Yerli olmamak, bu
toprağa/vatana ihanet ithamları ba’bından karşı tarafı mimlemek, özellikle
Atatürk’ün ölümünden başlayarak, İnönü iktidarı ve sonrasında, birbirlerinin
ikamesi olan Tek-Parti menşeli sivil-askerî bürokrat elitlerin kontrolünde
gelişti. 10 Kasım ertesi şekillenen bu değişimin gerekçelerini rejime maraz
gelmesinden duyulan endişeye bağlamalı. Yakup Kadri, Politikada 45 Yıl kitabında
başta Atatürk olmak üzere devrimci kadroya bir şey olsa, bütün devrimlerin yok
olacağı korkusunu anlatırken bunu vurguluyordu. Toplumsal desteği olmayan bir
rejimin yapısal zaafiyetler içerdiğinin herkes farkındaydı. Peyami Safa, “Kimden
saklayacağız? Cumhuriyet inkılabını kadife eldivenli demir el yaptı. Halk
pasifti. Bu inkılabı isteyen de kabul etti. İstemeyen de. Serbest oya
başvurulmadığı için kaç kişinin istediğini ve kaçının istemediğini bilemiyoruz.
Bu nisbet, inkilabın tarihine bir sır olarak girecektir” (Ulus,
22.6.1950) derken, toplumsal bir talebin olmadığını “Halk pasifti” diyerek
anlatıyordu. Kurtuluş savaşı esnasında Atatürk, Yunan ordusunun ilerleyişine
hiç aldırmayan köylerden geçerken, hayretler içinde kalarak bir köylüye, neden
işgalciye karşı direniş hazırlığı içinde olmadıklarını sorunca, köylü,
Yunanlılar kendi tarlasını işgal etmediği sürece bekleyeceğini söylüyordu.
Köylü için bu savaş, kendisini ağır vergilerle ezen, ne anladığı ne de
ilgilendiği savaşlar için uzak bölgelere gönderen devlet destanının bir başka
öyküsünden ibaretti. Benzer bir ifadeyi İnönü’nün aynı dönemde geçen bir
anısında yakalayabilmek mümkün. İnönü, Bursa’dan geriye doğru göçen, içinde
subay ve ailelerinin bulunduğu bir kafileye rastlar: “Kafileyi
durdurdum. Subayları bir kenara topladım. İçinde bulunduğunuz vaziyeti bilesiniz.
Bundan başka, subay olarak da yerinizi bilmelisiniz. Padişah düşmanınızdır,
Yedi Düvel düşmanınızdır. Bana bakın dedim. Kimse işitmesin, millet
düşmanınızdır” . Herkesin farkında olduğu bu olgu, rejime karşı
kadirşinas, sağlamcı ve ihtiyatlı konuşmaya/olmaya itiyordu. Hal bu iken, dönem
eleştirisi “cemaat içinde” dönen, son kertede aynı yolun yolcularının
birbirlerine olan sitemleriydi. CHP’nin Demokratlara olan kızgınlığı, işi
cemaat dışına taşırmalarıyla ilgiliydi. Partinin Seçim sloganına dikkat: “İnkar
haksızlıktır! Eser Ortada: Yeni Türkiye. Dimyata Giderken Evdeki Bulgurdan
Olma!”. İçerik, iktidar partilerinin statükoyu muhafaza edici söylemleriyle
akraba olduğu kadar, her çift lafın tekini DP’ye gönderiyordu. Memleket meselelerinin
herkes tarafından konuşulmasını abes ve “irtifa” kaybı sayan iktidar, “mesai”
arkadaşlarının tutumundan şikâyetçiydi. Zira bu ehliyetsiz tutum, Batılı,
modernist, laik ve kentli uzlaşmanın payandalarının sarsılmasına sebep
oluyordu. İktidar tarafından “Kasketlilerin Partisi” olarak küçümsenen
Demokratlar ise yarayı biliyor, kaşımak istiyorlardı. Ahmet Muhip Dıranas’ın
1950 seçimlerinden bir ay evvel konuştu(rdu)ğu kasketlinin sözleri
anlamlıydı: “Yirmibeş seneden sonra, nihayet ayağına giden münevverin
ve şehirlilerin ne istediğini pek tabii bilmekle beraber, kendisinin ne
olduğunu da ona göstermek hassasiyeti ve itinası içindedir. Bir yol üzeri, bir
dağ köylüsü: Efendi dedi. Baktık bir takım adamlar köyümüze kadar gelir gider
oldu. Hallerinden ve dillerinden anladık ki, iş gayri bize düşmüş. Anlaşılan
bizi efendilikten indirdiniz, vatandaş ettiniz. Sağ olun! Eh gayri bu çorbada
bizim de bir tutam tuzumuz bulunur” (Zafer, 13.4.1950).
Ellili yıllarda politika
sahnesine Cumhuriyetin kurucu kadrosunun dışında taşra kökenli yeni aktörler
dahil oldu. Bu yeni insanlar politikanın dilini, uygulama biçimlerini ve
politikacı kimliğini popülizme kaydırarak değiştiriyorlardı. CHP’nin yeni Genel
Sekreteri Kasım Gülek, Partinin stratejisini Demokratların izlediği politikaya
çekiyordu: “Halk Partisi, halkın partisi olamadı. Bundan dolayı
demokratik seçimi kaybetti. Tekrar kazanacağız. Kazanırız. Şu şartla ki Halk
Partisi, halkın partisi olsun. Her yere gitsin. Halka karışsın”. Bu elbette
ki o kadar kolay değildi. Çünkü artık karşılarında Zincirli Hürriyet’in
“senelerce şef hükümetinin çıraklığını edenler” (3.2.1948), Marko Paşa’nın
“Kurucuları (..) Halk Partisi siyasî mektebinin denenmiş, devrini tamamlamış
kısır adamları” (20.1.1947) dediği eski Halkçılar yeni, Demokratlar yoktu.
Başkaları vardı, başka bir dil konuşuluyordu. Seçmeniyle konuşmak zorunda olan
politikacı, çoğunlukla o seçim bölgesinin insanı oluyor ve bu atasözlerinin
binyılcı tekrarcılığı, bıktırasıya ahlâkçılığını içeren, mecazlarla konuşan
sözlü kültürün meclise-politik dile taşınmasına sebep oluyordu. Kavramlar
esasında konuşan, soyutlamalar yapan tahsillilerin nihayetinde solla özdeşleşen
dili, seçmenle iletişim kuramıyordu.* Dünya gazetesi “Halk
Sahillere Saldırdı Vatandaş Denize Giremedi” diye manşet** atarken bu
“çoğunluktan” duyduğu rahatsızlığı ifade ediyordu. “Vatandaşlar”sa bizim
tanıdıklarımızdı. Benzer okullara gitmişlerdi, saygıdeğer meslekleri vardı ama
öncelikle ideolojileriyle saygıdeğer kategorisine giriyorlardı. Buna karşın,
Hacıağa denilen müteşebbisler, “Başka İstanbul Yok!” diye çıkışılan yeni kentli
göçmenler, taşralı politikacılar başka bir iklimin insanlarıydı. Kurucu
sivil-askerî bürokratik elitin kontrolündeki merkezin kayıyor olması, DP
iktidarında geçen on yıllık dönemin daha çok “Cumhuriyet elden gidiyor!”
biçiminde algılanmasına, bir eleştiri olarak yaygınlaşmasına sebep oldu. Oysa
daha etkileyici olan, 27 Mayıs ertesine de sirayet eden sağın bu dili
sahiplenmesiydi. Çoban Sülü’nün şahsında yeni sağcı politikacılar kendilerini
taşrayla özdeşleştirerek, onun devamı mahiyetinde politik bir söylem
oluşturuyorlardı. Mevcut düzenle ilişkileri itiraz, inkâr ve muhalefet
biçiminde değildi. Değerler alaşağı edilmiyor, kötülenmiyor, sarsılmıyordu. Ya
da bir değişim zorunluluğu anlatılıyor ama bu aynı dilin imkânlarıyla, kitabına
uydurularak ifadelendiriliyordu.
Plajla ilgili küçük
bir not: Kemal Tahir’in Sağ’ırdere (1955), Esir Şehrin
Insanları (1956) gibi ilk romanları öncesi, Samim Aşkın adıyla
yazdığı Halk Plajı (1954) çalışması, ilhamını aynı manşetten
alır. Bir halk plajı çevresinde yaşananların anlatıldığı roman, alt sınıflar
nezdinde argo, cinsellik, fakirlik, açgözlülük, sömürü ve insafsızlık üzerine
odaklanıyordu. Kemal Tahir’in anlattığı “işgalci” kalabalık, plajlarda
vatandaşlar kadar saygıdeğer değildi. Manşete dönelim: Buna göre, Halk
beşer-dışı bir yığın olarak, medeniyete, medenilere/vatandaşlara ayrılmış bir
yere saldıran “Barbarlar” olarak tanımlanıyordu. Halk ve Vatandaş kavramları,
kendi içlerinde homojenleştirilerek, birbirine karşıt, dışsal iki ayrı varlık
olarak kişileştiriliyor, kendilerine ruh ve öznellik atfediliyor ve kavgaya
sürülüyordu. Üstüne üstlük gazete aracılığıyla mutlak kötü halk, mutlak iyi
vatandaşa şikayet ediliyordu. Dikkat edilirse, Vatandaş ile Halk arasında
cereyan eden bu manişeist fabl, yukarıda anlattığımız Halk ile Millet
arasındaki yapay ayrımın bir çeşitlemesidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder