uygun değil.
Cuma, Haziran 13, 2025
Pulp kapağının yedi kuralı
![]() |
![]() |
Üçüncüsü, hiçbir yüz tam gözükmemelidir. Gölgeler karakterin kimliğini örter, gerilimi besler çünkü. Kapağın üçte biri karanlıkta kalmalı ki okur, kalanını kendi zihninde tamamlamalıdır. Dördüncüsü, femme fatale olmazsa pulp olmaz. Tekinsiz bir güzel, masum bir kurban kapağın ortasındadır. Biz ona bakarken bu kadın tehdit de edilmelidir. Beşincisi, tipografi bağırmalı, başlık afiş gibi olmalıdır. Büyük puntolarla kırmızı, siyah ya da sarı gözükmeli, yazı görselin değil, okurun ensesinde ciyaklamalıdır. Altıncısı, pulp kapağı edepsizdir, hikayeyi değil hisleri satıyorsun. Unutma, ne kadar “ayıp” o kadar “ilginç”tir. Yedincisi, kapakta her şeyi gösterme, okur kapağı açmalı, sayfayı çevirmeli…
![]() |