Pazar, Ocak 05, 2020

Ankara edebiyatı


Dışarıdan bakınca, Ankaralı olmak; kişiliğinizin bir parçası gibi görünüyor. Ailenizin buralı olmasından öte, bir Ankaralı tavrı içinde olduğunuzu hissediyorum. Ankaralı olmak nedir, bir tanımlama yapılabilir mi? Senaryosunu yazdığınız “Bozkır” dizisinde bir karakter “İnsanlar bozkırı çöl sanıyorlar. Çam ağacı görmeyince üzülüyorlar. Bozkır inattır, yoktan var etmektir, elindekiyle yetinmektir.” diyor. Ankara’yı da böyle okuyabilir miyiz?
Dizide karaktere uygun düşen bir nitelemeydi, insanlar yaşadıkları yeri romantize etmeyi, anlam yüklemeyi seviyorlar, kişiliklerinin bir parçası haline getiriyorlar. Ankara’yı çeşitli biçimlerde tarif etmek mümkün. Ailem, hele anne tarafım yüzyıllardır buralı, hal bu olunca Ankara’yla ilgili çok şey duyarak yaşadım, yaşıyorum. Genellikle sevilmediğini, küçümsenip azımsandığını biliyorum. Benim için Ankara akasya ağaçlarıyla, saksağanlarla, kedilerle dolu, geceleri güzel serinleşen bir şehir, büyüdüğüm yer… Seviyorum ama ona olan sevgim, sevilmediğini gördükçe arttı diyebilirim. Ankaralı tanımlaması yapmak istemem. İstanbul’da “ben Ankaralıyım” dediğim için söyleyeyim, İstanbul güzel bir şehir… Benim sevmediğim ve kaçtığım şeyler kapitalizmle ilgili şeyler…

Bildiğim kadarıyla Ankara’da doğdunuz, çocukluğunuz burada geçti, sonra da burada yaşadınız. Çocukluğunuzun Ankara’sından biraz bahseder misiniz? Ankara’da çocuk, genç olmak nasıldı? “Coğrafya kaderdir.” der ya İbn-i Haldun, buralı olmanın sizi, hayatınızı nasıl şekillendirdiğini, yönlendirdiğini düşünüyorsunuz?
Doğduğunuz yeri ya da ailenizi seçemiyorsunuz. Ben Ankara’da doğan, aile alışkanlıkları nedeniyle küçük yaştan itibaren çalışmaya başlayan biriyim. Yaşıtlarıma, sınıf arkadaşlarıma göre çok ama çok erken yaşlarda cumartesi ve pazar nedir bilmeden çalıştım. Bunlar kişiliğimi belirleyen şeyler. İyi okullarda okudum diyemem, sahiden akıllara ziyan öğretmenlerim oldu, düşünüyorum da, benim okuduğum sınıflardan bir kişi bile edebiyatı severek çıkmamıştır. İnatçı bir çocuk olduğum için onlara rağmen sevmişim diye düşünüyorum. Kültür endüstrisi içinde İstanbul dışında kalan her yer bir taşra şehri… Ankara da öyle... Eğer yazıyorsanız, çiziyorsanız, sanatla ilgileniyorsanız nerede yaşadığınızı hemen fark ediyor ve ona göre çalışıyorsunuz. Daha fazla çalışmak zorundasınız. Sabır göstermeniz gerekiyor. Diğer yandan Ankara sakin bir yer, kendinize daha fazla vakit ayırabiliyorsunuz. Daha çok okuyor ve seyredebiliyorsunuz. Bu da insanı yetiştiriyor, öğretici bir şehir Ankara.

Edebiyata olan ilginiz nasıl başladı? Başlangıçtan bugüne, içinde bulunduğunuz edebiyat çevrelerini (ortamlarını) mümkünse anlatmanızı rica edebilir miyim?
Doğrusu çevremde kimse yoktu, ailem de ilgilerimi desteklemedi. Solcu oldum, başka solcularla, yazarlarla karşılaşmak için Zafer Çarşısında kitapçılarda dolaştığımı hatırlıyorum. 15 yaşında Türkçe edebiyatta çıkan her şeyi okumaya karar verdim… birebir yeni olanı takip etmeye başladım. Okudukça ve tanıştıkça edebiyat konuştuğunuz bir çevreniz oluyor. Yazarlarla yazı dünyasıyla yoğun olarak üniversiteden, akademisyenlikten istifa ettikten sonra karşılaştım. Sonra Türkçe edebiyat editörü oldum. Çevre daha da genişledi.

Uzun süre İletişim Yayınları’nın Türkçe edebiyat editörlüğünü yaptınız. Barış Bıçakçı, Emrah Serbes gibi Ankara’yı anlatan bazı yazarların ilk kitapları İletişim’den çıktı. Ayrıca Ankara gibi, yine Anadolu’nun başka şehirlerinden yazan yazarları önemsediğinizi okuyorum. İletişim’in bu tercih ve kararlarında hangi faktörler etkili olmuştur, öğrenebilir miyiz? Bu tercihleriyle İletişim’in, diğer yayınevlerini de etkilediğini sanıyorum. Yayınevlerinin edebiyatta eğilimleri, tercihleri yönlendirmede etkisi olduğunu düşünür müsünüz?  
Kendi adıma şunu söyleyebilirim, benim yeni yazar çıkartmak gibi bir takıntım vardı, yayınevim bana güvendi ve bana editör olarak imkanlar tanıdı. Otuzun üzerinde ilk kitap-yeni yazar çıkarmışım… O riski göze almışlar. Zira okurlar bilmedikleri yazarlar için kolaylıkla zaman ve para harcamazlar. Görünürlük adına büyük yayınevlerinin bir etkisi olabilir ama bu sandığımız kadar çok olamaz.  Çünkü siz üretmiyor, size gelen dosyalardan bir “anlam” çıkartıyorsunuz… Aslolan eserin kendisi, o çalışma, öyle ya da böyle, şimdiki zamana dokunacak ki…konuşulacak, beğenilecek, taklit edilecek ki…bir etkisi olacak. Bu da hayat dediğimiz, yaşadığımız kaosun içinde hiç kolay değil. 

Ankara’nın kaderi, Milli Mücadele’nin merkezi olmasıyla değişmiş. Yeni Cumhuriyetin ve başkent oluşun heyecanı yazar ve şairleri etkilemiş, iktidar da, entelektüel çevreleri davet ederek Ankara’yı bir çekim merkezi haline getirmeye çalışmış. O dönemin yönetimi tarafından yürütülen bu uygulamanın başarılı olduğunu düşünüyor musunuz? Teşvik edilen kültürel hayat ve edebiyat, Ankara’da bir gelenek oluşturabilmiş mi sizce?
Devlet eliyle arkası getirilemediğine göre başarısız oldu demek zorundayız. Teşvik, himaye veya yardım kamu yararı adına mutlaka gerekir ama asıl sürükleyici unsur yazmak ve üretmekse, mesele etmekle, hesaplaşmakla, çığlık atmakla, cevap yetiştirmek veya rekabet etmekle olur. Sivil ve muhalif olması beklenir. Falih Rıfkı’nın Roman’ını edebiyat sayıp, Ankara ruhuna örnek olarak mı göstereceğiz? Sanmıyorum. Bunlar günü kurtaran, ufku sabah doğup akşam batan gazeteci iddiaları… Yazarlık dediğimiz olup biteni anlatma meselesiyse, estetik bir tepkiyse, resmetmekse büyük şehirde gelişir. Roman ve öykü, ne kadar zorlarsak zorlayalım, metropol sanatıdır. Edebi gelenek, dediğimiz şey de metropollerde oluşur. Tekrarlanacak, birikecek, üstüne koyulacak ve başkalaşacak. Onun dışındaki her şey, taşıma suyla döner ve kısa ömürlüdür.

Ankara’nın kültürel hayatta kapladığı yer, kimi dönemlerde artarak, kimi dönemlerde azalarak değişkenlik göstermiş (Savaş yılları 40’lar, 50’ler ve iktidar değişimi, 60-70’lerde toplumsal hareketler, 12 Eylül, sonrasında liberalizm rüzgarı, derken 2000’ler…). Bugünden baktığımızda bu dönemlerde yaşananlar Ankara’da edebiyatı nasıl etkilemiştir, nasıl değerlendirebiliriz? Bir gelenek oluştuysa, devam ettiğini düşünüyor musunuz?
Bence Ankara edebiyatı yok, Ankaralılar var. Her yazar, kendi Çukurovası’nı anlatıyor, anlatmalı… İyi bildiği, içinde büyüdüğü, zorlandığı, duvara tosladığı, acısını çektiği yerde durarak atmosferini kuruyor, kurmalı… Ankaralı yazarlar da buraları, yaşadıkları yerleri konuşuyorlar. Ve elbette, Ankara’yı değil asıl olarak kendi meselelerini konuşuyorlar. Siyasetin veya paranın etkilediği toplumsal dönüşümler, herkes gibi yazarları etkiler ama bana kalırsa edebiyatın daha farklı kırılma noktaları var ve bunlar, ne bileyim, Atatürk’ün ölümü, DP’nin iktidara gelmesi veya 27 Mayıs’la doğrudan ilgili değil. Edebiyatın saati başka türlü tıkırdıyor ve edebiyat kritiği, siyaset tarihiyle ilişkilendirildiği için farklı bir neden sonuç ilişkisi kurmayı denemiyoruz. Edebiyat algısını belirleyen kurucu yazarlar, büyük romanlar ve telife dönüştürülen bir piyasa algısı var, bana kalırsa seçilen konuları ve anlatım biçimlerini daha çok bunlar belirledi, belirliyor.

“Ankara’da bi numara yok.”; biz Ankara’da yaşayanların kim bilir kaç kez yüzümüze söylenmiş bir söz. J Neden burada yaşadığımız merak edilir, hatta bunun için kızılır, neden deniz kenarı bir yerde, özellikle İstanbul’da yaşamıyoruzdur vs. vs. Biz de, -aslında belki dünya üzerindeki ülke sınırlarına bile inanmıyorken- şehrimizi savunmaya geçeriz. Neden böyle bir tavırla sürekli olarak karşılaşıyoruz, ne dersiniz?
Bu sadece edebiyatla ilgili bir mesele değil. Edebiyatla ilgili olarak şunu söyleyebilirim, dergiler, yayınevleri, yarışmalar, paneller filan dersek hemen hepsini her bakımdan İstanbul yönetiyor, İstanbul dışında güç veya bir farklılık gösteren belki de tek yer Ankara… Bir meydan okuma olarak algılanıyor bence. Azımsama veya küçümsemenin olması, bu çatışmadan da kaynaklanıyor.

Bu tavrın edebiyatta bir karşılığı var mı?
Var mı bilmiyorum ama cevap olacaksa eğer, hep anlatırım, Ankaralı olduğum için yıllarca benden Ankara pavyonlarıyla ilgili yazı istediler. Sıradan insanlar ancak çıldırdıklarında, öldürdüklerinde, intihar ettiklerinde haber olurlar, biraz onun gibi bir şey bu. Ancak groteskiyle ilgi çekebilir diye düşünülüyor. Pavyon eğlencesiyle Ankara’yı İstanbul’a, haliyle Türkiye’ye anlatmak… İstanbullu bir talep desem yanlış anlaşılacağım. Oryantalist ve trajikomik buluyorum bunu.

“Ankara Edebiyatı”ndan bahsedebilir miyiz? “Ankara’da yaşayan edebiyatçı” diye bir karakterden söz edilebilir mi?
İkisi için de bir şeyler söyleyebiliriz ama bu romanesk bir hamle olur. İstanbul’a bile isteye gitmemek, orada yaşamamayı kabullenmek bir yazar için bence “muhalif” bir tercih. Mecazen söylüyorum, her yerde olmak ve görünmek istiyorsanız İstanbul’da yaşamanız gerekiyor. Orası podyum veya vitrin… Gitmemekte, kapitalizm karşıtlığı veya anaakımın dışında kalmakla ilgili bir tavır var, bu da sadece Ankaralılara özgü filan değil. Diğer yandan burada yaşamak veya orada yaşamamak kıymetli olabilir ama tek başına bir şey ifade etmiyor. Nasıl yaşadığınız daha önemli.

Geçen hafta Ankara Öykü Günleri’nde bir panelde, edebiyatta son yıllarda televizyon dizilerinin de etkisiyle oluşan bir Ankara dilinden söz edildi. Sert, kaba, küfürlü, maço bir dil… Artık Ankaralı ağzının böyle kabul edildiği söylendi. Oysa Ankara’da 50’li yıllardan itibaren kadın yazarların belli bir ağırlığı var. Sanıyorum siz de gözlüyorsunuzdur, Ankara’da kadınlar kültür-sanat ve edebiyat hayatında oldukça fazla yer alıyorlar. Ayrıca çok nitelikli yazarlar var. Popüler kültür takipçilerinin bilmemesi normal ama edebiyat değerlendirmelerinde bu gerçeğin göz ardı edilmesi epey can sıkıcı. “Popüler medyada nasıl görünüyorsa öyledir.” anlayışı. Bu saptamama katılır mısınız? Yoksa popüler kültürün görmek istediği bir Ankara mı var?
Şöyle anlatayım, editörlüğüm sırasında ayda üç ya da dört kitap hazırlardım. Bir iş yapıyorsanız, karşılığı da oluyor. Nasıl oldu? O kadar kitap arasından sadece popüler isimler konuşuldu ve eleştirildi… sadece onlar hatırlandı. Hep genç erkek hikâyeleri yayımladığım iddia edildi. Kaç tane kadın yazar çıkardı, editörlük yaptı, neler yayımlandı denmedi mesela. Üzülerek söylemiyorum bunları, yaşayarak öğrendim, artık ne olacağını tahmin ediyordum ve tekrar tekrar yaşadım demek istiyorum. Genellikle insanlar popüler olanın kendileri dışında varolduğunu, ona hiç kapılmadan konuştuklarına inanmak isterler ama gerçek hiç de öyle değildir, herkesin konuştuğunu konuşurlar, kitap değil isim okurlar, farklı olana pek yönelmezler, azınlıkta kalamazlar. Konuşur olanın olumlu ve olumsuz anlamda bir itibarı vardır, beğenmek ve eleştirmek için popüler olan bu yüzden aranır. O popülerlik sizin de sözünüze değer katıyor gibi gelir. Yapacak da bir şey yok. Popüler kültür böyle işliyor. Ankara imgesi, İzmir imgesi, Yozgat imgesi hep bu mecradan çıkıyor…



Ankara’ya sözü getirirsek, Ankara’da en çok hangi köşeyi (köşeleri) seviyorsunuz?
Çok sevdiğim bir sokakta yaşıyorum, isteyerek taşındım buraya, iyi ki gelmişim… Kendime yürüyüş yolu seçtiğim parklar, bayıldığım sokaklar var, yaşlı ağaçların olduğu sessiz yerler…

Ankara’da olmanın en güzel yanı ne sizce?
Sevdiklerimin burada yaşaması…

Sizin de sokaklarda yürürken Ankara’nın edebiyat geçmişinin izini sürdüğünüz olur mu? Sabahattin Ali bu sokakta oturmuştu, Cemal Süreya en çok burada yemek yerdi, Arkadaş Özger bu köşede düşmüştü, Adalet Ağaoğlu’nun romanı bu binada geçiyordu gibi… 
Öyle nostaljik biri değilim ama arkadaşlarıma ilk gençliğimin geçtiği Ulus civarını dolaştırırken böyle şeyler anlatıyormuşum.

Lacivert olarak çok teşekkür ederiz.

Söyleşiyi Tümay Çobanoğlu ile yaptık, Lacivert dergisinde yayımlandı.

1 yorum:

songül dedi ki...

Levent Bey güzel bir röportaj olmasının ötesinde samimi ve öğretici. Teşekkürler

Related Posts with Thumbnails